İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

23.09.2013

17.09.2013

Manchester

Yerel saat ile 12.45'te maça gitmeye alışık değilim. Sabah kahvaltısı sonrasında otelden çıkıp yürüyerek 15 dakika mesafedeki Ethihad stadının bulunduğu Sportcity'e doğru yola çıkıyorum. 1996'da IRA'nın bombaladığı şehir 2002'de Commonwealth oyunlarına ev sahipliği yapıyor. Sportcity kompleksi de bu oyunlardan şehre miras kalmış.

Saat sabah 10.30, baya kalabalık bir güruh stada yürüyoruz. Bu kalabalıktan beni ayıran çok önemli bir fark var: Herkes üzerinde kısa kollu formayla iken ben üzerimde montla üşüyorum. Yine de onların olmasına seviniyorum, zira haftasonu olmasıyla iyice ıssızlaşan bu sanayi şehri fazla kasvetli ve ürkütücü.

Stadın önünde City square diye bir sahne kurulmuş, sahnede konser veriliyor. Çeşitli büfelerde hamburger, sosisli ve tabiki bira satılıyor. Bira içilecek alan parmaklıklarla belirlenmiş, bira ile bu alanın dışına çıkamıyorsun. Hull taraftarları da burada. Bizim hep duyduğumuz "holigan İngilizler" burada bulunmuyor. Burası daha ziyade festival alanı gibi.

Maçın başlamasına yarım saat kala stada giriyorum. Turnikelerde güvenlik yok, herkes kendi biletini okutarak içeri giriyorum. Karşımda takım elbiseli bir güvenlik görevlisi. Önünde duruyorum. Adam her hangi bir tepki göstermeyince aranmayacağımı anlayarak yoluma devam ediyorum. Medeniyet böyle bir şey olsa gerek. Acaba biz Türkler'in doğasında mı kötülük var ve bu sebeple güvenlik kontrollerini zorunlu mu kılıyoruz yoksa bu kadar kontrol yüzünden doğamız değişiyor ve en ufak güvenlik açığını hemen süistimal etme gereği mi duyuyuoruz?

Stadın içinde sosisli ve bira büfeleri mevcut ama birayla sahaya giremiyorsun. Sportingbet'in bahis bürolarında bahis oynanabiliyor. Sahaya girip koltuğumu buluyorum. En önden ikinci sıradayım. Daha önce Şükrü Saraçoğlu'nda 6. sıradan kombine almış biri olarak bu kadar aşağıdan maç seyretmeyi sevmemeiştim ama ben saha ile ayıran tek şey dizime kadar bile gelmeyen bir duvar olunca gayet geniş bir açı ile maçı seyrettim. İngiltere'deki maçların klasiğidir; ev sahibi takım taraftarları daha çok çoluk çocuk gelen aileler olduğu için deplasman taraftarının sesi daha çok çıkar. Yine öyle oldu ve Hull taraftarlarının sesi daha çok çıktı. Neyse ki ikinci yarıda gelen gollerle kazanan City oldu ve staddan mutlu bir şekilde ayrıldık.

Maçın bu kadar erken olmasının güzel tarafı şehri gezmek için koca bir öğleden sonram vardı. Bu da fazlasıyla yetti. Zira Manchester benzetmek gerekirse İzmit gibi bir şehir. Her taraf sanayi ve fazla da görecek birşey yok. 1760'a kadar Manchester kendi halinde bir köyken kömür madenine açılan bir kanalla fabrika için enerji kaynağına kolay erişim sağlıyor ve açılan pamuk fabrikası ile şehrin tarihteki yönü tamamen değişiyor. 1801'de nüfusu 90 bine çıkan kasabanın 100 yıl sonraki nüfusu 2 milyona erişiyor.

Şehir turistik olmadığı için olacak ki müzeler ücretsiz ve çocukların anlayabilmesi için her türlü interaktif olanaklar kullanarak son derece eğlenceli ve öğretici şekilde hazırlanmış. Bunlardan biri de 19. Yüzyılda halkın nasıl fabrikalarda aristokratlar tarafından köle gibi çalıştırıldığını bunun sonucunda sendikalaşma ve hak arayış süreçlerini işleyen People Museum.

Bunun dışında trafiğe kapalı, sağlı sollu mağazaların sıralı market street, belki de şehrin fotoğraflayamaya değer tek binası olan belediye meclisinin olduğu Albert square görülecek yerler. Sonrasında zaten gezecek yer kalmayınca sırf binası eski ve güzel diye üniversite kütüphanesine bile girdim.

