İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

1.12.2016

Zürih

Bulutları delip alçalmaya başladığımızda Alpler halen daha hiç kalkmamış karlı beyaz tabakasıyla bizi karşılıyor Zürih’e varırken. Halbuki Ağustos’un sonundayız ve Zürih aksine oldukça sıcak. Hatta o gün Zürih nehrinde yüzme yarışı varmış. Bütün yıl nehirde yüzmeye izin verilen tek gün o gün olsa da Zürih’in etrafına kurulduğu Zürichsee ise Cumartesi olmasının verdiği etkiyle cıvıl cıvıl. Biz de şehirde ilk iş olarak kendimizi şehir hatları vapuruna atıyoruz. Ta gölün sonuna kadar giden vapurun dönmesi 2,5 saati alıyor. Biz onun yerine yarı yoldan dönüp gölün iki yakasındaki duraklarda yuvarlak yapan kısa vapurla meramızı gideriyoruz. Zaten vapurun büyük kısmı bizim gibi turistik gezi yapanlar. Mavinin yeşille buluştuğu gibi klişe bir reklam tabiri kullanmak istemiyorum ama gölün etrafında her tarafı ağaçlarla çevrili - artık hangi İsviçreli bankacılara aitse -  müstakil evlere hayranlıkla bakıyoruz. Evlerin arasındaki yeşil alanlarda ise insanlar yeşilliklere serilmiş – hele ki İsviçre için – yılın son güneşli günlerinin keyfini çıkartıp göle atlıyorlar.

Dönüşünde artık acıkmaya başladık ve karnımızı doyurabilmek için sokakları arşınlayıp restoranların menülerine bakarken, çakısı, saati, çikolatası gibi İsviçre’nin en büyük bilineni bir kez daha suratımıza tokat gibi çarpıyor: Burası gerçekten çok pahalı. Hoş bu pahalılığı daha otel bakarken anlamıştık. Tramvay ile şehir merkezine 15 dakika uzaklıktaki – ki küçük bir şehir için hatırı sayılır bir mesafe – otelimize oda kahvaltı iki kişi gecelik 120 avro veriyoruz ki bu bulabildiğimiz en ucuz otel. Seyahat planını yaparken niyetim eski şehri UNESCO Dünya Mirası listesinde olan Bern’e günübirlik bir gezi de sıkıştırmaktı ama gidiş dönüş tren bileti kişi başına 100 avro olunca bundan hızla vazgeçtim. Zira bizim İstanbul’dan Zürih’e gitmek için verdiğimiz uçak parası bundan daha azdı.

Restoranlara dönecek olursak, tamam şehir merkezindeyiz bir miktar pahalı olması anlaşılabilir bir şey ama bir tavuk şnitzel için 32 Frank nedir arkadaş? Tam da bu noktada imdadımıza sokakları arşınlarken duyduğumuz müzik sesleri ve ana caddeye doğru akan kalabalık yetişiyor: Arka sokakta, sokak festivali var!  Bu da sokak yemek stantları demek. Zürih ve çevresinden ayrılmayacağımızı düşünürsek en azından etkinlik açısından güzel bir döneme gelmişiz zira bu dönemde festival var. Bizim bu tesadüfen denk geldiğimiz şehrin turistik eski kısmı, Niederdorf’ta düzenlenen Dörflifascht müzik festivali. 2 avroya Kuzey Afrikalı bakkaldan birayı çantaya attıktan sonra sosislicisinden Çin yemekçisine kadar sokak yemek stantlarının arasına dalıyoruz. Sokak yemeği dediğime bakmayın bunlar da pahalı. Örneğin birazca büyük bildiğimiz bazlamanın üzerine sarımsaklı yoğurt sürüp bunu 8 Franktan satıyorlar. 8 Frankı, örneğin 8 TL diye düşünüyorum, gene pahalı geliyor. Türkiye’de 8 liraya hamur satmaya kalksan bir tane bile satamadan tezgâhı kapatır gidersin.  

Normalde turist kitaplarında baştan başa yürünmesi tavsiye edilen caddenin internette pek sıklıkla görülebilecek balkonunda inek heykeli bulunan otelin tam altındaki Raclette satan standında duruyoruz. Haşlanmış patatesin üstüne racelette peynirini eritiyor. Bu da bir yerden sonra baymasın diye yanında turşu ile servis ediliyor. Yoldan gelmişiz, açız, seçenek bol. Diğer stantlara da dadanıyoruz. Buradaki parti yarın da devam edecek. Müzik, bira, görece ucuz yemek… Daha ne isteyebiliriz ki! Elbette ki yarın tekrar buraya geleceğiz.

