İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

30.12.2006

Bana Irkçılığın Resmini Yapabilir Misin Abidin?

Çemişgezek sınırları içinde doğmamış hiçbir oyuncuya kutsal saydığı pembe – lacivert formayı giydirmeyen FC Çems, sahasında ilk galibiyetini Perslerden eziyet görmüş Moğolların oluşturduğu, tamamı kızılderilerden kurulu Cengizhan United karşısında aldı. Bu maçlar sonucunda Pontus Rums en yakın rakibi Laz Madrid’in 3 puan önünde Irkçılığa Karşı Tükürük Bezini Tüketinceye Kadar Küfür Etme Liginde liderliğini korudu. Ligde gelecek haftanın en önemli maçı Tekirdağ Rakının Dibi ile ezeli rakibi Anason Yeni Rakıdır arasında oynanacak derbi.



Irkçılık şu an için UEFA tarafından tanımlanmış ve tedbir alınmış bir tehlike. Avrupa arenasında ciddiyeti ve şiddeti çok fazla olan bu tehlike henüz güzel yurdumun statlarında fink atmaya başlamadı. Hatta tam tersine, anti ırkçılık olarak adlandırılabilecek “hepimiz zenciyiz” pankartları ile protesto bile edildi. Fakat kendi küçük, sorunları büyük Avrupa kıtasında ciddi bir mesele ırkçılık… Sosyolojik nedenleri olduğu gibi maymun sesi çıkartan veya sahaya fıstık atan kişi açısından düşünüldüğünde psikolojik altyapısı da olan bir problem.



Yazının girişindeki paragraf, biraz es geçilmiş bir alanın, bazı takımların sadece belli etnik kökene sahip oyuncu seçmelerinin, hayal mahsulü, komplo teorisi tadında geleceğinin tasviridir. Yani etnik köken ayrımcılığının son noktasıdır. Olay şu an, bu takımların eziyet gördükleri etnik kökene karşı bir tepkisi olarak nitelendirilebilir. Fakat ırkçılık her zaman ırkçılık ve asla etkin bir protesto biçimi değil. Irkçılığı, ırkçılıkla veya etnik kökencilikle protesto edemezsiniz.



Ayrıca Sociedad’ın internet sayfasındaki bir anket başarı isteğinin, etnik kökenlere bağlı kalma isteğinin önüne geçtiği yönünde sonuçlar verdi. Yani sıkı sıkıya bağlı olduğumuz değerlerin bazılarından vazgeçebilirliğimiz artık sorgulanabiliyor. Marx amcam “katı olan her şey hızla buharlaşıyor” diyordu, haklı çıktı herhalde.



Genel olarak yukarıda bahsedilen etnik kökene dayalı ayrımcılık durumu, sempati uyandıran bir durum olmuştur. Özellikle ülkemizde... Bizim kuşağımız tepkisizliğe yönlendirilmiştir, istese de tepki gösteremez, ama marjinal olana ve tepkili doğanlara saygı göstermesini bilir. Bu yüzdendir ki, çok arkadaşım Athletic Bilbao’yu helal olsun adamlara hissiyatı ile desteklerdi. Fakat bu düşüncenin temellerine inildiğinde hoşgörüsüzlük ve ırkçılık kolayca görülebilir.



Yalnız esas mesele olan ırkçılık yukarıda bahsedilen değildir. Yazıyı yazmaya tetikleyen geçen sene Etoo’nun yaşadığı “bırakın beni gidicem” haletiruhiyesi, DiCanio’nun saçma sapan gol sevinci ve Aragones’in İspanyolcasının, Reyes’i motive ederken başka bir kelime bulamayacak kadar kısıtlı olmasıdır. Nedir insanlara saha içinde kendi takımında aynı deri rengine sahip bir futbolcu varken, aynı deri rengine sahip rakip takım oyuncusuna küfür ettiren güç ve Lazio taraftarları DiCanio’nun gol sevincinde herhangi bir gol sevincinden daha mı fazla orgazm olmuşlardır, o selamı verdiğinde DiCanio.



Tüm bu meseleler, insanların kafasındaki ırkçılık düşüncesinden feyz almaktadır. Irkçılık düşüncesinin en temel anlatımı, insanların doğuştan getirdikleri nitelikleri ile sınıflandırmaktır. Bilimsel açıdan ırk kavramı ıskartaya çıkarılmıştır, ama ırkçılık tedavüldeki yerini korumaktadır. Çünkü ırkçılık türetilmiş bir ırk kavramından insanlığa hediye edilmiştir ve insanoğlu bu hediyeyi geriye çevirmemiş, gerektiği zaman kullanmış, gerekmediği zaman oda ısısında gayet güzel saklamıştır, ta ki çıkarlar ırkçılığı gerekli hale gelinceye kadar. Irkçılık, insanın içindeki şiddet duygusunu açıkça ortaya çıkartır ve bunun en kolay dışa vurulabileceği yer olan tribünde bu tip davranışlarla karşılaşmak çok da şaşırtıcı değildir. Yoksa Etoo, Zaragozanın ezeli rakibinde top koşturan bir oyuncu değil ve tepki koyulacak bir davranışı da raporlara geçmiş değil. Ama ırkçılık bunlardan beslenmez, ırkçılık insanların içinde söndürülmeye çalışan bir volkan ama fırsat bulursa çok çabuk dışarı çıkabilen bir magma tabakasına da sahip.



Irk kavramı, ırkların kendi içlerindeki çeşitliliklerinin, kendi aralarında gösterdikleri çeşitliliklerden fazla oluşu, ırksal farklılıkların tarihsel koşulların ve kültürel farklılığın çeşitlemesi olduğu görüşünün önlenemez yükselişi ile eski popülaritesini kaybetmiştir. Hitler ırkçılığı benimsediğinde “milliyetçiliğin sonu ırkçılık, ırkçılığın sonu ise faşistlik ve vandalizmdir” tezi doğruluğunu açıkça onayladı. Hitlerden önce çağdaş ırk ilişkileri köle ticareti ile başladı. Tarih boyunca ırkçılık en çok zencileri, Kızılderilileri, Yahudileri ve göçmen işçileri etkiledi. Bu kadar çok insanı etkileyen ve insanlara bu kadar acı çektiren bir metanın toplumsal hayatın ortasında olan ve halkın kendini rahatça ifade edebildiği bir ortam olan futbolda görülmemesini beklemek hayalcilik olurdu.



Bilinen bir gerçek de, özellikle gelişmiş ülkelerin ırkçı politikaları uyguladıkları ve eğer kendi çıkarları gerektirirse tekrar bu politikaları uygulamaktan kaçınmayacaklarıdır. Irkçılık uygun şartlarda, yani milliyetçilik dalgası bütün Avrupa’yı sararsa tekrar hortlayabilir. Bu konuda hünerli Avrupa, hücrelerindeki bu ırkçılık safrasını, masanın altına sümük yapıştırma şeklinde gizleyerek atamaz. Çeşitli alanlarda sınırladığı bu duyguyu tamamen kontrol altına alamaz ve bu uğurda çok da istekli oldukları söylenemez. İtalya ve Almanya’daki acılarda unutulmuşa benziyor ki, yandaşlar selam çakmayı özlemiş. O zaman nerden başlamalı insanları irrite etmeye, tabiî ki futboldan.



Tüm bunlar ışığında şu tip durumlar ileride bu gözlerin tanıklık edebileceği hadiseler;

Yıldıray ve Altıntop biraderlerin tepkilere dayanamayarak ilk uçak ile ülkemize dönmesi, Diyarbakırspor’un başka bir ligin lokomotif takımı olması, Fransa’daki göçmenlerin gemiler ile aldıkları galibiyetin ertesi günü ülkelerine doğru meçhul bir yolculuğa çıkmaları.



