İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

19.10.2009

Twente'nin Yeni Transferi Bryan Ruiz

Hollanda’nın son dönemlerde yaptığı genç oyuncu yatırımlarıyla gündeme gelen kulübü Twente , Gent takımından 5.5 milyon euro’ya genç Kosta Rika’lı futbolcu Bryan Ruiz’i kadrosuna kattı. O Bryan Ruiz de şimdi oynadığı futbol ve attığı gollerle daha şimdiden kendini göstermeyi başardı ve aldığı paranın hakkını verip Twente’den sonra önünün çok daha açık olduğunu gösterdi.

Peki kimdi bu Bryan Ruiz ?

1985 doğumlu Kosta Rika’lı oyuncu daha 12 yaşında fark edilerek Kosta Rika’nın köklü kulüplerinden Alajuelse takımıyla sözleşme imzaladı. Daha sonra kulübün alt yapısında gelişimini devam ettiren Ruiz 18 yaşında kulübüyle ilk maçına çıkma başarısını gösterdi. Takımı Alajuelse’ye 2004 ve 2005 yıllarında önemli başarılar kazandırdı. Önce CONCACAF Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Alajuelse daha sonra kulüpler kupasını da kazanarak büyük başarılara imza attı. Zaten bu noktadan sonra onlarda Ruiz’i artık ellerinde tutamayacaklarını biliyorlardı. Bu başarılarla beraber Ruiz’e Avrupa’dan önemli takımlardan teklifler gelmeye başladı. Ancak o sürpriz bir şekilde 2006 Temmuz’unda 21 yaşında kendini Gent’li yapan sözleşmeyi imzaladı.

Artık herkes Ruiz’in bir an önce patlama yapıp daha büyük kulüplerin ilgisini çekmesini bekliyordu.Ancak işler öyle olmadı. Gittiği ilk sezonunda Gent’in başında bulunan Leekens’ten fazla şans bulamadı. Zaten o dönem takıma adaptasyon süreci geçiriyordu. Bu sebeplerle beraber Gent takımında o sezon 16 maçta forma giyip 3 gol kaydetti. Ertesi sezon Leekens ile yollarını ayıran Gent takımı , takımın başına Norveçli Trond Sollied’i getirdiğinde Ruiz için her şey adeta yeni başlıyordu. Gittiği takımlara oynattığı 4-3-3 sistemiyle bilinen Sollied takımına oldukça ofansif bir oyun tarzı yerleştiriyordu.Bu oyun tarzı içerisinde de en önemli kozu Ruiz’di. Sollied ile Gent takımı adına o sezon 31 maçta 11 gol atıp 6 da asist yaparak takıma önemli katkıda bulundu. Daha sonra Sollied ile de istenen noktaya ulaşamayan Gent takımın başına Standard Liege’den şampiyonluk yaşayarak gelen Preud’homme’u getirdi. Preud’homme ile de Ruiz Belçika’daki zirvesini yaptı. O sezon 32 maçta 12 gol ve 13 asistle artık Belçika’daki misyonunu tamamladığını gösterdi. Zaten tekliflerde birbiri ardına geldi. Ve 2009 Temmuz’unda kendini Twente’ye bağlayan 4 senelik sözleşmeyi imzaladı Ruiz. Gent takımı ise bu transferden yaklaşık 5.5 milyon euro gibi hatırı sayılır bir transfer ücreti kazandı.

Ruiz’in oyun stilinden de bahsetmek istiyorum. Aslında tam bir santrafor diyemeyiz onun için. Tamam uzun boylu ve teknik bir oyuncu ama o daha çok dripling yaparak oynamayı seviyor. Bu sebeple hedef santraforun yanında 2. ya da 3. Hücum oyuncusu olarak görev yapıyor. Aslında Twente’ye transferi Ruiz için çok isabetli oldu. Çünkü Gent’ten sonra yine hücumu benimseyen bir takım olan Twente’nin stili Ruiz’e pek yabancı gelmedi ve o da alışma dönemini kısa sürede atlattı ve çıktığı 9 maçta 5 gol 3 asist yaparak daha şimdiden taraftarların gözüne girdi.

