İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

27.12.2008

Her İki Kaleye Damga Vuran Adam: Jose Felix Chilavert

Bir maçta takımın kalesini emanet ettiğiniz kişiden öncelikle o maçı en az sayıda gol yiyerek tamamlamasını beklersiniz. Futbol için, gol atan kaleciler bir yerde “köpeği ısıran adam” gibidir, haber değeri taşır. Eğer bu kaleci, gol atmayı alışkanlık hâline getirmeye başlarsa dikkat çeker. Bir maçta 3 gol atan ilk kaleci olup bir dönem “dünyanın en golcü kalecisi” ünvanını taşırsa da tarihe geçer. Ama bütün bunlar, o kalecinin 20. yüzyılın en iyi 20 kalecisi içerisine girmesine yetmez. Ayrıca, G. Amerika futboluna 10 seneden fazla bir süre damga vurmanız da gerekir. Bütün bunların üzerine ateşli bir kişilik de eklenince o isme uygun lakap bile bulunamaz, kendi ismine başvurulmak zorunda kalınır. Huzurlarınızda; Jose Luis Chilavert Felix Gonzales ya da kısaca “El Chila”.

Brezilya’nın tek numune olduğu 1938 dışında Güney Amerika’dan (CONMEBOL) Dünya Kupası’na 2-6 arasında değişen sayıda takım katılmıştır ve bu takımların ikisi tam anlamıyla olağan şüpheliler olarak Arjantin ve Brezilya’dır. Diğer biletler içinse çoğunlukla belli başlı takımlar kapışır ve yakaladıkları jenerasyonlara bağlı olarak sırayla takılırlar: 1970’lere kadar ve 1980’lerde Uruguay, 1978-82’de Peru, 1990’larda Kolombiya gibi... 1998’den itibaren geçen 3 Dünya Kupası’nda ise kamber rolünü Paraguay oynamaktadır ve özellikle 1998 D.K. ülke futbol tarihinin zirve noktalarından birisini oluşturmuştur. Bu mevzuları daha ayrıntılı anlatacağım, burada söylemek istediğim şey bu dönemde Paraguay takımının belki de en önemli parçası ve hatta kimilerine göre ülkenin gelmiş geçmiş en iyi oyuncusu Chilavert olmuştur. Ama tabi her efsane gibi buna da bir başlangıç yapmak gerekir....

Arjantin ve Brezilya arasında yer alan Paraguay’ın, başkent Asuncion’un sadece 8 kilometre uzağındaki Luque şehrinde 27 Temmuz 1965 günü Chilavert ailesinin üçüncü çocuğu da erkek olarak dünyaya gelir. Baba Catalino ve anne Nicolasa Jose Luis adını verdikleri oğlanın günü gelip şehrin medar-ı iftiharı olacağını nerden bilsinler..!? Beş yaşına gelen oğlana, eldeki 3 inekten sağacağı sütü komşularına satarak aile bütçesine yardım etme görevi verilir. Her neyse efendim, yaşı ilerledikçe gürbüzleşen karaoğlan, Sportivo Luqueno altyapısında futbola başlar ve o kadar hızlı yükselir ki, o zamanlar Paraguay İkinci Ligi’nde mücadele veren A takımıyla ilk maçına çıktığında sadece 15 yaşındadır. Üç yıl burada oynadıktan sonra bir yıllığına, 1. ligdeki Guarani takımında forma giyer ve kariyerindeki ilk lig şampiyonluğuna ulaşır. Bir yandan da üniversiteye girmiş, ekonomi okumaktadır. Ancak 1985 yılı başlarında, G. Amerika’da ligler başlamadan hemen önce evinin kapısını çalan bir grup Arjantinli, Chilavert’i bu konuda bir seçim yapması için zorlayacaktır. Ya Paraguay’da kalacak ya da Arjantin’in San Lorenzo takımında oynayacaktır. Aslında El Chila neredeyse futbolu bırakmak üzeredir ancak ailesi ondan futbolun peşinden giderek yeteneğinin hakkını vermesini istemiştir.

Chilavert’in San Lorenzo’ya gelmesi, birkaç G. Amerika haber ajansı dışında dünyada yer bulmuş mudur bilmiyorum ama burası, El Chila efsanesinin önemli parçalarının şekillenmesine sahne olmuş. Chilavert burada öncelikle firikik yeteneğini geliştirmiş. San Lorenzo’nun teknik direktörü, henüz Dünya Kupası’na bir yıl olması nedeniyle klüp takımı çalıştırmakta olan Bora Milutinoviç’tir ve kendisi bir süre sonra Chilavert ile her antreman sonrasında kolasına (çok ciddiyim) firikik iddialarına girişecektir. Çoğunlukla kolaları genç kaleci almaktadır çünkü kendisi sadece sol ayakla firikik atabilirken, kurt hocanın ise birçok yerden yapılacak atışları ölümcül hâle getirecek iki ayağı vardır. Chilavert’İn San Lorenzo’da geçireceği 5 sezon ona hem Avrupa’nın hem de milli takımın kapılarını açacaktır.