Ertesi sabah yine güneşli bir gün karşılıyor bizi. Bilgi dağarcığıma yeni bir bilgi daha katıyorum: Senelerdir Türk markası bildiğim Migros meğerse İsviçreliymiş. Tren garının hemen yanındaki Migros’tan yollukları alıp trene atlayıp Schaffausen’ın yolunu tutuyoruz. Zürih il sınırları içinde olduğu için gidiş dönüş 26 franka yaklaşık 50 dakikalık mesafedeki Schaffausen, Avrupa’nın en büyük şelalesine ev sahipliği yapıyor. Zamanında kontun biri akıllılık yapmış ve tam da şelalenin ucuna güzelim bir şato dikmiş. Karşı kıyıdan baktığında çok da güzel fotoğraflık bir mizansen sunuyor. Tekneye atlayıp önce şelalenin ağzına kadar geliyoruz, ardından şelalenin tam ortasındaki kayaya tırmanıyoruz. Elbette bir Niagara Şelalesi değil ama yine de keyifli bir tecrübe. Ama benim için esas keyif buradan sonra başlıyor. Eda sudaki kahverengi köpüklerden rahatsız olduğu için suya girmemeyi tercih ediyor. Kıyafetlerimi Eda’ya teslim edip ilerideki köprünün altında buluşmak üzere kendimi şelalenin debisi ile akıntısı iyice hızlanan nehrin tatlı sularına bırakıyorum. Zaten yüzmeme gerek kalmadan su beni köprüye kadar götürüyor.

Her ne kadar Pazar kalabalığı olsa da Schaffausen’a Pazar günü gittiğimiz için şanslıyız zira Pazartesi sabahı yağmur ile uyanıyoruz. Hava sıcaklığı bir günde 10 derece birden düşüyor. Nehir kenarı dışında pek gezme fırsatını bulamadığımız Zürih için başlangıç noktası olarak aldığımız Paradeplatz’a vardığımızda şanslıyız ki yağmur duruyor. Biraz Google edince hemen karşımıza çıkan Sprüngeli çikolatacısı tramvaydan iner inmez bizi karşılıyor. İçeri girdiğimizde bize denemek için çikolata ikram ediyorlar. Sağ olsunlar böylece çikolatanın tadına bakıyoruz, zira her şeyde olduğu gibi burada çikolata da pahalı. Cimrilik yapmıyorum. Herhangi bir duty free de ya da Metro markette bile bulabileceğiniz Lindt çikolataları burada Türkiye’dekinin 3 katı fiyatına satılıyor.

Çikolatacıdan çıktıktan sonra meydandan tren garına kadar uzanan Bahnhofstrasse caddesinde IWC’den  Patek Phillippe’e Swatch’tan Tissot’ya kadar ne kadar saat markası varsa hepsinin mağazası sıralanıyor. Mağazalara baka baka caddenin sonuna geldiğimizde en ince heykellerine kadar ayrıntılarıyla düşünülmüş neoklasik mimarisiyle tren garı bizi karşılıyor. Garın oradan sola dönünce 4 katlı büyük bir Migros var. En üst kat ise bizim IKEA’dan alıştığımız şekilde bir restoran. İşte burada fiyatlar makul. 4 gün boyunca restoran yemeği diyebileceğimiz tek yemeği burada 2 kişi toplamda 22 frank vererek yiyoruz.


Tam ters istikamette gardan sağa, bu defa festivalin alanının karşı kıyısına doğru nehir tarafına ilerleyince Arnavut kaldırımlarıyla döşeli eski şehrin sokaklarını arşınlıyoruz. Geniş meydanda iki tane gotik yapıda kilise var. Kirche Fraumünster ücret istiyor. Daha önce de dediğim gibi San Pietro’ya para vermediysem eğer hiçbir kilisenin girişine para vermem. Onun yerine günlük ayin saatinde giderim, ayine katılacağım deyip ücretsiz girerim olur biter. Ama bu İsviçrelilerin dinle pek alakası olmadığı için de bu kilisede sadece Pazar ayini düzenleniyorumuş. Grossmünster ise ücretsiz. Zaten buraya girince iyi ki ötekine girmemişiz diyoruz zira dediğim gibi adamlar oldum olası diyanete para ayırmadıkları için kilisenin içinde görülecek hiçbir şey yok.

Dedik ya tam da festival mevsimindeyiz diye. Zürih’te 15 gün süren Zürcher Theater Spektakel diye bir yaz festivali var. Şehir merkezinden 2 durak ve 5 dakikalık bir otobüs yolculuğu ile akşam soluğu festival alanında alıyoruz. Burası tabi daha uzun soluklu bir yer olduğu için sokak stantlarından ziyade prefabrik kurulumlar var. Bir pizza ile bir biraya 23 frank verip paylaştık. Ana sahnedeki gösteriler için bilet satılıyor – ki bu biletler çok önceden bitmişti bile – öte yandan açık alanda sokak sanatçıları bahşiş karşılığı illüzyonistlikten cambazlığa kadar çok güzel gösteriler yapıyorlar ki biz gece 11’de gösteriler bitene kadar oradan oraya dolanıp son derece keyifli vakit geçirdik.


Ertesi gün artık dönüş vakti gelip de düşündüğümüzde mevsimin de verdiği canlılıkla çok keyifli vakit geçirmiştik bu açıdan şanslıydık. Ancak fiyatları düşününce, her ne kadar İsviçre’de görülebilecek daha çok yer varsa da kısa vadede turistik açıdan bir daha geleceğimizi düşünmüyoruz.