Yazımın sonlarına doğru gelirken bu Kosta Rika’lı yeteneği gerek Hollanda ligi özetlerinden gerekse UEFA kupasından takip etmenizi tavsiye ediyorum. Her 2 ayağını da kullanabilen yeri geldiğinde müthiş çalımlarla içeri kat eden, sürpriz hava toplarında gol bulabilen bu genç yeteneği ileriki dönemlerde daha iyi takımlarda göreceğimize eminim.

Bir Fakir Oğlan Hikayesi: Jean-Marie Pfaff

Naçizane yazarınız, yaşı gereği en iyi dönemlerini 1970’lerin sonu ile 1980’lerin ilk yarısında yaşamış futbolcuları ve de kalecileri hayal meyal figürler olarak hatırlar. Bu hayallerden en canlısı, yolu Fenerbahçe’den de geçen Schumacher olurken, en zayıflarından biriyse Jean-Marie Pfaff’tır. Günümüz şartlarında düşünürsek bu biraz garip gelebilir. Televizyon sağolsun her hafta bütün dünyadan futbol izleyebiliyoruz. Ama 1980’lerde söz konusu Belçika gibi dünya futbol kültürüne damga vurmuş ülkelerden değilse bekle ki bir uluslararası turnuvada boy göstermiş olsun, daha da önemlisi maçı senin yatağa kovalandığın bir saate denk gelmesin. Zaten Avrupa kupa maçları da hep geç başlardı.

Tabi bunu bir de Trabzonsporlu’lara sormak lazım; Türkiye 1. Ligi’ni sadece bir sene şereflendirmesine rağmen hâlen taraftar forumlarında zaman zaman özlenen ideal kaleci olarak Pfaff’ın ismi geçmektedir. Aslında 1988-89 ve 1989-90 sezonlarını kaleciler açısından ayrı bir yere koymak lazım. O zaman takımların sadece tek yabancı hakkı var ve Trabzonspor ile Fenerbahçe sağolsun, Avrupa’nın ve hatta belki de dünyanın o zamanlardaki en iyi (5 çok iddialı olur) 10 kalecisinden ikisi Türkiye Ligi’nde boy göstermiştir. Neyse, genel konsepti bozmayalım; Pfaff’ın Trabzon macerasına sonra döneriz.

Yukarıda söylediğim gibi Belçika denince dünyanın aklına ilk futbol değil nefis biralar, patates kızartması veya Ten Ten gelir. Yine de bu küçük ülke, 1930’daki ilk Dünya Kupası’na katılan 4 Avrupalı ülkeden birisi olma onurunu taşımaktadır. Belçika futbolu diyince aklımıza 1980’lerden bir çok isim takılabilir. Bütün bu isimlerin arasından ülkenin en önemli futbol idollerinden birisi olarak Pfaff öne çıkar. O kadar ki yakın zamanlarda Mastercard, tanıtım elçileri arasına katmak için bir Belçikalı seçmek amacıyla anket düzenlediğinde birinciliği açık ara Pfaff alır. Ayrıca Avrupa halkının % 90’ı da bu Belçikalıyı görünce tanımaktadır çünkü o futbolu bıraktıktan sonra da bir kenara çekilmemiş ve gündemde kalmayı başarmıştır.

Ama hikayenin başlangıcı bu kadar görkemli değildir. Pfaff, Belçika’nın hafif kuzey batısında yer alan Lebekke şehrinde 4 Aralık 1953 günü doğar. Babası seyyar bir halı satıcısıdır ve aile yaşamakta olduğu karavanda 11. çocuğa da yer bulmak zorunda kalır. Günümüzde Pfaff’ı anlatan yazarlar, onun halk arasında ve televizyonda bu kadar rahat olmasını, mahremiyete fazla izin vermeyen karavan yaşamına bağlıyor. Şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama Jean-Marie ismi de galiba komşu karavandaki çiftin isimlerinin birleşmesinden doğmuş.