1988-89 sezonunda Chilavert, İspanya’ya gelmiş ve Real Zaragoza’nın kalesine geçmiştir. Paraguaylı o sezon ve sonrasında İspanyol takımının kalesini bütün sezon boyunca korurken, 1989-90 sezonunda ilk resmî golünü de bir frikik’ten atar. Chilavet, bu arada milli formayı ilk defa 27 Ağustos 1989’daki Dünya Kupası eleme maçında Kolombiya’ya karşı giyer ve bu maçta da ilk milli golünü penaltıdan atıverir. Artık dünya yavaş yavaş Chilavert ismini tanımaya başlayacaktır ve 1990’lar kalecinin deyim yerindeyse G. Amerika kıtasını ele geçirişine sahne olacaktır.

1990-91 sezonun başlamasından sadece 8 maç sonra La Liga’dan ayrılan Chilavert, klüp kariyerinin zirvesine ulaşacağı Arjantin’in Velez Sarsfield takımına transfer olur. Bu takımla ulaştığı başarılar gerçekten etkileyicidir; Velez Sarsfield, 3 Clasura (1993, 96, 98) 1 Apertura (1995) Ligi Şampiyonluğu, Libertadores (1996) ve Kıtalararası Şampiyonluklar (1996) kazanırken, Chilavert ise 1995, 97 ve 98 yıllarında “Dünyada Yılın Kalecisi”, 1996 yılında ise Arjantin ve Güney Amerika’da “Yılın Futbolcusu” ödüllerini alır. Bu arada, toplam 10 sene ve 255 maçta oynamış ve toplam 36 gol atmıştır ki bu gollerin üçünü 1999 yılında Ferro Carril Oeste’ye karşı tek bir maçta tamamı penaltıdan kaydetmiştir.

Chilavert, kaleciliği ve gol atma becerisi dışında ateşli ve hatta kavgacı denilebilecek karakteriyle de dünya futbol tarihine geçmiştir. 1.92 boyundaki kalecinin vukuatları arasında 1989’da oynadığı bir milli maçta rakip Ekvador kalecisine saldırması, 1998 Dünya Kupası öncesinde Paraguaylı bir gazeteciyi dövmesi ve 2002 D.K elemelerinde oynadıkları Brezilya maçında Roberto Carlos’a tükürerek 3 maç ceza alması vardır. Bunun sonunda Chilavert G.Kore-Japonya’ya gitmeye hak kazanan Paraguay’ın ilk iki maçında tribünde oturmak zorunda kalmıştır. Futbolu bıraktıktan sonra kendisine bütün bunların bir rol olup olmadığı sorulduğu zaman önce gülerek “bu tiple, kötü bir adam imajı çizmek daha kolaydı” cevabını vermiş ama sonrasında ciddi olarak başkalarının kendisi hakkındaki düşüncelerine önem vermeyen içi-dışı aynı birisi olduğunu söylemiş. Buraya düşülmesi gereken bir not; Chilavert’in San Lorenzo günlerinden bu yana haftada bir saç traşı olmakta ve sakallarını karısı Marcela’nın beğendiği şekilde “iki günlük” bırakmaya özen göstermektedir. Ama Chilavert’in saha dışı yaşamına bakıldığı zaman, sahadaki canavarın aksi bir resim de karşımıza çıkıyor; özellikle çocukları içeren hayır işlerine yoğun bir şekilde katılan, dindar, mütevazi, sessiz hatta içine kapanık denilebilecek birisi. Bir başka ilginç not ise, Chilavert’in menajerlerden nefret etmesi ve kariyeri boyunca bütün transfer-ücret görüşmelerini kendisinin yürütmesi.

Velez ile kazandığı başarılar ve kendi ödüllerinde görüldüğü gibi Chilavert’in kariyerinin zirvesi 1990’ların ikinci yarısı olmuştur. Milli Takım kariyeri de benzer şekilde 1998 Dünya Kupası’nda zirve yapmıştır. Paraguay, CONMEBOL elemelerinde Arjantin’in ardından ikinci olarak (Brezilya son şampiyon olduğu için otomatikman katılıyordu) Fransa’ya D grubunda Nijerya, Bulgaristan ve İspanya‘nın rakibi olarak gelir. Aslında çoğu kimse, tutu İspanya ve Nijerya’nın geçeceğini düşünmekte ve Paraguay’a ikinci tur şansı vermemektedir ama “Büyük Kaptan” Chilavert’in takımı ilk iki maçında Bulgaristan ve İspanya ile berabere kalarak gruptaki bütün hesapları altüst eder. Son maçta ise rakip iki galibiyetle grup liderliğini şimdiden garantilemiş Milutinoviç’in çalıştırdığı Nijerya’dır ve Afrikalılar, Paraguay’a fazla zorluk çıkarmadan 3-1 ile yol verirler. Paraguay’ın ikinci turda Fransa’ya karşı oynadığı maç ise 1998 D.K’nın en üzücü hikayelerinden birisi olur.

