İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

26.06.2008

Ve bitti…

Avrupa şampiyonluğu rüyamız sona erdi. Dün akşam, turnuvanın başından beri önemli favorisi karşısındaki ezici ilk yarıdan sonra devre arasında bir an Avrupa şampiyonu olacağımızı hayal etmeye başlamıştım. Maalesef bu rüya ertelendi. 2002’de elendiğimizde bir daha bu başarıyı yakalayamayız, büyük fırsatı kaçırdık demiştim fakat dün akşam “ben ölmeden Türkiye’nin Dünya ya da Avrupa şampiyonu olacağı günün geleceğine inandım”.

Maça gelirsek, iyi oynayıp da kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu görmüş olduk. Bu acıyı 5 gün önce Hırvatistan tatmıştı bu gece de biz yaşadık.

Yalnız biz Hırvatistan’dan farklı olarak çok iyi oynadık. Belki Almanya gibi güçlü bir takım karşısında bu kadar eksikle bu futbolu oynadığımız için maç bize çok keyif vermiş olabilir ama kesin olan şey turnuvadaki en iyi maçımızın Almanya maçı olduğudur.

Bu noktada bir parantez de Terim’e açmalıyız. Çok eleştiriyoruz ama bazı yerlerde de hakkını vermeliyiz. Terim’in takımları hiçbir maçta korkak ve çekingen olmuyor. Bunun iki nedeni var. Birincisi Terim tam bir motivasyon ustası. İkincisi de takımlarını hiçbir zaman rakipten korkan bir oyun sistemi ile oynatmıyor. Terim’in bu iki özelliği takımlarının en zor durumlarda bile ezilmeden oynamasını sağlıyor. Olmaz denilen maçları kazanıyor ya da kazanma noktasına getiriyor. Bu Galatasaray’ın başındayken de böyleydi şimdi de böyle.

Dün çıkardığı kadro ise gayet iyiydi. Zaten pek alternatifi de yoktu ama örneğin Hakan Balta stoper oynayabilirdi. Ya da Kazım yerine Gökdeniz olabilirdi. Ben olsam bu şekilde başlardım ama Terim’in doğru yaptığını Mehmet Topal ve Kazım başarılı oyunlarıyla gösterdiler. Özellikle Kazım ilk yarıda hatırlanacak bir perfomans sergiledi. Bu performansı kendisini Uğur Boral’la birlikte transferde Avrupa takımlarının listesine sokabilir.

Turnuva öncesi çok karamsar bir yapıdaydım ve 1 puan alıp eleneceğimizi düşünüyordum. Bu tarz turnuvalar biraz garip olur, bizim milli takımımız da pek garip, biz aynı performansımızla bir puanla elenebilirdik bunu kabul etmek lazım. Biz şanslıydık ama şunu da kabul etmek gerek ki biz iyiydik de. Ben biraz fazla karamsar davranmışım. Aslında bizim milli takımımız benim düşündüğüm kadar kötü değilmiş, hatta bu turnuvadan sonra hücum gücümüzün ciddi anlamda iyi olduğunu düşünüyorum. Yedek oyuncularımız Ayhan, Uğur Boral, Kazım gibi isimler bile ayaklarına inanılmaz hakim oyuncular.

Fakat defansımız da ciddi anlamda sıkıntılı. Lehmann “ Türkler bizi çok zor durumlara düşürdü, fakat Almanlar karşısında defans yapmayı unutmamalısınız” demiş. Biz defans yapmayı falan unutmadık, direkt olarak yapamadık. Zaten kötü bir defansımız var, bir de eksikler olunca orada Gökhan Zan – Mehmet Topal ikilisi ile böyle kritik bir maçı oynamak zorunda kaldık.

Hamit ve Rüştü için de birer söz. Dünyada hem bu kadar fizik gücü yüksek olan hem de ayaklarına hakim oyuncu zor bulunur. Düşünüyorum aklıma örnek olarak Zidane ile Hamit geliyor. Başka da gelmiyor şu an.


Rüştü ise milli takımı bırakmış. Bence de isabetli olmuş. Son yıllarda artık neredeyse her maçta bir hata yapmaya başladı. Dün de ben ikinci golden çok üçüncü gole takıldım. İkinci golü çıkıp alması zordu çünkü sert bir ortaydı, çıkmadığı takdirde de Klose yine o golü yapabilirdi. Fakat 3. gole iyi çıkıp Lahm’ın açısını kapatabilir, onu çalıma zorlayabilirdi diye düşünüyorum.

Dünkü maçla ilgili son sözüm hakeme. Çek maçından beri hakemlerle ilgili ciddi sıkıntı yaşıyoruz. Dün akşam ise tam anlamıyla doğrandık. Bazı kararların kötü niyetle verildiğini düşünüyorum eğer günahlarını alıyorsam da bu hakemlerin hakemliklerinden şüphe ediyorum. Bu kadar ağır konuşmak pek mantıklı gözükmeyebilir ama elenmemizin sebeplerinden biridir hakemler ve yardımcıları.

Şimdi önümüze baktığımızda kalede Volkan, sağda Gökhan Gönül güven veriyor. Ortada Servet olacak, 2010’a kadar ondan iyisini bulamayız. Aramaya da gerek yok, bence Servet iyi bir stoper. Yanında ise ben Emre Güngör’den umutluyum. Eğer Galatasaray ona güvenirse 2010’da ideal, en azından birbirini tamamlayan ve iyi tanıyan, idare edeceği kesin olan bir ikilimiz var. Solda ise Hakan Balta maalesef olmuyor. Defansif yönüne hiçbir sözüm yok ama hücum yönü çok zayıf. Zayıflıktan öte bazen takımı soyadı gibi baltalıyor. Hakan Balta ideal bir stoper yedeği olacaktır kanımca ama sol bekte bir alternatif bulmalıyız. Hakan Balta 5 maçta toplam 480 dakika ile her dakikayı oynayan tek oyuncumuz. Bu da alternatifsizliğimizin bir göstergesi. 2010’a kadar Gökhan Gönül tarzı bir sürpriz çıkmazsa bence Volkan Yaman düşünülmeli.

Hücum yönümüz ise son derece iyi. Dünya’da bu konuda kolay kolay kimseden geri kalmayız.

Son olarak hep tecrübesizlikten dem vuruyoruz fakat aslında biz bir turnuva takımıyız. Elemeleri ya geçemiyoruz ya da zar zor geçiyoruz ama geçtik mi de iyi işler yapıyoruz. 2000’de çeyrek final, 2002 ve 2008’de yarı final hiç de fena değil.

2010 için de ümitli olabiliriz. Dünkü maçı belki kaybettik ama bence ciddi bir güven kazandık, takım olarak, ülke olarak…

21.06.2008

Abarttık

Aslında Bilic maç sonrası her şey özetlemiş: “ Türkler karşısında son dakikada gol atmak bile yetmiyor”

Artık olabilecek şeylerin ötesine geçtik. Geriden gelmek falan herkesin yapabileceği şeyler. Ama bizim yaptıklarımızı Dünya tarihinde yapan başka kaç takım vardır merak ediyorum.

90 dakika boyunca gerçekten kötüydük. Özellikle ikinci yarı takım döküldü. Bu esnada takımın tek ön liberosu ve o ana kadar da takımın belki de en iyisi Mehmet Topal muhtemelen sakatlıktan oyundan alındı ve forvet oyuncusu Semih oyuna sokuldu. Fatih Terim her maçta mutlaka bir olağanüstü değişiklik yapıyor. Bu gece de Tuncay kariyerinde ilk kez ön libero oynadı. Oyuna girebilecek Ayhan gibi bir isim varken bu Tuncay ısrarının nedenini maç içinde anlayamadım. Bereket ki Tuncay gerçekten çok iyi oynadı, Semih de gol attı ve Terim kurtuldu. Yani bir nevi Terim’i Allah kurtardı.

Daha sonra takım yorgunluktan ölürken 3. değişikliği bir türlü yapmaması da ayrı bir konu. Orada da 90 dakika bitimindeki dinlenmenin takıma olumlu yansıdığını düşünüyorum. Birden uzatmalarda takım değişti oyuna hakim olan takım biz olduk.

Sonrası ise malum. Rüştü o hatalı golü yemese son dakikada saldırıp o golü atamayacağız. Penaltılara bu kadar moralli gidemeyeceğiz ve belki de bu kez penaltılarda eleneceğiz. Böyle de değişik bir durum söz konusu.

Ama şimdi işler değişti. Önümüzdeki ekip Almanya. Şaka değil. Ayrıca hakem maçı biraz fazla uzatarak belki galibiyetin mimarlarından biri oldu ama Tuncay ve Arda’ya gösterdiği gereksiz sarı kartlar bizim başımızı çok çok ağrıtacak.

Bu eksikliklere eğer Nihat da etkilenirse ilk kez çok güçlü olduğumuz forvette eksik kalacağız. Emre Aşık cezalı. Servet, Göngör sakat. Zan sakat sakat oynuyor. Zaten takımın yarısı sakat sakat oynuyor. Ya da cezalı. Bunu da sorgulamak lazım. Niye bizim oyuncularımız sürekli sakatlanıyor? Turnuvaya sakatlığı nedeniyle gelmeyen ya da sakat gelen oyuncularımız yetmediği gibi bir de turnuva içinde sürekli gazi veriyoruz. Sakatlıklar şanssızlık mı? Sanmıyorum. Çünkü Türkiye’nin şansız olduğunu söylemek biraz komik olacaktır.

Bu şartlar altında Balta stoper oynayacak, Uğur Boral sol beke geçecek. Orta saha Hamit – Aurelio – Topal’dan(sakat değilse) kurulur. İleride de Gökdeniz ve Mevlüt devreye girebilir. Eğer Servet ayağa kalkarsa o zaman Balta sol bek oynar ve orta saha Uğur Boral ile takviye edilebilir.

Kazım aşısı iste bir türlü tutmuyor. Yol yakınken vazgeçmek gerek.

Kısacası çok eksiğiz. Karşımızdaki rakip de bu kez pek kolay olmayacak. Biraz fazla olduk ama Tanrı tekrar bizim yanımızda olmalı. Yoksa işimiz zor.

Bu Bir Futbol Yazısıdır

Türkiye A Milli Erkek Futbol takımının 15 Haziran gecesi Çek Cumhuriyeti takımını futbol oyununda nadir görülen bir maçta 3-2 mağlup etmesi, Fatih Terim’in turnuva öncesi ve süresince tutunduğu tavırlar, medyada futbolun konuşulduğu söylemsel ağ ve Orhan Pamuk ile Terim arasında yaşanan beklenmedik atışma, ‘modern’ futbol ve Türkiye bağlamında düşündüklerimi yazıya dökmeye itti beni.



Bir kere şu soruyla başlamak istiyorum: Türkiye futbol ligini ‘kendi’ ligi olarak benimsemiş futbol seyircisi, Avrupa’da oynanan futbol liglerini izleyip sıklıkla sorar; “Bizim ligde futbol niye bu kadar güzel değil?” Her futbol seyircisi farkındadır ki oynanan futbol farklıdır. Bu farklılık ise hemen ‘güzel’ diyerek estetiğe bağlanır ve Avrupa (özellikle İngiltere) ligleri ile Türkiye ligi arasında bir hiyerarşi kurulur. Çoğu yorumlarda da bu estetik eşitsizlik, futbolun gelişemişliği, geri kalmışılığı, yönetim hataları, yozlaşmalar gibi başka kurumsal yapılara atfedilişiyle alışık olduğumuz terimlerle açıklanmaya çalışılır. Herhalde ligler üzerinden kurulan bu karşılaştırmanın milli takımlar üzerinden de yapıldığını söylesek yanlış olmaz. İşte bu hiyerarşi ‘modern futbol’ ve ‘modernleşememiş futbol’ arasındaki hiyerarşidir.