Yeşil sahalar bazen oynanan oyunun çok dışında işlerin odak noktası olabiliyor. Bu işlerden biride ırkçılıktır. Yoksa ben gene komplo teorilerimi ürettim kafamdan. Eto’o’ya karşı çıkarılan garip sesler bir grup ırkçının hareketi değil de, bir meczubun zırvalıklarımıydı.



Tuvaletteyken gol oldu da, yine ben mi kaçırdım.

29.12.2006

Atina'da Bundan Önce

Şampiyonlar Ligini yakından takip edenler bilecektir, final bu yıl Atina da, yani 13 yıl sonra kupa yine komşuda sahibini bulacak. Peki, 13 yıl önce ne oldu? Kimle kim oynadı, kim yendi, kimler vardı, kimler yoktu? Nostalji bölümümüzün ikinci yazısında bunu işleyeceğiz.

Takvimler 18 Mayıs 1994’ü gösterirken Avrupa arenasının iki köklü takımı Milan ve Barcelona kozlarını paylaşmak için ağır ağır sahaya çıkmaktaydı. Kimler yoktu ki sahada? Kadife ayak Savicevic, Mesafe tanımaz zımbacı Koeman, kusursuz sambacı Romario, Siyah inci Desailly, şimdilerin hocası Donadoni ve niceleri…

O yıl Avrupa’daki tek temsilcimiz Galatasaray ilk önce Cork City’i eşleşmiş sonra büyük bir sürprize imza atarak Manchester United’ı geçmeyi başarıp ismini grup maçlarına yazdırmıştı. Grupta son sırada kalan Galatasaray Avrupa’ya veda etmiş ama ileriki güzel günlerin ilk haberlerini vermişti.

Finalistlerin buraya nasıl geldiğini açıklayacak olursak. İtalyan temsilcisi Milan ilk turda İsviçre temsilcisi Aaru’yu ikinci turda Kopenhag’ı elemiş grupta ise 6 maçta iki galibiyet 4 beraberlikle lider olarak çıkıp yarı finalde Monaco’nun karşısına dikilmişti. Yarı finalde de Monaco’yu zorlanmadan geçen Rossoneriler iki yıl üst üste finale kalmış oluyordu.

Katalanlar ise ilk turda zorlanarak ta olsa Dinamo Kiev’i geçtikten sora ikinci turda Austria Wien’i rahatça geçmiş gruplardan da lider olarak çıkarak yarı finalde Porto karşısına dikilmiştir.1992 yılının şampiyonu bu eşleşmeyi de geçip Rossonerilerin karşısına çıktı.

Maçın hakemi Philip Don başlama düdüğünü çaldıktan sonra takımlar bu zorlu mücadeleye başladılar. İlk dakikalarda herhangi bir gol girişimi olmazken daha sonraları Rossoneri baskısı hissedilmeye başlamıştı. Bu dakikalardan birinde boş pozisyonu bulan Milan’lı Daniele Massaro ince bir dokunuşla 1–0 Milan üstünlüğünü skorboarda yazdırıyordu. Sonraki dakikalarda Barcelona’nın beraberliği yakalama gayreti sonuç vermezken ilk yarı bitmeden hemen önce Donadoni’nin açtığı ortaya dokunan Massaro takımının ve kendisinin ikinci golünü atıp Capello’nun devre arasına rahat girmesini sağladı.

İkinci yarının başında bütün taraftarlar güçlü bir Barcelona baskısı beklerken ortaya çıkan Savicevic çok güzel bir aşırtmayla Barca kalecisi Zubizaretta’yı avlamış skoru 3-0a taşımıştı. Bundan sonra bütün riskleri alarak saldıran Katalanlar kaptırdıkları bir topta Desailly’nin ayağından golü yerken artık kupa umutlarını başka günlere bırakmışlardı. O günler ise tam 11 yıl sonra bir başka Brezilyalı tarafından getirilecekti.

Maç 4–0 Milan üstünlüğü ile bitmiş Kupa Mauro Tassotti’nin ellerinde yükselmişti Bu kupa Milan’ın son 5 yılda aldığı 3. Avrupa kupasıydı. Ayrıca Milan’ın oynadığı 3 finalin en başarılısıydı.93–94–95 yıllarında arka arkaya 3 kez final oynayan Milan bir tek bu maçtan kupa ile dönmüş bir yıl sonra yine finale çıkmış Ajax’a kaybetmiş bir yıl sonra yani 1996dan itibaren bu finalleri bir diğer İtalyan Juventus’a bırakmıştı. Yani Şampiyonlar Liginde 6 yıl boyunca finalde mutlaka bir İtalyan takımı vardı.

Yazının bu bölümünde kadroları verelim

MİLAN: ROSSİ(K) PANUCCİ, TASSOTTİ(C),GALLİ, MALDİNİ, DONADONİ, DESAİLLY, BOBAN, SAVİCEVİC, MASSARO T.D F.CAPELLO

BARCELONA: ZUBİZARETTA(C),FERRER NADAL, R.KOEMAN, SERGİ, GUARDİOLA, BAKERO, AMOR, STOİCHKOV, ROMARİO BEGUİRİSTAİN T.D.J.CRUYFF

Kadrolara baktığımızda hala görev yapanlar hatta oynayanlar var. Sizce bunlardan biri bu yıl Atina’ya tekrar gelip deja vu yapar mı? Ne dersiniz?

27.12.2006

Dört Ayda İlgi Odağı Olmak

11 Eylül 2006… Londra’ya yeni inmişim. Heathrow Havaalanı’ndan atladım otobüse, Canary Wharf Otogarı’ndan uzun süreli ikamet edeceğim Birmingham'a gidecek arabaya aktarma yapacağım. Yanımda 30 kiloluk bagaj limitine karşın İstanbul Atatürk’teki THY görevlisi hanıma yavşayarak ceza ödemeden kotardığım ve arkamdan sürüklemeye çalıştığım neredeyse 50 kiloluk bir bavul demeti, varlıklıca bir Lübnanlı mülteci görünümünde Londra sokaklarında ilerlemekteyim. Tabi otogarlar dünyanın her yerinde aynı; Canary Wharf’a yaklaştıkça sokakta catwalk yaparcasına dolaşan, tarz İngiliz kızlar yerini türbanlı Müslümanlara, Hintlilere ve Arsenal formalı zencilere bırakıyor. Orası da bizim Bayrampaşa’mız yani. 50 kiloluk hengâmeyi otobüsün bagajına atıp, 3 sene önce beni neşter altına yatıran ve arada bir hala kendini hissettiren kasık fıtığımı nasıl nüksettirmediğime hayret ettikten sonra Karayip kökenli olduğunu sandığım, örgülü saçlı siyah kadının yanındaki, kalan tek boş yere oturdum.

Hayatında ilk kez yurtdışına çıkmış, güvensiz, korkak her insanın yapacağı gibi, arabadaki herkesin çalmak için can attığını sandığım çantamı kucağımda sımsıkı sarmalayıp, telefon kulaklığımdan radyo istasyonları arasında gezinmeye başladım. Otobüs Kuzey Londra’nın Yahudi mahallelerine doğru yol teperken bir spor programına ilişti kulağım. Adını bile bilmediğim, iki sıradan yorumcu, Londra kulüplerinin durumunu tartışıyorlardı. Arada bir de canlı yayına gazlı dinleyiciler bağlanıyor, azimli bir şekilde dakikalarca konuşuyorlardı.