Tarih 28 Haziran 1998, Fransa’nın Lens şehrinde normalde yazın ortasında ve saat 16:30’da oynanacak maç, Dünya Kupası maçı bile olsa aslında bir miktar cehennem azabı vaadetmektedir. Ancak ellerinde biletleriyle tribünlere giren 38,000’in üzerindeki seyiricinin büyük bir bölümü için bu sorun değildir. Çünkü maç “Les Bleus”ün maçıdır ve hemen herkes, diğer grubun ikincisi olarak gelen Paraguay’ın fazla zorlanılmadan geçileceğini düşünüyordur. Öyle ya, Zidane ve saz arkadaşları sadece bu maçın değil kupanın da favorisidirler. Ancak karşılarında hiç beklenmedik bir dirençle karşılaşırlar. Paraguay, Chilavert’in önceliğinde var gücüyle direnmektedir. Oyun büyük ölçüde Fransız hakimiyetinde geçmektedir ve Güney Amerikalılar’ın atakları dalga dalga gelen mavilerle karşılaştırıldığı zaman cılız kalmaktadır. Büyük ihtimalle Paraguay, savunma direncine ve dünyanın en büyükleri arasında yer alan kalecisine güvenerek kendisini uzatmalara veya penaltılara atmaya çalışıyordu. 120 dakikadan bir sağ çıkılsaydı tamamdı. Sonrasını, Chilavert’le karşı karşıya kalacak Fransızlar düşünecekti. İlk yarı ve 90 dakika golsüz biterek Paraguay’lıların planlarına uygun geçer. Uzatmaların ilk yarısında da gol yoktur ve artık Fransa’yı tutanlar dışında maçı izleyen dünya Paraguay’ın arkasında toplanmış dua etmeye başlamıştır. Onbeş dakika daha, sonrası: Chilavert, Fransızlara karşı. Dakikalar 113’e kadar gelmeyi başarmıştır. Pires’in soldan ortasına yükselen Trezeguet, topu savunmadan gelerek hücuma katılmış ihtiyar kurt Blanc’in önüne indiriverir ve o da gerekeni yapar (ağır çekime geçin lütfen) Devir altın gol devridir ve Adidas’ın, Fransa için özel hazırladığı Tricolore modeli top, Paraguay kale çizgisini geçtiği anda herşey bitmiştir. Zengin çocuk gene kazanmıştır, fakir ama gururlu gencin yıkılışı bütün dünyanın yüreğini dağlamaktadır. Bir süre deli gibi sevinen Fransızları çeken kameralar, daha sonra ilk Chilavert’e yönelir. Koca kaleci bir süre çöktüğü yerde kaldıktan sonra mağrur bir şekilde ayağa kalkar ve kaptanı olduğu takım arkadaşlarını teselli etmeye başlar.

Paraguay için 2002 Dünya Kupası’da benzer bir şekilde geçer; İspanya’nın ardından ikinci olarak ikinci tura çıkılır (ilk iki maçta Chilavert, cezalı olduğu için oynamamıştır bkz. Roberto Carlos ve tükürük vakası) ve bu defa Almanlar’a 88’de Neuville’nin attığı golle 1-0 yenik düşerek eve dönülür. Ancak bu defa Paraguay o kadar dramatik bir şekilde anılmaz, neden böyle hatırlamıyorum. Belki de biz kendi yürüyüşümüz ve hakem skandalları ile meşguldük… Ya da D. K. maçları gündüz saatlerine denk geldiği için izleyemiyoduk... Ya da cellatın, son dakikada maç kazanma uzmanı Almanlar olması vaziyeti normal olarak görmemize yol açtı... Her neyse konumuza dönelim.

Paraguay Milli Takımı Chilavert’in oynadığı dönemlerde Copa America’da da çeyrek finalden öteye geçemez ve Chilavert 2003 yılında Paraguay Milli Takımı’nın formasını son kez giyer. Milli formayla çıktığı 74 maçta -dört tanesi 2002 D. K. elemelerinde olmak üzere- sekiz de gol atmıştır. Kariyerinin boyunca resmî maçlarda attığı toplam 62 gol ise onu, 2006 yılında Brezilyalı Rogerio Geni tarafından geçilene kadar “Tarihin En golcü Kalecisi” ünvanının sahibi yapar.

Hızlıca Chilavert’in klüp kariyerinin son basamaklarını geçelim ve yazımızı bağlayalım. Velez Sarsfield’deki şanlı günlerinin ardından Paraguaylı kaleci 2000-01 sezonu ortasında Fransa’nın Strasbourg klübüne transfer olur ve hemen o sezon takımla birlikte Fransa Kupası’nı kaldırır. Strasbourg, ertesi sene küme düşer ve Chilavert 2003 sezon arasında Uruguay’ın Penarol takımına giderek, yarım sezonda bir lig şampiyonluğu da orada kazanır. Sonrasında, efsane olduğu Velez’e geri döner ancak 2003-04 yılında sadece altı maç oynadıktan sonra, bir de frikik golü attığı bir jübileyle aktif futbola veda eder. “İngiltere’de oynamak isterdim, orası benim tarzıma daha uygun. Ayrıca benim yolladığım toplardan bir sürü gol pozisyonu çıkardı”.

Chilavert, futbolu bıraktıktan sonra bir süre ailesiyle vakit geçirdiği bir dinlenme döneminin ardından futboldan kopmak istemediğine yönelik açıklamalar yapar: “Beckenbauer, Alman futbolu için neyse ben de Paraguay futbolu için o olmak istiyorum”. Daha sonra 2006 Dünya Kupası’nda yorumculuk yapar ve burada da hayalinin bir gün milli takımın başına geçmek olduğunu söyler. Chilavert henüz 43 yaşında ve büyük ihtimalle bu hedefine de bir gün ulaşacaktır.

