İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

29.09.2006

Banks of England

Bir önceki Dünya Kupası’nı kazanan İngiltere’nin, 1970 yılındaki kupadan arşivlere kalan belki de en önemli görüntüsüdür. Grup maçlarının ikincisinde rakip Brezilya’nın sağ kanatta başlayan atağı, Jairzinho’nun aut çizgisine kadar inerek, ceza sahasına girer girmez topu ortalamasıyla devam eder. Penaltı noktasının bir metre soluna koşan Pele, savunmacısının Tsubasa bakışları arasında zıplayarak yaptığı kusursuz kafa vuruşuyla topu, diğer taraftaki direğin hemen içerisine ve çizginin yarım metre kadar önünde sıçrayacak şekilde sertçe gönderir. Pele, vuruşundan o kadar emindir ki “Gol” diye bağırmıştır bile. Eminiz ki tribünlerdeki seyircilerden önemli bir kısmı da gol sevincini yaşamaya hazırlanarak, ayağı kalkmaktadır. O sırada ortayı takip ederek sağ direğin yakınından altıpas çizgisinin hemen içinde hareketlenmekte olan kaleci ise, Pele’nin vuruşu anında kaleyi henüz ortalamıştır. İşte o anda olan olur; sarı kazaklı kaleci, bir adım daha atar ve bütün gücüyle hem sola hem de kendisine göre geriye doğru dalışa geçer. Yerden henüz sekmiş topu daha çok başparmağıyla tokatlamayı başarır ve yere kapaklanır. “Topa dokunabilmiştim ancak, yine de gol olduğunu sanıyordum” diyecektir daha sonra. Fakat tribünlerden kulakları sağır edecek bir GOL sesi yerine önce hayret dolu bir uğultu sonra da alkışları duyar. Gözünü açtığında ise, şaşkınlığını gizleyemeyen Pele’yi görür önce, sonrasında kaptanı Bobby Moore’un elini sırtında hisseder. Kafasını kaldırır ve topun kalenin arkasında zıplamakta olduğunu fark eder. “O anda gidip boğazına sarılmak istedim” diyor Pele; “fakat o ilk şaşkınlığı atınca, hayatımda gördüğüm en muhteşem kurtarış olduğunu anladım”.

Brezilya yine de maçı Jairzinho’nun ikinci yarıda attığı golle 1-0 kazanır. İngiltere buna rağmen grubundan ikinci olarak çıkmayı başarır ve Çekoslovakya’yı 1-0’la geçtikten sonra çeyrek finallerde, 4 yıldır ellerini ovuşturarak kendisi bekleyen Batı Almanya’nın karşısına çıkar. Maçtan bir gün önce İngiltere kalecisi midesinden rahatsızlanır. Bütün gün ve geceyi, tuvalet ile yatak arasında mekik dokuyarak geçirdikten sonra maç günü menajer Alf Ramsey’e kendisini daha iyi hissettiğini söyler. Yine de yapılan kısa bir deneme sonrasında Ramsey, bir şeylerin ters olduğuna karar vererek, yedek kaleci Bonetti’ye forma verir ve yüksek sesle düşünür: “Kaybedebilecek o kadar oyuncumuz varken onu kaybettik”. Bonetti’nin iyi oynadığı ilk 60 dakika sonunda İngiltere 2-0 öne geçse de Batı Almanya önce maçı beraberliğe taşımayı, uzatmada da 3-2 kazanmayı başarır. Bir ihtimal, bu maçı ve 1974 finalini kazanış biçimleri, o yıllarda yeni ergen olan Gary Lineker’in meşhur sözünde etkili olmuştur: “Futbol, 22 kişinin oynadığı ve sonunda Almanların kazandığı bir oyundur”.


Bank of England, bizdeki Merkez Bankası’nın İngiltere’deki karşılığıdır. Şimdiye kadar ismini özellikle yazmamaya uğraştığım yukarıdaki hikayelerin kahramanı Gordon Banks, Bank of England’ın kasası (safe) kadar güvenli olduğu için zamanla Banks of England olarak anılmaya başlamıştır. İngilizlere sorarsanız, gelmiş geçmiş en iyi kaleci oldur. Dünyanın geri kalanına sorarsanız, onlar da Banks’ın çok iyi olduğunu kabul eder ama sonuçta en iyinin yine de Lev Yashin olduğunu söylerler. Zaten aksi olsaydı, son iki Dünya Kupası’nda verilmeye başlanan ve sırasıyla Oliver Kahn ve Gianluiggi Buffon’un aldığı en iyi kaleci ödülünün ismi “Lev Yashin” değil, “Gordon Banks” olurdu. Yine de hemen her futbolbilir ve de sever, Banks’ın yukarıda anlattığım kurtarışının “Yüzyılın kurtarışı” olarak kabul eder, böyle anlatır.


Aslında Banks’in kariyeri hiç de böyle muhteşem başlamamış. 1937/Sheffield doğumlu Gordon, Yorkshire kentinde okul takımının kalesini koruduğu sırada hayatını bu işten kazanmayı düşünmezmiş bile. Nitekim, okulu bitirdikten sonra bir kömür işletmecisinin yanında çalışmaya ve kömür torbalayıp taşımaya başlamış daha sonra da bir tuğla ustasının yanına çırak olarak girmiş.


Rastlantılar gerçekten de çok ilginç olabiliyor. Bir Cumartesi günü bölgedeki amatör lig maçlarını izlemeye giden Banks, kalecisi hastalanan Millspaugh takımının seyircilerden bir kaleci istemesi üzerine yeniden kaleye geçmiş. Bunlar olmasaydı bugün ben yukarıdaki hikayeleri yazamıyordum. Banks’in ilk yıldaki performansı onu bir üst ligde oynayan Romarsh takımına taşımış ama ligin ilk iki maçında toplam 15 gol yiyince gerisin geri Millspaugh’a postalanmış. Ancak, burada da uzun kalmamış ve o zamanki 3. Lig’in Kuzey Grubu’nda yer alan Chesterfield tarafından keşfedilerek 1957 yılında maç başına 2 sterlin ücretle yarı-profesyonel futbol hayatına başlamış. Daha bu takımla sadece 23 maç oynayabilmiştir ki, 1. Lig’deki Leicester City’nin dikkatini çeker ve 1958/59 sezonunda bu takıma transfer olur. Gordon Banks’in Leicester City kariyeri 8 yıl sürer ve bu süre içerisinde takım 1964 yılında Lig Kupası’nı kazanır. Bu arada takımın 1961 ve 63 yıllarında da finale kadar yükseldiğini ancak, Wembley’de sırasıyla Totenham ve ManU’a yenildiklerini de belirtmek lazım.