Sözün özü dünyaca ünlü iki futbol takımıyla Manchester'da yapılacaken iyi şey maça gitmek. Akşam trene atlıyorum ve bu sokakları boş şehri bırakıp sıradaki durağım Liverpool'a geçiyorum.

12.09.2013

York


Eylül sonunda bitecek İngiltere vizemi bir kere daha kullanayım da verdiğim vize parasına değsin iç güdüsüyle 30 Ağustos'u kullanarak kendime bir İngiltere seyahati daha yarattım. Ethihad'da Manchester City maçı izleme denyimi ile yönümü Kuzey İngiltere'ye çevirdim. Fikstürün yönlendirmesiyle de City - Hull maçı için cumartesi Manchester, Liverpool - United maçı için de Liverpool'a gideceğim kendiliğinden belirlendi. Geriye bir tek cuma günkü rotamı belirlemek kaldı.

Bu noktada orta çağ tarih mirasıyla York öne çıkan şehir oldu. Yaklaşık 140 bin kişinin yaşadığı York trenle Manchester'a 1,5 saat mesafede. Şehir Roma İmparatorluğu zamanında kuruluyor ve neredeyse İmparatorluğun bittiği noktada. Bu sebeple şehrin neredeyse 2000 yıllık bir tarihi var.

Sabah erken saatte otelden çıkıp şehri keşfetmeye başlıyorum. Hemen otelimin karşısındaki Museums Garden ve 1089'da yapılan St. Mary Abbey ilk durağım. Ardından kendimi dar sokaklarla çevrili Eski Şehir'de buluyorum. Pazar kurulan bir meydanda İngiltere'deki ilk sabahımın heyecanı ile hemen İngiliz kahvaltısı söylüyorum. Kahvaltı sonrası sokakları arşınlarken bir kilise bahçesinde kermese rastlıyorum. İlginçtir ki kilise artık kullanılmıyor ve hayır işleri için bir kafeterya gibi kullanılıyor. Evde yapılmış kekler ve kahve ile kahvaltı sonrası için ideal bir nokta.

Sonrasında eski şehri çevreleyen duvara tırmanıyorum. 13. Yüzyılda yapılan bu duvar 800 yıldır aynen korunmuş durumda. Hiç kesinti olmadan tüm surları çepeçevre yürüyerek geçebiliyorsunuz. Sonraki durağım Ulusal Demiryolu Müzesi. Sanayi Devrimi ile üretilen malların taşınabilmesi için Demiryolları İngiltere'de çok önemli hale geliyor. Bu sebeple 1800lerde ülkede ciddi bir demiryolu yapılanması oluyor. Bu müzede de 19. Yüzyıldan kalma tren vagonları  ve bence daha ilginci o dönemde yapılan tren reklamları sergileniyor.

York'un kafa karıştırıcı bir yanı sokak isimleri: sokak isimleri "gate" ile bitiyor; ismi "gate" olması gereken şehir kapıları ise "bar" diye isimlendirilmiş. Bunun sebebi ise şehrin Vikinglerin kullandığı dilde sokak "gata" demekmiş ve şehrin Viking egemenliğinde kaldığı 100 yıl boyunca 60 tane sokak bu şekilde isimlendirilmiş. Tüm bu bilgileri bir sonraki durağım olan Jorvik'te öğreniyorum. Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra kendi başına kalan şehir 866 yılında Vikingler tarafından istila ediliyor ve 100 boyunca yönettikleri şehrin ismini Jorvik koyuyorlar. Şehirin bu dönemini anlatan aynı isimli bir yer var.

Şehrin en önemli kısmını en sona sakladım. İngiltere'nin en büyük Orta Çağ  ve Canterbury'den sonraki en önemli ikinci katedrali York Minister. 1220'de yapımına başlanan bu Gotik katedral 1480 yılında tamamlanıyor. İçindeki 1405'te yapılan doğu cephesi penceresi  orta çağ döneminden kalan dünyanın en büyük camı ünvanını taşıyor. Kabaca bir tenis kortu büyüklüğündeki bu görkemli pencere dünyanın yaratılışından kıyamete kadar ki süreyi tasvir ediyor.
Şehrin kaderi sanayi devrimi ile değişiyor. Atölyeler bu şehri pas geçince şehir büyümüyor ve bir orta çağ şehri olarakkalıyor. Ayaklarım ağırana kadar gezdiğim her köşesinde fotoğraf çektirmek istediğim bu güzel şehri akşam saatlerinde Manchester trenine atlayarak terk ediyorum.