Bu da böyle biter efendim… Chilavert ile birlikte 20. yy’ın en büyük 20 kalecisi serimizde G. Amerika’ya veda ediyoruz. Bundan sonra elimizde 5 tane Avrupalı kaldı. Başlangıç olarak bir dahaki yazıda İrlanda’nın yetiştirdiği en büyük kaleci olan Pat Jennings’e saygılarımızı sunuyoruz

25.12.2008

Bundesliga İlk Yarı Değerlendirmesi - 1

HOFFENHEİM

Karşımızda sadece Almanya için değil, bütün Avrupa’da yankı uyandıracak sürprizi yapan Hoffenheim takımı var. Geçen sezon ikinci ligde mücadele ederlerken, ben bu takımın 1. ligine çıkacağını ve geçen sezon Karlsruhe’nin yaptığı sürprizin daha iyisini yapacaklarını düşünüyordum. Ama ligin ilk yarısını şampiyonluk potasında ve lider olarak bitireceklerini açıkçası tahmin edemedim. Bazı kesimler bu takımı, kasaba takımı olarak görerek hafife alıyorlar. 1899 yılında kurulmuş bir takım. Başkanları Almanya’nın en zengin ilk 8 kişiden birisi ve teknik direktörleri Ralf Rangnick ise Almanya’da saygı duyulan ve değer görülen bir teknik adam. Kasaba takımı olabilir, ama ligde Bayern’den bile daha göze hoş ve iyi bir futbol oynuyorlar. Yaş ortalaması düşük genç bir takım. Tarihlerinde hiçbir kupa başarısı bulunmuyor. Lige iki galibiyetle başladılar. Leverkusen deplasmanında yedikleri 5 golden sonra ileri ki haftalarda puan kayıpları yaşasalar da, seri galibiyetler alarak kendilerini gösterdiler. Aslında bu takımı ben, bizim Sivas spora benzetiyorum. Hatırlarsanız, Sivas spor geçen sezon ligimizde şampiyonluk mücadelesi verirken, 3 büyükler karşısında aldıkları yenilgileri yüzünden şampiyonluğu kaybetmişti. Hoffenheim’da ligin ilk yarısında böyle bir portre çizdi. Ligin güçlü takımlarında sadece Hamburg’u yenebildiler. Eğer ikinci yarıda böyle bir grafik çizerlerse, şampiyon olmaları çok zor. Zaten ligin ilk 10 haftası çok önemli. Eğer 10 haftayı en az kayıpla ve şampiyonluk potasında girerlerse, o zaman bir mucize ile karşılaşma ihtimalimiz hayli fazla olacak. Gönlüm şampiyon olmalarında.

BAYERN MÜNİH

Sezona şampiyonluğun en büyük favorisi olarak giren Bayern, lige çok kötü bir başlangıç yapmıştı. Ligin ilk 7 haftasında beklenilmeyen sonuçlar aldılar. O haftadan sonra seri galibiyetler alarak ligin tek favorisi olduklarını bir kez daha gösterdiler. Zaten ligin ikinci yarısında onları şampiyonlukta Hoffenheim dışında başka bir takımın zorlayacağını sanmıyorum. Özellikle kale ve savunmaları bir büyük takıma yakışmayacak derecede hatalar yapıyor. Eğer ligin ikinci yarısında aynı hataları yaparlarsa şampiyonluğu kaybedebilirler. Kaleci Rensing’e hiç güvenmiyorum. Ribery faktörünü de söylemek istiyorum. Takım ona çok alışmış gibi görünüyor. Ribery’nin olmadığı bir maçta özellikle hücum yönünde aşırı derecede zorlanıyorlar. Takımın bu kadar bir oyuncuyu alışmaması lazım. Hatırlarsanız, Ballack Chelsea’ye gittiğinde Bayern 2006/2007 sezonunda kötü sonuçlar almış ve ligi ilk 3 arasında bile bitirememişti. Bayern, Ballack gittiğinde iyi bocalamıştı. Ribery’nin olası sakatlığında kötü sonuçlar alacaklarını düşünüyorum.

HERTHA BERLİN

Berlin takımı ise ligin ilk yarısını beklenilmeyecek bir derecede bitirdi. Onlar da ligi kötü başlangıç yapmıştı. Sonra ki haftalarda düzelen takım, özellik iç sahada seri galibiyetler aldı. İç sahada çok etkili oynayan ve iyi sonuçlar alan bir takım. Sezon ortasında Pantelic’in çıkardığı huzursuzlukları takımı fazla etkilemedi. Çünkü alternatif olarak Voronin vardı. Zaten Voronin geldikten sonra Pantelic’e bir şeyler oldu ve performansı geçen sezon gibi değil. Ligin ilk iki sırasındaki takımların sadece 2 puan gerisinde olmalarına rağmen şampiyonlukta pek şansları bulunmuyor. Bu sene şampiyon olabilecek kapasitelerinin olduğunu düşünmüyorum. Ligin ikinci yarısında yine iç sahada başarılı sonuçlar alacaklardır, ama dış sahada aynı şeyleri söylemem çok zor. Zaten dış sahadaki topladıkları puanların çoğunu şanslarının yardımıyla aldılar.