Bu arada Banks, Nisan 1963’te ilk defa milli olur. Bu, takıma Dünya Kupası’nı kazandıracak olan ve yukarda bahsettiğimiz Alf Ramsey’in de sadece ikinci maçıdır. İskoçya’ya karşı oynadıkları maçta Gordon Banks, biri penaltıdan iki gol yer. Sonraki maçı ise Brezilya’ya karşı yine Wembley’dedir. Özel karşılaşma 1-1 sona erer ancak, Banks yediği golden dolayı Ramsey’nin ağır eleştirilerine hedef olur. Brezilya’nın sol açığı Pepe’nin (hayır yazım yanlışı yok-Pepe) 30 metreden vurduğu şutun kalenin soluna giderken son anda falso almış ve sağa dönerek gol olmuştur. Banks, futbol hayatının en “hayret verici” anı olarak tanımladığı şutu hiç bir kalecinin kurtaramayacağını savunmuştur. Bir sonraki maçta Çekoslovakya’yı 4-2 yenerler de Banks, milli formayla ilk galibiyetini alır. İngiliz milli takımının kalesini koruduğu 73 maçın sadece 38’inde, toplam 57 gol yiyecektir. Diğer 35 maç ise gol yemeyen kaleciler için kullanılan “clean sheet” olarak geçer tarih kitaplarına. 1.83 boyundaki Gordon Banks’in en önemli özellikleri ise yer tutmadaki şaşmaz başarısı ve hücum oyuncularının ne yapacaklarını kestirebilme yeteneğidir. Tabi reflekslerindeki hız da epey yardımcı olmuştur.


Banks’ın milli takımla çıktığı zirve tabi ki 1966 Dünya Kupasıdır. Grup maçlarında Uruguay, Meksika ve Fransa’nın yanı sıra çeyrek finaldeki olaylı Arjantin maçında da gol yemez. Yarı finaldeki rakip Eusebio’lu Portekiz’dir. İngiltere maça iyi başlar ve Bobby Charlton’un 30. dakikadaki golüyle öne geçer. Charlton 79. dakikada ise farkı 2’ye çıkartır. Portekiz’in tek cevabı ise 83. dakikada Eusebio’nun penaltısından gelir. Bu gol Banks’in İngiliz milli takımında bugün bile kırılamamış iki rekorunun bitişini belirlemiştir. Gol yemeden üst üste 7 maç ve en uzun gol yememe (708 dakika-443’ü Dünya Kupası). İşte bu dönemde kendisine Banks of England lakabı takılır. Banks, Portekiz maçını, Batı Almanya’ya karşı oynadıkları final maçının da üzerinde tutmuş ve kariyerinin en önemli maçı olarak nitelendirmiştir. Eusebio’nun attığı gol ise, penaltıdan olduğu için çok kişiyi üzmediyse de kendisi için “o seviyedeki maçlarda yenen her gol, saplanan bir bıçak gibidir”.


Finalde Batı Almanya ile karşılaşan İngiltere, bu siteye takılan herkesin ezbere anlatacağı maçı kazanarak Dünya Kupası’nın sahibi olur. Almanların 90. dakikada attığı gol için Banks; “Everest’in tepesine 1 metre kala aşağı itilmek gibi bir duyguydu” demiş daha sonra. Bugün o maçı yorumlayanlardan bazıları, Weber’in attığı gol öncesinde Gordon Banks’in topu kurtarmak için bir şansı olduğunu ancak, oradaki defans oyuncusunun (Ray Wilson galiba) kendisinden önce hamle ettiğini ve önü kapanan Banks’in çaresiz kaldığını ileri sürüyorlar. Sonrasını ve 1970 DK’sını biliyorsunuz ya da ben anlattım. Bu arada 1968 yılında İngiltere, İtalya’daki Avrupa Şampiyonası’nın yarı finalinde Yugoslavya’ya 1-0 yenilirler. Banks of England isimli kitabında Gordon Banks o maçı “Yugoslavlar hareket eden her şeye tekme atıyorlardı ve hakem de göz yumuyordu” diye hatırlamış.


Milli takımda böylesine bir efsane yaratan Banks’in klüp kariyerinde ise çok ilginç bir gelişme yaşanır. 1967 yılında takımı Leicester City, Banks’i satışa çıkarır. Ve bu Banks’e 4 sene öncesinden çıtlatılmış hatta Banks’te bunu onaylamıştır. Şöyle ki: 1963’te bir antrenman sonrasında Leicester’in minik takımının antrenmanını izlemek için sahada kalan Banks’in dikkatini 13 yaşında bir kaleci çeker. Menajer George Dewis’e “bu çocuk fena değil” der. Aldığı cevap şakayla karışık olarak “evet ve günü geldiğinde kaleyi senden alacak”. İşte bu çocuk benim bir türlü adamdan saymamakta ısrar ettiğim Peter Shilton’dur ve gerçekten de Peter 17 yaşına gelip de kaleye geçebilecek hâle geldiği zaman Banks’e yol görünür. Banks’i en çok isteyen takımların başında Liverpool gelmektedir fakat o, 50,000 sterlin karşılığında Stoke City’e transfer olur. Lig kariyerinin en üstüne ulaştığı 1972 yılı aynı zamanda sonun başlangıcı da olur. Hâlen İngiliz milli takımının kalesindeki 1 numaralı isim olan Banks (37 defa Leicester, 36 defa da Stoke formasını giyerken milli olur), Stoke City’nin 1972 Lig Kupasını kazanmasındaki baş aktördür ve 26 sene sonra ilk kez bir kaleci “Yılın Futbolcusu” ödülünü kazanır. Bu arada ilk milli maçını oynadığı İskoçya, son milli maçında da rakiptir ve Mayıs 1972’deki bu son maçı gol yemeden tamamlar.


Gordon Banks aynı yıl bir trafik kazası geçirir ve sol gözünün görme yetisini kaybeder. Her ne kadar sonrasında yaptığı çalışmalar sonucunda yine kaleye geçebilecek hâle gelse de mükemmeliyetçi yapısı nedeniyle bir daha aynı seviyeye asla gelemeyeceğini anlar ve İngiltere’deki futbol hayatını noktalar. Bir süre antrenörlük yapar ve sonra 1977 yılında ABD’de yeni yeni filizlenmeye başlayan futbol liginde oynayan Fort Laurdale takımına transfer olur. 40 yaşında ve tek gözle bile sezonun en iyi kalecisidir. Ancak, ABD’de seyirci çekebilmek için yapılan türlü ticari maymunluklardan rahatsız olur ve İngiltere’ye döner. Hâlen Almanya’da tanıştığı karısı Ursula ile birlikte kendi hâlinde bir emeklilik sürmektedir.


“İlk başladığım zamanlar, takım gol yediğinde kimse pek önemsemezdi. Gol yemek hoş bir şey değil ama bunun futbolun gerçeği olduğu kabul edilir ve bütün takım bunu telafi etmeye girişirdi. Ne zamanki oyunculara ödenen ücretlerdeki tavanlar kaldırıldı ve primler önemli hâle geldi, gol yemek bir suç gibi görülmeye başlandı”.

Bir sonraki yazıda, modern futbolun ilk efsanevi kalecileri olarak gösterebileceğimiz Zamora ve Planicka’yı tarih kitaplarından çıkaracağız...