Arada ne olduğuna dair fazla bilgi yok ama kendisi çalışma azmini sürekli mücadele hâlinde geçen çocukluk yıllarına bağlıyor. Futbola ne zaman başladığına dair de bir bilgi yok ama Belçika’da oynadığı ilk klüp olan Beveren’den içeri adım attığında yaşı 16’dır. Aslında ilk başta özellikle ellerinin büyüklüğü açısından kaleciliğe uygun olmadığı düşünülür ama o 1.80’lik boyuna eklediği refleksleri, sıçrama yeteneği ve konstantrasyon gücüyle eldivenleri kapmayı başarır. 1973-74 sezonundan itibaren de A takımının kalesinde Belçika Birinci Ligi’nde boy göstermeye başlar. Dokuz sezonunu geçireceği bu takım 1978 yılında Belçika Kupasını, 1978-79 sezonunda ise ligi kazanır. Kendisi de 1978 yılında ülkede yılın futbolcusu seçilecektir. Ancak Anderlecht ve Brugge gibi Belçika’nın büyük takımları bir kaleci için çelimsiz sayılabilecek cüssesi nedeniyle kendisini hâlen görmezden gelmektedir. Yine de Pfaff, 1976’dan itibaren milli takımın da kalesini korumaya başlar.

1976 Avrupa Şampiyonası elemelerinde 25 Nisan 1976 günü Hollanda, kendi evinde Belçika’yı 5-0’la feci benzetir ve bu yenilgi bizim müzeden Christian Piot’nun bir ay sonraki rövanş maçında yerini Pfaff’a bırakmasına neden olur. Ancak Jean-Marie Pfaff’ın milli takımın kalesini kalıcı olarak devralması için yaklaşık bir yıl daha geçmesi ve bir başka Hollanda yenilgisi gerekmektedir. Buraya ilginç bir not koyalım; Piot, Ocak 1977’de İtalya’yla oynanan özel maçın 85. dakikasındaki penaltıyı gole çevirerek Belçika milli takımı tarihinde gol atan tek kaleci olma ünvanına erişir (aynı maçta iki tane yemiştir, o ayrı).

1978 Dünya Kupası elemelerinde ezeli rakip Hollanda’nın gerisinde kalan Belçika milli takımı, ondan sonraki 10 sene içerisinde 1920 Olimpiyatlarındaki şampiyonluk (ki Zamora yazısından hatırlarsanız o da rakip Çekoslovakya’nın final maçında hakemi protesto ederek sahadan çekilmesiyle kazanılmıştı) ve 1972 Avrupa Şampiyonası üçüncülüğü sayılmazsa ülke futbol tarihinin en şanlı günlerini geçirecektir. İtalya’da düzenlenen 1980 Avrupa şampiyonası elemelerine üç beraberlikle başlayan Kırmızı Şeytanlar, 1979 sonbaharından itibaren uçuşa geçecek ve Haziran 1980’deki finallere kadar üst üste 7 maç kazanarak tarihlerinin en uzun serisini kaydedeceklerdir. Final grubunda da İtalya, İngiltere ve İspanya gibi 3 ekol ülkeyi geride bırakan Belçika, finallerde Almanya’ya 89. dakikadaki golüyle 2-1 mağlup olarak evine ikincilik madalyasıyla dönecektir. Bu arada Pffaf da başta Avrupa olmak üzere dünyanın dikkatini üzerine çekmeye başlamıştır.

Belçika, iki sene sonra İspanya’da düzenlenen Dünya Kupası’na da, hem de elemelerde 1980’lerin bir başka yükselen değeri Fransa’yı bile geride bırakarak katılma hakkı kazanır. Pfaff’ın yanı sıra, Gerets, Vandereycken, Vercauteren, Vanderbergh ve Ceulemans gibi yıldızlarıyla Belçika, DK’nın açılış maçında son şampiyon Arjantin’i de 1-0 yenerek ve hatta 3. gruptan lider olarak çıkarak büyük sükse yapar. İkinci tur grubunda ise, Polonya ve Sovyetler Birliği karşısında alınan yenilgiler eve dönüş biletini keser. Ancak Pfaff, Belçika’ya değil Almanya’ya gitmektedir. Bayern Münih’in teknik direktörü Pal Csernai, Pfaff’ı istemiştir ve Jean-Marie “herşeyden önce onu beğenmeyen Belçikalı teknik direktörlere ibret olması için” bu teklifi kabul etmiştir. Ama tabi önce hayatta kalması gerekmiştir, çünkü Dünya Kupası sırasında kaldıkları otelde arkadaşı olan bir gazeteci Pfaff’ı havuza itmiş ve yüzme bilmeyen kaleci zor kurtarılmıştır.

