İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com
Altıpasta Tek Başına etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Altıpasta Tek Başına etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23.12.2013

Lev Yashin 3. Bölüm - Rakamlar ve Şahitlerle Dünyanın En İyisi


Peter Jackson büyüğümüz sağolsun bir hikayeyi 3 bölümde anlatmanın çok da yanlış bir seçim olmadığını hepimize ispatladı. Bu da Yashin efsanesinin üçüncü ve son bölümü…



Bir önceki yazıyı Yashin’in son 4 büyük turnuvasının 2-1’lik maçlarla sona erdiğini yazarak bitirmiştik. Bu dört turnuvanın son üçünde Sovyetler Birliği kaybeden taraf olmuştur. Yashin’in büyüklüğünü önce rakamlarla anlatmak için iyi bir başlangıç noktası olabilir. 20. yüzyılın en büyük kalecisinin milli takım kariyeri boyunca oynanan 8 büyük organizasyonun (4 Dünya Kupası, 2 Avrupa Şampiyonası, 2 Olimpiyat) gol ortalamasını (3.86) ikiye böldüğümüz zaman takımların maç başına 2 gol yediğini görüyoruz. Yani diyebiliriz ki aslında SSCB bu yıllarda sonuna kadar gidebilecek kalibrede bir takım değildir ve Yashin’in o turnuvalarda oynayan ortalama bir kaleci kadar gol yemesi (ki üst turlarda iyi takımlara karşı normal karşılamak lazım) bile Sovyetler’in elenmesine yetmiştir. O dönemin Dünya Kupası finallerini hızlıca hatırlarsak 1954: 3-2, 1958: 5-2, 1962: 3-1 ve 1966: 4-2 bitmiş. Yani kazanan takımların kalecileri 1962 dışında 2 gol yemiş ama takım arkadaşları en az 3 gol atmayı başarmış. 

“Hade len oradan, Yashin’i yüceltmek için amma kasmışsın” diyenleriniz varsa yukarıda ulaştığımız “1954-66 arası büyük turnuvalarda takımların maç başına 2 gol yediği” istatistiğini o dönem için dünya ortalaması olarak kabul edip devam edelim. Yashin çoğu kaynağa göre 270, bazı Rus kaynaklarına göre ise 207 maçı gol yemeden tamamlamış. Kariyerinde 800’ün üzerinde resmi maç olmasına rağmen Dinamo Moskova formasıyla 326 defa sahaya ilk 11’de çıkmış. Tek tek ayıklamakla uğraşamayacağım ve FIFA’nın kaydına göre milli takımda forma giydiği 75 defanın (başka kaynaklarda 74-78 arası değişiyor) tamamında da 90 dakika görev yaptığını kabul edeceğim. Yani, ortalama bir kalecinin maç başına 2 gol yediği yıllarda Lev Yashin’in “clean sheet” oranı tam %67. Resmî olarak teyit edilmese de dev kalecinin 150’nin üzerinde penaltı kurtarmış olduğu da artık itiraz edilmeyen bir gerçek hâlini almış. Ortalığı bakkal defterine çevirdiğimiz yeter…

Peki Yashin nasıl bu kadar başarılı olmuş. Öncelikle bütün maçı genellikle altıpas içerisinde geçiren çağdaşı kalecilerin aksine bütün ceza sahasını kendi bölgesi olarak kabul etmiş ve bu yolla bir devrim yaratmış. Kontrataklarda rakip forvetleri kale çizgisinin daha ilerisinde karşılamaya başlayan Yashin’in bazı uzun topları ceza sahası dışında kafası ile engellediğini söyleyenler bile var. Sadece şutları ve ortaları beklemek yerine oyuna aktif bir şekilde katılmayı seçen Yashin, bir anlamda kaleci-savunma arasında bugün çok normal olarak kabul ettiğimiz bağlantıyı ilk kuranlardan olmuş. Hatta kimilerine göre Yashin’in karısı, önündeki defansa çok fazla bağırdığı gerekçesiyle kocasına bozuk atmıştır. 

Sovyet kaleci ayrıca topu hızlı bir şekilde oyuna sokma konusunda da diğer kalecilerden çok daha ileri çıkmıştır. Aslında bütün bunlara baktığımız zaman bugün herhangi bir kaleciden beklenen standartların yarım asır önce Yashin tarafından konulduğunu görüyoruz. Hatırlarsanız Arjantinli Amadeo Carrizo da hemem hemen aynı yıllarda (1945-68) River Plate’in kalesinde benzer bir misyon üstlenmişti ancak ismi bu konuda Yashin kadar sık anılmıyor. 

Tabi gol kurtarmadaki becerisi olmasa Yashin bu kadar büyük olmazdı. O dönem kalecileri için uzun sayılabilecek 1.90’lık boyuyla Yashin esnekliği, refleksleri ve sıçrama kabiliyetiyle “insan olan bu işleri sadece ikişer kol ve bacakla yapamaz” dedirtecek şekilde “Kara Örümcek” ve bazen de “Kara Ahtapot” olarak anılır. Daha önce bahsetmiş olduğumuz “Kara Panter”le birlikte lakaplardaki ortak kelime ise Yashin’in kariyeri boyunca giydiği baştan aşağı siyah kıyafetlerden gelmektedir.