23.09.2006

Hollanda Ligi'nin Kısa Tarihçesi

Evet, itiraf ediyorum: Sitemizin sevgili editörü İlker; “Hollanda Ligi için yazar arıyorum” dediğinde aslında Hollanda ligi hakkında detaylı bilgim olmamasına rağmen “Kara Murat benim” edasıyla ortaya çıkan bendim. Yine samimiyetle itiraf etmek gerekirse sitemizin okuyucuları arasında “Dutch Eredivisie” hakkında benden daha bilgili olan ya da daha dişe dokunur fikir belirtebilecek arkadaşların olduğundan da eminim. Ama yine de benim gibi geçmişte hadiseyi göz ucuyla takip edenler ve ısınma turları atanlar için “ligde son duruma” geçmeden kısa bir bilgi notu vermek iyi olur düşüncesindeyim. O bakımdan buyurun Hollanda Liginin kısa(cık) tarihine:

Ortalama bir futbolsevere Hollanda Liginden hangi takımları tanırsınız diye soracak olursak gerek Hollanda Ligindeki yerel başarıları gerekse uluslararası arenada isimlerini duyurmalarıyla muhtemelen size üç takımın ismini verecektir: Ajax-PSV ve Feyenoord . Bu takımlardan Ajax, 1956 yılında “Dutch Eredivisie” ismini alan ve 18 takımın katılımıyla süren lig tarihine tam 29 ,PSV 19,Feyenoord ise 14 şampiyonluk sığdırmış. Bu açıdan hadiseye sempatik bakan çoğunluk için “üç büyüklerin” ,bu geniş kitleye muhalif olan bir kısım azınlık için ise “İstanbul oligarşisinin” hakimiyetinde devam ettiği düşünülen Türkiye Ligiyle zihinsel bir paralellik kurulabilir elbette. Çünkü bahse konu üç takım sayısız lig şampiyonluğuna imza atmakla kalmayıp 1965’ten bu yana ligde sadece bir kez aralarına bir başka takımın girmesine izin verdi: “Üç büyüğün” istibdat yönetimine son veren bu takım ise 1980–81 sezonunda kazandığı tek şampiyonluk ile son dönemde adını sıkça duyduğumuz AZ Alkmaar. Bu arada ligin 1897-98’den beri oynandığını ve ilk şampiyonun R.A.P. olduğunu, arada “Go Ahead Eagles ” , “Be Quick Groningen” gibi taraftarlarının takımı coşturmak için fazla zorlanmayacağı, adeta bir “ tezahürat” şeklinde doğmuş ilginç isimli takımların da şampiyonluğa uzandığını belirteyim.(Enteresan isimli takımlar saymakla bitecek gibi değil :MVV,VVV,Agovv)

Öte yandan Hollanda futbolu enteresan isimli takımları bünyesinde barındırmakla yetinmiyor; ligden düşecek, lige yükselecek ve Avrupa kupalarına katılacak takımları da yine kendine özgü enteresan yöntemlerle belirliyor. Nasıl mı ? Hemen cevap verelim: Lig bittiğinde puan cetvelinin zirvesinde yer alan takım kupayı evine götürüyor,son sırada yer alan takım da bir alt ligin yolunu tutuyor. Buraya kadar her şey alışıldığı gibi ve kafa karıştırıcı bir durum yok. Ligi sondan 2. ve 3.bitiren takımlar ise ayrı ayrı gruplarda,bir alt ligden gelen üçer takımla ligde kalabilmek için Nacompetitie adı altında play-off maçları oynamak zorunda. Grup mücadelesini lider bitiren iki takım ligde kalmış ve/veya lige yükselmiş oluyor. Bir bakıma ligden düşmek de kolay değil, lige yükselmek de…

Peki, Avrupa kupalarına katılacak takımlar nasıl belirleniyor? İşte işin orası ÖSS sınavı ya da benim hayatım boyunca hazzetmediğim matematik denklemleri kadar karmaşık. Lale ülkesi insanları bu soruna lale gibi enteresan bir çözüm bulmuş: Buna göre lig şampiyonu doğrudan Şampiyonlar Ligi biletini kapıyor.

Ligi 2. ve 9. sıralar (bu sıralar dahil) bitiren takımlar,hatta daha da sonrası için ise Avrupa kupalarına katılma yolunda en az lig kadar yıpratıcı yeni bir maraton start alıyor.(Tabi ilk beş sonrasının Şampiyonlar Ligine katılma ihtimalinin bulunmadığını eklemek lazım. Ligin heyecanının artırılması uğruna ligi 13.sırada bitiren vasat bir takımın bir ihtimal de olsa play-offları kazanıp Şampiyonlar Ligi koltuğuna oturması kıvrak bir bilek hareketiyle engellenmiş.)

Ancak şahsi düşünceme göre bu kıvrak bilek hareketinden sonra “play-off” adı altında pek de kıvrak olmayan bir futbol bürokrasisi başlıyor. Bu noktada, derin bir nefes alıp yazının geri kalan kısmına dingin bir zihinle devam edilmesi gerektiğini belirtmek boynumun borcudur ey okur. Zira birazdan karmaşık bir sürecin içine girmek üzereyiz. Hazırsanız başlıyoruz:

Kupa galibi ilk dokuzun içindeyse:

2-3-4-5.sıradaki takımlar bir küme oluşturarak birinci Play-Off mücadelesinin içine giriyor. Dört takım arasındaki mini turnuvayı kazanan Şampiyonlar Ligi'ne (3.ön eleme turundan itibaren) katılırken, kaybedenler UEFA Kupasının yolunu tutuyor.

6-7-8-9.sıradaki takımları ise ikinci bir Play-Off ‘ bekliyor. Bu Play-Off'un kazanan takımı UEFA Kupası biletini da kapmış oluyor. Son iki sırayı alan takımlar Avrupa kupalarına katılma hevesini bir başka bahara ertelemek zorunda. İkinci olan ise "Üçüncü Play-Off" u kazanan ile Intertoto'ya gitmek için kapışıyor. “Üçüncü play-off ‘da mı var?” demeyin lütfen. Çözümün lale gibi olduğunu peşin peşin söylemiştim:)

Ligde 10,11,12,13.sıraları alan takımlar üçüncü Play-Off grubunu oluşturuyor. Kendi aralarındaki turnuvanın kazananı ise 2.play-off’tan gelen takımla İntertoto mücadelesi veriyor.

Eğer hala bu play-off maratonundan sıkılmadıysanız bir de Kupa Galibinin ilk dokuzun içinde olmama ihtimalini inceleyelim:

Tahmin edilebileceği üzere bu ihtimalde de lig şampiyonu bileğinin hakkıyla Şampiyonlar Ligi'ne katılıyor.

İkinci Play-Off mücadelesinde ise işler bir parça değişiyor. Şöyle ki;bu Play-Off'u kazanan ilkinde olduğu gibi Şampiyonlar Ligi'ne katılırken, ikinci ve üçüncü UEFA'ya gidiyor. Sonuncu olan ise birincinin tersine "ikinci Play-Off" un ikincisi ile UEFA'ya gitmek için Karşılaşıyor.