HAMBURG

Hamburg ise ligin güçlü takımlarının sezona kötü başlaması ve özellikle favori Bayern Münih’in kötü başlaması nedeniyle, ligi birkaç hafta lider götürdüler. Sezona yeni teknik direktörleri Martin Jol ile başladılar. Jol, takıma kendi sistemini oturtmaya çalışırken, takım göze hoş gelmeyen bir futbol oynamaya başladı. Oynadıkları futbolu açıkçası pek beğenmiyorum. Bir maçta Petric, diğer maçta Olic hem takımı, hem de Jol’ü kurtarıyor. Özelikle deplasmanlarda alınan kötü sonuçlar yüzünden iç sahada kazanılan puanların pek bir anlamı kalmadı. En son 1983 yılında şampiyon olan bu takımın, bu sezon şampiyonluk şansları matematiksel olarak yüksek görünse de, mantık olarak bunun çok zor olduğunu düşünüyorum. Ligin ikinci yarısının ilk maçını sahalarında Bayern’le oynayacaklar. Eğer Bayern karşısında galip gelirlerse, o zaman ligde çok şey değişebilir. Ligi 3. sırada bitirip şampiyonlar ligine katılmalarını bile başarı olarak görmeleri lazım.

BAYER LEVERKUSEN

Tarihlerin hiç şampiyonluğu bulunmayan bu takım, bu sezon şampiyonluk için ümitlenmişlerdi, ama beklenmedik kötü sonuçlar yüzünden bu sene de şampiyonluğun zor olduğunu bir kez daha gördük. Yine de Hamburg’un ne kadar şampiyonluk şansı varsa, bu takımın da o kadar şansı olduğunu düşünüyorum. Sezona teknik direktör Bruno Labbadia ile başladılar. Futbolculuk döneminde forvet olan Labbadia, takımını ofansif oynatarak cesur bir yönetim gösteriyor. Bazı maçlarda bu durum, takımın kolay gol yemesine sebep oluyor. Geçen sezonki Leverkusen ile bu sezon Leverkusen arasında en büyük fark ise takıma monte edilen Helmes olarak gösterebilirim. Kiessling ile iyi anlaşan Helmes, özellikle deplasmanlarda kontrataklarda çok etkili oluyor. Ligin ikinci yarısına çok zor fikstürle başlayacaklar. İlk 4 maçta alınacak sonuçlar, Leverkusen’in sezon sonunu nerede bitireceğini gösterecektir.

BORUSSİA DORTMUND

Ligde en son 2002 yılında şampiyon olan bu takım, taraftarlarının özlemini galiba bu sene de bitiremeyecekler. Sezona çok iyi bir kadro ile başlamışlardı. Ben, kadroyu görünce eski Dortmund’u görebiliriz diye düşündüm. Yeni teknik direktörleri Jürgen Klopp’u hiç hesaba katamadım. Korkak ve küçük düşünen Klopp yüzünden Dortmund ligin ilk yarısında istediği ve hak ettiği sonuçlara alamadı. Zaten Dortmund, son yıllarda ne kaybettiyse, yanlış seçim olan kötü teknik direktörler yüzünden istenilen başarıyı yakalayamadı. Bu teknik direktör yüzünden şampiyonluk şansları neredeyse yok gibi. Eğer bu takım ligi ilk 5’te bitiremezse, bu takıma çok yazık olur.

21.12.2008

Avrupa’da İlk Yarı

Bu sezon ortakafagol.com a genelde takımlarımızın Avrupa maceraları ve Almanya Ligi ile ilgili yazılar yazdım. Şimdi Avrupa’da ve Bundesliga’da tamamlanan ilk yarılar sonrasında, sırayla takımlarımızın Avrupa’daki ilk yarı değerlendirmelerini ve Bundesliga ilk yarı değerlendirmesini yazacağım. İlk olarak Avrupa ile başlıyorum.

Şampiyonlar Ligi’nde çok başarısız bir macera yaşayan Fenerbahçe ile başlayalım. Öncelikli olarak çok başarısız Şampiyonlar Ligi macerası ifadesini biraz açmalıyım. Şundan eminim ki Fenerbahçe 0 çektiği 2001-02 sezonunda bile bu sezondan iyiydi. Bunun nedenlerine gelince;

1- O sezonki grup ekstra zordu. Bu sezon ise kura çekildiğinde grubun denk olduğunu söylemiştim. Takımların da zorluk derecesinin ortada olduğunu düşünüyordum. Fakat yanılmışım. Şampiyonlar Ligi’nin en zevksiz gruplarından biriydi ve takımların kalitesi de(en azından performansları) düşüktü. Çok klişe olacak ama geçen yılki Fener olsa bu gruptan 12 puan civarı bir şey toplayabilirdi.

2- Fenerbahçe’nin gruptaki 2 puanını da 0-0 lık sonuçlarla alması, hiçbir maçta öne dahi geçememesi, taraftarını çıldırtan istatistikleriydi.

3- Oynadığı her maçtaki ruhsuz hava

Tüm bunları topladığımızda gerçekten 2001 den bile kötü bir performans olduğunu görüyoruz.

2003 yılında 6. olduğu sezondan sonra yeniden yapılanmaya girişen Fenerbahçe, ligde son beş yılı domine etti. Bu 5 yıl içinde 3 şampiyonluk kazanırken, 2 şampiyonluğu son anda(Denizli, Sami Yen) kaçırdı. Avrupa’da ise sürekli artan bir ivmeyle oynadı. Önce Şampiyonlar Ligi’nde 9 puanla 3. oldu, ertesi yıl güzel PSV-Schalke maçları izletti, sonraki yıl UEFA’da gruptan çıktı ve en nihayetinde geçtiğimiz yıl Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynadı. Bu beş yıllık süreçte Van Hoijdonk, Alex, Appiah, Anelka, Kezman, Tuncay vs. gibi Türkiye standartlarının üstünde oyuncular Fenerbahçe forması giydi. İsimler değişse de takımın başarılı performansı pek değişmedi. Bu durum, Fenerbahçe’nin forma ve kombine satışlarına hatta taraftar sayısına dahi yansıdı.