Aslında Pfaff’ın Bundesliga macerası çok talihsiz başlar. Daha ilk maçında Werder Bremen forveti Uwe Reinders’in uzun taç atışını kontrol edememiş ve içeri almıştır. Ama sonrasında bu olayı unutturacak performanslar ortaya koymaya başlayacak ve Bayern Münih’in 1985-87 yılları arasındaki 3 şampiyonluğu ile 1984 ve 1986 Almanya Kupası zaferlerindeki en önemli taşlardan birisi olacaktır. Bu arada 1987 yılında dünyada “Yılın Kalecisi” ödülünü kazanırken, 1983 ve 1984 yıllarında biri düet olmak üzere iki single müzik çalışması yapar (valla..!!)

Bayern Münih, Pfaff’lı yıllarında Avrupa’da ise eski günlerinden uzaktır. 1986-87 sezonu dışında takım katıldığı bütün kupalarda çeyrek final-yarı final çizgisinin ötesine geçemez. 1986-87 sezonunda ise Şampiyon klüpler Kupası’nda finale kadar gelirler ve yarı final ikinci maçı Pfaff’ın efsane performanslarından birisine sahne olur. Barnebeau’daki 100,000’in üzerinde taraftar o kadar ateşlidir ki maçın başlaması 5 dakika gecikir. Aslında Bayern, henüz 27. dakikada Santillana’nın golüyle 1-0 geriye düşer ve bu da yetmezmiş gibi 3 dakika sonra savunmanın belkemiği Augenthaler kırmızı kart görür. Bundan sonra hemen herkes Real Madrid’in daha fazla gol atarak ilk maçtaki 4-1’lik yenilgiye rağmen finale ulaşacağını düşünmektedir ama Pfaff başka gole izin vermez.

Finalde rakip Porto’dur ve Bayern Münih favori olarak gösterilmektedir. Nitekim 25. dakikada Kögl’ın golüyle öne de geçerler. Ancak futbolun güzelliği kendisini o gün Viyana’nın Prater Stadı’nda göstermeye karar verecek ve Porto 78’de Madjer’in meşhur topuk golü ile beraberliği yakayacaktır. Bayern daha ilk golün şokunu üzerinden atamadan ilk golün pasını veren Juary bu defa Madjer’in asistiyle 80. dakikada ikinci golü bulur. Bu, Porto’nun kazandığı ilk Şampiyon Klüpler Kupası (veya artık Şampiyonlar Ligi) olurken, Bayern 12 yıl sonra bir kez daha öne geçtiği finali son dakikalar (hatta saniyelerde) yediği gollerle Manchester United’a kaybedecektir.

Pfaff’ın klüp kariyerindeki son iki yıla tekrar döneceğiz, şimdi milli takım kariyerini tamamlayalım. Belçika, 1984’teki Avrupa Şampiyonası elemlerini kolayca geçer ancak çok da yakın olmasına rağmen Fransa’nın havası Belçika’ya kötü gelir ve final gruplarında 3. olunabilir. 1986 Dünya Kupası’nda ise yukarıda saydığımız oyunculara Schifo ve Cleamens’i da katan Kırmızı Şeytanlar için artık daha üst basamakları hedeflemektedir. Aslında Belçika 2. gruba çok kötü başlar ve bir üst tura ancak en iyi 3.’ler kontenjanından çıkabilir. Sonrasında ise ikinci turda kupanın favorilerinden Sovyetler Birliği’ni uzatmada 4-3, çeyrek finalde ise İspanya’yı 1-1 biten maçın sonunda penaltılarla 5-4 geçmeyi başarırlar. Yarı finalde ise rakip fırtına gibi esen Maradona ve Arjantin’dir ve Pfaff maçtan önce Maradona’nın “özel bir yanı olmadığı” gibi iddialı bir laf etmiştir. Maradona da bu lafın cezasını 2-0 biten maçtaki golleri atarak vermiş ve Belçika 3.’lük maçında Fransa’ya yenilerek, tarihindeki en başarılı Dünya Kupası’nı 4. olarak tamamlamıştır. Pfaff ise, milli takım kalesini yükselmeye başlayan yeni bir yetenek olan Preud’Homme’a (o da muhteşem bir kaleciydi) yavaş yavaş teslim etmeye başlamış ve 23 Eylül 1987’de Bulgaristan karşısına kaptan olarak çıkarak 64. ve son kez milli olmuştur.