6-7-8-9 sıraların aralarındaki turnuvanın kazananı UEFA'ya katılırken, ikinci olan ile "Birinci Play-Off'u” sonuncu bitiren takım UEFA'ya gitmek için karşılaşıyor. Bu Play-Off'da üçüncü olan ise "Üçüncü Play-Off'u kazanan ile Intertoto'ya gitmek için

Karşılaşmak zorunda)

Kupa Galibi de zaten yine bileğinin hakkıyla UEFA Kupası mücadelesine başlıyor.

Tamam,play-off anlatımı sona erdi sevgili okuyucu,artık uyanabilirsin.

Şaka bir yana kanaatimce Hollandalılar da ligin üç takımın tekelinde dönmesinin verdiği sıkıntıyı bir nebze olsun azaltabilmek ve iddiasız takımların ligin 2.devresinde yan gelip yatmasını engellemek için böyle bir çözüm üretmişler. Zira ligi 13.sırada bitiren bir takım için bile kapağı Avrupa’ya atmak en azından teorik olarak mümkün. Bunun da fazladan bir motivasyon sağlayacağı çok açık. Öyle ya Avrupa kupalarına katılmak gerek kulüpler gerekse futbolcular düzeyinde bir prestij ve gelir kaynağı. Ancak ligin sona erdiği bir dönemde fazladan maç yapmak uluslararası maç trafiğinin oldukça sıkışık olduğu günümüz futbol takviminde bir hayli yıpratıcı olabilir. Tabi bir de buna ligi 2.sırada bitiren takımın Şampiyonlar Ligi hayali kurarken kendini İntertoto Kupası’nda bulması gibi derin bir hayal kırıklığının yaratacağı muhtemel bir tepkiyi de eklemek lazım.

Hollanda’da uygulanan bu sistem ülkemizde şampiyonluk mücadelesinin suni heyecanı dışında heyecan arayan ve her yıl malum takımların ilk üç sırayı doldurduğu ligi izlemekten sıkılanlar için bir çözüm olabilir. Tabi bunu söylerken işin başka bir boyutunu da göz önüne almak lazım. Güzide ligimizin şampiyonu ya da 2 .si dahi daha ilk turda isimsiz Avrupalı ekipler karşısında kendinden geçerken, zaten kalitesi tartışılan ligimizin 13.’sünun hasbelkader kazandığı bir çeşit turnuva sonucu katıldığı Avrupa kupalarında nasıl başarılı olacağı,bu takımların arasından Ersun Yanal’ın Gençler’i ya da Ertuğrul Sağlam’ın Kayseri'sinin çıkma ihtimalinin ne olduğu elbette tartışılır.

Hollanda Ligi için bu tip bir giriş yazısı yazdıktan sonra “ligdeki son durum” adı altında yeni bir yazı yazma ihtiyacı doğduğu kuşkusuz. Ayrıca ligin zirvesinde ve dibinde ufak ufak şekillenmeler de başladı. Ama yukarıda özetlemeye çalıştığım bilgilerin bundan sonraki yazıları ve haftaları değerlendirmek için aydınlatıcı olacağını düşünüyorum. O bakımdan bu ilk yazı için beni mazur görün lütfen. En yakın zamanda yeni bir Hollanda Ligi yazısıyla görüşmek üzere…

Not:Son derece karmaşık play-off sistemini çözmekte bana yardımcı olan,hatta yardımcı olmak bir yana doğrudan çözen Meddah’a teşekkürlerimi sunarım.

22.09.2006

The "Bung" Scandal

BBC her zaman için kalbimde ayrı bir yere sahip olmuştur. İngiltere gibi, “tabloid basın” gibi enteresan bir sosyal öğenin en fazla tirajı işgal ettiği bir ülkede, gerek TV olsun, gerek radyo olsun, yayınlarında sevieyi ve kaliteyi korumayı daima başarmışlardır. Gerçi bazen seviyeyi o kadar üstte tutarlar ki, yayınlanan programlar izleyiciye çok sentetikmiş gibi görünebilir; küfreden insan sayısı yok denecek kadar azdır mesela. Ya da, 1978’de Sex Pisols’ın da aralarında bulunduğu bir dizi punk grubunu yasaklamak gibi talihsiz hatalar yapmışlardır. Fakat Thatcherizmin çöküşünü izleyen yıllarda İngiliz hükümetinden bağımsız, yarı-anarşik bir özerklik elde edinmelerinden bu yana popülaritlerini hayli arttırmışlardır.



BBC her türlü belgeselleri ve özel dosyalarıyla meşhurdur. İşte bu “özel dosya” programlarından biri bu hafta yayınlandı ve Premiership’te kıyamet koptu. Program, menajer – futbolcu – teknik direktör üçgeninde dönen illegal ödemelerle ilgiliydi. Son iki senedir İngiliz spor kamuoyunda zaten hararetli bir şekilde tartışılmakta olan konu, böylece iyice alevlenmiş oldu.



“Panorama” adlı programda (anlaşılacağı gibi Britanya’nın “Arena”’sı) gizli kameralar ve “undercover” muhabirler kullanılarak, menajerlerle, teknik direktörlerle ve altyapı sorumlularıyla konuşuluyor ve sanıkların ağzından laf alınmaya çalışılıyor. Konuşmaların çoğunun “pub”’larda geçmesi ise gerçekten ironik.



Program sonucu dünya aleme en çok rezil olan kişi, Bolton teknik direktörü Sam Allardyce. Son yıllarda Bolton’a adeta sınıf atlatan, adı bir aralar İngiltere teknik direktörlüğü için anılan “Big Sam,” programda futbolcu menajeri olan oğlu Craig Allardyce aracılığıyla Bolton’a gelen oyuncuların bonservisinden komisyon almakla suçlanıyor. Craig Allardyce’ın, Temmuz’da, tam da Sven-Göran Eriksson milli takımı bırakmış ve Sam Allardyce’ın adı bu mevki için geçerken futbolcu menajerliğini bırakması ise tartışmaları iyice alevlendiriyor. Anlaşılacağı üzere, Allardyce soyuna karşı yapılan suçlamalar bayağı destekli. Craig Allardyce, halen Jussi Jaaskelainen ve Eidur Gudjohnsen’in menajerliğini yürütmekte. Gudjohnsen’in Chelsea’ye ve Barcelona’ya olan transferlerini de o gerçekleştirdi. Programda, Craig’in Tal Ben-Haim, Ali Al-Habsi ve Hidetoshi Nakata’nın Bolton’a transferleri sırasında önemli ölçüde kayıtdışı para kazandığı ortaya çıkarılıyor.



Suçlanan en ünlü ikinci kişi ise Portsmouth teknik direktörü Harry Redknapp. Redknapp, programda bir pub’da, Blackburn kaptanı Andy Todd’la kendisini takımına katmak istediğini görüştüğünü itiraf ediyor, ki bu tarz bir görüşme FA kurallarına göre yasa dışı.



