İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

27.11.2014

Dublin

Epeydir ekonomik dar boğazda olan İrlanda, belki de biraz daha fazla turist çekebilmek için 2012’den itibaren Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 23 ülkeye vize ayrıcalığı tanıdı. Saçma bir şekilde Schengen’i kabul etmeyen İrlanda’dan vize almak epey zahmetli bir süreç. İstanbul’daki fahri konsolosun vize verme yetkisi yok. Belgeler buradan toplanıyor, İrlanda’ya gönderiliyor, orada vize süreci işliyor ve sonra pasaport geri gönderiliyor. Ölme eşeğim ölme.

Bunun yerine 2012’de sağlanan ayrıcalıkla İngiltere vizeniz varsa, İngiltere’ye giriş yaptıktan sonra İrlanda’ya geçerseniz vize gerekmiyor. Daha önce anlattığım gibi yüksek ulaşım ücretleri burada da geçerli. Bu yüzden yine araba kiralayıp Belfast’tan Dublin’e gidiyoruz. Terör de bittiği için artık sınır falan yok. Güney İrlanda’ya geçtiğimizi anlamamızın tek yolu, trafik tabelaları: Birden bire milden km’ye geçip, İngilizce’nin yanında İrlandaca da ekleniyor.  

Dublin’e giderken yolun üzerinde Bru Na Boinne diye neolatik dönemden kalma bir toplu mezar şehri var. UNESCO koruması altındaki bu 5.000 yıllık merkeze çok gitmek istiyordum ancak ne yazık ki toplu mezarlar çok dar olduğu için günlük kısıtlı sayıda insan kabul ediyorlarmış. Bilet bulamadık, anca dışarıdan bakabildik.
Yaklaşık 900 yıl boyunca İngiliz işgali altında kalan İrlanda, Katolik olması sebebiyle fazlasıyla sıkıntı yaşamış ve ekonomik anlamda çok da gelişememiş bir ülke. Şöyle bir örnek vereyim, halen daha bir katoliğin Büyük Britanya kralı / kraliçesi olmasını engelleyen bir yasa mevcut.  900 yıl boyunca İngilizler, katoliklere mülk edinmeden tut da at sahibi olmaya kadar ya da kilise yapımında ahşap dışında malzeme kullanımına kadar herşeyi yasaklamışlar.  Ülke fazlasıyla yağışlı olduğu için tahıl yetişmiyor. Temel besin ihtiyacını yüzyıllar boyunca Amerika’dan getirilen patates karşılamış. Ne zaman ki 19. Yüzyılda serbest piyasa ekonomisi ile patatesin fiyatı serbest bırakılıyor, işte o zaman zaten fakir olan halkın üçte biri ya ölüyor ya da çareyi Amerika’ya göç etmekte buluyor.  Bahsettiğim rakam 2 milyon kişiye tekabül ediyor. 1922 yılındaki bağımsızlık savaşı sonrasında Katolik olan Güney İrlanda bağımsızlığını kazanıyor.

Gelelim Dublin’e. Ne yazık ki İrlanda’yı gezmek için yeterli vaktimiz yok. Kilkaney gibi orta çağ kasabalarını artık başka zamana kısmet deyip pas geçmek zorunda kalıyoruz. Açıkçası Dublin’de neyi görmek lazım diye bakıyorum bakıyorum ama pek birşey bulamıyorum. Turist infoya gidiyorum adam bana bir numaralı turist atraksiyonu olarak Guiness’in fabrikasına gitmemi öneriyor. Şehrin bir numaralı turistik merkezinin bira fabrikası olması sanırım yeteri kadar açıklayıcı olmuştur.
Şehrin merkezinde 1592’de kurulan Trinity College ve 1700lerde kurulan Bank of Ireland , değişik binaları ile hemen dikkat çekiyor. 800 yılında yazıldığı tahmin edilen ve günümüze kadar ulaşmış en eski kitaplardan biri olan “Book of Kellis” Trinity College’ın kütüphanesinde muhafaza ediliyor ve turistik açıdan çok fazla birşey vaat etmeyen şehir için görülebilecek sayılı şeylerden bir tanesi.

Buradan çıktıktan sonra Temple Bar’da mola veriyoruz. Yanına tourist info açılacak kadar turistik bir bar haline gelen Temple Bar, yine de gün içinde canlı İrlanda country müziği dinlemek istiyorsanız gitmeniz gereken yer. Zaten Rihanna dinlemek isterseniz onu İstanbul’daki publarda da dinleyebilirisiniz.