Fakat tüm bu güzel tablolarla birlikte ileriye giden bir kulübün bu yıl en azından sportif başarı anlamında ciddi bir geriye gidiş yaşadığını görüyoruz. 2008in Nisan ayında Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynarken, Aralık ayında 2 puanla grup sonuncusu olmak vahim bir durum. Bunun sorumlusu büyük oranda yönetim(ya da eğer gerçekten tek başına yönetiyorsa Aziz Yıldırım). Aslında yaz boyunca yapılan komik ve anlamsız hamleler işlerin kötüye gideceğinin sinyallerini veriyordu. Bunlara daha önce çok değindik, daha değinmeyeceğim.

Daha da vahim olan bir durum var. Yönetim eğer bu Ocak ayında düzgün hamleler yapıp, bir nevi yazın yaptığı hataları affetirmezse, 2008’in Nisan ayında Şampiyonlar Ligi çeyrek finali oynayan takım, 2009’un Nisan ayında ligde havlu atmış hatta Şampiyonlar Ligi vizesi alamamış dahi olabilir. İkinci yarıda derbileri deplasmanda oynayacağı ve rakiplerinin çokluğu düşünülürse bu hiç de şaşırtıcı olmaz.

Konuyla alakasız olacak ama yaptığım bir tespiti paylaşmak istiyorum. NBA’i takip edenler Detroit Pistons’ın son beş-altı yılını bilir. Her sene başarılı olamasa da güçlü kadrosuyla ligi domine etmiş ve hep zirvede olmuştu Detroit. Bu sezon ise kadrosu çok zayıflamasa da eski güçlerinde ve havalarında hiç gözükmüyorlar. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi NBA’de de bu sezon birçok zayıf takımın olması nedeniyle hala iyi bir oranda kazanıyorlar ve iddiaları var fakat güçlü rakipler karşısında tökezliyorlar. Ve en önemlisi maçlarda eski ruhlarını ve havalarını kaybetmiş görünüyorlar. Ben Fenerbahçe’yi bu saydığım nedenlerle biraz Detroit’e benzetiyorum.

Peki yönetim ne gibi hamleler yapmalı? Öncelikle yapabileceklerinin kısıtlı olduğunu söylemeliyiz. Yabancı sınırlaması var ve Fenerbahçe’nin Ocak ayında göndermek istediği yabancılarını göndermesi kolay olmayacaktır. Ayrıca gönderebilecek olsa bile yerine kimi alacak? İyi oyuncular pek kolay ara transferde yer değiştirmez. Değiştirecek olsalar bile Fenerbahçe’nin yaz aylarındaki popülaritesini kaybettiğini de unutmamalıyız.

Bu durumda Türklere yönelmek gerekiyor. En son yazımda da belirttiğim gibi Türkiye’deki en iyi Türk oyuncu kadrosu Galatasaray’da ve nitelikli, Fenerbahçe’ye direkt katkı yapabilecek yabancıları ezeli rakibine hediye etmez Galatasaray. Bir Ayhan, Mehmet Topal bulması zor olacaktır Fenerbahçe’nin. Sivasspor değerlendirilmesi gereken bir maden olarak görülüyor ve çoğu yerde de Fenerbahçe’nin Sivas’ın yıldızlarına yöneldiği söyleniyor. Ben de bu düşünceye katılıyorum. Yapılan Gökhan Emreciksin transferi de bence takımın ihtiyacı olmadığı bölgeye yapılsa da mantıklı bir transfer. İyi bir Türk oyuncu temeli oturtmak için yapılan uzun vadeli bir transfer gibi gözüküyor. Yalnız bu oyuncuları aldığı gibi oynatması da gerekiyor Fener’in. Bu şekilde Fenerbahçe’de oynayamadan dönen bir çok Türk oyuncuyu biliyoruz.

Mevkii olarak baktığımızda da Fenerbahçe’nin net bir önlibero ihtiyacı olduğunu görüyoruz. Bence sol açık ve stoper için de birer alternatif alınabiliyorsa alınmalı. Hatta bu sezonki bazı maçlardan sonra Volkan’ın da kalitesini sorgulamaya başladım. Devre arasında kaleci değişmeyecektir ama sezon sonunda sözleşmesi biten Volkan ile Fenerbahçe yollarını ayırırsa pek şaşırmam.

Gelelim Galatasaray’a. Galatasaray hakkında fazla yazmayacağım. Beni şaşırttığını söylemeliyim. Laf olsun diye oynanan Metalist maçı dışında üçte üç yaptı Galatasaray. Gruptan ikinci çıktı fakat gelen Bordeaux kurası sonrası bu ikinciliğin çok sıkıntı olmadığını düşünüyorum. Bence Galatasaray eleyebileceği bir takımla eşleşti, hatta elemesi gerekir. Tek sorun maçların Şubat’ta olması. Anlayamadığım bir nokta da bu. Hem Şampiyonlar Ligi’nde hem de UEFA’da bu tarz takvimlerin amacı nedir? Şimdi çekilen bir kurayı Galatasaray niye iki ay sonra oynuyor? Şu form durumları itibariyle Galatasaray, Bordeaux’yu eler, fakat Şubatta ne olacağı hiç bilinmez, bir de arada transfer dönemi var. Kısacası verilen bu inanılmaz uzun aranın futbolseverleri soğuttuğu gibi haksızlık da olduğunu düşünüyorum. İyi durumda olan takımlar ile kötü durumdaki takımlar arasındaki farkın kapanması için adeta süre tanıyor UEFA. Bu süre zarfında da doğru hamleler yapan takımlar(ayrıca da sakatları iyileşenler) avantaj sağlıyor. Ben şu form durumu ile Galatasaray’ın UEFA’da bir-iki tur daha oynamasını isterdim.