Gelgelelim zaman oluyor, Türkiye takımları ya da Milli takımlar aynı sahnede ‘yarıştıkları’ ‘daha gelişmiş’ futbol ekollerini mağlup edebiliyorlar. Futbolun konuşulduğu söylemsel ağı anlamak için bu ‘zafer’ anları ile ‘geri kalmışlık’ literatürünü birlikte okumamız gerekiyor. Bu okumayı yaparken hem futbola içkin bazı süreçleri hem de bir 3.Dünya ulus-devleti olarak Türkiye’nin kurucu hegemonyasını birlikte ele almak gerekir. Yazının ilk bölümü futbolun Türkiye modernleşme süreciyle içiçe anlaşılması için bir arkaplan öneriyor. İkinci kısım ise tüm bu söylemsel ağ içinde Fatih Terim’in taktiksel düzenlerini sorguluyor, 2000 yılındaki Uefa Kupası yolculuğu ve Çek Cumhuriyeti maçının son 15 dakikası arasında bir örtüşme arıyor. Umudum yazının ilk bölümünün futbolla yakından ilgilenmeyenlere de alternatif bir bakış sunması. İkinci bölüm ise ‘modern’ futbolla ilişki içinde futbol oyununa yeni bir bakış sunmayı amaçlıyor.



Bu yazıyı motive eden düşünce biçimi, milliyetçiliğin ulus-devlet modernleşme söylemi içinde, kurucu bir rol üstlendiğini kabul ediyor. Milliyetçi söylem ve takip eden kuruluş süreci, ulus-devletin bir ünite olarak modernleşme sahnesine çıkıp, ‘denize dökülen’ ya da ‘tek dişi kalmış bir canavar’ olan ‘medeniyete’ milliyetçi bir elit önderliğinde ‘yetişmeye’ çalıştığı bir toplumsal süreçle bizi yüzyüze bırakmış durumda. (her ne kadar bu sürece ciddi anlamda meydan okunan bir dönemde de olsak.) Nedense yakalanmaya çalışılan ‘medeniyete’ bir türlü ulaşılamaz. Devlet sürekli bir yozlaşmayla suçlanır, yönetimler basiretsizdir ama modernleşmenin, ‘batıyı’ yakalama (bunun Türkiye örneğinde olduğu gibi taklit etme düzeyine kadar gittiği iddia edilir.) çabasının kendisinin sorunlu olduğu pek düşünülmez. ‘İlerleme’ yolunda karşılaşan ‘sorunların’ çok daha başka bir yerde, modernleşme kalıbının sürtünmesiz bir düzlem gibi algılalan ‘Türkiye’ coğrafyası üzerine yapıştırılma çabası içinde görünür olan pütürler; yani mücadeleler ve meydan okumalar olduğunu görmeye çalışmak gerek. Önemli bir not da şu; bu yazının birçok notasında futbol sözcüğü spor sözcüğü ile değiştirilebilir şekilde okunabilir.



Kapsamlı bir teorik alanı bir paragrafa sığdırmaya çalışarak bir ‘şuç’ işledikten sonra bu pencereden ‘modern’ futbol ile Türkiye’nin yaşadığı tarihe bir bakmak gerek. Batıdan gelen antrenörlerin (burada Jupp Derwall ve son zamanlarda K.H.Feldkamp’a yüklenen anlamları düşünüyorum) modern futbolu öğrettiği isimler olarak Mustafa Denizli ve daha sonrasında Fatih Terim gibi antrenörler, onların bıraktığı yerden ‘modern’ futbolu Türkiye’de sürdürecek milli özneler olarak ortaya çıktılar. Milli takımın yabancı bir antrenörler çalışmayı reddetmesi böyle bir tarihe bağlanınca kafamızda anlamlı olmalı. Fatih Terim ve Mustafa Denizli’nin (özellikle ikincisi), batılı bilgiyi öğrenen ve bunu bu coğrafyada uygulayacak olan liderler olarak sunulması Mustafa Kemal ve modern devlet ilişkisi ile Terim-Denizli ve modern futbol ilişkisi arasında bir benzerlik görmemizi sağlayabilir.



Türkiye coğrafyasının modern devlet ve kurumları ile yaşadığı tarih, unutmaya zorlandığımız acı dolu bir tarih ile dolu. Sıradan bir başarısızlık, ‘aşılan engeller’ ya da ‘yapılması gerekenler’ olarak anlatılan tecrübelerin (darbeler, savaşlar vs.) milliyetçi hegemonyadan beslendiğini ve bu hegemonya yoluyla mümkün kılındığını söylemek zorundayız. Futbolu anlamaya çalışırken, futbolun milliyetçi hegemonyadan beslenen ve aynı zamanda onu kuran (tabi burada yoğunlaşmayarak eksik kalsam da futbolun erkek-egemen toplumun kuruluşuyla da devamlı bir ilişki içinde olduğunu not etmemiz gerek) bir söylem-pratik alanı olduğunu düşünüyorum. Bu yazının amacı ve okunuş biçimi, futbolu bir oyun olarak anlayıp depolitize etmek olmamalı. Yine de ikinci bölüm futbola daha büyük bir pencereden bakarken, futbola içkin süreçlerle ilgileniyor ve futbolun bir oyun olarak anlaşılması için bir yol tartışıyor.



Yalnız futbolun aslında (burada futbolun aslı derken tüm sosyal bağlamdan koparıp 22 oyuncunun sahada oynadığı bir oyunun kendi dinamiklerinden söz ediyorum) gerçekten de bir oyun olması, başarı kriteri olan maç sonuçlarının olumsallığında yatıyor. Yani demek istediğim, küresel hegemonyanın baş aktörlerinden biri olan İngiltere’nin (modern futbolun kurulduğu coğrafya olmasına rağmen) yer alamadığı bir turnuvada son sekiz takım arasında kalmak Türkiye ve başarı sözcüklerini modern bir ‘yarışma’da yan yana getirmeyi mümkün kılıyor. İngiltere’nin Avrupa Şampiyonası’na katılamayıp Türkiye’nin katılamaması, sistematik olarak Türkiye’nin İngiltere’den ‘daha iyi’ oluşuyla değil, kuralar, goller, maçlar, hava koşulları gibi sınırsız sayıda etkenin kesişerek oluşturduğu olumsal bir sürecin sonucu olarak anlaşılabilir. 2002 Dünya Kupası Dünya 3.’lüğü de aynı bağlamda okunabilir.(herhalde dünya 3.lüğü Türkiye ile bir de askeri harcamalar sıralamasında veya ordu büyüklüğü sıralamasında yanyana gelmiştir.) Modernite sahnesinde yetişmeye çalışılan, onlar gibi olunmaya çalışılan ‘medeniyet’ simgelerinin alt ediliği bir enstantane oluyor bu ‘zafer’ anları.



İşte tam bu noktada bu galibiyetlerin Türkiye ve Dünya medyasında (3.dünya milliyetçiliklerini performas verdikleri seyirci olan ‘medeni ülkeler’ den bağımsız düşünemeyiz) nasıl yansıtıldıklarına ve açıklanıldıklarına bakmak bize futbolda alınan bu sonuçların hangi tarihsel-toplumsal hikayelerle paralel gittiğini gösterebilir. Çek Cumhuriyeti maçında ortaya çıkan tablo futbol terimi ile bir ‘geri dönüş’tü. Geride olan takımın müsabakanın kalan kısmında maçı tersine çevirip maçı kazanması yani. Peki buna ‘diriliş’ ya da ‘ayağa kalkış’ denildiğinde, hele bir de lider ‘Terim’in’ büyülü ve motive edici sözleri, ‘stratejik’ hamleleri eklenildiğinde aklımıza hangi hikaye geliyor? 2008 Avrupa Şampiyonası için hazırlanan şirket reklamlarının biri ‘Çılgın Türkler’ temasını kullanmış bile. ‘Diriliş’ ise aynı literatürden piyasaya çıkan ikinci ‘en-çok-satan.’ Gazete başlıkları ulus-devletin kurucu hikayelerinden biri olan Kurtuluş Savaşına referansla konuşmakta istikrarlıydılar. Dış medyada ise istikrarlı olmasa da ‘sadece Türklerin yapabileceği bir geri dönüş’ anlatımını görmek mümkündü. ‘Türkün gücü’ bir kez daha gösterilmiş oldu; Dünya’da unuttuysa hatırlamış oldu bu arada. Tabii maç 2-0 iken Çek Cumhuriyeti’nin topunun direkten dönüşü ve aynı pozisyonda Emre Aşık’ın sakar müdahelesiyle Jan Polak’ın kafasını yarması maçın dönüş anıydı.(Maç sonrası o pozisyonun penaltı ve kırmızı kart ile cezalandırılabileceğini söyleyen ‘babayiğit’ yoktu pek.) İşte futbolun olumsallığı burada yatıyor. Futbol topunun yuvarlaklığı, ayakla ve 22 kişiyle oynanışı, açık havada oynanışı futbolu çoğu noktada tahmin edilemez kılar. Az maç oynanan ve tansiyonun yüksek olduğu turnuvalarda ise bu olumsallık uzun vadeli yarışmalara göre çok daha barizdir. Dünyanın en iyi kalecisi sayılan Petr Cech topu elinden kaçırdığında Nihat da şaşırmıştı aslında. Ama yine de uyanıktı ve golü attı. Turnuvlar da bu yüzden keyifli, Yunanistan’ın 2004’teki şampiyonluğu da öyleydi.



Dünya medyasına baktığımızda da ‘medeni’ ve ‘medenileşememiş’ futbol ikiliğinin en bariz işlendiği makalelerden biri Rob Hughes’ün kaleme aldığı ve New York Times’da yayınlanan makale oldu. Volkan’ın son dakikada yaptığı hareketi ‘mağara adamı’ hareketi olarak niteleyerek ciddi tepki çekti Türkiye gazetelerinden. ‘Tam başarıyı yakaladıkları anda Türk olduklarını gösterdiler’ tonu aynı söylem içinden milli takımı ve ulusal değerleri yücelten ana-akım Türkiye medyasını paradoksal bir şekilde kızdırmış gözüküyor. Burada futbol ve üzerine geliştirilen tanımların kayganlığının ve istikrarsızlığının altını çizmeliyiz.



3.Dünya milliyetçiliklerine atfedilen bir süreç de, halkın geri kalmışlığını vurguladığı kadar halka özgü bir karakteristiği de vurgulamaktır. Türklerin azimli oluşu, pes etmemesi, savaşçı oluşu böyle bir çerçevede anlaşılabilir. Güreş, atıcılık gibi sporların bir ‘Türk’ tarihine bağlanarak Dünya şampiyonlukları kutlanması da bunla anlaşılabilir. Ancak futbol dünya kamuoyunu yoğun bir şekilde oyalayan bir spor olmasıyla farklı bir boyut taşıyor. Kuralları Batı Avrupa’da koyulan, ‘modern’ bir oyun olan futbolun sahnesinde boy göstermek, modern dünyaya ‘biz de varız’ demek oluyor bir anlamda; hem de Türklüğümüzü kaybetmeden. Yazının bundan sonraki kısmı bu bağlamda futbolun saha içindeki taktiksel yönü üzerine spekülasyon yaparak, futbolla yakından ilgilenenlere hitap ediyor.