Pfaff, 1987-88 sezonunda Bayern’e de veda ederek ülkesine dönmüş ve Lierse formasını giydiği sezonda kendi hâlinde bir yıl geçirmiştir. Sonraki yıl ise, Schumacher’den bir sezon sonra Türkiye’ye gelerek bir sezon Trabzonspor’un formasını giymiştir. Belki daha da uzun kalacaktır bilinmez ama antreman sahasında basın mensuplarıyla etmiş olduğu kavga ve alkolle ilgili sorunlarına dair haberler Pfaff’ın Türkiye’de sadece bir sezon kalmasına neden olmuş ve sonrasında da futbolu bırakma kararı almıştır.

Jean-Marie Pfaff futbolu bırakır bırakmasına ama kendi hâlinde bir emeklilik geçirmeye hiç niyeti yoktur. Sonrasında geçen yıllarda önce bir bisiklet takımı kurar ve bu sporla uğraşmaya başlar. Bu arada kendi adına bir vakıf kurarak hayır işlerine girişir ve yine geliri vakfa ayrılmak üzere bisiklet turları başta olmak üzere çeşitli organizasyonlar düzenler. 2000’li yılların başında Paris-Dakar rallisine katılır. Bir yandan da Belçika’da bir idol olmasını her türlü reklam teklifini kabul ederek paraya çevirmeye devam eder. Son olarak, 2002 yılından bu yana Belçika televizyonlarında “Pfaffgiller” (De Pfaffs) adıyla yayınlanan ve karısı, kayınpederi, kızları, damatları ve torunları ile yaşadığı büyük çiftlik evindeki yaşamını kameraya alan çok başarılı bir reality show’un yıldızı olarak karşımıza çıkar.

Onunki tipik bir “çalışarak bir yerlere varan fakir oğlan” hikayesi. Ancak bugün Pfaff, mücadeleyle geçen yılları sayesinde önce Belçika gibi küçük ve futbol anlamında kendi hâlinde bir ülkenin en önemli uluslararası isimlerinden birisi olmanın ve sonra da bu başarısını yeşil sahaların dışına taşımayı başarmanın keyfini sürüyor.

Giderek sona yaklaşıyoruz. Bugün farkettim ki, 20. yüzyılın en iyi kalecileri listesinde sona bıraktığımız iki isim, alfabetik olarak da en sonda yer alıyorlar. En büyüğü en sona bırakıyoruz ve bir dahaki yazıda Walter Zenga’yı hatırlıyoruz.

10.10.2009

Premier Lig - Ekim 2009

İngiltere Premier Ligi'nde takımlar yedi-sekizer maçlarını geride bırakırken tablo da genellikle beklediğimiz gibi oluştu.



Tablonun üst kısmında yer almasını beklediğimiz sekiz takımdan yedisi ilk haftalarla beraber yukarıya çıkmış durumda. Yalnızca son iki sezonu beşinci sırada bitiren Everton maç eksiğiyle ilk sekizin dışında kaldı. Everton istikrarlı olarak sansasyonel bir kadro kurmaya çalışmasa da, istikrarlı teknik direktörleri David Moyes ve oturmuş kadrolarıyla her yıl ortalama bir yıldız futbolcu göndermelerine rağmen başarılı oluyorlar. Bu sezon da Everton'ın düşüş göstermeyeceğini ve beşincilik kadar iyi bir derece yapamasa da beş-on arasında bir yer bulacağına inanıyorum.