En son olarak yönümüzü Guiness’in fabrikasına çeviriyoruz. Önündeki turist otobüslerinin sayısı Sultanahmet Meydanı’ndakiler ile yarışır düzeyde. 1900’lerin başında şehrin en  büyük işveren kurumu olan Guiness, makineleşme ile otomasyona geçmiş olsa da halen daha şehrin en büyük sanayi kuruluşları arasında ilk sıralarda yer alıyor. Guiness Experience’ta ilk başlarda bira hakkında bilgiler aldıktan sonra esas keyifli kısma, 360 derece teras katında Dublin’e karşı kuş bakışı bira yudumlama kısmına geçiyoruz.

Bunun dışında meraklısı için Oscar Wilde’ın evi, James Joyce müzesi gibi edebiyat ile ilgili görülebilecek yerler var. Ama Dublin çok daha fazlasını vaad etmiyor. Dediğim gibi muhtemelen ülkenin Ankara’sına geldik oysa ki biz Efes’i, Truva’yı arıyorduk. 

26.11.2014

Kuzey İrlanda

Öncelikle Kuzey İrlanda’ya gitmeden önce buranın politik durumunu iyi anlamak lazım. Burası örneğin bir bask bölgesi gibi “işte halk İngiltere’den kopmak istiyor, bunun da terör örgütü IRA’dır” diye düşünüyorsanız, sınıfta kaldınız, oturun önce biraz tarih çalışalım.

İrlanda tarihini bir sonraki yazıda İrlanda’dayken daha detaylı anlatacağım o yüzden tarihte biraz ileri sarıyorum ve 1922’ye İrlanda’nın bağımsızlık savaşını kazanmasından sonraki anlaşma kısmına geliyorum.  İrlanda’daki herkes; İrlandalı, katolik ve bağımsızlık yanlısı değil. Protestan ve Kraliyetçiler de var. İşte İrlanda adası bağımsız olurken, çoğunluğun Protestan ve Kraliyetçi olduğu kuzeydeki 6 vilayet daha sonra gerekirse referandumla kendi kaderlerini tayin etme hakkını saklı tutacak şekilde Birleşik Krallığa bağlı kalıyorlar. Daha sonraları, 1960’larda Kuzey’deki katolikler ise protestanlar tarafından ayrımcılağa maruz kalıyorlar, iş bulamıyorlar vs. İşte bu şartlar altında IRA filizleniyor ve terör saldıları gerçekleştiriyorlar. Yoksa daha Belfast havalimanından çıkar çıkmaz geçtiğimiz irili ufaklı tüm köylerde elektirik direklerinde bir Birleşik Krallık, bir Kuzey İrlanda bayrağı dalgalandırarak, buradakiler açık ve net bir şekilde taraflarını belli ediyorlar.


Şehre gitmeden önce, yine atlıyoruz arabaya ve ülkenin en kuzeyine Giant Causeway’e ya da Türkçe’ye çevrilmiş haliyle Devler Kaldırımı’na gidiyoruz. Burası Kuzey İrlanda’nın tek UNESCO Dünya Mirası. Volkanik patlamalar sonucunda oluşmuş bu boyları 12 metreyi bulan kayalar gerçekten elle kesilmiş arnavut kaldırımları gibi duruyorlar. Buraya gidecek olan varsa ufak bir tüyo. Taşlara gitmek ücretsiz ama visitor center’a girmek 8 pound. Visitor center’da shop ve tuvalet dışında hiçbir şey yok. Lüzumsuz yere buraya para vermeyin.

Bir zamanlar Beyrut, Bağdat ve Bosna ile birlikte gidilmemesi gereken dört B’den biri olan Belfast görece yeni bir şehir. 1800’de 20.000 kişilik ufak bir köyken Sanayi Devrimi sonrası açılan tekstil atölyeleri ile birlikte şehrin nüfusu I. Dünya Savaşı öncesinde 400 bini buluyor. Hatta 1912’de Titanic bile  burada yapılmış. Şehrin liman kısmında bir Titanic Tour’u var ancak ben katılmadım, nasıl olur bilmiyorum. Şehir terör dolayısıyla anca yeni yeni turist çekmeye çalışıyor bu açıdan fiyatlar da Birleşik Krallık içinde görece çok daha ucuz.
Belediye binası şehrin merkezi sayılıyor. 1880 yılında Klasik rönesans stilinde inşa edilen binanın ön bahçesinde, dönemi hatırlatmak için olsa gerek kocaman bir Victoria heykeli endam ediyor. Belediye binasını diklemesine kesen yayalaştırılmış yol ise ana gezme caddesi diyebiliriz.