En çok rezil olan ikinci kişi ise, Chelsea altyapısı futbol direktörü Frank Arnesen. Arnesen, Middlesbrough’un genç milli oyuncusu 15 yaşındaki Nathan Porritt’i Chelsea’ye katmak için illegal bir girişim yaparken görüntüleniyor. Programda aynı oyuncuyu takımlarına katmak isteyen Liverpool ve Newcastle kulüplerinden yetkililer de benzer girişimlerde bulunurken kayda alınıyorlar.



Geçtiğimiz sezon Luton teknik direktörü Mike Newell’ın isyan ederek basın organlarına taşıdığı ve bütün bu tartışmayı başlatan “futbolcu menajeri” skandalının ilk kahramanı Charles Collymore ise, bu programda da filme alınarak büyük bir başarı hikayesi olduğunu kanıtladı. Newell, Collymore’u, Luton’a oyuncu transfer etmek karşılığı kendisine illegal ödenek vermeye yeltenmekle suçlamıştı.



Objektif olarak bütün bu suçlamaları değerlendirecek olursak, her şeyden önce şunları söylemeliyiz: bunlar Premiership dışındaki liglerle karşılaştırıldığında çok büyük şeyler değil. İtalya’da işler artık maç satmaya kaymış durumda, İspanya, Türkiye, Belçika, vesaire gibi bir yığın futbol liginde de bu işlerin olduğunu biliyoruz. Güney Amerika’yla Doğu Avrupa’ya hiç girmeyelim; işin içinden çıkamayız. Anavatanımızdan örnek verecek olursak, Maldaraşanu’lar, Niculescu’lar Lugano’lar, Deivid’ler; Lucescu, Hagi veya Alex’in, ya da Saffet Sancaklı, Popescu gibi oyuncu menajerlerinin cepleri görülmeden kolay kolay Türkiye’ye gelmezlerdi diye düşünüyorum.



Yine İngiltere’ye dönecek olursak, aslında Craig ve Sam Allardyce ikilisine yöneltilen suçlamalar dışındaki (ki bunlar da sadece teyp kayıtlarıyla ortaya atılan iddialar; hiçbiri için ne yazık ki kesin bir kanıt yok). Diğer iddialar ise bence biraz sansasyon çıkarmak amaçlı. Her ne kadar illegal de olsa, kanımca bir oyuncuyu takımınıza transfer etmeden önce kendisiyle bir yemek yemek, pubda takılmak, telefonla konuşup kendisini ikna etmeye çalışmak medenice bir davranış. Fakat İngiliz Futbol Federasyonu buna sıkı derecede karşı ve bu yüzden ilerleyen günlerde Allardyce ailesi dışındaki sanıkların da başı yanacak demektir. Şunu demeden geçemeyeceğim: Güzelim Premiership her şeye rağmen yine de Avrupa liglerinin en temizi. Oyuncuyu transfer etmeden önce kendisiyle konuşmanızın bile skandal olduğu bir ülkede yaşayıp buna tepki gösterenler Akdeniz kıyısına inseler herhalde küçük dillerini yutarlar.

20.09.2006

Season Preview 2: Parayla Saadet Olur Mu?

WEST HAM

          Ağustosun bomba takımı... Transferin son gününde Tevez ile Mascherano’yu getirdiler. Bu iki genç süperstarın, Avrupa devlerinden birine değil de, yıllar yılı kendi yağında kavrulmasıyla ve altyapıdan yetiştirdiği oyuncuları İngiltere’nin büyük takımlarına satmasıyla ün yapmış West Ham’a gitmesi pek çok soru işaretini de beraberinde getirdi.
West Ham, bu iki oyuncuyu Brezilya takımı Corinthians’dan aldı. Corinthians’ın sahibi ise MSI adlı bir şirket ve şirketin başındaki isim Joorabchian ise Chelski’nin sahibi Roman Abramovich’in sağ kolu. Anlaşılan Ruslar yine iş başında. Aslında, bu iki transfer sözleşmesinde de “menajer Alan Pardew’in “zorunlu bir durum olmadığı sürece” iki oyuncuyu da ilk 11’de oynatması” gibi rahatsız edici bir madde bile var. İngiliz spor kamuoyunda büyük yaygaraya neden olan bu madde, özellikle taraftarın gözdesi, altyapıdan çıkma Hayden Mullins’in kesilmesi demek. Üstelik Pardew tam bir disiplin ve takım ruhu tutkunu. Büyük egolu süperstarlara hoş bakmamasıyla tanınan bir menajer. İşte bu ufak sürtüşmeden galip çıkan da yine Pardew oldu. Tevez’le Mascherano’yu ilk haftalardan yedek sokarak ısındırmaya başladı. Joorabchian ise Abramovich’ten nasihat almış olacak, kendi sorumluluğunun soyunma odasında değil, kasa başında olması gerektiğini anladı. MSI’ın yatırımları devam ederse, ilerleyen yıllarda çok daha klas bir West Ham izleyebiliriz.



PORTSMOUTH

          Kim demiş “Parayla saadet olmaz.” diye? Geçtiğimiz sezon 30 milyon ₤’a yakın para harcayıp bir araba dolusu orta sınıf oyuncu alan Pompey menajeri Harry Redknapp, bu yazı, para harcamaktansa, aldığı bu potansiyel vaadeden oyuncuları geliştirip kaynaştırmakla geçirdi. Yaz transferinde aldığı yegane oyuncular ise, Arsenal’den olaylı bir şekilde ayrılan Sol Campbell, dünyanın en iyi futbol oynayan çıtası Kanu ve ileride İngiltere milli takımının demirbaşlarından olması beklenen genç sağ bek Glen Johnson.
          Sonuç? 5 maçta 4 galibiyet, 1 beraberlik, 13 puan ve liderlik. Bu takım geçen sene az kalsın küme düşüyordu. Arkasındaki Gadyamak destekli yatırım da göz önünde bulundurulduğunda Portsmouth’un da geleceği parlak denilebilir.


ASTON VILLA

          Artık part-time Birmingham’lı olduğum için elemanlar bizim hemşehriler oluyor. Her neyse efendim, bilindiği üzere Aston Villa geçtiğimiz sezon küme düşmekten kılpayı kurtulmuştu. Artık şehrin Premier League’deki tek temsilcisi onlar (Birmingham City sizlere ömür). Bundan önceki başkanları Doug Ellis, takımı 15-20 yıl önce cüzi bir rakama alıp hayatının karını etmişti. Ancak son zamanlarda takımdan yatırımını çektiğinden büyük bir seyirci tepkisiyle karşılaşıyordu. Takımın geçtiğimiz sezon £62.6m karşılığında Amerikalı işadamı Randy Lerner tarafından satın alınmasından sonra herkes transfer atağına girmelerini bekliyordu. Ancak yönetim çok zekice bir iş yaparak bence günümüzün en önemli ve başarılı Britanyalı menajeri Martin O’Neill’ı takımın başına getirdi ve transferi biraz erteledi.  O’Neill, geçtiğimiz sezon, karısı kansere yakalandığından Celtic’i bırakmıştı.
          Tahminimce, O’Neill bir süre takımını tartacaktır. Ondan sonra da transferler gelecektir. 5 maçta 9 puan Villa kalibresindeki bir takım için fena değil. 7 kez İngiltere, bir kez de Avrupa şampiyonu olmuş Villa bakalım eski güzel günlerine dönebilecek mi?
 


