İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

27.11.2013

Tel-Aviv ve Yafa

6.000 yıllık tarihi ile tarih boyunca önemli bir liman şehri olan olan Yafa yüzyıllar boyunca Osmanlı himayesinde tamamen Arap yerleşimi haline gelince, Yahudiler Yafa'nın hemen karşı kıyısına kendi şehirlerini kuruyorlar. Bugün Tel-Aviv' in sahilindeki devasa Sheraton, Hilton gibi otellere bakınca şehrin sadece bir asırlık bir tarihi olduğuna inanmak güç ancak kuruluş hikayesi bu şekilde.

Tabi bu kadar yeni bir şehir olunca ve Dubai örneğindeki gibi oraya buraya saçılmayınca şehrin çok da görülmeye değer bir eseri yok. 1920'lerde sosyalist akım ile basit ve eşitlikçi bir yapıyla Art Deco tarzında inşa edilmiş yaklaşık 4000 Bauhaus evi bu sebeple UNESCO dünya mirası altına alınmış ama evler son derece bakımsız. Adet yerini bulsun diye söyle bir sokakları arşınlıyorum ama fazla uzatmadan soluğu Tel Aviv'in en ünlü yerine; 6 km'lik altın sarısı kum plajında alıyorum ve senenin muhtemelen son denizine giriyorum.

Otobüs ile iki şehrin arası sadece 1s15dk olmasına karşılık Tel Aviv ile Kudüs arasında çok ciddi farklar var. Elbetteki bir İstanbullu için bu farkları rahatlıkla bir Etiler - Fatih arasında da görebiliriz o ayrı konu. Yine de Kudüs tam bir orta doğu şehriyken burası bir Avrupa şehri. Kudüs'te bileklerine kadar kapalı olan kadınların yerini burada mini şortlular alıyor. 

İşten çıkanlar direk soluğu plajda alıyorlar. Akşam 6 da plaj doluyor. Güneş battıktan sonra ise bu kez kordon yolu binlerce koşmaya çıkmış insanla doluyor. Sahilde bir akşam yemeği sonrası bir bisiklet istasyonundan bisiklet alıp 3 km ötedeki Yafa'ya pedal çeviriyorum. Akşamın o saatinde sadece sokakları bisiklet ile turlayabiliyorum ama bu güzelim iyi korunmuş şehir dururken, neden Akka'nın UNESCO dünya mirasına alındığını anlayamıyorum açıkçası. 

Gece hayatı oldukça meşhur olan Tel Aviv'in bu tarafını pas geçmek zorunda kalıyorum. Günlerdir oradan oraya gezmenin yorgunluğu ve elimde bir bavulun olmasıyla artık sabaha karşı olan uçağım için havaalanına doğru yola çıkıyorum.

Tel Aviv, Antalya'yı andıran oldukça güzel bir şehir. Açıkçası expat olarak burada yaşanabileceğini düşünüyorum.

Özetle İsrail aradığınız her şeye cevap bulabileceğiniz küçük bir ülke. Gidip bir görülmesini tavsiye ederim. Bu kadar sıcak bir tatilin ardından bir sonraki tatilde ters tarafa, soğuk Kanada'ya uçuyorum.


22.11.2013

Jake Olson'un Hikayesi

Bu tip videolar genelde 1 dakikadan uzun oldu mu sıkılır izlemeyiz. Ancak bu gerçekten vakit ayrılıp izlenmesi gereken bir hayat hikayesi. Kör olmasına karşılık azmedip lise takımının Amerikan futbolu takımında oynamayı başaran Jake Olson'un hikayesi.


21.11.2013

Topcast 20 Kasım



Hayfa - Akka

3. günün sabahında yönümü İsrail'in en kuzeyine çeviriyorum. Yaklaşık 2.5 saatlik bir otobüs yoluculuğu ile vardığım Akka, eski zamanlardan itibaren önemli bir liman şehriymiş. Surları halen daha sapa sağlam duran eski şehir UNESCO koruması altında. 11. Yüzyılda şehri ele geçiren buraya bir kule ve han inşa etmiş. Daha sonra Osmanlılar zamanında cami, ve hamam inşaları ile şehir zenginleştirilmiş. Daha sonra 19. yüzyılda Hayfa'ya çok daha büyük bir liman yapılınca burası da önemini yitirmiş. Hayfa'ya trenle yarım saat mesafedeki bu şehre 3 saat ayırmak ziyadesiyle yeterli. Açıkçası fazla da bir şey yok. Muhtemelen UNESCO'nun eski sur fetişi sebebiyle korunma altına alınmış. 