Belfast’ın haliyle en ilgi çeken tarafı siyasi tarihi. Bunun için yolumuzu Falls Road’a çeviriyoruz. Burası daha çok katoliklerin yaşadığı ve aynı zamanda IRA’nın siyasi kanadı Sinn-Fein’ın binasının bulunduğu cadde.  Cadde boyunca özgürlük üzerine boyanmış birçok duvar bulunuyor. Aynı zamanda buradaki çatışmalarda hayatını kaybedenler adına yapılmış bir anma bahçesi bulunuyor. Bunun yanı sıra modern zamanlı duvarlarda günümüz siyasi konjenktürüne uygun boyamalar var. Bunlar arasında Bask, Katalan, gibi etniklerin özgürlüklerine yönelik duvarların yanı sıra “Öcalan’a özgürlük” temalı bir boyama da bulunuyor.  Cadde şehrin biraz dışında kalıyor. En kolay geliş yolu dolmuş taksiler. Evet ilk defa bir Avrupa şehrinde dolmuş taksi görüyorum.

Bunun dışında turist guide’da şehrin görülecek yerleri arasında büyük bir kısım ayrılmış Crown Liquor Saloon akşam soluğu almanız gereken yerler arasında. 1885 yılında yapılan bu barın oturma alanları bölmelere ayrılmış. Kapitalist ekonomik şartlarda bu şekilde bir yer kaybına tahammül yokken demek ki 130 sene önce insanların gizliliğine çok daha fazla önem veriyorlarmış.

Yıllarca terör ile boğuşmuş bu 150 yıllık endüstri şehrinden turistik anlamda çok da fazla birşey beklememek lazım. Bir gün burası için yeterli olur. Benim gitmeye vaktim olmadı ama eğer yeterli vaktiniz olursa kuzeydeki Derry’e yolunuz düşebilir. Burası 70’lerde İngiliz askerlerinin pasif yürüyüş yapan katolikleri öldürükleri Kanlı Pazar’ın yaşandığı şehir. Bizim Gezi Park’ında yaşananların tıpatıp aynısının yaşandığı olaylar ile ilgili olarak aynı isimli 2002 yılı yapımı filmi izlemenizi öneririm.

21.11.2014

Edinburgh


Galler’in başkentinden sonra ertesi günün programında ise İskoçya’nın başketine, Edinburgh’a yolculuk var. Dediğim gibi ilginç bir şekilde uçakla Londra’dan Edinburgh’a gitmek hem daha kısa sürüyor hem de daha ucuz. İskoçya’ya geldiğimizde Glasgow’da İngiliz Milletler Topluluğu olimpiyatları yapılıyordu. Dünya Kupası bitmiş, daha ligler de başlamamışken gündemi bu meşgul ediyordu. Henüz o zaman çok da dikkat etmediğim bağımsızlık oylaması ile ilgili stickerlar ve posterlerde sağa sola yapıştırılmıştı.

Edinburgh esasında gezmesi çok basit bir şehir. Şehrin tepesindeki Edinburgh kalesi tüm güzelliği ile şehrin her yerinden görülebiliyor. Şehrin aşağısında ise bugün halen daha Kraliyet’in resmi konağı olan Holyroodhouse Saray’ı bulunuyor. İşte eski şehir de bu iki kompleksi birbirine bağlayan 1 millik arnavut kaldırımlı yolun iki yanından oluşuyor. Bath örneğinde olduğu gibi, burada da yolun ismi kendiliğinden gelişmiş. Kraliyet’in kaleden saraya gitiği bir mil uzunluğundaki yolun ismi de haliyle Royal Mile olmuş. 

Yolun iki yanındaki binalar da genelde 15 ve 16. Yüzyılda inşa edilmiş. Yukarıdan aşağıya yürürken büyük katedrallerden, reformist John Knox’un evine kadar en azından önünde bir durulup fotoğrafını çekmeye değecek epey bir bina var.