TOTTENHAM HOTSPUR

Geçtiğimiz sezon Şampiyonlar Ligi’ni kıl payı kaçırmışlardı. Bu sezon ilk dörde girmekte daha kararlılar. Arsenal, Liverpool ve Newcastle’ın içinde bulundukları krizimsi durumlar göz önünde bulundurulduğunda bunu yapmaları o kadar da uzak bir ihtimal de değil.
Şahin bakışlı, karizmatik golcü Berbatov bu takıma çok şey katacaktır. Hazırlık maçlarında oynadığı maç sayısının iki katı kadar gol atması Hotspur taraftarını çok sevindirdi. Berbatov, İngilizce bilen, Londra yaşamına uyum sağlayabilecek, üstelik Stoickhov sonrası Bulgaristan’da en çok ilgi gösterilen sporcu. Transfer olduğu gün taraftara “minimum 15 gol” sözü verdiğini de hatırlatalım.
Sezonun en çok “patlama vaat eden” oyuncularından biri de Aaron Lennon. Genç sağ açık kendini sürekli geliştiriyor. Carrick’in gidişi Tottenham için kolay olmayacak ancak bu transfer sonrası hem kasaları doldu hem de Jenas’ı asıl mevkii olan sağ içte oynatma şansı doğdu. Tottenham doğru yolda. Ancak Martin Jol’ün takımla çok oynamaması gerek.


NEWCASTLE UNITED

          Tyneside taraftarı bu sezon da takımından çok bir şey beklemesin. Souness sonrası göreve getirilen eski altyapı sorumlusu Glenn Roeder enteresan bir kişilik. Omuriliğinden geçirdiği sayısız ameliyat sonrası yaşıyor olması dahi mucize olan bu adam, geçtiğimiz sezonun ikinci yarısından itibaren takımı öyle güzel derleyip toparladı ki kendisine 3 senelik kontrat hediye edildi. Ligin ilk haftasında gördük ki takım içi dayanışma üst düzeyde. Scott Parker, Shearer’ın jübilesiyle beraber kaptan olmuş.
Fakat kimse bana tek forvetli ve stopersiz bu takımın sorun yaşamayacağını söylemesin. Efendim, takımın defansif tandemdeki lideri Titus Bramble! Komik... Geçen sene Bramble-Boumsong tandemi hakkında bir komedi filmi çekilmediği kaldı (Bütün bunlara rağmen TV8’in spikeri Bramble’ı çok seviyor). Boumsong neyse ki bu sene yok, Beşiktaş’a kakalanması gündemde; yerine Avustralyalı Craig Moore var ki o da gayretli fakat kapasitesi sınırlı bir oyuncu. Takımın tek forveti ise altyapıdan yetişme Shola Ameobi. Gerçi Ameobi, artık ilk 11 için hazır ve o müthiş fiziksel gücünü ve potansiyelini sahaya yansıtacaktır ancak forvette yedeğin olmaması düşündürücü. Yeni transfer Duff, takıma klas getirmiş. Ameobi’nin arkasında gölge forvet olarak oynuyor. Tek forvet yedeği ise sol kanattan devşirme Luque. Emre’ye de bir parantez açalım: çok kötü oynuyor; Fener’lik zamanı gelmiş. İnşallah UEFA olur demeli, fazlasını beklememeli.

Düzeltme: Yazının yazım tarihinden kısa bir süre sonra Obafemi Martins transfer edildi.


BOLTON WANDERERS

          Benim bildiğim Big Sam her sene takıma kırgın yıldızlar katar, sonra onları iğrenç 4-5-1 sistemine monte eder ve futbol katili takımını daha kıl, daha kasap bir hale getirir. Sam Allardyce, bu sezon herkesi şaşırtarak takıma Abdoulaye Meite dışında hiçbir transfer yapmadı. Ancak Fildişili yarmagül, takımın defansif gücüne güç katmış. Bir de Anelka var; kim ne derse desin büyük bir golcü... Reebok Stadium’dan bu sezon da epey kemik sesi duyacağız. Tabii Allah’ın sopası olmadığı için ilk 6’ya da kalırlar.

16.09.2006

Han(g)i Fair Play?

Şampiyonar Ligi’nde yeni sezon öncesinde kafamda bulunan ya da merakla beklediğim konu başlıklarını anket konusu yapmıştım. Bazı konularda ilk haftadan fikirlerimiz oluşmaya başladı. Yine de ilk değineyeceğim konu bunlardan biri değil.


Hakemler insandır, bazen önemli olmayan, bazen doğrudan maça etki eden hatalar yapabilirler. Bu hataları minimize etmede en çok yardım etmesi gerekenler olan oyuncular bu haftaki maçta son derece anti – fair play anlayışı içersindelerdi. Giggs kendini bırakarak maçta eşitliği kazandıran penaltıya sebep verdi. Bu pozisyondan hemen 3 dakika sonra sakatlanması ve 3 hafta boyunca sahalardan uzak kalacak kalması konusunda ben de ancak Denizlisporlu Yusuf gibi “ilahi adalet” işareti yapabilirim. Varsa birisi bana da kart göstersin. Yine bir başka İngiliz takımı Arsenal penaltı kazanırken Van Persie kendini yere attı ve Kirschstein’ın kırmızı kart görmesini sağladı. Maç içersinde bir ara kameralar Kirschstein’ı ağlarken çekti. Açıkça içim gitti. Umarım birilier de Van Persie’yi böyle ağlatır. Bunlar yine anlık pozisyonlar iken Lyon – R.Madrid maçında çok daha tüylerimi ürperten sistematik bir hakemle oynama vardı. Lyonlu oyuncular, hangisi olursa olsun, ne zaman Cannavaro ile ikili mücadele girseler, İtalyana kart göstertmek için ellerinden ne geldilerse yaptılar. Nitekim de ikinci yarıda bunda başarılı oldular. Tamam hakemlere kızıyoruz ama hırsızın hiç mi suçu yok?


Gelgelelim anket seçeneklerine. Oyların yaklaşık yarısını alan Barça vs Chelsea mücadelesini izlemek için yaklaşık bir ay daha bekleyeceğiz yine de iki takımda evinde gol yemeden galip gelmeyi başardılar. Levski ilk maçtan 5 gol yiyerek rekor kırabileceğini gösterdi.