Kulübün İzlandalı işadamı Eggert Magnusson tarafından satın alınmasını takiben, Tevez ve Mascherano’nun transfer edilmesi, bir anda West Ham’ı İngiltere ve dünya futbol basınının ilgi merceğine yatırmıştı. Özellikle yönetimin, menajer Pardew’den yeni gelen iki Arjantinliyi daha ilk maçtan ilk on birde oynatmasını istemesi yaklaşan fırtınanın habercisi gibiydi. Diyordu ki yorumculardan biri: “Alan Pardew, tam bir takım koçudur. Öyle ki, kendisini çoğu zaman Amerikan filmlerindeki lise koçlarına benzetmişimdir. Umarım Tevez’le Mascherano’nun ego problemleriyle yeni yönetimin aşırı hırsı, takım içi uyumu etkilemez.” Diğer yorumcu ise daha iyimserdi: “Ben West Ham’ın bu küçük çaplı krizi kısa zamanda atlatacağına inanıyorum.”

Bu programı izleyen haftalarda West Ham, Newcastle ile Manchester City’ye 2–0, Reading’e 1–0, Portsmouth’a 2–0 ve Tottenham’a 1–0 kaybedecekti. 5 maçta 5 yenilgi ve tek bir gol bile atamamak. Tabloid basının spor sayfaları Pardew’e saldıracak, takım 20 takımlık tablonun dibini boylayacaktı.



Welcome to England (bu uzunca introdan sonra bir Nigel Winterbottom filmi edasıyla New Order’dan Blue Monday’i çalmak isterdim. Hatta imkânınız varsa yazının devamını okurken etkisini artırsın diye, ya da benim kafamdakileri daha iyi hissedebilmeniz için indirin, satın alın, dinleyin. Neyse… Size sinematografik bir yazı keyfi yaşatmaya çalıştım. Şimdi West Ham’ı mercek altına alalım.)



West Ham United, İngiltere’nin en ilginç kulüplerinden biri… 1895’te Doğu Londralı demir işçileri sendikası tarafından kurulmuşlar. 1964’te kazandıkları FA Cup ve 1965’te aldıkları Kupa Galipleri Kupası dışında gözle görülür bir başarısı yok diyenler olabilir. Fakat efsanevi altyapısı ve geleneksel olarak benimsemiş oldukları akıcı, hücuma yönelik futbolla her zaman saygı görmüşlerdir. Geoff Hurst, Alan Taylor, John Bond, Clyde Best, Tony Cottee, Harry Redknapp, Frank Lampard, Lee Bowyer, Jermaine Defoe, Rio Ferdinand, Paul Ince, Joe Cole, Michael Carrick ve daha birçok ünlü futbolcuyu İngiltere ve dünya futboluna armağan etmişlerdir.
Alan Pardew yönetimine her şey iyi gitmekteydi oysa. Takım 2003–04 sezonu sonrası Premier Lig’e yükselmiş, Premiership’teki 2. sezonlarında da (geçtiğimiz sezon) FA Cup finali görmüştü. Genç yıldız üretmekle meşhur kulüp, Mullins, Ashton, Anton Ferdinand (Rio’nun küçük kardeşi), Zamora, Reo-Coker gibi gençlerle başarıdan başarıya koşuyordu. Ta ki bu yaz dünyaca ünlü iki Arjantinliyi transfer edene kadar. Mascherano’yla Tevez’in, yaz transfer aralığının son günü takıma dâhil edilmesi, herkeste soru işaretleri uyandırmıştı. Sonunda, Abramovich’in sağ kollarından Joorabchian’la yakın ilişkileri olan Eggert Magnusson’un başını çektiği İzlandalı bir konsorsiyumun takım hisselerinin çok büyük bir bölümünün satın alındığı öğrenilecekti. Bunca yıldır kendi yağında kavrulmuş West Ham, birden hedef büyütmüştü. Ancak bu iki oyuncunun sözleşmesinde yer alan “mutlaka ilk 11’de oynayacaklar” maddesi Alan Pardew gibi takımında büyük ego istemeyen bir teknik adam için çok fazlaydı. Pardew’ün Tevez’le Mascherano’yu maç başına 15 dakika oynatması ya da hiç oynatmaması tartışılırken West Ham kan kaybediyor, geçtiğimiz sezonun FA Cup finalisti küme düşme potasında serbest düşüşe geçiyordu. 13 maçta 2 galibiyet, 11 mağlubiyetlik bir seriden sonra, daha geçtiğimiz hafta Alan Pardew’in işine son verildi ve yerine yıllardır Charlton’ı çalıştırmış olan ancak sene başında Charlton’dan ayrılan Alan Curbishley getirildi. İronik bir şekilde, dün ise Alan Pardew, Charlton’ın başına geçti. İki takım resmen menajer değiştirmiş gibi oldu.

Peki, bu son kriz ve Pardew’ün kovulması, İngiliz futbol kamuoyuyla West Ham taraftarına ne ifade ediyor? Chelsea, Aston Villa, Portsmouth, Manchester United, Liverpool ve son olarak da West Ham’ın Britanyalı olmayan yabancı yatırımcılar tarafından satın alınması, nispeten daha tutucu İngilizleri önemli ölçüde endişelendiriyor. Sezonun ortasında, daha küme düşmek bile kesinleşmemişken, menajer kovmak hiç de West Ham geleneklerine uygun bir hareket değil. Yabancı yatırımcıların, geleneksel İngiliz spor yönetimine uymayan sabırsızlıkları ve kimi zaman kısa vadede randıman getirsin diye ani borçlanmalara gitmeleri düşündürücü. Öte yandan, Chelsea, Portsmouth ve Villa’nın son zamanlardaki silkinişleri de yabancı başkanların hepsinin o kadar da kötü olmadığını gösteriyor. West Ham taraftarlarının ezici çoğunluğunun Pardew’e karşı herhangi bir kırgınlıkları yok. Aşağı yukarı hepsi de kendisine biraz daha fazla zaman tanınmasını ve Pardew’ün takımı düzeltmesini çok isterdi. Ama Pardew’ün gidişine de kimse tepki koymadı. Zira takım son on haftadır çok durgun, ruhsuz bir futbol oynuyordu. Artı, Alan Curbishley, West Ham’ın başındaki ilk maçında lider Manchester United’ı 1–0 yenerek taraftarı heyecanlandırdı.

Tevez ile Mascherano’ya gelirsek… Tevez, Pardew’ün gitmesini doğru buluyormuş. Bence fikrini kendine saklayıp bir iki kelime İngilizce öğrense daha doğru olabilirdi. Doğruya doğru, bu iki Güney Amerikalı, West Ham tarihinde yapılmış en iyi iki transfer olabilir. Ancak Ortega gibi balona da dönüşebilirler. Mascherano’yu Almanya ’06 haricinde çok izleme fırsatı bulamadım, fakat Arjantin, Boca ve Corinthians forması altında izlediğim Tevez’in en az kendi suratı kadar korkunç bir potansiyeli var. Ancak bu iki oyuncu da, West Ham’ın ihtiyacı olan oyuncular değillerdi. Sansasyon yaratsın diye kulüp el değiştirmeden alındılar. Yani, kulübün İzlandalılar tarafından satın alınması öncesi ortamı yumuşattılar. Kaldı ki, Güney Amerikalıların İngiltere’ye, kültürüne ve İngilizceye ne kadar zor uyum sağladığını hepimiz biliyoruz. İki oyuncu da halen takım arkadaşlarıyla kaynaşamamış. Gerçi Londra gibi kozmopolit bir şehre gelmiş olmaları onlar için büyük avantaj da olabilir. Kısacası, bu iki potansiyel süper yıldızın kaderini zaman tayin edecek.