Futbolun taktiksel boyutunu tartışmanın her daim spekülatif bir doğası olduğunu düşünüyorum. Bunun sebebi de futbolun keyifli kısmının olumsallık kavramında yatması. Taktiği böyle yaparsan böyle olur, antrenör şunu yaptı böyle oldu açıklamaları hiç bir noktada kesin ve belirleyici olmamaya mahkum. Çek Cumhuriyeti maçı gibi bir çok maç var ki, ne ayrıntılı bir taktiksel analiz ne de istatistiksel tablo maçı açıklayabilir. Yine de spekülasyonuma devam etmek istiyorum.



İlk olarak modern futbolun taktisel boyutunu tanımlayan birkaç terimden bahsedelim. Modern futbol denilen oyun, kaleci, defans, orta saha ve forvet hatlarının birbiriyle ilişkilenmesi üzerine kurulu. Bu hatlar üzerinde farklı pozisyonlarda oynayan oyuncular birbirleriyle koordinasyon içinde oynayarak antrenörün taktiksel şemasını yansıtmak durumdalar. İyi bir modern futbol performansı bu şemanın oyuncular tarafından başarıyla yansıtıldığı, görevlerin etkin bir şekilde yerine getirildiği bir görüntü verir. Oyunu tanımlayan iki değişik bölüm var. Takımın topa sahip olduğu ve sahip olmadığı anlar; toplu oyun ve topsuz oyun. Modern futbolun vaadi, iki bölümde de takımın belirli bir şemayı takip etmesi ve takım olarak bir şemaya tabi kalmasıdır. Bu şemaya uygun maçları kuşbakışı seyrettiğimizde takımın belirli çizgilere, istikrarla uyduğu (en azından fiziksel kondisyon yettiği sürece), maçların belirli paternler üzerinden okunabildiğini görürüz. Özetlemek gerekirse modern futbol, toplu ve topsuz bir oyunun sistematik bir düzeni izlemesidir. Mahalle futbolunun modern futboldan ayıran da bu düzeneğin ayrıntılı olarak formule edilmemiş olması ve ‘taktik’ denilen direktifler toplamının var olmayışıdır. Dolayısıyla mahalle futbolu, modern futbola göre ‘geri kalmıştır.’



Hatlar arasındaki koordinasyondan bahsettik. Modern futbolda hatlar arasındaki koordinasyonu tanımlayan ise takımın kollektif hareketidir. Yalnız bu hareketin yönü çok önemli. Sahanın enlemesine, boylamasına ve diyagonel olmak üzere 3 değişik eksende düzenli olarak uygulanması gerekir. Bu şablona bakınca oyunculardan beklenenin, oyunun kurallarına uymak ve antrenörün direktiflerini uygulamak düzeyinde ‘modern’ olması beklenir. Kafasına göre hareket eden oyuncular ‘mahalle topçusu’ olarak nitelenerek modern futbola uyumsuzlukları vurgulanır. (Burada oyuncuların kişisel karar ve yaratıcılığın futboldan hiç bir zaman yok olmadığını, ancak modern futbol anlayışı içinde bu karar ve yaratıcılığın belirli bir kalıp içerisinde uygulanabileceğinin öngörüldüğünü söylemek gerek.)



İddiam şu; Fatih Terim’in takımlarının zaman zaman sistematik ve bilinçli olarak ‘modern futbolu’ askıya aldığı, ‘modern futbola’ uygun olmadığı düzeyde başarılı olduğunu düşünüyorum. Bu anlarda da farkında olmadan ‘kendi modern futbolunu’ sergilediğini düşünüyorum. Modern; çünkü o statta, o topla va o zamansallık içinde performe ediliyor. Amacım pre-modern ve Türklere özgü bir futbolun yaratılıdığını iddia etmek değil.

Aynı Fatih Terim’in İtalya macerasından itibaren ise ‘modern futbolu’ taklit etme düzeyinde benimseme çabası içinde olduğunu, birçok değişik faktörle de birleştiği düzeyde başarısızlık yaşadığını düşünüyorum. Fatih Terim’in başarılı olan sistemlerinde radikal düzeyde farklı olan ise şuydu: toplu ve (özellikle) topsuz oyunda yatay hareketi mümkün olduğu kadar askıya alması, ve tek dizgede oyunu kurması. Çek Cumhuriyeti maçının son 20 dakikasında yaşananın da böyle bir niş olduğunu düşünüyorum. Özellikle başarılı olamayan bir ‘modern futbol’ anlayışının askıya alınışı zorunluluk üzerine yapılmış olabilir. (son 20 dakika, takım 2-0 mağlup, ‘risk’ almak adına herşeyin denenmesi gereken bir an.) Niyetlenmeyen sonuç olarak bu ‘bilinçsiz’ öne çıkışın ağır ve hareketsiz Koller’i oyundan tamamen sildiğini ve Çek Cumhuriyeti’nin ‘hedef adam’ taktiğini kilitlediği barizdir. Topu 70 dakika boyunca hedef adama yönlendirerek rahat bir futbol oynayan Çek Cumhuriyeti ise bu hamle karşısında tıkanmış ve toplu oyunu oynayamamıştır.



Özellikle Fatih Terim’in Galatasaray’la yaşadığı 2000 Uefa Kupası yolculuğunu düşünelim. Sağ ve sol savunma oyuncularının orta saha üçlüsü ve forvet ikilisiyle birleşip, sistematik bir şekilde savunma-orta saha-fovet düzlemini kayganlaştırdığı, hatların yatay uyumundan çok rakibin üzerine doğru dikey bir hücum pres uyguladığını hatırlamalıyız. ‘Fatih Terim’ modeli denilen sistem buydu. Bunun sistematik bir düzensizlik olduğunda ısrar ediyorum.



‘Modern futbol’ dediğimiz oyunun iyi uygulayıcılarının ve tanımlayıcılarının Batı Avrupa takımları olduğunu, gösterişsiz oyunlarıyla eski Doğu bloku futbollarının ise sistematik oyunu benimsediğini ve bu oyunun başarılı özneleri olduğunu düşünüyorum. Bu küresel dağılımda Türkiye futbolu’na ‘Avrupa’nın Brezilya’sı’ denmesi ilginç bir nokta. Dribling’i baz alan oyunun yanında kum ve samba dansı gibi toplumsal hafızada yer eden süreçlerin kesiştiği noktada farklı bir futbol olan ‘Brezilya futbolu’ ortaya çıkmış olabilir.[i] Top, çim saha ve diğer futbolcular gibi materyal gerçekliklerle / objelerle öznelerin nasıl ilişkilendiği toplumsal hafızadan bağımsız anlaşılamaz muhakkak. Futbolun spesifik oynanışlarını belirleyen süreçler de bu şekilde açıklanabilir. Avrupa futbolu ile sürekli ilişki içinde (yine modernleşme süreciyle birlikte okunmaya çalışılırsa, bu ilişki sürekli bir arzulama ve örnek alma ilişkisi olabilir) olsa da farklı bir toplumsal hafızanın futbol üzerinde önemli bir etkisi olduğu yadırganamaz.



Aslında geldiğim nokta şu: Brezilya örneğinde kum üzerinde oynanan futbolun ve samba dansının taşıdığı ayak çabukluğunun yarattığı hafıza, Türkiye örneğinde toprak sahalar, asfalt yollar ve ‘mahalle futbolu’ düzeyinde sorgulanabilir. Çarpıcı bir iddiayla özetlersek; yatay hareketin eksikliğiyle ‘modern’ futboldan radikal bir şekilde ayrılan ‘mahalle futbolu’nun Türkiye milli takımının futboluna olan katkısı, oyunu kendi sahasında kabul ettiği noktalarda Fatih Terim’in takımlarında tıkanıklıklar yaratıyor olabilir. Kurtuluş Savaşı anlatılarıyla parallellik gösterdiği düzeyde ‘saldırın’ direktifi, resmi tarihle olduğu kadar futbolun taktiksel şeması üzerindeki ‘dikey’ hareketle çakışıyor olabilir. Saldırma eyleminin yatay bir hareketi çağırdığından daha çok dikey ve ‘ileri’ bir hareketi çağırdığını iddia etsem çok abes kaçmaz umarım. Aslında ikinci bölümde demek istediğim, futbolun tüm aktif failleri tarafından olmasa da Fatih Terim örneğinde bariz olan bu paralellikler, futbolun sadece medyada konuşulma biçimini değil, sahada oynanma biçimini de etkiliyorsa şaşırmamalıyız.



Tartışmaya, araştırmaya ve spekülasyona açık olan bir alan olan futbolun toplumsal süreçlerden bağımsız anlaşılması imkansız. Eleştirel bir bakışın sunulmaktan kaçınıldığı bir alan olarak kalır ve problematize edilmezse, hegemonik milliyetçiliği besleyen bir kurumsal söylem-pratik alanı olarak kalmaya mahkum futbol. Belki de ‘kötü’ ve ‘milliyetçi’ olarak eleştirel yaklaşımdan dışlandığı düzeyde futbol, siyasi olarak daha etkin bir alan oluyor olabilir.



Küreselleşme, ticarileşme, Avrupa Birliği ve son 20-30 yılı domine eden birçok makro süreç içerisinde yönetimsel ve teknik açıdan sorgulanan futbol, birçok değişik sorunsal ile karşımıza çıkıyor. Brezilya doğumlu Marco Aurelio’nun ‘Mehmet’ ismiyle milli takıma kabul edilişi, kadınların giremeyeceği bir alan olarak tasviri, yarattığı eşitsiz kazançlar (Fatih Terim’in maaşının aylık 100-150 bin YTL olduğunu belirtelim) ve birçok farklı boyutuyla tartışmaya açık bir alan futbol. [ii]



Can Evren, 17 Haziran 2008

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, Son Sınıf Öğrencisi.



[i] Özcü olduğu düzeyde samba ve futbolun ilişkilenişini önerdiği için benim futbola bakışımı etkilemiş bir çalışma Antonio J. Muller’in ‘The Sport Journal’da yazdığı, “Soccer Culture and Brazil” makalesidir. (2004 Kış Sayısı.) http://www.thesportjournal.org/article/soccer-culture-brazil

[ii] Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan’ın çalışmaları çok daha ayrıntılı ve teorik bir düzlemde bize yol göstermeli.

19.06.2008

Bir Şampiyonluğun Hikayesi

11 Mayıs 2008 Pazar günü İstanbul’da evde oturuyor ve bir şampiyonluk hikayesi yazıyor. Çok muhtemel ki bu Galatasaray’ın önceki gece kazandığı Türkiye Ligi şampiyonluğun hikayesi. Hatta zaman ve mekan, muhtemeli zorunlu kılacak kadar belirleyici. O kadar ki, başka bir şampiyonluğun hikayesine dahi bu görülmesi zorunlu kılınan hikayeye atıfla başlamakta. Gece 12 sularında evinin yakınındaki silah ve korna sesleri görülmesi kadar duyulmasını da zorunlu kıldı bu ‘diğer’ şampiyonluğun.