R.Madrid – Lyon maçını iki arkadaşımız yazdığı için çok fazla değinmeyeceğim ama Eray’a katılıyorum, günler geçtikçe İspanyol ekibi daha iyisini yapabilecektir. Galatasaray maddesine değinecek olursak, açıkçası G.Saray’ın kağıt üzerinde en kolay galibiyet elde edebileceği maçtan bir puanla ayrılmak zorunda kaldı. Sanırım zaten kimse de tatmin olmamıştır maçtan.


Gelgelelim Doğu Avrupa takımlarına. Geçtiğimiz sene UEFA Kupası’nda gördüğümüz Doğu Avrupa takımlarının başarısı bu yıl Şampiyonlar Ligi’ne taşınmış durumda ve ilk defa bir Bulgar takımı olmak üzere bu yıl 6 Doğu Avrupa takımı Şampiyonlar Ligi’nde mücadele edecek. Doğu Avrupa takımlarının bu yükselişinin sebeplerini araştıracak olursak benim ilk dikkatimi çeken şey bu ülkede yetişen oyuncuların artık çok fazla batıya açılmaması. Tabi bunda daha önceden giden ve başarılı olamayıp yeniden ülkelerine geri dönen oyuncuların etkisi oldukça büyük. Kendi adıma konuşayım, her ne kadar Ukrayna Dünya Kupası’nda çeyrek final oynamış olsa da hala daha Sheva ve Voronin dışında çok da fazla, Ukraynalı oyuncu tanımıyor, anca işte Timoşçuk ya da Rebrov gibi kendi takımlarındaki üst düzey oyuncular. Bunun sebebi tabiki göz önünde bulunan liglerdeki oyuncu azlığı. Bu yüzden her ne kadar biz tanımasak da lokal seviyede iyi oyunculara sahipler ve başarılı oluyorlar. Aynı şey Romanya ve Rusya için de geçerli. Yine de Doğu Avrupa takımlarının ilk maçlarının pek de başarılı geçtiğini söyleyemeyeceğiz. Ukrayna takımları ile Spartak Moskova dörder gol yerken, Levski ilk maçında kalesinde 5 gol gördü. Bu arada S.Bükreş’in galibiyetinin neden bu kadar sürpriz sayıldığını açıçası anlayabilmiş değilim. Sırf D.Kiev, Fenerbahçe’yi eledi diye ve gözümüzün önünde olduğu için birden çok başarılı bir takım mı oldu? Oysa ki ne çabuk unutuyoruz, Bükreş geçen yıl UEFA Kupası’nda yarı final oynadı ve son dakikada saçma sapan bir gol yemese finale kalıyordu.


İlk haftadan belirteceklerim bu kadar. İnter haricinde genel olarak favorilerin kazandığı bir hafta oldu. Görüşmek üzere...

14.09.2006

Temeli Atanın Hakkın Yemeyelim

Başarılı bir takımın en önemli etkenlerinden biri o takıma inanan bir antrenördür. Bu antrenör takımı kendi kurar oyuncularını kendi kurar ve o takımı başarıya ulaştırmak için kendini tamamen takımına verir. Eğer antrenör takımına güvenmezse oyuncularını motive edemez, oyunculara görevlerini anlatamaz. Lyon takımı beş yıl içinde yenilmez bir armada dönüştüyse bu takıma güven veren bu takımı kuran Paul Le Guen’ dir. Beş yıl önce takımın başına geçtiğinde elinde çok yaşlı veya çok yetenekli ama kendine güvensiz oyunculardan kurulu bir takım vardı. Şampiyon Nantes’ tan puan farkı yemiş takımın başına geçtikten sonra ilk iş olarak takımı gençleştirdi. Ardından nokta transferler yaptı. Oyuncuların kendine güvenlerini artırdı. Transfer yapmak için transfer yapmadı ve bugünkü Lyon’ un temellerini attı. Ardından gelen Houlier’ de Le Guen’ in temellerini rafa kaldırmadı bu temellerin üzerine koydu ve bugünkü Lyon ortaya çıktı.

Benim amacım Lyon- Real Madrid maçının maç analizini yapmaktı ancak Lyon takımını izledikten sonra Le Guen’ in hakkını yememek istedim. Maça gelirsek çok zevkli bir maç. Tam anlamıyla bir Şampiyonlar Ligi maçıydı. Bol alan daraltma rakibe rahat top kullanma imkanı vermemek için rakibi rahatsız etme. Sürekli temponun iyi ayarlanması.

Takımların sahaya dizilişlerini vermek gerekirse. Lyon, kalede Gregory Coupet, sağ bek Revelierre, sol bek Abidal, stoperler Cris ve İsviçreli Patrick Muller, sağ açık Sidney Govou, sol açık Malouda, ön liberolar Tiago ve Toulalan, forvet arkası Juninho ve forvet Fred. Real Madrid ise sağ bek Roma’ ya transferi konuşulan Cicinho, sol bek her zamanki gibi Roberto Carlos, stoperler hayatının en kötü maçını çıkaran Cannavaro ve Sergio Ramos, sağ açık Beckham, sol açık Raul, ön liberolar Diarra ve Emerson, forvetler Nistelrooy ve Cassano.

Maçta ilk 10 dakikaya kadar sadece tempo ve mücadele vardı. Hiç pozisyon yoktu. Ancak dakikalar 12’ yi gösterdiğinde Juninho’ nun orta sahadan sihirli ayaklarıyla attığı topta Cannavaro’ nun ıskaladığı topta Fred kalecinin açıldığını gördü ve Casillas’ ın üstünden çok güzel aşırdı ve takımını öne geçirdi. İkinci gole kadar Real Madrid oyunu Lyon’ un sahasına yıktı ama takım olarak çok yavan bir oyun sergilediler. Oyunlarında hiçbir yaratıcılık yoktu. Sadece yan pas ve şişirilen kanat ortaları. Lyon ise takım olarak Real Madrid bastırdığı dakikalarda topun arkasına çok iyi geçtiler. Alanı çok iyi daraltarak rakiplerine açık vermediler. Real Madrid’ te dikkatimi çeken bir başka bir nokta ise Avrupa’ nın her takımında gördüğümüzün aksine oyunu orta saha oyuncuları veya oyun kurucuların yerine sağ bek ve sol bek kuruyor. Bütün atakların başında top sağ bek Cicinho’ ya veya Carlos’ a gidiyor ve oyunu sadece ikisi kuruyor.

İlk yarının sonlarına doğru Lyon’ lu oyuncular buldukları pozisyonlarda becerikli olsalardı Real Madrid hezimete uğrayabilirdi. İkinci yarıda ise sıkıcı bir maç oldu . Capello’ nun yaptığı hiçbir değişiklik iş yaramadı ve Şampiyonlar Ligi’ ne mağlubiyetle başlamak zorunda kaldılar. Eğer Cannavora kendini toplamazsa Real Madrid her maçında puan kaybedebilir.