26.12.2006

Emre Belözoğlu: Gözden Irak Haliyle Gönülden de

Ülkemiz için başka ülkelere sporcu ihraç etmek eskisi kadar heyecan verici bir dış ticaret hamlesi değil ne zamandır. Gönderdiğimiz futbolcular için kurban kesmeler yerini satılan uçaklar için deve kesmeye bıraktı bugünlerde. Ve belki de bu yüzden artık canlı yayın bağlantılarında dakika dakika alamıyoruz temsilcilerimizin haberlerini ve yine aynı sebeple Sinyor Giacchino’nun (cakkino diye okunan Güntekin Onay’ın telefon arkadaşından bahsediyorum) sesine hasret kaldık. Belki bu artık Türkiye’nin yabancı ligler tarafından dikkatle takip edildiğini gösteren bir hayır alameti ama bir yandan da en kıdemli elçilerimizi –hele öncekilerin yurt dışı mesailerinin toplam süresi ve başarıları düşünüldüğünde- ihmal etmemize sebep olan bir alışkanlık.

Emre Belözoğlu –ki bu yazının esas çocuğudur, ve Tugay Kerimoğlu –ki bu yazı özelinde sözde özne durumunda olsa da Türk futbolunda son derece müstesna bir makamın sahibidir, en azından olmalıdır-, yurt dışına transfer olmayı uzun süreli tatil olarak gören anlayışın yaşayan antitezleridir. Ve üstelik birinin kariyerinin hemen başında İtalya’ya gitmiş olması ve hala kariyerini Avrupa’da sürdürüyor olması diğerinin de kariyer eğiminin azalarak artmaya tekabül ettiği zamanlarda transferini yapmış olması bir ihtimalin daha olduğunu ama onun da ölmek olmadığını açıkça göstermektedir. Anlayana tabi.

2005 Haziranından beri kariyerini Newcastle’da sürdüren Emre Belözoğlu Türk futbolunun ilk “harika çocuğu” sayılabilir. Güneşspor’dan Zeytinburnu’na transfer olduğu yıllardan beri şimdiki gibi YouTube marifetiyle videolarını izleme imkanımız olmasa da kulaklarımız ismine aşinadır. Kendisi ve yetenekleri hakkında fikirlerimizin somutlaşması ise 96-97 sezonuna, manevi babası Fatih Terim’in onu profesyonel takıma çıkardığı zamana rastlar. 2001’de Inter’e transferine kadar geçen beş sezon, Hagi’yle usta-çırak ilişkisi ve Terim’le zaman zaman fırtınalı bir baba oğul sevgisiyle şekillenir. Belözoğlu yaşı ve fiziği sebebiyle takımın maskotudur ancak kıdemin çok da geçmediği sahada Emre UEFA kupasıyla taçlanacak olan 4 yıllık hegemonyanın hiç de ufak olmayan bir parçasıdır. Arada geçen süre tatsızlıklara da sahne olsa da Inter’e transfer olacak kadar kendini gösterir, cümle aleme. Yalnız gidişi pek hoş olmaz, yönetim cephesine göre verilen sözler birdir edilen yeminler sıfır ve üstelik Emre dindarlığıyla da tanınmaktadır (Newcastle’ın resmi sitesindeki profilinde bile “içten bir Müslüman” olduğu yazıyor). Emre’nin gidişinde kulübün ne ölçüde zarara uğradığı konusu bugüne kadar tartışıldığı ve sonuca ulaşmak mümkün olmadığı için bu konu ilgi alanımıza daha fazla girmez ve Boğaz’ın Maradona’sı, Hector Kuper’in yönetimindeki Inter’in personeline dahil olur. O yıllarda İtalya’da şike olaylarının üstüne gidilmediği için Juventus Serie A’da olduğundan, Milan’ın da puanları silinmediğinden Inter şampiyon olamamaktadır. Inter’in aşırı istihdam kavramının cisimleşmiş hali olduğu süreçte ülkemizi temsilen Okan Buruk ve Hakan Şükür de o kadroda yer almaktadır. Ne var ki Hakan Şükür zaman zaman takımda forma giyse de Okan Buruk’un durumu ülkemizdeki bankamatik memurlarını andırmaktadır. Bir başka deyişle Okan Buruk sadece antrenman yapması için bir hayli yüklü miktarda para almakta ve üstüne üstlük sağlıklı kalmaktadır. Inter’in zenginliğinin çenemizi yorduğu bu yıllarda takımdaki kaotik yapıya rağmen göreceli olarak istikrarlı bir performans sergilemektedir. Ama Hector Kuper’in bizim Maradonamızdan Gattuso çıkarma çabaları da gözümüzden kaçmamaktadır. Emre’nin oyunu giderek yaratıcılıktan uzaklaşmaya ve mücadele yanı ağır basan bir hal almaya başlar. Zaman zaman gösterilen parlak performanslar gönlümüze su serpse de Emre’nin 78 maçlık Inter macerası sadece 3 golle taçlanır.

2005 yazı Emre’nin bir sonraki durağının neresi olacağı dedikodularının ayyuka çıktığı zamandır. Habercilikte bir dünya markası olan medyamız bizi önce Belözoğlu’nun Fenerbahçe’ye gideceğine inandırır. Günler geçtikçe ve bu transfer gerçekleşmedikçe rota bu kez Beşiktaş olarak belirlenir. Anlaşıldığı kadarıyla spor servislerimiz Emre’nin zorunlu garp mesaisinin bittiğine ve artık yurda dönme vaktinin geldiğine inanmaktadırlar. Ne de olsa bütün ağabeyleri öyle yapmıştır. Emre hakikaten de siyah beyazlı formayı giyer ancak seçtiği takımın forvetinde Ailton değil Shearer oynamaktadır. Sting’in memleketinin takımı olan Saksağanlar o zamandan beri Belözoğlu’nun yuvasıdır.

Bana göre Emre’yi özel yapan şey sahadaki oyunu ve saha dışındaki duruşuyla bizi en iyi yansıtan oyunculardan biri olmasıdır. Sahada beklenmedik zamanlarda çıkıp inanılmaz paslar atan da odur, hiç ummadığınız bir anda rakibe kafa atmaya çalışan da (böyle durumlarda zaman zaman boyu sorun olmaktadır). Milli maçlar için buraya geldiğinde yaptığı konuşmaları dinlediğinizde yüzünüzde memnuniyet ifadesi bırakıp “helal olsun” dedirten de odur, İsviçre maçında tünele kadar rakibi kovalayan da o. Bizden biri işte; kestirilemez, içinde neden olduğu bilinmeyen tükenmez bir öfkesi ve her zaman batırabileceği bir çuval inciri olan. Yine de bu yazı bir eleştiri yazısı değildir ve yazılış amacı da bugüne kadar yaptığı fevriliklere rağmen neden elinde hep bir çuval incir olduğunu anlatan şu cümleyi kayıt altına almaktır: İhmal edilse de Emre Belözoğlu, Türk futbolunun, modern anlamda, yetiştirdiği en iyi futbolcudur.

25.12.2006

Biraz Önümüzü Görelim

Şampiyonlar Liginde kuralar geçtiğimiz günlerde çekildi. Bende de ilk kez bir Şampiyonlar Ligi yazma isteği doğdu. Eşleşmeleri bir yorumlayayım dedim.