Binalar genel olarak birbirine bitişik yapıldığından “close” adı verilen  geçitler eski şehrin bir başka turistik etkinliğinin ana kaynağı. Real Mary Closes gibi korku turlarına katılırsanız öğreneceğiniz gibi şehrin zenginleri Royal Mile’ın iki yanındaki bu binalarda yaşarlarken, şehrin fakirleri bu binaların altındaki gün ışığının içeri girmediği bu bodrumlarda hayatlarını geçiriyorlarmış.

Tren yolunun hemen karşısındaki Primemark’tan Mango’ya kadar bütün mağazaların sıralandığı kısım ise Yeni Şehir. Şehir, Royal Mile’ın etrafına sığmaz olunca, 18. Yüzyılda şehri genişletme ihtiyacı doğmuş ve böylece bugün Eski Şehir ile birlikte UNESCO dünya mirası listesinde yer alan yeni şehir kurulmuş. Haliyle Yeni Şehir’in mimari planlaması çok daha düzenli, bloklar halinde yapılmış. Bu yakaya baktığınızda dikkatinizi çekecek sağ tarafta yer alan büyük görkemli bina Balmoral Oteli.

İskoçya deyince bir erkek için belki de en akla gelen konulardan birisi de viski. Viski’nin ana vatanı olan İskoçya’da temel olarak 4 tip Viski coğrafyası bulunuyor. Viski hakkında iyi bir bilgi almak ve bu viskileri tatmak için kalenin hemen aşağısında yer alan Scottish Whiskey Experience’a gitmenizi tavsiye ediyorum. Buraya gittikten sonra hala “Jack Daniel’s süper viski ya!” diyeni viski fıçısında boğarım. Buna para ödemek istemiyorsanız bile en azından mağazasına girerek çeşit çeşit viskileri bulabilirsiniz. Bu deneyimden sonra benim artık favorim Ardbeg. Çok yoğun bir tadı var. Duty Freelerde de bulunabiliyor. Meraklısı için viski chartını da ekliyorum.

Edinburgh’ta gezip görme esasında hiç ucuz değil. Esasında poundu yuvarlak hesap dört ile çarpmak gerektiği için hiçbir şekilde ucuz değil. Ama kaleye de gideyim, saraya da gireyim, viski de içeyim demek kafadan 60 pound harcamak demek. “Sanki hergün Edinburgh’a mı gidiyoruz, gelmişken herşeyi gezelim, görelim bari” mantığındaysanız eğer o zaman son bir yer daha anlatayım. Hem böylece “hem gezi yazısı yazıyosun, hem de hiçbişi anlatmıyosun” dememiş olursunuz.

Whiskey Experience’ın hemen karşısında Camera Obscura diye bir kule var. Victoria döneminde inşa edilen bu kulenin tepesindeki lensler ve aynalar kullanılarak yaratılan mekanizma sayesinde Edinburgh manzarası yuvarlak beyaz masaya yansıtılıyor. Bunun dışında ise görsel hileler kullanılarak yapılmış hologramlar ve optikler yer alıyor.

Bunun dışında meraklısı varsa Elephant House, “aha işte JK Rowling, Harry Potter’ı bu masada yazdı” diye bangır bangır pazarlamasını yapıyor. Güzel bir kale manzarası bulunan kafede bagel yiyebilirsiniz.

Daha önce Glasgow’a da gitmiştim. Edinburgh turistik bir şehir olması sebebiyle Glasgow’a göre çok daha pahalı. Örneğin Glasgow’da bir kahvaltı 3.5 pound iken Edinburgh’ta 5.5 pounda anca kahvaltı edebiliyorsunuz.


Dediğim gibi Edinburgh’ta geçirmeniz gereken süre, ne kadar gezilecek görülecek yerlere para harcamak istediğiniz ile alakalı. E tamam işte dışarıdan kaleyi, sarayı gördük yeter bu kadar derseniz bir günde yürüyerek şehri talan edebilirsiniz. Bizim daha vaktimiz var daha başka ne var derseniz, şehrin 10 km kadar dışına, deniz kenarına alalım sizi. Denizin ortasında Incholm diye ufak bir ada var. 12. Yüzyılda buraya bir manastır dikmişler. Arada sırada İngilizler bu manastırı talan etse de genel haliyle manastır ayakta kalmış durumda. Hatta düğünler için çok tercih edilen bir yer. İsterseniz buraya da gidebilirsiniz. Edinburgh’ta 2 gece kaldıktan sonra tekrar uçağa atlayıp Kuzey İrlanda’ya geçiyoruz. 