Galatasaray Mecidiyeköy’deki maçı kazanıp şampiyon olduğunda, Londra’daki bu ‘esas’ şampiyonluk kutlanmaktaydı bile. İstanbul saatiyle dört buçukta başlayan final maçı altı buçuk gibi bittiğinde şampiyonluğu İstanbul’da da kutlayan vardı. Ebbsfleet United, FAT (İngiltere’de 5.seviye ve altındaki takımlar arasında düzenlenen milli federasyon kupası) finalinde bu kupada daha önce 3 kere final oynamış Torquay’ı 1-0 yenerek kupayı Kent bölgesine getiriyordu. (Ebbsfleet United daha önce Gravesend&Northfleet olarak bilinen Kent takımının Mayıs 2007’de isim değiştirmesiyle ortaya çıktı, eski ismiyle olan tarihi ise 1946’ya dayanıyor)

Bu satırların yazarına bu kadar ‘uzak’ bir hikaye nasıl oluyor da onu bilgisayar başında internet üzerinden canlı izlediği final maçında heyecanlandırıyor hatta üzerine bir yazı bile yazmaya motive ediyor? Bu şampiyonluğun ve sınılarötesi kutlanışının hikayesi söyle; 2007 Mayıs ayında Will Brooks adlı bir Fulham taraftarı 2005’ten beri düşündüğü ve ayrıntılarıyla kurguladığı projeyi www.myfootballclub.co.uk veya MYFC adıyla işlemeye açtı. Proje genel hatlarıyla, internet üzerinden örgütlenen bir cemaatin para toplayıp İngiltere liglerinden bir futbol takımını satın almasını öngörüyordu. Esas çekici olan kısmı ise takım satın alındıktan sonra maça çıkacak ilk 11 dahil bir çok kararın, internet üzerinden üye-sahiplerin oylamasıyla alınması vaadiydi.

İlk aşamada internet sitesine ücretsiz üyelikler alan proje üyelerine projenin adımlarını anlatıyordu. 50,000 kişi ücretsiz üye olduktan sonra ikinci aşamaya geçildi. İkinci aşama üyelerin üyelik haklarını devam ettirebilmek için 35’er pound ödemesiydi. İkinci aşama projenin duyulmuşluğunun ve üye sayısının arttığı bir dönemdi. Bu dönem içinde tamamen belirsizlik hakim olsa da toplanan paranın hedeflendiği gibi bir futbol takımını almaya yetecek düzeyde olduğunu dair duyumlar, 13 Kasım 2007’de satın alınacak olan takımın İngiliz 5.seviye ligi Conference’dan Ebbsfleet United olduğunun açıklanmasıyla son buldu. Satın alım MYFC vakfına yaklaşık 675.000 pound’a maloldu ve %75’lik hisse 2008 Ocak ayı itibariyle resmen sınılarötesi bir internet cemaati olan MYFC’nin oldu. Takımın borçları kısmen kapatılmış ve bu ilginç, ilginç olduğu kadar gelişmeleri tahmin edilemeyen proje üçüncü aşamaya gelmiş oldu.

Satın alım gerçekleştiğinde bu şampiyonluk hayal edilmekten çok uzaktı aslında. Bulunduğu ligde nispeten yeni ve orta sıralara oynayan bir takım olan Ebbsfleet’in 10 Mayıs’ta Wembley’de boy göstereceği, tarihi ve taraftar tabanı olarak daha ‘üst’ seviye bir takım olan Torquay’ı 1-0 yenerek kupaya uzanacağı hatta daha da önemlisi Torquay’ın sattığı 11,000 bileti 2 ye katlayarak 25,000’e yakın bilet satacağı pek de tahmin edilemezdi. Acaba bu maç için Afganistan’ın başkentinden Londra’ya gelen bir üye olduğunu söylesem (yanılmıyorsam Ankara’daki üye ‘enginsan’ da atlayıp Londra’ya gitti) bu 3-5 aylık sadaakatin gücünü iyi örneklemiş olur muyum?

Projenin en ilginç yönü mutlaka İngiltere özelinde multi-bilyoner satın alımlarına karşı kurulması ve sunduğu kollektif mülkiyet ve yönetim iddiası. Aslında Türkiye, İspanya, İtalya, Almanya gibi liglerin kulüp takımları çoğunlukla vakıf statüsünde olduğundan tekel satın alımlarına izin vermiyor ama yine de Berlusconi, Aziz Yıldırım, Yıldırım Demirören, Agnelli gibi isimleri farklı hukuki zeminlerde de olsa meşru! birer karar verme tekeli oluşturduğunu iddia etmek çok da gerçek dışı değil. Kişiler olmasa da yönetim kurulları hesap sorulabilen, karşı çıkılabilen kurumsal düzenlemeler olmaktan çok uzaklar. İngiltere’de ise çok tartışılan Abramovich, Thaksin Shinawatra, Glazer gibi küresel zenginlerin Chelsea, Manchester United ve City gibi takımlarla girdiği ilişkileri medyada görmemiş olmak zor.

MYFC projesinde her üye verdiği 35 pound ile vakıfa yıllık üyelik kazanıyor, hisse senedi almıyor yani. Karşılığında ise tüm kararlarda oy hakkı ve sitede forumlar ve makaleler yoluyla aktif olma hakkı kazanıyor. Kurgulandığına göre bu proje kar etmek üzerine değil.(hakkını verelim şu ana kadar bir çok şikayet oldu yalnız bu konuda pek bir şüphe yok. Vakfın hesap defterleri de üyelerle paylaşıldığında bu sorun bitmiş olacak.) Futbolu, üzerinde hak iddia edemeyen taraftarlara geri vermek iddiasıyla taraftarı/izleyiciyi daha önce pek hayal edilmemiş sorumluluklara ve üretici pozisyona çağırıyor. Üretilmiş futbol oyuncağının tüketicileri olmaktan çıkıp, -futbolun bir endüstri olduğunu pek de sorgulamadan- bu endüstride üretici pozisyonuna ‘yükselmeyi’ öneriyor bir anlamda.

FAT kupa yürüyüşü çokluktan sadece bokluk çıkmadığını kanıtlayan bazı ilginç anılar sundu. Bir hikaye deplasmanda Burton Albion ile oynanacak çeyrek final maçı öncesiydi. Üyelerden birinin attığı fikir üzerine toplanan para ile takımın bir geceliğine otelde konaklaması ve maça yolculuk üstüne değil, dinlemiş olarak çıkması sağlandı. Takibinde deplasmanda alınan beraberlik (ki Burton ligin güçlü ekiplerinden, sezonu ilk 5’te tamamladılar) turu ikinci maça uzatmaya yaradı. Bir başka hikaye, satın aldığı takımla tanışmak üzere antreman sahasına uğrayan bir üyenin önerisiyle toplanan paranın takıma kaliteli malzemeler, taşınabilir kaleler alınması örneğiydi. Tabi esas hikaye son haftalarda geldi. Takımın FAT finalinde oynayacağı maçın uluslararası yayın haklarının olmaması üzere yine bir üyenin önersiyle harekete geçen yönetim kurulu federasyona yaptığı ricalar sonucu maçın internetten ücretsiz yayınlanmasını sağladı. Bu da Brezilya’da Fas’ta Türkiye’de Avustralya’da Norveç’te üyelerin maçı canlı izleyebilmesi ve bu eğlencenin parçası olabilmesini sağladı.

Projenin gelişimi belirlenmiş bir rota üzerinde gitmiyor. Gerçekten de aktif üyelerin katılımı ve oylarda çıkan sonuçlar yoluyla işliyor. Tabi kayıtlı gözüken 30,000’e yakın üyenin bir kısmı projenin ilk zamanlarında Leeds United veya Q.P.R gibi büyük kalibre takımların alınacağı ümidiyle girenlerdi ve hiç bir oyda 15,000 den fazla oy çıkmadı ki birçok önemli oylama 3000-5000 üyenin oylarıyla sınırlıydı. İddialı ve devrimci sloganlarla MYFC’nin geleceği hakkında konuşmak zor olsa da futbol-taraftar-izleyici üçgenini yeniden kurgulayan bir deneyim olduğu şüphesiz.

Biraz da olayın sosyo-ekonomik boyutuna bakalım. Daha önce de belirttiğim gibi takım Kent bölgesinin takımı olan Gravesend&Northfleet’in ismi Eurostar sponsorluğunda (interrail hikayelerine aşina olanlar bilir, Eurostar Avrupa’daki tren ağını işleten şirket) 2006 Mayıs ayında Ebbsfleet United olarak değiştirilmiş. Ebbsfleet ismi, Eurostar’ın o tarihlerde Stonebridge Road’un (takımın stadı) 3 mil yakınında kurduğu uluslarararası tren istasyonunun da ismi. İstasyon İngiltere’den Fransa’ya geçerken uğranan son istasyon olarak uluslararası dolaşımda önemli bir yere sahip olacak. Bu yüzden Kıta Avrupa’sından taraftarlar için ilginç bir çekiciliği var. Ufak iki kasaba olan Gravesend ve Nortfleet, ise bu tren istasyonu ile birlikte planlanan Thames Gateaway projesi sonucu ciddi bir dönüşüme hazırlanıyor. Yeni iş olanakları ve evlerin yapılmasıyla nüfüsun artması bekleniyor. Yakınlara yapılan Bluewater Shopping Center, türünün Avrupa’daki en büyüğü olarak bu büyük dönüşümün habercilerinden. Ebbsfleet United ve MYFC ortaklığı bu dönüşümden de payını alacaktır.

Not: Ben 27 Ağustos 2007’den beri aktif bir üyeyim. Gelişmeler bu sezonla birlikte çok daha heyecanlı olacağa benziyor. Geçen sezon takımın sezon arasında satın alınması, birçok gelişmenin ertlenmesine neden oldu. Eğer katılmak isterseniz adres www.myfootballclub.co.uk. Çok değişik açılardan ve seviyeli bir düzeyde futbol tartışıldığını söylemek gerek. 16 yaşından büyük olmak ve akıcı bir İngilizceye sahip olmak tek gereklilik. İngilizcesi olup da kullanamadığı için gerilediğini düşünen futbolseverler varsa da müthiş bir olanak bence. Yıllık üyelik 35 pound. Tavsiye ederim.

Yazının ana bedeni 11 Mayıs Pazar günü yazılmıştır. Yalnız bir aylık yoğun bir dönemin ardından ufak düzeltmeler ve eklemeler ile 19 Haziran Perşembe günü İlker’e yolluyorum.

Up The Fleet!!!

Sevgiler,

Can

16.06.2008

Ayak İçiyle Üst Direğe

Sevgili ortakafagol okurları Öss belasından kurtulduğum ve tekrar aranıza tam anlamıyla döndüğüm için çok mutluyum. Kafaca son derece yorgun olduğum 15 Haziran gününde milli takımımızın bana yaşattığı mutluluk ve heyecan için onlara fazlasıyla teşekkür ediyorum. Ancak böyle bir maç beni kendime getirirdi. Çılgın ve arıza Türklerde bana bu mutluluğu fazlasıyla yaşattı. Kırmızı formamızın yeşil çim üzerinde ne kadar anlamlı durduğunu bir kez daha fark ettim.

İlk iki maçta kırmızı formamızı giyemediğimiz için içim içimi yiyordu. Hem Öss stresi hem de turkuazın bize yakışmazlığıyla bir çok dakika deplasman takımı olmamıza lanet okudum. Ama 10 dakika kala maç öncesine bağlandıktan ve kırmızı formamızı gördükten sonra bu maçın çok şeylere gebe olduğunu anladım.

Bu maça geçmeden önce farklı bir konuya da kısaca değinmek istiyorum. Turnuva öncesi açıklanan 23 kişilik kadro açısından Fatih Terim’i hiçbir zaman eleştirmedim. Çünkü o 23 kişiyi seçme hakkı onun ve o takımı turnuva boyunca o yöneteceği için hiçbir lafım yok. Ama ona eleştirim şurada başlıyor: 23 kişilik seçtiğiniz takımın oyuncularını en iyi şekilde kullanmıyorsanız size her türlü eleştiriyi nezaket içerisinde söylerim. İşte oynadığımız ilk 135 dakikadaki hatalarından dönmesiyle biz bu gruptan çıktık. Ondan tek isteğim elindeki 23 kişilik kadroyu en iyi şekilde kullanması. Lütfen Fatih Terim…

İsviçre maçının ikinci yarısındaki takımda tek bir eksik görmüştüm. Emre Güngör bu takımın ilk on bir stoperlerinden biri olmalıdır. Ne Gökhan ne de Emre Aşık onun verdiği enerjiyi, sertliği,ateşi vermiyor. Bu yüzden bir de Emre Güngör’ü görünce farklı bir beklenti içine girdim. Maçın sonların doğru sakatlanana kadar Emre görevini layığıyla yaptı.