Porto-Chelsea: Bundan yaklaşık 3 yıl önce Jose Mourinho Porto’da şampiyonluğu rahat rahat kazanıp Şampiyonlar Ligi ile boğuşuyordu. O sıra Chelsea’nın başında Ranieri vardı. Ligde de umutları kalmamıştı. O sezon Ranieri fiyasko Mourinho da rüya yaşatınca ufak bir yer değişim oldu. Josecan Chelski yollarını tuttu ve film başladı.



Kadro ve futbol olarak Chelsea’nın daha üstün olduğu tartışılamaz bu bir gerçek ancak ilk maçın Porto da olması sebebiyle Porto ilk maçtan iyi bir skorla çıkarsa geçen yıl Benfica’nın Liverpool’a yaptığını Chelsea’ya yapabilir. Tabii ki bu küçük bir ihtimal.



Celtic-Milan: Milan eğer devre arasında takviye yapmaz takımın oyununda da bir düzelme olmazsa Celtic bu eşleşmeyi geçer. Ancak Milan devre arasında sorunlu bölgelerini; özellikle defansını düzeltirse zorlansa da bu turu geçer. Tecrübeleri ağır basar Celtic’e göre



Barcelona-Liverpool: Geçmiş iki yılın şampiyonları karşı karşıya geliyor bu eşleşmede. Aslında biraz futbol felsefeleri çatışması haline geliyor maç. Defansif gücü ofansif gücüne göre daha ağır olan Liverpool ve tam tersi Barcelona. Allah için Barcelona’nın defansı çok kötü değil. Bu eşleşme Nou Camp’ta biter bence. Eğer Barcelona ilk maçı 2–0 gibi bir skorla kazanırsa bir üst tura geçen ekip olur. Nou Camp’tan alınacak bir beraberlik Liverpool’u bir üst tura yaklaştırır. Bu turun en zevkli eşleşmelerinden biri olacağı da kesin bu eşleşmenin.



Lille-Manchester United: Geçen yıl aynı grupta olan iki takım bu yıl son 16 da karşılaştı. Lille son maçta San Siro’da Milan’ı yenerek gruptan çıktı. İki takımın kadrosunu karşılaştırmak yersiz olur. Manchester United her yönden Lille karşı ağır basıyor. Ben büyük ihtimalle turu geçeceklerini düşünüyorum.



PSV-Arsenal: Galatasaray’ın grubunda yer alan PSV gruptan ikinci olarak çıkarken pekte zorlandı denemez. Arsenal ise oldukça zorlu geçen mücadelelerden sonra gruptan çıktı. İki takımda birbirlerine benzer özellikte. Gençlerin yanına tecrübeli oyuncular monte edilerek takımların başarılı olması sağlanıyor. Ben bu eşleşmede zorlanacak olsa da Arsenal geçer diyorum. Henry faktörü ile.



Valencia-Inter: Liglerinde zirve mücadelesi yapan iki takımın kapışması. Ayrıca bir İtalyan İspanyol eşleşmesi. Inter bu yıl ligde çok iyi gitse de Avrupa maçları pek parlak değil. Valencia’nın da deplasman performansı pek iç açıcı değil. O yüzden kestirmesi zor. Eğer maçlar bireysel yeteneklere kalırsa Inter işi bitirir.



Lyon-Roma: Ben eşleşmeyi Roma’nın geçeceğini düşünüyorum çok karşı çıkan olacaktır ama bence Roma Lyon’u saf dışı etmeyi başaracaktır.



Real Madrid Bayern Münih: Bayern ezelden beri gruptan ne zaman lider çıksa gidip Real Madrid’le eşleşiyor ilginç bir şekilde. Real Madrid yeni kurulan bir ekip ama artık eskisi gibi değiller mücadele ediyorlar koşuyorlar savaşıyorlar. Başlarındaki hoca da zannımca dünyanın en iyisi bu yıl can yakacaklardır.



Bayern ise Ballack’ı kaybettikten sonra yaratıcılıktan biraz yoksunlaşmış gözüküyor. Çok düz bir takım oldular gibi. Bu şekilde Real’i geçmeleri zor gibi. Real’in bir diğer avantajı da T.D Capello’nun Bayern takımını iyi bilmesi. Capello son üç yıldır her sene Bayern’le eşleşti. Magath Capello arasındaki son 4 karşılaşmanın üçünü kazanan Capello oldu. Bence yeni Madrid bu turu geçecektir.





Bence böyle, sizce…

21.12.2006

İlk Yarı Sonrası İzlenim

Sevgili ortakafagol okurları uzun süredir sizlere yazılarımla seslenemediğim için özür dilerim. Bu gecikmenin sebebi okuldaki derslerimin yoğunluğu ve yazılı trafiğimdi. En son size ligin 8. haftasında yazmıştım. Sezonun üçüncü yazısını da ilk yarının bitiminde yazmak istedim. Bu sayede hem ligin genel panoramasını hem de şampiyonluk yarışını sizlere daha net verilerle verebileceğim.

Evet en son yazımda Genk, Anderlecht’ ten liderliği kapmış ve Anderlecht’ le oynadıkları karşılaşmada rakiplerini sürklase etmişlerdi. Ligin ilk yarısını da lider kapadılar ve kadro kalitelerine baktığımızda oldukça iyi bir performans sergiliyorlar. Bu başarıda son zamanlarda yeni yıldız adaylarımdan biri olan Kevin Vandenbergh’ in büyük payı var. Yıldız oyuncu forma giydiği 16 maçta 9 gol atarak takımının en golcü futbolcusu oldu. Maçlarının çoğunu 1-0, 2-1 gibi skorlarla az gol atarak kazanan bir takım için oldukça iyi bir istatistik.

Genk’ in şampiyonluk yarışındaki en büyük rakibi Anderlecht ise fırtına gibi girdiği ligde 7. haftadan sonra başarı grafiğini aşağıya doğru çekmeye başladı. Bunda Şampiyonlar Ligi’ nde alınan kötü sonuçların yarattığı moral bozukluğu bir etken olabilir. Gruptan oynadığı maçlarda savunma hatalarının damga vurduğu Anderlecht kolay sayılabilecek grupta grup sonuncusu oldu. Bu grupla ilgili yorumlarımı yazının ilerleyen bölümlerinde Avrupa macerası başlığı altında daha da ayrıntılı işleyeceğim.

Ligin 3. sırasında herkes Brugge veya Standard takımlarından birinin bulunacağını düşünürken geçen senenin sürprizi Zulte Waregem’ in misyonunu üstlenen Gent yer alıyor. Brugge ve Standard Liege’ in yanında esamesi okunmayacak bir kadroya sahip olan Gent’ in performansının ligin ilerleyen haftalarında düşeceği otoritelerin birleştiği nokta. Bana kalırsa da 3. sırayı Brugge’ e kaptıracaklardır.

Beşiktaş’ ın UEFA Ligi’ ndeki grubunda da yer alan Club Brugge’ ün performansı tam bir hayal kırıklığı. 17 haftada Belçika Ligi gibi kolay bir ligde sadece 31 puan topladılar. Önlerindeki 3 takımdan ikisinin kadroları ile onların kadrolarını karşılaştırırsak bu performansı çok daha açık bir şekilde görebiliriz. Beşiktaş maçında izleme şansı bulduğum Brugge’ ün futbolu, 90’ lı yıllarda izlediğim takımları hatırlattı. Son derece ağır oynayan bir takım sadece Balaban’ ın yeteneklerine güvenen bir orta saha ve savunmadan sadece şişirme toplarla çıkmayı yeğleyen bir antrenör. Her takım oyunlarını çağdaşlaştırırken Brugge takımı daha da geriye gidiyor.