Galatasaray’ın grubuyla ilgili çok ilginç bir nokta da maçlar başlamadan önce yapılan tahmini sıralamanın tam tersinin oluşması: 1. Metalist, 2. Galatasaray, 3, Olympiakos, 4. Hertha, 5. Benfica…

Peki Galatasaray nereye kadar gider? Başta hiç ihtimal vermiyordum, sürpriz grup performansı sonrası belki iyi yerlere gelebilir demeye başladım. Finali her Galatasaraylı içten içe istiyor ama şu an için dillendirmekten kaçınıyor, ben de kaçınıyorum. Fakat Galatasaray tuhaf bir takım. Bordeaux eşleşmesinde Leverkusen gibi olursa da şaşırmam. Fakat Bağış Erten’in dediği gibi eğer öndeki hattı gününde olursa Avrupa’nın en güçlü takımlarına bile çok zor anlar yaşatabilirler. Galatasaray’a başarılar, herkese de iyi yıllar diliyorum.

15.12.2008

Futbol Tarihinden Eğlenceli Notlar 8

Nerede kalmıştık

En son Anders Frisk’in façasından bahsetmiş ve hakemliğini bitirdiğinden söz etmiştik. Şimdi Ada’ya gidelim.

Trevor Sinclair bir ara İngiltere Milli takımında da yer almış aslında vasat bir orta alan oyuncusudur. Pozisyon olarak birkaç mevkide oynayabilmesi sebebiyle çokça da işlevseldir. Buraya konuk olma sebebi ise şudur.

Bir Manchester derbisi öncesi City oyuncusu olan Sinclair derbiden gol atmak seks yapmaktan daha zevklidir der. Tesadüfe bakın ki Sinclair bu maçta bir kez fileleri havalandırır. Çok büyük mutluluk yaşar Trevor. Bu sözü de derbilerin yalnızca taraftarlar için değil oyuncular içinde çok önemli olduğunu gösterir niteliktedir.

Gelelim Cassano’ya ve yediği nanelere. Antonio Cassano inanın yeteneğini tam kullanabilip istikrarı ve disiplini yakalayabilseydi kesinlikle şu an daha büyük bir kulüpte oynuyor olurdu. Gerek sinirliliği gerek disiplinsizliği gerekse ciddiyetsiz oluşu kendi kariyerinin çok inişli çıkışlı olmasına sebep oldu.

Son marifeti ise çıkardığı kitabı ve içinde söyledikleri. Bilmem kaç kadınla yattım muhabbetlerini gereksiz olduğu için aktarmayacağım ama Capello’ya söylediği sen Monopoly’deki paralardan da daha sahtesin sözü futbol tarihine geçebilecek bir kelime öbeği olmuş. Ki şu andaki takımı Sampdoria’daki başarısının sebebini güzel Genoa kızlarına bağlayarak basını bir kez daha üzerine çekmişti.

Aranızda Giovinto Plasmati’yi tanıyan birisi var mı. Lafı bile olmayacak bir kariyere sahip olan oyuncu, 1.99 luk boyuna rağmen hiçbir takımda dikiş tutturamamış Serie C’de bile bir sezonda 10 golü zor bulmuş biri. Bu sezonda Catania’da maçların son on dakikasında oynamaktadır.

Sorabilirsiniz tabi ki be adam o zaman niye yazıyorsun bu kadar cümleyi diye. Yazma sebebim şu; Bu arkadaş 17 Kasım tarihinde oynanan Catania Torino maçında öyle bir harekete imza attı ki bu hareket mutlaka tarihe geçecektir. Ama iyi yönde değil.

Maçta son dakikalar oynanmaktadır ve durum beraberedir. Catania serbest vuruş kullanacaktır ve Torinolular barajı kurar. Bu çok akıllı kardeşimizde barajın arkasına geçer tam takım arkadaşı Mascara topa vuracakken hızlı bir hareketle şortunu indirir. Maksat kalecinin dikkatini dağıtmaktır. Torino kalecisi Sereni olaya dikkat etmediğini söylemiştir ama Plasmati hedefine ulaşmış top ağlar ile kucaklaşmıştır. Tabi golün sebebinin bu olduğu söylemek zor çünkü kaleci doğru yere yatmış ancak kurtaramamıştır topu. İtalya’da kazanan haklıdır Machiavelli yine kazanan olmuştur.

Ve ülkemizde bir kez görülen ırkçılık vakasına imza atan Mehmet Ali Yılmaz ile yazımızı bitiriyoruz. Trabzonspor yeni sezona golcü transferi ile girer ancak bu arkadaş bir türlü gol atamaz gönderilecek olduğunda da M.Ali Yılmaz’ın tarihe geçen şu sözü yankılanır.