İlk yarı boyunca bence oyunumuzun tıkanıklığının nedeni biz değildik. Çek Cumhuriyeti Koller dahil yarı boyunca top bize geçtiğinde kendi yarı sahasında tüm takım bulundu. Böyle savunma yapmayı çok iyi bilen takımlara karşı oyunu dikte ettirmeniz çok güç. Bunun üstüne bir de kontradan gol yerseniz işiniz çok zorlaşır. 4 adet savunma önlerinde Polak, Galasek, Matejovski etti 7, kanatlarda yer alan Plasil ve Sionko sizin beklerinizle birlikte gelince 9 kişiye karşı hücum ediyorsunuz. Bu keşmekeşten sadece bir şekilde kurtulabilirdik. Nihat’ı orta sahanın ortasına doğru çekip Semih’i tek forvet bırakarak. Çünkü Nihat’ı takiben bir stoperin orta sahaya gelmeyeceğini düşünürsek orta sahada bir kişi daha fazla olacaktık. Fatih Terim ilk yarı boyunca böyle bir değişiklik yapmadı ve ilk yarı boyunca bir tek pozisyona dahi giremedik.

İkinci yarının başlangıcında ise Semih’în çıkması beni şaşırttı. Çünkü Semih’in yerine alınan Sabri’nin Portekiz maçında olduğu gibi ön liberoya konulacağını düşündüm. Ancak Fatih Terim beni yanılttı ve ilk yarıda aklıma gelen doğruyu gerçekleştirdi. Sağ açıkta oynayan Tuncay’ı Nihat’ın arkasına aldı ve Sabri’yi saç açığa attı. Bu da Tuncay’la birlikte orta sahada bizi bir kişi fazla hale getirdi ve daha rahat top çevirmemizi sağladı. Bunun sayesinde de ikinci yarı daha etkili bir takım haline geldik.

İkinci golü yesek de hücum gücümüz arttığı için maçı çevirme olasılığımız bana oldukça yüksek göründü. Arda’nın gelen golüyle de hem yedek kulübemiz hem de takımımız daha da hareketlendi. Cech’in de gelen hatasıyla birlikte beraberliği yakaladıktan sonra hemen 3. golü düşünmeye başladık. Bu inançtan sonra da zaten golü bulmamamız beni şaşırtırdı. Şimdi bu galibiyetten sonra kimse bu takımı eleştirmesin. Dinlenmeyi analarının ak sütü gibi helal ettiler. Bırakın Cuma gününe kadar eleştirileri değil Hırvatları düşünsünler. Hırvat maçı öncesi kafamda naçizane bir on bir yaptım ve sizinle onu paylaşmak istiyorum:

Rüştü

Sabri Servet E.Aşık H.Balta

Tuncay Hamit M.Topal Arda

Semih Nihat

Belki Fatih Hoca Semih’i yine yedek bırakacaktır ama Hırvatların yaşlı savunmasının arasında Semih’in oldukça etkili olacağını düşünüyorum. Eğer Semih yedek kalacaksa da onun yerine Nihat’ın arkasında yer alacak bir Gökdeniz’in çok yararlı olacağını düşünüyorum. Bu maçta milli takımımıza tüm yüreğimden başarılar diliyorum.

Sağlıcakla kalın…

Başarının Analizi

Çeyrek Finale çıktık. Geniş anlamda baktığımızda başarıda bu ülkenin vatandaşı olarak benim bile bir payım olduğu söylenebilir ama dar anlamda bu başarının mimarları Hasan Doğan’ın da belirttiği gibi Fatih Terim ve futbolculardır. Biz alanı daha da daraltalım ve dün akşamki Fatih Terim ile dün akşamki futbolcuları analiz edelim.

Fatih Terim: İlk kez çok az tartışılacak bir ilk on bir çıkarttı. Bu on birde belki de tek tartışılacaklar bekler olabilir. Fatih Terim Sabri – Uğur Boral yerine Hamit – Hakan Balta ikilisini tercih ediyor. Eleştirilebilecek ama belli bir mantığı da olan seçimler bunlar. Hakan Balta’yı Terim bir bek olarak değil de bir stoper olarak düşünüyor olsa gerek. Aksini düşünüyorsa hata yapıyor çünkü Hakan Balta hakikaten bir stoper. Zaten arada Hamit ileri çıktı mı defansımız üçlüye dönüyor ve bu üçlünün solunda da Hakan Balta oynuyor. Terim’in tercihindeki mantık tahminen bu ve anlayışla karşılanır. Hamit için ise biz hep Hamit’in sağ bekte harcandığını düşünüyoruz ama Terim’in mantığına göre Hamit hücum oynadığı zaman harcanıyor. Zaten iyi bir hücum hattı varken orijini sağ bek olmayan ve kalitesi Avrupa Şampiyonası seviyesinde yetersiz kalabilecek Sabri ile maça başlamak pek mantıklı gelmiyor Terim’e. Buna hak verebilirim. Fakat dün gece devre arasında yaptığı değişiklik son yılların en bombastik ve anlamsız değişikliklerinden biriydi. Takımın gole ihtiyacı varken bir numaralı santraforunu çıkarıp Sabri’yi alınca herkes gibi ben de tamam en azından Hamit devreye girecek dedim. Fakat Sabri’yi oyuna aldıktan sonra hala Hamit’i sağ bekte tutup Sabri’yi sağ açıkta kullanmak akıllara zarar bir karardı. Topal- Kazım değişikliği ise bir riskti. Gol yememizde de 3 gol atmamızda da bu riskli değişikliğin az da olsa etkisini gördük.

Volkan: Dün gece pek de iyi değildi. Yediği iki golü de kurtarabilirdi. Gördüğü kırmızı kart ise bence biraz ağır bir karar da olsa anlamsızdı ve bize pahalıya mal olabilir. Volkan çok güven veren bir kaleci, Rüştü ise maçı da alabilir maçı da verebilir.

Hamit – Sabri: Sabri çok riskli bir oyuncu. İnanılmaz agresif olduğu için çok faydalı oluyor ama bazen saç baş da yoldurabiliyor. Dün gece iyi günündeydi ve maçın dönmesinde önemli rol oynadı. Hamit ise bana göre maçın Arda’yla birlikte yıldızıydı. 3 golün de pasını verdi. Zaten takımın hücumdaki etkinliği Hamit’in ileri çıkması ile başladı. Hamit’in bek mi açık mı oynayacağı tartışması turnuvada devam ettiğimiz sürece gidecek fakat Gökhan Gönül iyileştikten sonra arkada Gökhan önünde Hamit onları yedekleyen Sabri ve Kazım ile Avrupa’nın en iyi sağ kanatlarından birine sahip olacağız.

Emre Güngör – Servet – Emre Aşık: Servet sezonun ikinci yarısının ortalarından itibaren sakat. Sakatlığı nedir tam olarak bilmiyorum ama bu sakatlık hem onun performansını etkiliyor hem de belki de futbol kariyerini riske atıyor. O nedenle gösterdiği özveriyi ve oynadığı oyunu kutlamak gerek. Emre Güngör bana göre sakatlanana kadar takımın iyilerindendi. Yerden toplarda kalitesini gösterdi. Tecrübesiz olabilir ama Servet’in yanına gelecek isim odur. Dün gece iyi oynayan Emre Aşık ise onların yedeğidir. Bu üçlünün kalitesi tartışılır. Hatta milli takımın üç stoperine sahip Galatasaray’ın otuzunu devirmiş Simic’in peşine düşmesi anlamsız da olsa bu nedendendir. Ama eldeki bu en iyi üçlü Emre Aşık yedek olacak şekilde kullanılmalıdır.

Hakan Balta: Onun için en ideal mevkii üçlü defansın solu. Fakat bu düzende de elinden geleni yapıyor.

Mehmet (Aurelio – Topal): Aurelio’yu anlatmaya gerek yok. Takımın belkemiği. Hırvatistan maçında onu arayacağız. Onun yokluğunda Topal’a çok iş düşecek. Belki de kariyerinin performansını sergilemek zorunda. Kendi yükü yetmiyormuş gibi bir de Aurelio’nun yükü sırtına binecek. Çünkü Aurelio yerine oynayacak 3 aday da( Emre, Tümer, Ayhan) Aurelio kadar defans yapamaz. Bu üç isimden Tümer saçmalık olacaktır Fatih Terim aynı hatayı bir kez daha yapmaz. Emre iyileşirse ideal seçim, olmazsa da Ayhan oynamalıdır.

Arda – Tuncay: Bu iki isim birbirine çok benziyor. İkisi de çok yetenekli ama bazı eksikleri var. Mesela Tuncay çok hızlı iyi kafa vuruyor vs. ama tekniği zayıf. Arda müthiş bir tekniğe sahip ama biraz yavaş vs. Fakat ikisini de özel futbolcu yapan bir şey var: Agresiflik. Maç içinde sürekli aktifler, top alıyorlar, koşuyorlar, oyundan kaçmayıp sorumluluk alıyorlar falan filan. Böyle olunca da iki oyuncunun da eksikleri kapanıyor ve inanılmaz efektif oluyorlar. Şimdi Tuncay biraz formsuz. Arda ise formda. Ama inşallah Tuncay da düzelecek. Bu aktifliği devam ettiği sürece düzelecektir zaten. Arda daha yaratıcı ve göze hoş gelen bir oyuncu olduğu için Tuncay’ın bir adım önünde. Hatta oyunuyla 2 maçtır tüm takımın önüne geçti. Bu sene Galatasaray bırakmayacaktır ama performansı sürerse ileride iyi bir Avrupa takımında onu görebiliriz. Ciddi bir yetenek ve her şeyden önemlisi büyük oyuncu karakteri var.

Semih – Nihat: Forvet oyuncularını maç maç değerlendirmek çok mantıklı değil. Çünkü oyunları gole göre değerlendiriliyor ve gol de biraz diğer oyuncuların oyununa ve şansa bağlı. Top gelirse atıyorlar işte. Artık kalitelerini ispatlamış Semih – Nihat ikilisi bu takımın forvetidir. Dün Nihat attı 5 gün önce Semih atmıştı. Bu işler böyle.

Kazım: Fenerbahçe’de sezon içinde ve Portekiz maçında da iyi oynuyordu ama bal yapmayan arı gibiydi. Yetenekli olduğu kesin, maç içinde de dikkat çekici hareketler yapıyor ama bir türlü sonuç yok. Biraz bir ara Galatasaray’da oynayan Fabio Pinto’ya benziyor. Sanki Arda ve Tuncay da bahsettiğim “agresiflik ,sonuca gitme” özellikleri yok gibi. Fakat Kazım futbolumuza yeni giren bir isim ve 10 maça bakıp eleştirmek yanlış. Benimki sadece bir öngörü. Umarız ileride kendini geliştirecek ve önemli bir oyuncu olacaktır.