Bize tanıdık olan çoğu isime sahip olan Standard’ ın performansı başarı geleneklerine bakacak olursak çok da şaşırtıcı değil. Fatih Terim döneminde savunmanın sağında oynatılan Mohammed Adama Sarr forvet Ali Lukunku ve eski Fenerbahçeli Rapajc’ e sahip olan Standard’ ın en iyimser bakışla sezon sonu 4. sıraya kapağı atabileceğini söyleyebiliriz.

Avrupa Kupalarında Hüsran

Belçika Ligi ve Belçika takımları bana ülkemizi ve bizim takımlarımızı çok hatırlatıyor. İki ülkenin domestik ligleri kalitesiz olduğu için Avrupa arenasında iki ülkenin takımları beklenen başarıyı yakalayamıyor. Şampiyonlar Ligi’ nde bütün takımlar içerisinde en kötü performansı sergileyen Anderlecht ve Beşiktaş’ ın olduğu grupta sadece iki puan toplayabilen Brugge yapılan yatırımlara göre çok kötü performans sergilediler. İki takımın da futbolları sadece hücum üzerinde kurulu ve çok komik goller yiyebilecek kadar acemi savunmalara sahipler. Belçika’ yı Avrupa’ da temsil edebilen tek takım Zulte Waregem ise mücadele ettiği bir üst turda Newcastle United ile eşleşti ve büyük bir sürpriz olmazsa da elenecekler. Ancak onlar Newcastle’ ı eler aynı turda Fenerbahçe’ de Az’ yi elerse iki takımın karşılaşması benim için çok değişik bir his olacak. Umarım Fenerbahçe bu iki turu da geçerde ülke futbolumuzun Belçika futbolundan farkı olur.

Benim için yazması zevkli bir yazı oldu umarım sizin için de okuması zevkli bir yazı olur. Mutluluk dolu günler dilerim.

12.12.2006

Hollanda'da Vaziyet

Yazının başına geçmeden önce “acaba nereden başlamalı” diye düşündüğümü itiraf etmeliyim. Çünkü Eredivisie’nin zirvesinde işler şimdiye kadar hep olduğu gibi devam ediyor. Bu sebepten gelin bir klişeye yaslayalım sırtımızı ve “batı cephesinde yeni bir şey yok” diyerek diplere uzanalım. Zira aşağılarda işler karışık ve çok da öngörülebilir şekilde devam etmiyor. Şöyle ki;

Ligde 16.hafta maçları tamamlandı ve bu süre zarfında Hollanda’nın en büyük 3.şehrinin futbolda da büyük olmak isteyen takımı ADO Den Haag ve yine Hollanda futbolunun en köklü takımlarından Sparta Rotterdam uzun süre serbest düşüşlerine, içeride ve dışarıda rakip ayırt etmeksizin kaybetmeye devam ettiler. Öyle ki Den Haag ilk beş maçını kaybetti. Kulüp tarihinde sadece bir defa küme düşen Sparta ise ilk 9 maçında sadece bir beraberlik alabildi ki kaybettiği maçlardan birisi kulüp tarihinde ayrı bir yer edindi: PSV 7-Sparta: 0 (Sparta’yı küme düşürmeyi başararak Hollanda futbol tarihine geçen kişi ise bu hezimetten kısa bir süre sonra Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğuna uzanmayı başaran Frank Rijkaard’tı)

Sparta bu acı mağlubiyetten sonra da kaybetmeye devam etti ama 10.haftada gelen 1-0’lık Willem II galibiyetinin ardından ADO Den Haag’ı da 2-1 yenerek birazcık rahatladı. Lig sonuncusunun, Hollanda Liginin karmaşık play-off periyotlarına girmeden doğrudan 2.ligi boyladığını düşünürsek muhtemel rakiplere karşı alınan bu galibiyetlerin değeri Mayıs ayı geldiğinde daha iyi anlaşılacaktır.

Geçen sezonlarda ligin büyük takımlarına çelme takmasıyla tanınan ADO Den Haag ise 6.haftada Kayseri yorgunu AZ’den kopardığı 2-2’lik beraberlikten sonra bir türlü düze çıkmadı ve genel olarak kötü bir performans çizmeye devam etti. Den Haag’ın bu kötü, hadi sakınmadan söyleyelim berbat performansı 13.haftadaki Vitesse maçıyla zirve yaptı: Den Haag’ın büyük bölümünü 10 kişiyle oynadığı ve 3-0 mağlup devam ettirdiği maçın 67.dakikasında sarı-yeşilli taraftarlar sahayı işgal ettiler ve “yeter artık” diyerek duruma müdahale ettiler. (Esasında bu ADO Den Haag taraftarının ilk vukuatı değil, daha önce çıkan olaylar ve bir taraftar lokalinin yakılması sebebiyle Ajax ve ADO Den Haag takımlarının maçlarına misafir takım seyircilerin girişi yasak…) Tahmin edilebileceği üzere maç hakem tarafından tatil edildi. Ama işler bununla bitmedi, haftalardır aldığı tehditlere karşın yöneticilerin ve futbolcuların himayesinde görevine devam eden teknik direktör Frans Adelaar istifa etti, kulübün sponsorlarından DSW, isminin böyle bir olayla anılmasını istemediği için desteğini çekti.

Tam da artık bu noktadan sonra kurutuluş yok derken ADO Den Haag küllerinden doğdu ve bu sezon hiç yapmadığı bir şeyi yapıp bir deplasman galibiyeti aldı, üstelik bu 5 gollü bir galibiyetti: FC Groningen 2-Ado :5 Ancak sanırım kader Sparta ve ADO Den Haag takımlarının yolunu birlikte çizmiş olacak ki bir başka şok sonuç haberi Rotterdam’dan geldi: Sparta 3-Ajax 0 Sparta,şehir itibariyle ezeli rakip Ajax’ı yenince artık biraz toparlanıp bu sükseli galibiyetin verdiği moralle “çıkışa geçer” diye bekleyenler bir kez daha yanıldılar. Zira takip eden haftada Sparta deplasmanda Waalwijk’ e 2-1 kaybederek yerinde saydı. Den Haag’da evinde NEC’ e 2-0 yenilince yine son sıraya yerleşti. Uzun sözün kısası ligin zirvesinde gör(e)mediğimiz renkliliğe ve rekabetçi ortama takımların birbirine denkliği sebebiyle aşağılarda sıkça rastlamaktayız. Dolayısıyla alt sıralar biraz da takımların topladığı puanların birbirine yakınlığı sebebiyle her an şekil değiştirip lige ayrı bir renk katabilir.

Ligin dibinde böyle enteresan hadiseler yaşanmaya devam ederken zirvede çok şaşırtıcı olmayan bir durumun hüküm sürdüğünden bahsetmiştim. PSV yine yeniden lider, Şampiyonlar Liginde Galatasaray’ın da bulunduğu gruptan bir üst tura çıkmayı başaran PSV ligde de önüne geleni deviriyor.15 maçlık periyotta 13 galibiyet aldıklarını söylemem bu savımı doğrular sanırım. Üstelik 15 maçta 41 gol atıp sadece 6 gol yemeleri işin bir başka takdire şayan yönü. 15 maçta 11 galibiyetle aslında hiç de azımsanmayacak bir galibiyet yüzdesi tutturan AZ Alkmaar PSV’nin üstün performansı sonucunda 5 puan geride ve takipte… Ajax,Twente ve inişli çıkışlı grafiğini son haftalarda çıkışa sabitlemeyi başaran Feyenoord zirvedeki ikiliyi yakından takip etmekte. Görünen o ki biraz da takipçilerinin olmadık maçlarda puan kaybetmeleri sebebiyle PSV bu sezon da zirvedeki yerini yitirmeyecek.