Yahu biz adamı gol makinası diye aldık, adam çamaşır makinası çıktı.

Bir dahaki yazıda görüşmek üzere

11.12.2008

EPL’de alt ve üst


Premier Lig bütün heyecanıyla devam ederken hem üst sıralar hem de alt sıralar için bu seneki mücadele geçen senekinden daha çetin geçecek gibi gözüküyor. Bu durumun en önemli sebebi olarak lige yeni çıkan takımların geçen senekilere oranla daha iyi takımlar kurmalarını gösterebiliriz ve hakikaten de baktığımızda beşinci olan Aston Villa ve sonuncu olan W.B.A’in arasında sadece dokuz puan fark var.
Lige yeni çıkan takımların en azından şu ana kadar başarılı olmalarındaki temel sebep, başındaki menajerlerin başarıyı elde etmiş kadro iskeletini çok bozmamaya çalışmalarından kaynaklanıyor. Gerçi Hull City bu takımların arasından sıyrılıyor biraz ancak onların da yaptıkları Geovanni, Boateng ve Cousin transferleri hakikaten çok yerinde. Özellikle Geovanni transferi Phil Brown’un tam bir fırsat avcısı olduğunu gösterir nitelikte. Geovanni geçen sene Manchester City’ye Sven Goran Eriksson tarafından getirilmiş ama ilk 11e adını bir türlü yazdıramamıştı. Yine de oynadığı maçlarda yeteneğini sergilemiş ve ismini özellikle alt sıra ekiplerinin transfer listesine yazdırmıştı.
Başka önemli bir nokta da Stoke City ve W.B.A’in kalelerini ligin önemli kalecilerinden olan Thomas Sorensen ve Scott Carson’a emanet etmiş olmaları. Şu ana kadar bu ikili de takımları için çok iyi performans sergilemiş durumdalar. Her ne kadar çok çekişmeli geçecek gözükse de ben Stoke City ve W.B.A’in düşeceğini tahmin ediyorum. Yine de taçtan attıkları gollerle de olsa (Rory Delap’ın bu seneki tüm Stoke City maçlarında 6 taç asisti var) iki takımın da  lige geçen seneki Derby County’den daha fazla renk ve heyecan getirecekleri kesin.

Şampiyonluk mücadelesine gelecek olursak yine orada da sezonun son maçına kadar sürebileceğini düşündüğüm bir çekişme olacak gibi. Özellikle Liverpool’un Robbie Keane transferini Benitez’in şampiyonluğu istediği bir hamle olarak görüyorum. Hatta Gareth Barry’yi de kadroya alsa benim gözümde şampiyonluğun en büyük adayı olurdu Liverpool. Agger’in dönüşü, Arbeloa’nın ve Aurelio’nun uyum sağlaması, Alonso ve Mascherano’nun da oynadıkları zaman göz kamaştırmaları ve Kuyt’un parmak ısırtan performansı Liverpool’u şu ana kadar zirveye ortak etmiş durumda. Torres’in dönüşüyle birlikte daha da güçlü olacaklar ve Gerrard kaptanlığında ilk kez bu kadar ciddi bir şampiyonluk havasına girecekler. Yine de Chelsea ve Manchester’ı unutmamak lazım. Lampard’ın kariyerinin son beş senesini Chelsea’de geçirecek olması ve geçen seneki ayrılıp ayrılmama kararsızlığından kurtulması “The Machine”in hem şampiyonlar liginde hem de ligde fırtına gibi eseceğinin bir göstergesiydi benim için ve şu ana kadar göstermiş olduğu muhteşem performansı da bunu doğruluyor. Ayrıca Anelka’nın da özellikle son haftalarda göstermiş olduğu performanslar da yıllardır beklenen büyük patlamayı göstereceği şeklinde yorumlanabilir. Bosingwa ve Deco transferleri, sakatlıklarından çıkmalarıyla takımlarına büyük katkı sağlayacaklarını düşündüğüm Essien, Ballack ve Drogba gibi oyuncularla da Chelsea hakikaten şampiyonluğun en önemli favorilerinden.
Manchester United içinse Berbatov transferiyle beraber yine şampiyonluğun en büyük adayı olacağını söylemiştim ama bu sefer hakikaten karşısında kendisini çok zorlayacak iki güçlü rakip var ve bu yüzden çok zevkli bir şampiyonluk mücadelesi izleyeceğimizi düşünüyorum. Arsenal’i bu kadroya eklememeyi düşündüm çünkü ortasahada bariz bir defansif orta saha eksikliği var ve Denilson bu açığı kapatacak özellikte ve deneyimde bir oyuncu değil. Fabregas’ın performansındaki düşüşün en büyük nedeni yanında Flamini gibi defansif özellikleri iyi olan ve Fabregas’ın orta sahadaki yükünü hafifleten bir oyuncu olmamasından kaynaklanıyor. Adebayor, Van persie ve Nasri’nin performansları her ne kadar iyi olursa olsun defansif sıkıntıları bulunan Arsenal’in bu üçlüyü zorlayabileceğini tahmin etmiyorum. Ancak ve ancak bu üçlüyü sıkı bir şekilde takip edeceklerinden şüphem yok ama Arsenal’in onlara yetişebileceğini, yetişse bile orada çok durabileceğini sanmıyorum. Orta sıra takımlarını içeren kapsamlı bir yazıyı yakında yazacağım.