Son bir not da hakeme. Hakem Peter Fröjdfeldt’in maç içinde sıkıntılı kararlar verdiği izlenimi vardı hepimizde ama taraf tuttuğumuz stresli bir 90 dakika içerisinde bu küçük kararları biz de çok sağlıklı değerlendiremeyiz. Maçı bir kez daha izleyip hakemi bir kez daha analiz etmek gerekir. Gece sağlıklı beyinle bazı pozisyonlara tekrar baktım. Maçın başında Topal’a gösterdiği kart anlamsız. Aurelio ise nasıl bir itiraz etti bilmiyorum ama hemen sarıyı görüverdi. Ayrıca bir pozisyonda Arda çok güzel geçmişti ve atağa kalkıyorduk o pozisyonda sarı kartı es geçti. Bunlar önemsiz gibi gözükse de bence önemli hatalar. Volkan’a gösterdiği kırmızının ise ben ağır olduğunu düşünüyorum.

12.06.2008

Epik Destanı

Açıkçası maç öncesi biz final maçlarını iyi oynarız, bu kez olacak durumunu daha önce de yaşamıştık. Geçtiğimiz yıl elemelerde Moldova ile berabere kaldıktan sonra da aynı laflar edilmiş rezil bir Yunanistan maçı çıkarmıştık.



Bu sebepten dolayı İsviçre maçı için de aynı şeylerin olacağını düşünüyordum. Bu yanılgı bana para kaybettirse de elbet güzel oldu. Böyle bir seviyede geriden gelip, üstelik bu berbat zemin tüm oyun sistemini bozmuşken galip gelmek oldukça önemli bir moral kaynağı.



3 gün içersinde oyunun bu kadar değişmesinde oyuncu seçimlerinin etkisi oldukça büyük. Takım olarak oldukça tutarsız maçlar çıkartıyoruz, bunda en büyük etmen Fatih Terim’in sürekli yapboz oynaması. İkinci yarıda oldukça düzgün bir kadroya döndük.



Bir kere biz hep Aurelio’yu, Makalele gibi oynatmaya çalışıyoruz. Oysa Mehmet Topal’ın oynaması ile Aurelio’dan bir Xavi yaratabiliriz, ve bu haliyle Aurelio takıma Emre’den de Tümer’den de daha fazla katkı sağlar. İleriye çıkan bir Aurelio, rakip defansın kafasından dönen topları takımdaki diğer herkesten daha iyi toparlayabiliyor.



Epik bir 90 dakika sonunda gözden kaçmaması gereken en büyük yanlışın Emre Aşık olduğunu düşünüyorum. Üç büyüklerin hepsine gidip de hiçbirinde tutunamayan, en sonunda küme düşmemeye oynayan Ankaraspor’un stoperi milli takımın bu seviyedeki stoperi olmamalı. Nitekim yediğimiz aptal golde kademesini şaşırıp boşluğu savunması affedilecek bir hata değil.



Bizim için turnuvanın grup kısmı erken bitti. Turnuvanın yeni statüsü ile artık Çek maçı ile eleme serisine başlıyoruz. Maçın normal süresi berabere bilerse maç penaltılara gidecek. Brückner, Baros’un ne kadar etkili olduğunu gördükten sonra artık onu keseceğini sanmıyorum. Bu durumda artık daha seri olan Emre Güngör’ü, Emre Aşık’a tercih etmeli.



Hamit’i sağ bekte öldürüyoruz. Bunu herkes zaten söylüyor, benim ayrıca buna değinmemin anlamı yok.



Şu anda geriden gelip morallenen takım biziz. Gruptaki 4 maçı da izledikten sonra milli takımdan bu kez ümitliyim. Artık iş Fatih Terim’de bitiyor. Yavaş yavaş taşlar yerine oturmaya başladı. Umarım artık yeni bir maceraya girişmeden İsviçre maçının ikinci yarısını baz alarak doğru bir kadroyla çıkarız.

11.06.2008

Terimle Güneş arasında sıkışmak

Yaşadığımız günlerin modası Fatih Terim’i eleştirmek. Bir zaman Şenol Güneş’i eleştirmek modaydı. Allah’tan hoca uzaklara gitti de, eleştirilerden bir nebze kurtuldu. Bir nebze diyorum, hala daha, Şenol Güneş’i “bizi neden üçüncü yaptı da rezil olup gelmedik” diye eleştirenler oluyor, artık bu insanların da, düşüncelerinin de modası geçti.



Fatih Terim psikozu memlekette tavan yapınca ve işin ilk akla geleni, ‘vur hocaya’ mantığı egemen olunca, Şenol Güneş’e yapılanları bir kez daha hatırladık. Yine Ersun Yanal’a yapılan benzeri başka şeyleri de. Fatih Terim’i eleştirmek işin kolayı. Nasıl Şenol Güneş’i o dönemde eleştirmek işin kolayı ise, aynı durum.



Şenol Güneş’i hiçbir Avrupalı’yala oynamadan dünya üçüncüsü oldu diye eleştirenler, Fatih Terim’i de, medyanın istediği oyuncuları almadı diye eleştiriyor. Ya da o eski Fatih Terim gibi hücum oynatmadı diye.



Şenol Güneş, camiamızın bir değeri. Ona yapılanları unutmadık. Şenol hoca yanımızda olsa ve sorsak, ‘Hocam, ‘Terim ile ilgili eleştirilere ne diyorsunuz’ diye. Eminim ki derdi ki, ‘Beni sözleriyle yerin dibine sokmaya çalışanlar, aynı şeyi Fatih Terim için yapıyorsa, buna da karşı çıkmanız lazım.’



Fatih Terim, bu milletin gönlüne inadına girenlerden. Başarısız olsa da, sahipleri var, sahip çıkılıyor. Şenol Güneş, başarılı olsa da, sahipsiz ve yalnız. Yoksa adam o kadan uzaklara gitmezdi. Onu Kore’lere gönderen de neticede biziz.



Herkesin Fatih Terim’le bir derdi var, belli. Herkesin derdi kendine, bizi ilgilendirmez. Biz Trabzonsporlular, hocamıza yapılan bu yanlışlığı Milli Takım üzerinden (dolaylı yollarla Fatih Terim üzerinden) tahvil etmeyelim, yeter.



Yani...



Terim, sevimsiz olabilir.

Terim, kendi camiası dışında kabul görmeyen bir adam olabilir.

Terim, bir başka dünyanın adamı da olabilir.

Bunların hepsine evet de, bu durumda Fatih Terim’i inkar mı edelim?

Şenol Güneş’i inkar etmeye çalışanların yaptığı yanlışa bizde mi düşelim?



Fatih Terim’i sevmiyoruz diye Milli Takım kaybetsin mi? Terim itici geliyor diye, gol atmadan dönelim mi? Milli takım yenilsin, hep yenilsin Fatih Terim aslında kötü hocaydı demenin zevkine varalım gibi bir ruh haline ne gerek var? Milli takım sıfır çekse de Terim, en fazla bugünkü kadar eleştirilir. Kariyerinde daha iyi bir takıma gider. Terim kaybetmeyeceğine göre, Milli takım hiç kaybetmesin.



98 Dünya kupasını Fransa kazandı. Fransa’yı Amie Jackie çalıştırıyordu ve Fransız medyası ona hiç güvenmiyordu. Jackie, Şenol Güneş’in yaşadıklarını yaşıyor gibiydi. Ama çok ilginç bir durum, hiçbir Fransız, Fransa yenilsin diye kamuoyu oluşturmadı. Sonunda Fransa dünya şampiyonu oldu, Jackie de gitti.



Terim Trabzonspor’dan hiç oyuncu almadı diye (Tolga hariç) ondan nefret edebilirsiniz, özgürsünüz. Şenol Güneş’in hesabı böyle görülmez. Hem hesap Güneş’in değil Trabzonspor’un. Trabzonspor, biriken tüm hesapları lig şampiyonu olarak kapatır.

İlk Maçlar

Avrupa Şampiyonası’nda ilk maçlar tamamlandı. 2002, 2004 ve 2006’ya nazaran benim için daha ilgi çekici bir turnuva oluyor. Bunu nedeni benim futbola olan ilgimin artması mı yoksa turnuvadaki kalitenin artması mı bilmiyorum.


Genel anlamda turnuva hakkında bir iki gözlemim var. Bunlardan ilki bu turnuvaya artık yeni yıldızların damga vuracağı ve Avrupa’nın en iyi oyuncuları denilen sınıfta oynamalar olacağı. Yani artık “abi şu Cannavaro da ne iyi defans”, “Henry çok iyi forvet”, “Ballack gibi orta saha yok” demeyeceğiz de sanki Sneijder, Iniesta, Pepe, Podolski vs. diyeceğiz gibi geliyor.

Bir diğer gözlemim ise turnuvadaki takımlar arasındaki güç farkı. Gerek futbolda gerekse basketbolda her zaman Avrupa Şampiyonaları Dünya Şampiyonalarından zordur çünkü güçsüz takım yok gibidir ve tüm takımlar birbirine yakın güçtedir. Fakat bu turnuvada birkaç güçlü takım haricindeki takımların çok zayıf olduğu izlenimini aldım ilk maçlarda. Portekiz, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, İspanya bu turnuvanın favorileri. Onun dışında sürpriz yapması beklenen pek bir takım olmadığı gibi bu ekipleri zorlayacak fazla takımın da olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle aslında bu turnuva çeyrek finallerde hatta yarı finallerde başlayacak gibi.

Üçüncü konu ise yayıncılık konusu. Benim için önemli bir konu bu. Maçları atv’den izliyorum. Hem TRT deneyimli bu işi bilen spikerler ile hem de diğerleriyle spiker yönünden gayet iyiler. Yorumcu tercihlerinde Ömer Üründül ve Uğur Meleke doğru seçimler gibi gözüküyor. Fakat daha çok kulüp yazarlığıyla özdeşleşen Bülent Tulun ve Selçuk Yula pek olmamış gibi geliyordu bana. 4. günkü maçlarda yorumları hiç batmadı. Pek bir ekstra sunmuyorlar ama en azından sinir bozmuyorlar.

Bunu niye söyledim. Çünkü sinir bozanlar da var. Maç önceleri ve sonraları Santra’da Kazım Kanat, Ahmet Çakar ve Aziz Üstel’in yorumları beni benden alıyor. Bazen kahkahalar atıyorum bazen de sinirlerim bozuluyor. Ahmet Çakar çok gereksiz bir şekilde Aziz Üstel ile birlikte Kazım Kanat’a yükleniyor. Onlara bazen genç spiker Ali Şahin de katılıyor. Aziz Üstel’in bir başka özelliği de Ahmet Çakar’a yağ çekmek. Oradaki insanların hiç işleri güçleri yokmuş gibi Kazım Kanat gibi kendilerinden yaşça büyük birine karşı alay eder gibi tavır alması çok yanlış. Ayrıca Kazım Kanat dahil hiçbiri de maalesef bu işi yapacak kişiler değiller. Avrupa futbolunu bu işin uzmanları tartışsa daha iyi olur gibi geliyor. Yoksa Ahmet Çakar’ın ağzından duyduğumuz gibi “Bizim 4 defans oyuncumuzun toplamı, Senderos’un bir bacağının altı kadar etmez” tarzında cümleler duymaya devam ederiz. Bir yayıncılık rezaleti yaşıyoruz Santra’da.

İlk iki gün Eskişehir’de olduğum için Türkiye maçı dışındaki maçları yarım yamalak izleyebildim. Almanya – Polonya maçına hiç bakamadım. Üçüncü gün Fransa – Romanya maçı izlenecek gibi değildi. Hollanda – İtalya gayet iyiydi. Dördüncü gün maçları ise sıradandı.