3.09.2013

Atina

Bodrum'a giderken yol üstünde durup Susurluk'ta mola veriliyor da İngiltere'ye giderken Atina'da mola verilmez mi? Diğer biletlere kıyasla 100 avro daha ucuz olan 23 saat Atina aktarmalı bilet bulunca bir şehir daha görmek adına neden olmasın dedim? 

Atina'ya daha önce 9 yıl önce Olimpiyatlar için gelmiştim. Hal böyle olunca o gezide turistik yerlerden ziyade stadları, spor salonlarını görmüştüm. Bu neredeyse tam bir günümde kendimi Akropolis ve Plaka'nın tavernalarına attım.

İlk söyleyeceğim şey burası bir başkentten ziyade bir tatil beldesini andırıyor. İnsanlar bildiğin sokaklarda bikiniyle, mayoyla dolaşıyorlar. İkinci olarak krizden kırılmış memlekette herşey için pazarlık sınırlarını zorlayın. Mesela ben bir tavernada "akşam yemeği alırım, uzo senden olur" diye anlaştım. Veya tavernaya oturmadan önce " şunları şunları yiyeceğim şu kadaröderim" deyip menü fiyatı üzerinden de pazarlık yapabilirsiniz.

Atina'nın ilk ve en önemli görülmesi gereken yeri Akropolis. Ta M.Ö 500 yılında dağın tanrılara adanmasıyla tapınaklar yapılmış ve 2500 yıldır bu tapınaklar halen daha ayaktalar. Giriş sabah 8'de açılıyor. Tavsiyem sabah 8'de kapısında olmanız yönünde. Bunun iki sebebi var. Birincisi zaten tüm turistler buraya geliyor ve eğer biraz geç gelirseniz çok uzun kuyruklarda bilet sırasını beklersiniz. İkincisi Ağustos sonunda gölgede 35 derece sıcaklıkta, öğle güneşinin altında o tepeye tırmanmak hiç de sağlıklı bir fikir değil. Son olarak yanınıza kesinlikle 1,5 litrelik bir su almadan tırmanmaya başlamayın.
Çıkış yolu sizi sizi Agora'ya yönlendiriyor. Burası zamanında bir yandan pazarın kurulduğu bir yandan da zamanında filozofların fikirlerini dile getirdiği meydanlarmış. Agora sonrası ise artık modern pazar diyebileceğimiz sağlı sollu hediyelik eşyacıların sıralandığı tamamen yayalaştırılmış Plaka semtinin başlangıcı. Türkler tarafından inşa edilmiş bu semt Akropolis'in eteklerinde güzel bir manzarayla pazarlık yapılarak yemek yenecek birçok tavernayı barındırıyor. 
Plaka'nın sonunda ise Syntagma meydanı var. Bu meydanın etrafında birçok tarihi bina var. Bunların başında ev terliği gibi ayakkabılarıyla nöbet tutan muhafızların koruduğu parlemento binası geliyor. Zamanında, daha Yunanlılar krizden kıvrınmayıp Türk turistere muhtaç olmadığı ve Türklere pis gözlerle baktığı zamanlarda, bu muhafızın yanında Türkiye forması ile fotoğraf çektirmiştim. Kafama dipçiği geçirebilirmiş.
Bu tutum 9 yılda çok değişmiş. 5 kuruş para harcamayan Kuzey Avrupa turistlerinin yanında para harcamaktan çekinmeyen Türk turistler baş tacı edilmiş durumda. Bu sebeple ki hangi esnafa Türk olduğumu söylesem hemen "ooo ben Beşiktaş'ı tutuyorum" ya da "ooo ben İstanbul'a 5 kere geldim" diye muhabbete koyuluyorlar.

Sokaktaki reklam panolarında Muhteşem Yüzyıl'ın afişleri var. Hediyelik eşya dükkanındaki kız Türk olduğumu öğrenince "merhaba, nasılsın?" diyor. Kız, Türk dizilerinin hayranıymış. Alt yazılı yayınlanan birçok Türk dizisi sayesinde birkaç kelime öğrenmiş.

Atina'nın plajları şehre 10 km mesafede. Tramvaylar plaja iniyor. 22 avroya hem tek kişilik hem iki kişilik otel odaları mevcut. Pazarlıkla kişi başı 15 avroya akşam yemeği yiyebiliyorsunuz. Bu bir tam günde cebimden toplam 66 avro çıktı. 

Son olarak bir cafeye oturuyorum. Değişik ama güzel frappeleri var. Zaten herkes bunu içiyor. Sonrasında tekrar havaalanına doğru yola düşüyorum. İstikamet Kuzey İngiltere.