Daha sonrasında Hayfa'ya dönüp otelime yerleşiyorum. Otelin sahibi Rusya'dan göçen bir Yahudi. Resepsiyonun arkasında kocaman bir dünya haritası var. Otele gelen misafirlerin memleketlerini harita üzerinde pinliyormuş. Türkiye'den gelen ilk misafirmişim. Bana neden Türkiye'den kimsenin gelmediğini soruyor. Bu seyahati teklif ettiğim birkaç arkadaşımın "ne işimiz var İsrail'de!" tepkilerini aklımdan geçirip, insanlar vize işlemleri ile uğraşmak istemiyorlar herhalde diye yanıtlıyorum. Sonrasında derin bir sohbete dalıyoruz. Otel sahibi, İsaril'in sosyalist bir devlet olarak kurulduğunu ama gün geçtikçe tamamen dindar bir devlet haline gelmesinden yakınıyor. Gerçekten de ülke genelinde 300'ü aşkın sayıdaki kibutz adı verilen yerleşim birimlerinde insanlar komün hayatı sürüyorlar. Otel sahibi din okullarından çıkan ekstrem yahudilerin, inanç gereği bilgisayar kullanmadığını bu yüzden iş hayatında hiçbir işe yaramadıklarından dem vuruyor. En son olarak daha laik bir devlet temenni edip, "bize bir Atatürk lazım" diyerek tamamlıyor.

İsrail'in para birimi şekel. Bir lira iki şekel ediyor. Hostellere gecelik 80-90 şekel ödedim. Ancak iş yemeğe gelince fiyatlar birden çığırından çıkıyor. Her ne kadar porsiyonlar çok büyük olsa da McDonald's'ta bir menüye ya da sabah kahvaltısında bir melemene 50 şekel vermek biraz koydu. Bu arada melemene şakşuka diyorlar.

Sabah Hayfa turist ofisine giriyorum. Türk olduğumu öğrenince, "biz sizinle kardeşiz, biz sizi çok seviyoruz ama sizin çok yanarlı dönerli bir başbakanınız var" diyorlar. Hayfa bir dağın yamacına kurulmuş bir ağır sanayi limanı. Şehrin görmeye değer tek bir yeri var, o da Bahai bahçeleri.

19. Yüzyılın başlarında İran'da Baha'ullah adında biri çıkıp kendisini yeni bir peygamber olarak ilan ediyor. İran adamı Osmanlı'ya kovalıyor. Osmanlı'da Baha'ullah'ı Haifa'ya sürüyor. Baha'ullah burada ölüyor ve oğlu burada onun adına bir türbe yaptırıp kendini dini yaymaya adıyor. Bugün, Bahai dinine inanan 6 milyon kişi varmış ve dünyanın en hızlı yayılan diniymiş. Türkçe bile dini anlatan broşürleri vardı.

Bahai bahçeleri UNESCO dünya mirası listesinde yer alıyor ve Bahailerin kutsal mekanı. Böylelikle şu 3 günde kaç dinde hacı oldum, sayamadım. Türbeye ziyaretleri öğlene kadar kabul ediyorlar ve bahçeyi dolaşmak için mutlaka ücretsiz düzenlenen turlara katılmak gerekiyor. İngilizce düzenlenen tur saat 12'de başlıyor. Yine de turlar için önceden İnternet sitesini kontrol etmekte fayda var.

20.11.2013

Lüt Gölü

2. Günün durağında deniz seviyesinden 450m aşağıda olan, dünyanın en alçak noktası Lüt gölü var. Sabah erken saatte Kudüs otogarından otobüse atlayarak yola çıkıyorum. Günün ilk izlenimi ülkenin teknolojik gelişimine karşılık insanlarının Orta Doğulu zihniyetini koruması üzerine.