Biraz Türkiye – Portekiz maçına değinmek istiyorum.
Türkiye açısından bakarsak, Fatih Terim’in kadro seçimi, ilk 11 seçimi, taktik dizilişi, oyuncuların hataları vs. gibi konulara hiç değinmeyeceğim. Bu çok ayrı bir yazı konusu olacağı gibi Portekiz maçını izledikten sonra bunun yersiz olduğunu düşünüyorum. Portekiz maçını bize kaybettiren ne Hamit’in sağ bek oynaması ne de Emre’nin etkisiz oyunu. Portekiz maçını bize kaybettiren aradaki inanılmaz güç farkı. Turnuvaya gelirken de gücümüz belliydi ama biz biraz kendimizi kandırıyorduk. Şu an Türkiye Milli Takımlar seviyesinde hiçbir büyük turnuvada zirveye oynayacak durumda değil. Her katıldığımız turnuvanın, her aldığımız galibiyetin önemini fark etmeli biraz aza kanaat etmeliyiz. Portekiz maçına çıkarken futbolcularımızın yüz ifadesi çok anlamlıydı. Hepsi buz gibiydi. Mücadele ettiklerini ama yapamadıklarını düşünüyorum.

Oturduğum yer olan Bostanlı’da gezerken Gavlon Nihat’ın kahvesinde 60 yaşın üstündeki adamların İsveç – Yunanistan maçını izlediklerine şahit oldum. Dünya üzerinde futbola bu kadar ilgili olup da futbolda bu kadar geri olan kaç ülke var? Peki neden bu kadar geriyiz? Öncelikle temel altyapı sorunlarımızı çözmeliyiz. Milli takımımızın Avrupa Şampiyonası’nda en güvendiği iki isim Aurelio ve Hamit gibi altyapısını bu topraklarda almamış isimler ise, her yan top bizim için tehlike oluyorsa biz mağlubiyetin nedenini günlük performanslarda aramamalıyız.

Milli takımla ilgili değinmek istediğim iki konu daha var:

Birincisi, Fatih Terim’in ilk geldiği günden beri amacı klişe deyişle “oynayan” bir takım kurmak. Bunun için gerçekten çok zorlamalarını da gördük. Her mevkii de teknik oyunculardan kurulu bir takımla mücadele etmeye çalışıyor. Kadroya Yıldıray, Tümer, Arda, Gökdeniz gibi benzer tipte oyuncuları dahil ediyor vs. Fakat bunu yaparken bir noktayı kaçırıyor herhalde. Teknik oyunculardan kurulu bir takım kurmak istiyorsanız en başta defans oyuncularınızın iyi top yapması lazım. Siz oyunu defanstan kuramazsanız her topu zaten şişirmek zorunda kalırsınız böyle olunca orta sahadaki teknik oyuncularınızın da bir önemi kalmaz. Bizim defansımız da oyunu kuramadığı için yapılacak şey bu sezon Galatasaray’ın yaptığı gibi önde basmak ve oyunu ileriden kurmak. Bunu yapmak için de inanılmaz tempoya sahip olmanız lazım. Fakat biz bunu da yapmıyoruz çünkü yapamayız orta sahamız daha çok “kesici” değil “kurucu” ağırlıklı. Hal böyle olunca 2 günde Popescu’yu ya da Zago’yu getirip Türk yapamayacağımıza göre önde basma olayını düşünmemiz lazım. O zaman Fatih Terim de “teknik” yıldızlarından vazgeçip Topal, Ayhan gibi isimleri ilk on bire almak durumunda kalacaktır.

İkinci değineceğim konu sakatlıklar. Niye hep bizim oyuncularımızı sakat ya da formsuz? Yıldıray ve Fatih Tekke gibi iki kozumuzdan bu nedenle yararlanamadık. Emre, Tümer hep sakat hep formsuz. Nihat da müzmin sakat diyebileceğimiz bir oyuncu. Bir de bunlar yetmezmiş gibi Hamit sakatlandı, Gökhan Gönül sakatlandı, Volkan sakatlandı, Servet sakatlandı, Tuncay sakatlandı. Bunu şansızlık olarak almak işin kolay yanı. Bir diğer bakış açısı ise şu olabilir? Bu sakatlanan oyuncular genellikle lejyonerlerimiz. Servet dışındaki diğerleri de Fenerbahçe ile Avrupa’da yüksek seviyede oynayarak geçirdiler sezonu. Acaba diyorum bizim oyuncularımız Avrupa futbolunun antrenman ve maç temposuna ayak uyduramıyor mu?

Diğer takımlar ile ilgili gözlemlerimi ise grup maçlarından sonra yazmayı planlıyorum. Sadece bir iki cümle etmeliyim.

-Portekiz çok iyi gözüktü. Gerçi bize karşı değerlendirmek pek doğru değil. Çünkü açık konuşmalıyız ki Türk olmayan biri o maçı izlerken “ Türkiye bu turnuvaya hafif kalıyor” demiştir. Ama yine de her mevkide teknik oyunculara sahip Portekiz ciddi bir ekip. Özellikle defansı çok iyi.

-Hollanda müthiş hücum gücüne sahip ama defansif yönü alarm verdi ilk maçta.

- İtalya yaratıcılıktan çok uzak. Takımın en izlenesi oyuncusu oyuna sonradan giren Del Piero. Arda Turan’ın da dediği gibi bence bu turnuvayı 04 ve 06’nın aksine defansif yönlü değil de hücum yönlü bir takım kazanacak. O nedenle İtalya’ya pek şans vermiyorum

- İspanya Torres – Villa ikilisiyle muhtemelen turnuvanın en iyi forvet ikilisine sahip.

- Yunanistan ise harbi iyi takım.

9.06.2008

İkinci Gün

Turnuvanın ikinci gününde B grubu takımlarını izledik. Grubun ilk maçından çıkartacağımız sonuç sanırım herkes için çok açık. Kimse bu kadar iyi bir Avusturya ya da bu kadar kötü bir Hırvatistan beklemiyordu.



Turnuvanın en kötü takımı olarak gösterilen Avusturya karşısında Hırvatistan’ın bu kadar mahkum oynaması, Hırvatistan’ın turnuvanın sürprizi olabilir iddialarını yıkmıştır sanırım.



Gelelim esas maça. Turnuvanın favorisi gördüğüm Almanya iyi bir maç çıkardı. Yalnız sol kanatlarında çok ciddi sıkıntıları var. Jansen bir türlü orayı kapatamadı. Bunda tabi ki sol açık oynatılmaya çalışılan Podolski’nin hiç kademeye girememesinin de etkisi var. Özellikle ikinci yarı Guerriero’nun girmesiyle Polonya sürekli sağdan bindirdi ve tehlike yarattı.



Ben Löw yerinde olsam Gomis yerine Podolski’yi forvet oynatır Schweinsteiger’i sol açık da oynatırım. Frings çok iyi bir maç çıkardı kanımca. Hücuma bu kadar destek verip, rakip atağa çıktığında ise hep olması gerektiği yerde bulunması gerçekten takdir edilmeli.



Yine de çok daha ciddi rakipler karşısında Frings’in yalnız kalacağını düşünüyorum. Muhtemelen Almanya yarı finale kadar rahat gelecektir, ancak orada karşılaşacaklarını düşündüğüm Portekiz hem sağdan Ronaldo ile çok tehlikeli olur hem de Deco, Moutinho, Petit üçlüsü çok rahat pas trafiği yapabilir.



Schweinsteiger oyuna girdikten sonra Almanlar ortada daha bir bastı ve alan daralttılar ancak bunda tabi ki hem Polonya’nın maçın başında çok efor sarf edip maçın sonunda yorulması hem de 2-0 sonrası oyundan düşmesinin de etkisi var.



Bu arada maç esnasında dikkatimi çekti, sanırım Avrupa Şampiyonası’nda oynayan takımların yarısında bir Brezilya devşirmesi mevcut.



Son not sanırım Podolski’nin ilk golünden sonra ana vatanına gol atmasından kaynaklanan duygu karmaşasını sanırım herkes görmüştür.



Neyse günün sonunda görüldü ki Hırvatistan öngörüldüğü kadar kolay bir şekilde gruptan çıkamayabilir. Polonya – Hırvatistan grubun kilit maçı olur.

Hollanda

Hafızmazı azıcık zorladığımızda, 2006’dan Hollanda ile ilgili akılda kalanların, oynanan zevksiz futbol, Van Basten – Nistelrooy atışması ve olaylı Portekiz maçı olduğunu görüyoruz..

Hollanda gibi her turnuvaya oynadığı futbolla damgasını vuran “müzmin gönüllerin şampiyonu “ bir takım için son derece kötü bir turnuvaydı. Dünya Kupası’ndan sonra Van Basten ile devam kararı aldılar. Genç hocalarına güvendiler. Van Basten için bu turnuva çok önemli bir sınav olacak. Turnuva sonrası Ajax’ın başına geçecek teknik adamın pek çok oyuncusu ile arası değil. Bu ara bozukluğu nedeniyle Seedorf ve Van Bommel kadroda yoklar, Nistelrooy profesyonellik icabı var. Robben ile de arasının kötü olduğu söyleniyor. Yani kısacası oyuncuları ile arasında sorunlar olan karizmatik bir teknik adamla turnuvaya gidiyor Hollanda.

Fakat Van Basten de epey şansızmış gerçekten. Dünya Kupası’nda olduğu gibi yine ölüm grubuna düştüler. 2000 Avrupa Şampiyonası’nda da ölüm grubuna düşmüşlerdi. Sanırım Hollanda’nın kaderi bu.

Grupta son Dünya Kupası’nın iki finalisti artı Romanya var. Romanya denilen takım da hafife alınıyor ama bu gruptan çıkarsa kimse şaşırmasın. Aynı Romanya’nın elemelerde Hollanda’ya aynı grupta olduğunu ve Hollanda’yı kendi evinde yenip deplasmanda berabere kaldığını hatırlayalım. Grubu da lider bitiren Romanya oldu.

Her ölüm grubunun özelliği 3 güçlü takım bir tane de ortalama takım ya da zayıf takım olmasıdır. Bu gruptaki 3 takımın 2 si çok çok güçlü, biri epey güçlü 4. düşünülen takım ise güçlü. Romanya bu grup dışındaki tüm gruplardan çıkardı bana kalırsa.

Neyse biz Hollanda’ya geri dönelim. Hollanda’nın kadro seçiminde en şok edici gelişme Seedorf’un milli takımı reddetmesiydi. Kadroya seçildikten sonra Van Basten’i aramış ve oynamak istmediğini, kendisini göstermesi için uygun şartların oluşmadığını söylemiş. Önemli bir oyuncu da olsa Seedorf’un bu yaptığı bence affedilmez. Van Basten’le anlaşamadığı için Milli Takım’ı reddettiği söyleniyor. Ne olursa olsun bir oyuncunun Milli Takım’ı reddetme lüksü yoktur bence.

Hollanda kadrosunu 23’e indirdiğinde çıkan isimler çok şaşırtmadı kimseyi. Sürpriz olarak nitelendirilebilecek bir tek Khalid Boulahrouz vardı fakat onun da mevkiisinde Ooijer ile bu sezon yeniden doğan Melchiot vardı. Zaten Van Basten de kararını etkileyen faktörün Melchiot bu sezonki performansı olduğunu söylemiş ve 31 maç oynamış oyuncusunu sezonun genelinde yedek olan Khalid’e tercih etmişti. Sonrasında ise forvet oyuncusu Ryan Babel sakatlanınca Van Basten şaşırtıcı bir kararla Babel’i defans oyuncusu Khalid ile ikame etti. Bu tercihi yapmasındaki en önemli etken Hollanda’nın güçlü forveti, güçsüz defansı olsa gerek.

Hollanda’da kaleyi Van Der Sar koruyacak.