Ligin başında tablonun tepesinde hemen iki büyük takım yer aldı ve hala yer almaktalar. 8 maçın 7'sini kazanan Chelsea bu süreçte Liverpool ve Tottenham gibi zorlu rakiplerini de yenmeyi başardı. Tek mağlubiyetleri ise sürpriz bir şekilde Wigan deplasmanında gerçekleşti. Geçen sezon da iyi başlamasına rağmen şampiyonluğa ulaşamayan Chelsea yeni teknik direktörü Carlo Ancelotti ile bu sezon daha şanslı duruyor. Bunun birkaç nedeni var; Liverpool'un sansasyonel transferlerden uzak durması ve inkar etseler de Xabi Alonso'nun yokluğunu hissetmeleri, Man Utd'nin Cristiano Ronaldo'yu kaybetmesi -Tevez de eklenebilir-, Ancelotti'nin takımla müthiş bir uyum yakalaması ve daha da önemlisi Chelsea kadrosunun birbirini tanıyan süper yetenekli ve takım oyunu oynamayı bilen futbolculardan kurulu olması. Chelsea kadrosundaki yıldız futbolculardan en az bu takımda forma giyeni Nicolas Anelka'nın bile Ocak 2008'den beri bu takımda olduğunu ekleyelim. Takımda dengelerin böyle devam etmesi ve çok büyük talihsizliklerin yaşanmaması durumunda Chelsea bir numaralı favorim.



İkinci sıradaki Manchester United, 6 galibiyet-1 beraberlik almış durumda. Manchester United kendi sahasında Arsenal'i geriden gelip yenmeyi başardı, Tottenham'ı ise deplasmanda geriden gelip yenmeyi başardı. Şampiyonlar Ligi'nde de ikide iki yaptılar. Kısacası, Manchester United gazı hiç bırakmadı. Evet, Ronaldo ve Tevez yok ama Valencia'nın gelecek sezon Ronaldo'dan daha etkili olacağını düşünüyorum. Nani bu sezon önemli katkı yapıyor ve Giggs de kariyerinin en formda günlerini yaşamaya devam ediyor. Manchester United'ın çok sağlam bir savunma hattı var ve şu ana kadar kaleci Van der Saar'ın da sahaya çıkmadığını ekleyelim. Bu sezon Chelsea ile zirve mücadelesini kolay bırakmazlar ve Şampiyonlar Ligi'nde de en azından çeyrek final kapısı açık gözüküyor şimdiden.



Tottenham sekiz maçta 16 puan topladı. Kaybettikleri maçlar Man Utd ve Chelsea deplasmanı. Tottenham uyum sorunu yaşamıyor gibi, beklentileri cevaplıyorlar. Teknik direktör Harry Redknapp'ın istifa edebileceği konuşuluyor. Eğer öyle olursa, Tottenham düşüşe geçebilir.



Man City hepimizi şaşırtmış durumda. Yepyeni kadrolarıyla uyum sorunu yaşamalarını ve en azından Ocak'a kadar pek çıkış yakalayamamalarını bekliyorduk ama hiç de öyle olmadı. 7 maçta 16 puan toplamayı başardılar. Man Utd'ye deplasmanda son saniye golüyle yenildiler, kendi sahalarında Arsenal'i rahat geçtiler. Forvette Adebayor'un ve Bellamy'nin şu ana kadar dörder golleri var. Man City böyle devam ederse Şampiyonlar Ligi biletini zorlayabilir.



Arsenal de sezonun önemli çıkış yapan takımlarından. Her sezon öncesi düştü-düşecek yorumları yapılan Arsenal bence ortalama beklentinin de ötesinde çok iyi başladı. 7 maçta 15 puan topladılar ki, kaybettikleri maçlar da sıralamada kendilerinden üst noktada olan takımlara karşı oldu. Devre arasında yapılabilecek muhtemel Patrick Vieira transferi söz konusu. Thierry Henry'nin son açıklamalarına bakarsak, kendisi de Arsenal'e dönebilecek gibi konuşuyor. Bence bu iki transfer yapılırsa ve Ocak'a kadar takım bu form grafiğiyle giderse Arsenal zirve yarışına ortak olabilir.



Son olarak Liverpool ise yine kötü başladı. 8 maçta sadece 5 galibiyet alabildiler ve kalan maçların hepsini kaybettiler. Tottenham ve Chelsea deplasmanları dışında, Aston Villa'ya da içerde kaybettiler. Şampiyonlar Ligi'nde de Fiorentina'ya kaybettiler. Kazanılan maçların ise hepsi bol gollü ama hiçbir güçlü takımı yenemediler. En pozitif istatistik Fernando Torres'in sekiz gol atmış olması. Liverpool bir an önce seri galibiyetlere başlamazsa Şampiyonlar Ligi bileti kaçacak gibi...