Musevi falan olmaları fark etmiyor, otobüs perona girer girmez, herkese fazlasıyla yetecek kadar yer olmasına karşılık otobüsün kapısına saldırıyor. Kendimi sanki Zincirlikuyu metrobüs durağında hissediyorum. Bunun yanı sıra şöför deli gibi savurarak otobüsü kullanıyor, canı isteyince de benzinciye girip sigara molası veriyor. Buna karşılık otobüste kendi evimden daha iyi çalışan bir wi-fi var. 

Günün ilk durağı Masada. Burası çölün ortasında bir kaya. Üzerine Romalılar lejyon için büyük bir kompleks kurmuşlar. MÖ 66 yılında Romalılara karşı Yahudi isyanında Yahudiler burayı ele geçiriyorlar. Roma lejyonları gelip kayayı kuşatma altına alıyorlar, buradaki 150 Yahudi, Romalılara esir düşmektense ölmeyi tercih ediyorlar ve kendi aralarından 10 kişiyi kura ile belirliyorlar. Bu 10 kişi önce diğerlerini, ardından birbirlerini öldürüyor. En son geriye kalan Josephine ise intihar ediyor. Ertesi sabah Romalılar Masada'ya çıktıklarında sadece cesetleri buluyorlar. 
Bugün UNESCO himayesinde bulunan Masada'nın hikayesi, İsrail kurulduktan sonra bir kahramanlık teması halini alıyor ve devlet kurulduktan sonraki Arap savaşlarında "bir daha esir düşmeyeceğiz" sloganı ile Masada'ya selam çakılıyor.

Burada da benim gibi yalnız gezen bir Fransız'ı kankaya bağlıyorum. Onunla birlikte kompleksteki İngilizce tura yancı oluyoruz. Çölün ortasındaki kompleksin özellikle su depolama hikayesi oldukça ilginç. Vadilerde oluklar açılarak yağmur suları bu oluklardan kanal gibi bir depoya toplanıyor. Daha sonra toplanan bu sular, katırlar ile yukarı çıkartılıyor. 

Her ne kadar bir kayanın tepesinde olsak da, çöldeyiz ve hava sıcaklığı 40 derecenin üzerinde. Yaklaşık 1,5 saat bu sıcağın altında dolandıktan sonra kendimizi göle atıyoruz. O kadar terledikten sonra serinlemek için gölün sularına dalıyorum. Bu yapılmaması gereken büyük bir hata. Zira su son derece tuzlu, gözlerim ve dudaklarım tuzdan yanmaya başlıyor. Suyun özkütlesi normalden daha fazla olduğu için yüzmek imkansız. Serbest yüzme pozisyonu aldığımda bacağım batmadığı için yüzemiyorum. Kendimi küvetteki oyuncak ördek gibi hissediyorum. Yine de serinlememe yetiyor bu göl.

Akşam üzeri Kudüs'e geri dönmek üzere yola düşüyorum. Dünyanın en alçak noktasını gördüğüme göre sanırım bir sonraki durağım Everest'in tepesi olmalı. Yarın ise yolculuk kuzeye, Haifa'ya.

3.11.2013

Kudüs

Martta Pegasus, yaz bileti kampanyasını çıkartığında gözüme İsrail'i kestirmiştim. Daha euronun 2.35 TL'lerde olduğu zamanda 285 TL'lik uçak bileti gayet makul gelmiş ve İsrail için 4 gün ayırmaya karar vermiştim.

Yaklaşık 2,5 saatlik bir yolculuğun ardından Ben Gurion havalimanına vardım. Bu havalimanı dünyanın en güvenlisi olmakla övünür. Zira insanı bezdirecek kadar fazla sorgu ve aramadan geçirirler. Haberlerde yazanlara göre turizimciler bu kadar sıkı aramının turistleri canından bezdirdiğini ve bunun turizime olumsuz etkisi olduğunu iddia ediyorlarmış. Tüm bunlara hazırlıklı olarak gittim. Zira Müslüman, tek başına gelmiş esmer genç bir erkek; potansiyel terörist stereotipine fazlasıyla uyuyordu. Yine de hiç çantam aranmadan sadece iki kere "niye geldin, nereye gidiyorsun, ne kadar kalacaksın?" sorularına muhattap kalarak havalimanından çıktım.