Defansın sağında Melchiot, ortasında ise Atletico Madrid’e transfer olan Heitinga ile Mathijsen oynasa güzel olacak gibi. Defansın ortasına ve Bouma da bir alternatif. Sol bek için ise Van Basten’in göreve geldikten sonra milli formayı verdiği Feyonoord’lu Tim de Cler ile yine Feyenoord’lu tecrübeli Giovanni van Bronckhorst yarışacak. Van Basten’in seçiminin De Cler olmasını beklerdim. Van Bronckhorst’u defansif orta saha olarak da kullanabilir çünkü. Fakat hazırlık maçlarında farklı bir tablo vardı. Hollanda’nı hazırlık maçlarında genellikle Ooijer – Heitinga – Mathijsen – Van Brocnkhorst 4 lüsü ile çıktığını, yani tecrübeli Melchiot ve de Cler ikilisi yerine epey tecrübeli Ooijer – Van Bronckhorst ikilisini tercih ettiği söylemeliyim. Önemli oyuncularının epey yol aldığı, tecrübeli ama bana kalırsa kalitesi tartışılır bir defansı var Hollanda’nın..

Hollanda’nın bir diğer sıkıntılı olduğu yer orta saha. Van Basten muhtemelen beşli orta saha ile oynayacak.. Beşli orta sahanın temel direkleri öndeki üçlünün arkasında oynayan defansif yönlü ikilidir. Burada çok iş görebilecek bir Seedorf onları yalnız bıraktı. Ayrıca yine önemli bir isim Van Bommel de Van Basten’le yaşadığı sorunlardan dolayı kadroda yok. Bu iki ismi kaybeden Hollanda’nın pek alternatifi de yok açıkçası. Hazırlık maçlarını da gösterge alırsak burada De Zeeuw’un yeri garanti gibi. Fakat De Zeeuw’un turnuvada ne kadar iş göreceği bir soru işareti olarak görülüyor çoğu kişi tarafından. Yanında da muhtemelen Engelaar onyayacak. Yedek ise Nigel De Jong. Baktığımız zaman sıkıntılı bir mevkii. Zaten iki kişinin ilk onbirde başlayacağı bir kadroda bu mevkii için 3 isim olması sorun. Ayrıca bu isimlerin “isimleri” yani kaliteleri de Avrupa Şampiyonası için yetersiz kalabilir. Ben genelde isimsiz kahramanlara önem veren bir anlayışa sahibim ama takım içindeki diğer mevkiilere baktğımzda bu bölgenin en azından kağıt üzerinde sıkıntılı olduğunu kabul edebiliriz.

Orta Sahanın önündeki üçlüyü ve ilerideki tek forveti ise ben birlikte değerlendirmek istiyorum. Bu toplam 4 oyuncuya genel anlamda hücum oyuncuları diyebiliriz. Hollanda’nın en kuvvetli olduğu mevkii bu hücum oyuncuları bölgesi. Özellikle “attacking midfielder” olarak nitelendirilen bölgede o kadar çok önemli isim var ki ister istemez bu bölgeyi üçlemek zorunda kalıyorlar. Bunun yapan bir başka takım da Barcelona bildiğiniz gibi. Bu bahsettiğimiz üçlünün ortasında çok formda Sneijder’in yeri garanti gibiydi. Sneijder sakatlanınca bir sıkıntı oluştu ama Hollanda’nın ilk sınavı olan 9 Haziran’da oynanacak İtalya maçına yetişmesi bekleniyor. Üçlünün sağı ve solu için ise birçok alternatif var. Arjen Robben tekrardan formuna kavuşuyor ve solda ve sağda rahatlıkla kullanılabilecek bir isim. Kendisi de zaten bu turnuvayla tekrardan isminden söz ettireceğini söylemiş. Sneijder’in yedeği olması beklenebilecek Van Der Vaart ise hazırlık maçlarında ilk onbirdeydi. Turnuvaya “sakat” gelen Van Persie ve Hollanda futbolunun genç yıldızı PSV’li İbrahim Afellay bu üçlü için diğer alternatifler. Oynarlarsa Van Persie solda, Afellay ortada oynar. Aslında forvetin arkasında oynayacak bu üç oyuncuyu sağ – orta –sol ayrımına tutmak pek doğru olmaz. Bu üç oyuncu muhtemelen forvet arkasında serbest oynayacaklardır ve oyunları ile atlatırlarsa Hollanda’ya bu isimler sınıf atlatacak. Çünkü gerçekten Hollanda kadrosu bu mevkiide inanılmaz kaliteli. Sakatlığı nedeniyle kadrodan çıkarılan yine bu mevkiiye alternatif olabilecek Ryan Babel’den hiç bahsetmedim bile.

Tek forvet olarak da çok muhtemel Van Nistelrooy oynayacaktır. 2006’da ile sorunlar yaşayan forveti Van Basten Dünya Kupası’nda oynatmama riskini almıştı. Fakat şu anki form durumu itibariyle Van Nistelrooy’un oynamaması söz konusu değil. Teknik direktörü ile arası iyi olmasa bile. Teknik direktör için sorun olan bir oyuncuyu teknik direktörün her kim olursa olsun kadrodan çıkarma yetkisinin sonuna kadar arkasındayım ama teknik direktör “Biz profesyonel değil miyiz, işimize bakarız” dediyse buna da saygı duymak gerekir.

Nistelrooy’un varlığında ise sistem gereği Kuyt’e yazık olacak. Kuyt turnuvaya katılan çoğu takımda ilk onbir oynayabilecek kapasitede bir oyuncu olsa da belki gruptan bile çıkamayacak olan Hollanda’da yedek kalacak. Arada forvet arkası üçlüde de görev alabilir ya da maç içinde Van Basten forveti ikilerse Nistelrooy’un yanında göreceğimiz isim Kuyt olacaktır. Bu mevkiinin hiç düşünülmeyen üçüncü ve dördüncü alternatiflerinin de Hesselink ve Huntelaar olduğunu görünce de genel anlamda hücum oyuncuları bakımından turnuvanın en güçlü takımlarından birinin Hollanda olduğunu söyleyebilirim. Ama gerek grubun zorluğu gerek Van Basten ile yaşanan sorunlar gerekse de defansın ve defansif orta sahanın yetersiz kalabilme ihtimali nedeniyle ben Hollanda’nın gruptan çıkamayacağını hatta belki de grupta sonuncu olacağını düşünüyorum.

8.06.2008

Hayır, Biz Buyuz!

Maç sona erdiğinde reklama girmeden önce Rıdvan Dilmen, “biz bu değiliz” diyerek noktaladı yorumunu. Keza, Güntekin’de aynısını söyledi. Ben de diyorum ki, hayır biz buyuz! Geçen yıl Moldova ile, Malta ile berabere kalırken de buyduk. Hemen balık hafızalı yorumcular milli takımı bu kadar mahkum görmediklerini söylediler. Daha 8 ay önce Ali Sami Yen’de Yunanistan’a yenilen milli takımın bundan hiçbir farkı yoktu.

Yine de bunu beklemiyor muyduk, elbette ki bekliyorduk. Portekiz elbette bizden güçlü bir takım, hatta şampiyonluk adaylarından. Ancak maçın son yarım saatindeki görünüm sonraki iki maçımız için yeteri kadar karamsarlık yaratıyor.

Portekiz öne geçip, geriye yaslandıktan sonra hücumdaki foyamız meydana çıktı. Hiçbir hücum organizasyonumuz yok, kimse ne yapması gerektiğini bilmiyor ve böyle bir ortamda en lazım olacak adam Yıldıray, Terim’in anlamsız seçimiyle kadroda yok. Şaşılacak bir durum yok esasında, Terim maç sonu röportajında bile takımın kötü oynadığını kabul etmeyerek ders almayıp kendince ders vermeye devam ediyor.

Erman Toroğlu’nun daha gündüz saatlerinde yaptığı bir yorum esasında hücum performansımızı tasvir etmek için cuk oturuyor: “Nani’nin yedek olduğu takıma karşı bütün bir sezon oynamayan Emre takımın kalbi oluyorsa o takımdan ancak sakatatçı dükkanı olur.”

Bir önceki maça baktığımızda, her ne kadar İsviçre’nin aklımızda kalacak bir oyunu olmasa da, Behrami ve Barnetta’nın sürekli sağdan bindirmesiyle en azından kafalarında bir oyun planı olduğunu görüyoruz.

Turnuva başladıktan sonra hala daha ne yapacağımıza karar veremeyip arayışlarda olmamız ne kadar umutsuz durumda olduğumuzu gösteriyor. Bundan sonra ne olabileceğini düşünürsek bir kere Terim hayatta prensi Emre’yi kesmez. Ancak bu orta sahanın Emre ile yürümeyeceği belli. Gökdeniz’in lazım olduğunu düşünüyorum.

Mevlüt ve Nihat’ın bu sezon toplam 29 gol attığını söylerken, bu oyuncuların kulüplerinde oynadığı pozisyonların göz ardı edilmemesi lazım. İkisi de santrafor olan oyuncuları hücuma dönük orta sahaymış gibi oynatarak bir verim elde edemeyiz. Takımın şu orta sahası ile hücuma topu taşıyamadığımız için zaten bir verim elde edemiyoruz. Bu sebeple çift santraforun lüks olduğunu düşünüyorum. Tabi ki herkesin hem fikir olduğunu düşündüğüm Hamit’i sağ bek oynatma saçmalığından da vazgeçilmesi lazım.

Sonuç olarak durumumuzun içler acısı olduğunu düşünüyorum. 8 ay önce Yunanistan karşısında da takım buydu, 8 ayda bir şey değişmediyse 3 günde hiç değişmez.

6.06.2008

Kupa Kehanetleri

1-)Milli takımımız gruptan çıkamayacak.Terim ders almayacak ders verecek.

Böyle bir defans hattı ile nasıl gruptan çıkabileceği bir bilen anlatsın derim.İşimiz çok zor açıkçası.

2-)Panzerler yine en fazla yarı final görecek

Joachim Löw yönetiminde turnuvaya sürdirek favori başlayan Almanların işin sonunu getiremeyeceğini düşünüyorum.

3-)Fransa başarılı olamayacak Raymond Domenech kapı dışarı edilecek.

Bunun üzerine Trezeguet’in de aynı gün bir Fransız televizyonuna çıkıp Domenech hakkında atıp tutmasını Giuly’nin de programa telefonla katılmasını bekliyorum.

4-)Turnuva gol krallığını yine ve yine Klose alacak

Artık böyle turnuvalarda işi otomatiğe bağlayan Klose’nin belki de yüzde yüz olabileceği son büyük milletlerarası turnuvada yine çok etkili olmasını bekliyorum.

5-)Bay Zeplin Ronaldo bu turnuvada yokları oynayacak

Benim hiçbir büyük maçta iyi oynadığına şahit olmadığım C.Ronaldo yine etkili olamayacak.Hatta gol bile atamayacak.

6-)Final müsabakasını Alman Hakem Herbert Fandel yönetecek

Finalde bir Alman olsun canım.Zati finalin oynanacağı yerler güney Almanya sayılır.

7-) Marco Materazzi turnuvayı kırmızı kart görmeden bitiremeyecek.

Yanında kendisini toparlayabilecek bir Cannavaro olmayacağı için Materazzi mutlaka arkasına adam kaçıracak sonuç kendisi için hüsran olacaktır.

Bir hafta sonra başlayacak olan Turnuva için aklımdan ilk geçenler bunlar.İlk kehanetim için eleştiride bulunacak olanlar eleştirilerini yazarken bir zahmet nedenlerini de açıklasınlar.