12.11.2014

Cardiff ve Civarı

İşimin yardımıyla bu yıl epey bir Kraliçe’nin elini öpmeye gittim. Genelde kısa süreli olan bu ziyaretlerimdeki notlarımı da daha önce paylaşmıştım. Altın vuruş için ise Ramazan Bayramı’nı bekledim. 9 güne yayılan bu uzun planda bu defa İngiltere dışına çıkıp, Galler, İskoçya, Kuzey ve Serbest İrlanda’yı gözüme kestirdim. Hazırsanız başlıyoruz.

Daha önce yazmış mıydım bilmiyorum, İngiltere’de herşey çok pahalı ama ulaşım epey bir pahalı. Easyjet’te uçak biletleri, trenden daha ucuz. Eğer 2 kişi ve daha kalabalıksanız araba kiralamak otobüs ile gezmekten çok daha ucuza geliyor. “Sağdan direksiyonu nasıl kullanacağım” demeyin, Türkiye’de uygulanan trafik kurallarında araba kullanmayı beceren kurallara uyulan bir ülkede geri geri bile araba sürebilir ve daha da önemlisi,  otobüs yerine araba kullanmayı tercih ederek  sadece varış noktasına odaklanmayıp, “hayat yolculuktur, varış değil” felsefesiyle yolun keyfini daha fazla çıkartabiliyorsunuz.

Bu doğrultuda ilk günün varış noktası Cardiff, Galler’di. Yolu biraz daha fazla uzatıp The Cotswolds adı verilen bir bölgenin içinden geçiyoruz. Burası işte İngiltere denilince akla gelen klasik koyunların otladığı, uçsuz bucaksız yeşilliklerin olduğu, arada birçok ortaçağ köyünü barındıran bir bölge. Daha sonra Bristol’ü Galler’e bağlayan köprüden geçip Cardiff’e doğru yol alıyoruz.
Çok detaylı araştırmasını yapmadım ama hem Galliler hem de İrlandalılar Keltlerin kuzenleri olduklarını iddia ediyorlar. Cardiff görece ufak bir şehir. Şehrin merkezinde zaten kale bulunuyor. Bir de yayalaştırılmış Queens caddesi. Kalenin hemen yukarısında Bute Park diye bir park var. Yakın zamanda yapılmış Millenium stadı da hemen kalenin yanı başında gayet şehrin göbeğine dikilmiş. Bu kadar merkezi bir yere stad yaptıklarına göre şehrin pek rant değeri yok anlaşılan. 

Daha önce okuduklarımdan Galler’in daha turistik taraflarının ülkenin kuzeyi olduğunu görmüştüm ama Cardiff’in bu kadar küçük olabileceğini düşünmemiştim. Şehrin merkezini bitirdikten sonra  bu defa yolumuzu merkezin biraz dışındaki St. Fagans’ta bulunan “Museum of Welsh Life”a çeviriyoruz. Burası ücretsiz bir açık hava müzesi gibi bir yer. Klasik eski Galler köy evlerini vs. burada yeniden canlandırmışlar.
En son olarak Cardiff Körfezi’ni ziyaret ediyoruz. Burası 20 yıl önce tamamen sanayiye teslim olmuşken, yapılan yenileme çalışmaları ile bugün daha çok panayırların olduğu, sahilde yelkenlilerin gezdiği tamamen dinlenme amaçlı bir yere çevrilmiş.

Böylelikle Cardiff’te bir günü tamamlayıp dönüşe geçiyoruz. Dönüş yolumuzun üzerinde tarihi bir Roma şehri, Bath var. Esasında şehre çok düz mantık isim verilmiş. Şehirde çıkan yer altı suları sonucunda Romalılar buraya bir hamam yapıp şehri kurmuşlar ve şehrin ismi de “Hamam” olarak kalmış. Bugün UNESCO koruması altındaki şehrin zaten gezip görülecek yerleri hep yanyana sıralanmış. En fazla 1-2 saat içinde Bath’ın görülmesi gereken yerlerini tamamlayıp, bir sonraki günkü Edinburgh uçağı için geri dönüyoruz.