Bu arada tüm Avrupa’yı saran ırkçılık korkusu bir biçimde Hollanda Ligi’ne de sıçramış durumda. Ajax –Twente maçında yardımcı hakeme “black cancer” diyerek hakaret eden ve ligde şu ana dek Ajax’ın oynadığı 15 maçta 7 gol atan Danimarkalı forvet Perez bu sözü nedeniyle 5 maç ceza aldı. (Ajax’da ceza alan bir başka oyuncu ise 3-0 kaybettikleri Sparta maçında hakeme hakaret eden Sneijder. Neyse ki Sneijder’in hakaretinin ırkçı bir yönü bulunmamakta. Sneijder çenesini tutamamasının bedelini iki maçı tribünden izleyerek ödeyecek.)

Son olarak biraz da gol krallığındaki yarışa bakalım: Geleneksel olarak golcü üretmesiyle ve dünyaca ünlü golcülerin Avrupa’daki ilk durağı olmasıyla tanınan Hollanda liginde, attığı 15 golle etkileyici bir performans sergileyen Alfonso Alves zirvede (Alves’in takımı Heerenven’in toplamda 28 gol attığını belirtirsem bu 15 golün anlamı daha iyi anlaşılacaktır.) Öte yandan Alves attığı gol sayısı itibariyle bizim umutsuz ve öfkeli ADO Den Haag taraftarlarını daha da kızdırabilir. Zira ADO Den Haag’ın attığı gol sayısı da 15. Alves’i 12 golle AZ’den Koevermans ve 11 golle PSV’den Farfan takip ediyor. Trabzon taraftarının her daim “ah bir Şota vardı bu takımda” diye yadettiği Shota Arvaladze’nin (bildiğin Şota işte canım) şu ana kadar 9 gole imza attığını da notlarımıza ekleyelim. Eskileri yad etmişken Pierre paremiz, biricik sevgilimiz Aziz Pierre van Hooijdonk’un da Feyenoord forması altında 1 gol attığını hatırlatayım istedim.

Şimdilik bu kadar, işte puan durumu;

 1.PSV (Eindhoven)                       15 13  1  1  41- 6  40
 2.AZ (Alkmaar)                            15 11  2  2  48-14  35
 3.Ajax (Amsterdam)                      15 11  1  3  36-12  34
 4.FC Twente (Enschede)               15  8  5  2  32-16  29
 5.Feyenoord (Rotterdam)              15  9  2  4  30-29  29
 6.FC Groningen                            15  7  3  5  27-31  24
 7.SC Heerenveen                         15  7  2  6  28-20  23
 8.Roda JC (Kerkrade)                    15  6  4  5  17-19  22
 9.FC Utrecht                                 15  6  2  7  23-26  20
10.NEC (Nijmegen)                        15  5  3  7  16-21  18
11.Vitesse (Arnhem)                      15  5  1  9  22-25  16
12.Excelsior (Rotterdam)                15  4  4  7  23-29  16
13.NAC Breda                               15  4  4  7  13-25  16
14.Heracles Almelo                        15  4  3  8  13-28  15
15.Sparta Rotterdam                     15  4  1 10  15-31  13
16.Willem II (Tilburg)                     15  4  1 10  16-36  13
17.RKC Waalwijk                           15  2  5  8  13-32  11
18.ADO Den Haag                         15  2  2 11  15-28   8

Son Haftaya Girerken

Hayli bir aradan sonra yeniden merhaba..

Grup maçlarının son haftasına girerken genel duruma şöyle bir göz gezdirelim..

Gün Görmeden Elenenler:

Son değerlendirmeyi yaptığımız Birinci Tur arifesinden, yukarıdaki başlık vesilesiyle başlayalım..

Kupa favorilerinden Schalke Nancy’ye, UEFA Kupası’nın son dönem gözdelerinden Slavların temsilcilerinden Lokomotiv Moskova Zulte Waregem’e, Ribery’nin takımı Marseille Mlada Boleslav’a, Juventus Piyangosu talihlisi İtalyan Chievo Braga’ya, bir diğer Alman Hertha Danimarkalı OB’ye, bizimkilerden Trabzonspor Osasuna’ya, Kayserispor da Alkmar’a kupanın Birinci Tur’unda elendi..

Listenin en acıklısı şüphesiz deplasmandaki rövanşın 90+2. dakikasında yediği golle kupaya veda eden Marseille oldu. İlginç bir şekilde diğerlerinin sonu pek öyle hazin olmadı..

Kısa bir flashbackin ardından dönelim bugüne..

A Grubu:

Ülkemizde adına neredeyse destanlar yazılan ve Can Lafcı’nın kupada tartışmasız favorisi olan Livorno berbat bir başlangıcın ardından seke seke yoluna devam etti ve işini son hafta deplasmanda oynayacağı Auxerre maçına bıraktı. Yerel rakiplerinin vaziyetine de bakacak olursak, Livorno için bu sene ne içerde, ne dışarıda pek hayırlı geçmiyor diyebiliriz. Ama bir Fransız geleneği olarak rakip Auxerre de, kendi liginde geçen senenin aksine bu sene düşme potası civarında seyrediyor.. UEFA’da ise aldıkları 4 puan da deplasmandan, içerde de Maccabi’ye boyun eğdiler.. Bu mini finalde beraberlik de Auxerre’den yana..

Grubun sürprizi Maccabi Haifa, içerde Auxerre ve Partiazan’ı yenip, dışarıda Rangers’a mağlup olduktan sonra geçen hafta Livorno deplasmanından 1 puan çıkarıp eleğini astı.

Grubun namağlubu Rangers son haftada elenen Partizan ile formalite maçına çıkıyor.

B Grubu:

Grubu şekillendiren Tottenham 3 maçta 3 galibiyet ile lider, son haftada içerde 7 puanlı ikinci Dinamo ile grup birinciliği için oynayacaklar.

Beşiktaş, geçen seneki Bolton maçına benzeyen berbat bir Tottenham startının ardından, bu sezon tüm kulvarlardaki ilk direniş emaresini Dinamo deplasmanında gösterdi. Tek forvet arkasında iki serbest alan oyuncusu kurgusu, epeydir kayıp olan “orta saha” yı rahatlatıp ön plana çıkardı, ama Beşiktaş yine kazanamadı.. Rakibin de son kozunu oynadığı Brugge maçından her iki taraf adına da pozitif bir şeyler beklemek, takımların içinde bulunduğu vaziyet mucibince haksızlık olurdu. Maçın skor galibi Beşiktaş, hemşehrisi Fenerbahçe gibi umudunu yine bir Alman takımıyla oynayacağı tamam-devam maçına taşıdı.. Beraberlik Beşiktaş’dan yana, Leverkusen kendi liginde her anlamda tam ortalarda, iç saha – dış saha karnesi ise sezon başının tam tersine, içerde idare eder, dışarıda kötü..

Grubun genel görüntüsü; Tottenham rahat, Dinamo şanslı, Beşiktaş – Brugge – Leverkusen üçlüsü ise devamlı birbirlerine çalışıp durdular..

C Grubu:

Son şampiyon Sevilla beraberlikle başladığı grupta Alkmar ile kafa kafaya ilerliyor. Son hafta Alkmar ile lideri belirleyecek bir maç oynayacaklar. Sevilla şu anda kupanın kalesinde gol görmeyen tek takımı. Alkmar 2 galibiyetin ardından iç sahada Liberec ile soğuk duş etkisi hissettiği bir maç oynadı ve ilk ikiyi garantiledi.