Çıktığımda saat gece yarısına gelmişti. Bu saatte Kudüs'e gitmenin tek yolu vardı, o da dolmuşa binmek. Uçakla 2,5 saatte İstanbul'dan İsrail'e geldikten sonra 1 saat boyunca dolmuşun dolmasını beklemek gerçekten sinir bozucuydu.

Sabah 2'de hosteldeki odama yerleştiğimde oda arkadaşımı da ister istemez uyandırdım. Londra'da yaşayan Bulgar oda arkadaşım, Sofya'da tanıştığı Kudüs'te yaşayan Amerikalı bir Yahudi çiftin yarın kendisine Kudüs'ü gezdireceklerini benim de katılabileceğimi söyleyince yine dört ayak üstüne düşmüş oldum. Ayrıca bu kadar kompleks bir yapıyı oluşturan küreselleşmeyi de seviyorum.

Sabah 9'da tur rehberlerimiz (!) ile buluştuk.Eski Kudüs'ün tarihi 4.000 yıllık. Vadedilmiş topraklara Museviler Hz Davut önderliğinde ulaşıyorlar. Tarih boyunca birçok kavim ve ulus Kudüs'ü ele geçiriyor ve her gelen, bir öncekini kovuyor. Bunun sonucunda eski Küdüs şu anda 4 mahalleden oluşuyor: Hristiyan, Yahudi, Müslüman ve Ermeni. Eski şehrin surları ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. Böylece hemen surların dışındaki bir caddeye de onun adı verilmiş.

Surlara giriş çıkış yapılan birçok kapı var. Biz tur rehberimiz çift ile Jaffa Gate'te buluşuyoruz. Tüm tabelalar üç dil / alfabeden oluşuyor. İbranice, Arapça ve Latin harflerini temsilen İngilizce. Rehberlerimiz aileleri ile birlikte 14-15 yaşında 1960larda Amerika'dan İsrail'e göç eden bir çift. Anadillerinin İngilizce olması buna karşılık 50 yıldır burada olmaları benim için büyük şans. 

Öncelikle şunu rahatlıkla söyleyebilirim: üç büyük din içinde kutsal olan bu şehirde adım başı dini bir hikayeye rastlıyorsunuz ve bu fazlasıyla ruhani şehir en inanmayanı bile imana götürebilir. Tıp literatürüne geçmiş Kudüs Sendromu adında bir psikolojik rahatsızlık var. Şehir sizi o kadar yoğun bir dini tarihe maruz bırakıyor ki, her yıl yaklaşık 200 turist, kıyametin geldiğine ve kendisinin mesih olduğuna inanıyor.

Din temelli kurulan bir ülkenin en dini şehrinde yaşayanların da çok katı dindar olması da çok şaşırtıcı olmasa gerek. Dünyanın dört bir tarafından gelen Yahudiler gelirken kendi ülkelerindeki kültürlerini de beraberlerinde getirmişler. Bunun sonucunda hangisinin ne olduğunu bilmediğim kürk şapkalı / kipalı, sakallı / sakalısız, uzun saçlı / yandan fiyonk saçlı gibi çeşitli kombiasyonlarda birçok değişik dindar Yahudi görmek mümkün.

Turumuza Hıristiyan mahallesi ile başlıyoruz. Burada İsa'nın Çilesi filmini birebir gerçekleştiriyoruz. Da Vinci'nin resmettiği son yemeğin yediği odayı geziyoruz. Oradan İsa'nın yargılandığı yerden başlayıp, İsa'nın hacı taşıyarak geçtiği Via de la Rosa'yı adımlıyoruz. Dindar Hristiyanlar en önde papaz ellerinde kocaman bir hac taşıyarak İsa'nın bu yolunu yeniden canlandırıyorlar. Burada gördüğüm dindarlar genelde Rus ya da Ukraynalı. Bu yol bizi en sonunda İsa'nın çarmıha gerildiği ve gömüldüğü yere götürüyor. Bugün burası hayatımda gördüğüm en komplike kilise olan Kutsal Kabir Kilisesi'ne dönüştürülmüş. Zira şimdiye kadar gördüğüm tüm kiliseler tek bir mezhebe aitken bu kilisenin her bir şapeli farklı mezheplere göre tasarlanmış. 