Herkese mutlu günler dilerim…

Yunanistan’da Herşey Eskisi Gibi

Yunanistan’da ligler başlayalı 4 hafta oldu, Euro 2008 elemeleri dolayısıyla 1 hafta verilen aradan sonra 3. hafta maçları yapıldı. Neredeyse her şey eskisi gibi, Olympiakos lider, onu takip edecek takımlar belli:Panathinaikos ve her ne kadar 3 maçta 3 beraberlik alsa da AEK

Önce bir puan tablosuna bakalım;

Team

Pld

W

T

L

GS

GA

Pts


1. Olympiakos

3

3

0

0

7

1

9

2. Ionikos

3

2

1

0

4

1

7

3. Panathinaikos

3

2

0

1

5

3

6

4. OFI

3

1

2

0

6

5

5

5. Larisa

3

1

2

0

3

2

5

6. Kerkira

3

1

2

0

2

1

5

7. Ergotelis

3

1

2

0

3

2

5

8. PAOK

3

1

1

1

3

3

4

9. Aigaleo

3

1

1

1

3

5

4

10. AEK

3

0

3

0

2

2

3

11. Aris

3

0

3

0

2

2

3

12. Atromitos

3

0

2

1

4

5

2

13. Panionios

3

0

1

2

1

5

1

14. Xanthi

3

0

1

2

1

3

1

15. Iraklis

3

0

1

2

3

5

1

16. Kalamaria

3

0

0

3

1

4

0

Geçen sene ligden düşen takımlar Kallithea ve Akratitos’un yerine bu sene 1.Lig’e çıkan Kerkyra ve Ergotelis ölü sezonda bol bol transfer yaparak diğer takımların ilgisini çekti, bu sene ligde tutunabileceklerini düşünüyorum ki henüz iki takımda mağlup olmadı, Kerkyra tek galibiyetini lig sonuncusu Kalamaria karşısında, Ergotelis ise tek galibiyetini son haftada evinde Panionios karşısında aldı. Öyle görünüyor ki bu iki takım asansör takım olmayacak, peki bu sene kim düşecek? Bunu konuşmak için henüz çok erken ama 3 maçta 3 mağlubiyet alan Kalamaria takımının pek fazla bir şey yapamayacağı gayet açık ve net…

Bu sene Levadiakos’un yerine lige katılan Aris takımıda şu ana kadar 3 maçta 3 beraberlik alarak, en azından namağlup yollarına devam ediyorlar fakat ne yapabilecekleri aşikar…

Geçen senenin bu lige tat katan 3 takımı olan PAOK, Xanthi ve Iraklis bu sene lige iyi başlamadılar, aslında PAOK takımı yine kafaya oynayacak kapasitede takım olarak gözüktü, AEK ile berabere kaldıktan sonra, Iraklis’i yendiler ve Olympiakos’a yenildiler, fakat Xanthi ve Iraklis’in bu sene ne yapacağı merak konusu…İki takımda sadece 1 puandalar, fakat Xanthi ilk 3 haftada Olympiakos ve Panathinaikos’la oynadı, iki takıma da tek farkla yenildi. Panathinaikos’a son dakikada yedikleri gol ile yenildiler, Xanthi büyük ihtimalle ileri ki haftalarda toparlanacaktır fakat Iraklis bu sene gerçekten kötü. Panionios ile berabere kalan takım, PAOK ve OFI’ye yenildi…

Ve gelelim bu sene ligin sürprizini yapacak takım olmaya aday-en azından ilk 3 hafta da öyle gözüküyor-Ionikos’a…Kadrosundan çok sayıda oyuncu gönderen ve yaptığı transferlerle, neredeyse yeniden yapılanan Ionikos bu sene çok canlar yakacağa benziyor. İlk hafta ligin yeni takımı Ergotelis’le berabere kalmasına rağmen, 2.Hafta 25000 Panathinaikoslu taraftar önünde PAO’yu 2-0 ile geçerek bir anda tüm dikkatleri üzerlerine çektiler, bu galibiyetin üstüne Kalamaria galibiyeti ise tatlı niyetineydi. Geçen seneyi 11. sırada bitiren Ionikos, bu seneyi iyi bir yerde bitirip, en azından UEFA Kupası’na katılmayı planlıyor…

Şu ana kadar bilgi sahibi olamadığımız diğer takımlar ise 4. OFI, 5.Larissa, 9. Aigaleo, 12.Atromitos ve 13.Panionios… Bu takımlar her an her şeyi yapacak belirsiz takımlar olarak göze çarpıyor ilk 3 hafta neticesinde.

Ve ligin 3 büyük takımıAEK’dan başlayalım; 3 maçta 3 beraberlik aldılar, fakat onlar hala güçlü bir takım, hafta sonu Iraklis’i yenip çıkışa geçmek isteyecekler ve rahat bir galibiyet alıp toparlanacaklarını düşünüyorum, hatta fark atıp moral de kazanabilirler. Panathinaikos bu sene geçen senekinden biraz daha kötü geçirebilir sezonu, ilk hafta muazzam bir 1-4 lük galibiyet ile başladılar ama sonra ne olduysa Ionikos’a evlerinde mağlup oldular, 3.hafta yine evlerinde 2 puan bırakacaklardı ki 82. dakikada imdatlarına biraz da haksız bir penaltı-14 numaralı Wooter kendini yere atmış gibi-yetişti ve PAO, Xanthi’yi evinde mağlup etti, 7 puanla 3. sırada PanathinaikosLider Olympiakos ise bıraktığımız gibi, 3 maçta 3 galibiyet ile yollarına devam ediyorlar ve önleri baya bir açık. Şampiyonluğun en büyük adayı ve sene sonunda da büyük bir sürpriz olmaz ise şampiyon olacaklar…

Biraz da Yunan takımlarının Avrupa Arenasında ne yapacaklarına göz atalım…Bu sene Yunanistan’ı Şampiyonlar Ligi’nde destekleyecek iki takım Olympiakos ve AEK, Olympiakos’un grubunda Roma, Shakhtar ve Valencia bulunuyor, Olympiakos bu gruptan Shakhtar’ı yenip 3. olarak çıkar tahminime göre, AEK ise Olympiakos’a göre daha kolay bir grupta ama ilk maçlarında San Siro’da Milan ile oynayacak olmaları moral açısından kötü olacak, fark yiyebilirler, Anderlecht, Lille ve AEK arasında 2.lik mücadelesi geçecek, AEK 2. olup bir üst tura çıkarsa kimse şaşırmasın…

UEFA Kupası’nda ise Yunanistan’ı 4 takım temsil ediyor, bu takımlar ve rakipleri şöyle;

Panathinaikos-Metalurh Zaporizhya

Xanthi-Dinamo Bükreş

Atromitos-Sevilla

Wisla Krakow-Iraklis

Bu 4 takımdan Panathinaikos, Metalurh’u rahat geçip gruplara katılır, Atromitos’un ve Iraklis’in rakiplerini elemesi neredeyse imkansız gibi…Xanthi ise Dinamo ile oynayacak ve sonucu kestirilemeyen 2 maç olacak.

Yorumlarınızı bekliyorum,şimdilik bu kadar,sağlıcakla kalın…