Son takım olmak için iki çekişenden Liberec, Sevilla beraberliği sürprizinin ardından Braga’ya çarpıldı ama imdadına Grashopers yetişti, geçen hafta Alkmar deplasmanından gelen 3 yerine 1 puan (Rakibin beraberlik golü son dakikada geldi) umutları biraz da umutsuzluğa taşıdı; zira Braga son haftada içerde Grashopers’la karşılaşacak ve kazanırsa Liberec’i geride bırakacak. Grashopers şu ana kadar oynadığı 3 maçta kalesinde 13 gol gördü..

D Grubu:

3’de 3 yapan Parma’yı saymazsak hayli garip bir tablo sözkonusu D Grubu’nda..

Lens, Osasuna ve OB’nin puanları 4, Heerenven’in puanı 1.. Son hafta Parma – Osasuna ve Heerenven – Lens maçları var.. Heerenven kazanırsa averaj hesapları devreye girecek, hele Osasuna da kaybederse bu hesaplar tadından yenmez hale gelecek ve de pek eşine rastlanmayan garip bir kombinasyon oluşacak grubun puan tablosunda, şu şunu yenmiş, bu bununla berabere kalmış gibisinden..

E Grubu:

Nancy ve Blackburn, 7’şer puanla girdikleri son haftada, İngiltere’de liderlik için oynayacaklar. İkilinin averajları da aynı, attığı gol fazlalığıyla beraberlik Nancy’den yana.

Geçen senenin flaşlarından Basel, iki deplasman maçını kaybedip, iki iç saha maçında da berabere kalarak kupaya veda etti.

Grubun nihayeti açısından Blackburn – Nancy maçı kadar önemli bir diğer maç da Feyenoord – Wisla maçı.. Wisla’nın 3, Feyenoord’un 2 puanı var. Hollanda ekibi bu sezon pek iç açıcı olmasa da (Nedenini Levent Abi’m bilir) eline, geçen haftaki olaylı Nancy maçının telafi şansı geçti denilebilir, araya bir NEC deplasman hezimeti girdi ama, son haftalarda iç saha performanslarını da hayli düzelttiler.. İlginç bir istatistik; Feyenoord’un bizi ilgilendiren ismi Van Hooijdonk 2 aydır gol atamıyor, bu makus talihi yenme şansını Nancy maçında penaltı kaçırarak tepti.

F Grubu:

Gruplarda 4’de 4 yapmaya en yakın takım (Parma biraz daha uzak diyebiliriz), son yıllarda ektiklerini uluslar arası arenada biçme aşamasına geçmiş görünen Espanyol. Espanyol son birkaç senenin aksine ligde kötü, Avrupa’da iyi..Zaten Ajax dışında çok da dişli olması beklenmeyen rakiplerini içerde dışarıda yenen Espanyol’un son hafta rakibi içerde grubun sıfırcısı Austria Wien.. Zaten, Waregem – Ajax maçından çıkacak sonuçla kimin grubu ikinci sırada bitireceğinin belirlenmesini saymazsak, son haftada grubun yegane heyecanı da Espanyol’un 4’de 4 yapıp yapamayacağı sorusu.. Yoksa, Austria Wien’in deplasmanda Espanyol’a fark atması, Waregem’in AJax’ı 4 farklı mağlup etmesi gibi uçuk ihtimallerin dışında, neredeyse grubun sıralaması bile belli: Lider Espanyol, ikinci Waregem (Belki Ajax), üçüncü Ajax (Eh, belki Waregem); Sparta ve Austria Wien’e de elveda..

G Grubu:

Grubun tek bir şey beklenebilecek takımı (Her ne kadar yine, yeni, yeniden kendi liginde bir numarası yoksa da) PSG, geçen hafta Mlada deplasmanından beraberlikle dönerek işi son haftaya taşıyabildi. Son hafta rakip iç sahada gruptan çıkmayı garantileyen Oanathinaikos.. Diğer maç Hapoel – Mlada..

Lider Panathinaikos’un 7 puanı var, ikinci Hapoel ve üçüncü Rapid’in 4, dördüncü Mlada ve sonuncu PSG’nin 2’şer puanı var ve üçüncü sıradaki Rapid maçlarını tamamladı. Bu vaziyet son hafta kombinasyonlarını karmaşıklaştırıyor

PSG son maçını kazanıp diğer maçın skorunu bekleyecek, ama yine de tek farklı galibiyet PSG’ye yaramıyor, çünkü averaj rakiplere göre kötü.. Benzer bir kazanma zaruriyeti Mlada için, yine benzer bir “en azından beraberlik” zaruriyeti de Hapoel için geçerli.

Bekleyelim, görelim. Zaten bu gruptan çıkacak takımların çok üstdüzey işler yapmasını bekleyen yok..

H Grubu:

Fenerbahçe, Avrupa Arenası’nda, hiç değilse skor bazında, orta sınıf bir Balkan takımı kadar bile başarılı olamama gibi zor(!) bir misyonun gerekliliği icabı, çok iyi oynadığı iki deplasman maçını kaybederken, iç sahada kendi liginin nöbetçi kahramanı Palermo’yu bir güzel silkeledi..

Bizim yerel basının, sanki keyfî tercih meselesiymiş gibi Palermo’nun eksiklerini ön plana çıkarması da yukarıda bahsettiğimiz gerekliliğin bir ürünü ve şüphesiz Avrupa yolunda Fenerbahçe’nin en önemli rakibi..

Palermo moralli de başladığı grupta arka arkaya iki maç kaybederek işini hayli zora soktu. Bu duruma yerel lige paralel bir düşüş periyodu da diyebiliriz.

Frankfurt’a geçen senenin Stuttgart’ı da diyebiliriz; devamlı bir beraberlik hali.. İstanbul’dan da bunu almaları beklenebilir ama bir işlerine yaramaz..

Premier Lig’deki komedi vaziyeti görmesek, Newcastle için “cillop gibi” diyebiliriz; hatta biraz da dalgalarını geçtiler, geçen hafta Frankfurt’la berabere kalıp rakibe inceden bir şans da verdiler..

Son haftanın vaziyeti; Newcastle maçlarını tamamladı gruptan çıkmayı garantiledi (10 puan), Celta hiç de hak etmediği Fenerbahçe galibiyetiyle ikinci sırada ve Palermo deplasmanına hayli umutlu gidiyor (4 puan), Fenerbahçe Newcastle’ın yerinde olabilecek bir futbol oynadı ama üçüncü (3 puan), Palermo puan eşitliğiyle hemen takipte ama Fenerbahçe maçından gelen averaj kötü (3 paun), Frankfurt berabere (2 puan)..

Son hafta oynanacak Fenerbahçe – Frankfurt ve Palermo – Celta maçlarını kazananlar gruptan çıkar, beraberlikler şu anki sıralamada üstte olanlara yarar..

Son olarak, Şampiyonlar Ligi maçları tamamlandı ve UEFA’da yoluna devam edecek sekizli belirlendi: Bremen, Spartak Moskova, Bordeaux, Shaktar, Steau, Benfica, CSKA Moskova ve AEK.. Yani Bremen’i saymazsak dişe dokunur bir şey yok; Bremen de eğer tarih tekerrürden ibaretse, yoğun maç trafiğinden çıktığı ve kendi liginde de hayli iddialı bir pozisyonda olduğu için erken göçer.. Umalım da göçmesin..

Grup maçlarının tamamlanması ve kura çekiminin ardından devam ederiz..