Buradan yolumuzu Yahudi mahallesine çeviriyoruz. Yahudiler Kudüs'e ilk yerleştiğinde Zion Dağı'na bir tapınak inşa ediyorlar. Bu tapınak şehri işgal eden Persler tarafından yıkılıyor. Yerine ikinci tapınak yapılıyor bu da Romalılar tarfından yıkılıyor. Bu ikinci tapınaktan geriye bir tek batı duvarı kalıyor o da bugün ağlama duvarı diye bildiğimiz duvar. 

Buraya girmek için sanki havaalanına girermiş gibi ciddi bir güvenlik kontrolünden geçiyoruz. Duvar, Müslümanlıktaki gibi haremlik selamlık olarak bölünmüş, kadın ve erkekler ayrı yerlerde ibadet ediyorlar. 

Buradan sonra durağımız Ermeni mahallesi. Burası diğer mahallelere göre daha az dini motiflerle bezeli ancak daha düzenli ve temiz. Duvarlarda "1915 soykırımı hatırla" şeklinde posterler var.

En son olarak Müslüman mahallesine geliyorum. Zira burada diğerlerinden ayrılmak durumundayım çünkü cumartesi günü Müslümanlar dışında Zion dağına giriş yasak. Dağın girişinde Arap polisler var. Benden Fatiha okumamı istiyorlar. Bunun karşılığında, nüfus cüzdanımda yazan İslam hanesini gösteriyorum. Belki de bu kutunun işe yaradığı ilk ve tek yer burası olsa gerek. Bu kontrolden iki kere geçip Zion dağı'na çıkıyorum. Burada iki cami var. Birincisi Mekke ve Medine'den sonra İslam'ın en kutsal üçüncü yeri, Hz. Muhammed'in Allah'ın katına çıktığı Mescid-i Aksa. İkincisi Kudüs'ün en bilinen ikonu olan mavi dış cepheli sekizgen, Kubbet-üs Sahra.

Hz. İbrahim'in oğlunu kurban edecekken gökten koçun indiği yer burası. Bahsettiğim iki Musevi tapınağı bu taşın üzerine kurulduktan sonra şehir Arap himayesine geçince, Emeviler bu taşın üzerine cami inşa ediyorlar.

Zion Dağı'nın tam karşısında Zeytin Dağı var. Kutsal kitaba göre Mesih, Zeytin Dağı'ndan inecek, Altın Kapı'dan geçip Zion Dağı'na çıkacak. Bunu engellemek isteyen Müslümanlar Altın Kapı'yı duvar ile örüp önüne Müslüman mezarlığı yapmışlar. Zira dirilişin sembolü Mesih, ölülerin arasından geçemezmiş. Güzel mantık doğrusu.

Duvarın hemen dışında bir mağara var. Süleyman'ın taş ocağı olarak bilinen bu mağara masonların 1860'tan bu yana yıllık ritüellerini gerçekleştirdikleri bir yer. Zaten Hz. Süleyman ilk büyük usta olarak kabul ediliyor.

Böylelikle bir şabat günü Kudüs turumu tamamlıyorum. Akşam yemeği için bir yerler bakıyorum. Kudüs bir dağın üzerinde yaklaşık 800 m rakımda bir şehir olduğu için hava kararınca serinliyor. Yahudilikte Koşer yemek diye bir tabir var. Süt ürünleri ile et ürünleri birlikte tüketilemiyor. Mesela bu sebeple McDonald'slarda çizburger yok. Kudüs bu anlamda olup olabilecek en ekstrem örnek olduğu için bir restaurantın menüsünde ya et yemeği var ya da süt ürünü. Bu sebeple aynı restaurantın fiziksel olarak birbirinden ayrı iki restaurantı mevcut.

Hala bir önceki gecenin yorgunluğu ile hostele dönüyorum. Yarın yolculuk Lüt gölüne.