Yashin gol yeme fikrinden nefret etmektedir. Bir çok kaynakta kendisine atfedilen sözlerden en ünlüsü: “Gol yediği için acı çekmeyen adam nasıl bir kaleci olabilir ki? Acı çekmelidir. Aksi takdirde geçmişi ne olursa olsun geleceği yoktur”. Daha keyifli olduğunu tahmin ettiğimiz bir zamanda ise “Yuri Gagarin’i uzayda görmenin keyfini geçecek tek şey iyi bir penaltı kurtarışıdır” demiştir. Belki de kariyerinin başında aşırı heyecanlanmasına ve hatalı goller yemesine bu nefreti neden olmuştur. Ama Yashin bu sorunu da kendince çözmüştür; “maçtan önce sinirlerini yatıştırmak için bir sigara ve kaslarını gevşetmek için sert bir kadeh içki”.
Lev Yashin daha kariyeri sırasında en büyüktür. Bunu da dünyanın tepesi için en ciddi rakibi Gordon Banks söyler; “Yashin’in yaptığı her şey en üst kalitedir”. Eusebio ona katılır; “Yashin eşsizdir”. Sandor Mazzola ise Yashin’e karşı bir penaltı kaçırdıktan sonra; “Topu beyaz noktaya dikip kafamı kaldırdığımda devasa kara bir adam gördüm ama etrafında kale yoktu. Nereye atacaktım ki?” diyecektir. Ayrıca Yashin saha içi ve dışında da gerçek bir centilmen ve halk adamıdır. Gordon Banks “Kaleciliğinin yanı sıra Yashin gerçek bir centilmendir. Bir maçında kayarak kurtarışı sırasında kafasının yanından geçen tekmenin ardından ilk yaptığı üzerinden atlarken düşen rakibinin iyi olduğunu kontrol etmek olmuştu” diyor. Diğer yandan Yashin’in özellikle Rus halkıyla iletişiminin ve popülerliğinin Dinamo Moskova yönetimindeki bazı üst düzey yetkililerin maçlara gelmekten vazgeçmesine yol açtığı ileri sürülmektedir.  

Özellikle Avrupalı kalecileri anlatırken bu kalecilerin varsa Türkiye ile olan temasını da anlatmaya çalıştık. Yashin de bu konuda bir istisna değil ve bizle olan ilişkisi adına yakışır şekilde en iyilerle olmuştur. Resmî maçlarda Yashin, Türklerin karşısına sadece bir defa 12 Kasım 1961’de Dünya Kupası elemelerinde çıkar. İstanbul’daki maçı SSCB 2-1 kazanır ve Yashin gol atabilen tek Türk oyuncusu Metin Oktay olur. Türkçe bir blogda Lefter’in de Yashin’e jeneriklik bir gol attığı, Yashin’in bu golden sonra Lefter’i tebrik ettiği ve çok iyi dost olan iki efsanenin sonradan birbirine hediyeler gönderdiğini yazıyor. Üç ayrı hikayeyi bir araya getiren başarılı bir araştırmacı taraftarlık örneği; (1) Lefter ve Yashin sadece yukarıda andığım maçta karşı karşıya gelmiştir ve o maçta da bizim golümüzü Metin Oktay atmıştır, (2) Lefter’in, Fiorentina’da oynadığı dönemde ceza sahasının dışından çaktığı nefis vole sonrasında kendisini tebrik eden kaleci Çekoslavak efsanesi Bearra’dır ve (3) Yashin’le sıkı dost olan ve birbirine hediyeler gösteren Türk oyuncusu Turgay Şeren’dir. Çünkü Yashin 1967 yılında Turgay Şeren’in jübilesinde oynamak üzere bir kez daha İstanbul’a gelmiş ve o dönemin gazetelerine göre maçtan sonra Şeren’in misafiri olarak birkaç gün fazladan kalmıştır. 

Sonuç
Yashin kariyerinin son yıllarında yaşayan bir efsane olarak sahada daha çok sembolik bir rolle yer alır ve hem Dinamo Moskova’da hem de milli takımda yerini diğer kalecilere bırakmaya başlar. Böyle büyük bir ismin futbola vedası da büyük olur. Yashin’in jübilesi için Moskova’daki Lenin Stadyumu 27 Mayıs 1971 tarihinde 100,000’ün üzerinde seyircisiyle hınca hınç dolar ve Dinamo Moskova, kadrosunda Pele, Beckenbauer, Eusebio ve Müller gibi dünyanın en iyileri olan FIFA karmasının karşısına çıkar. 1-1 berabere biten maçla ilgili en ilginç hikaye Gerd Müller’in bütün çabalarına rağmen 42 yaşındaki Yashin’e gol atamamış olmasıdır. 

Yashin futbolu bıraksa da Dinamo Moskova’dan kopmaz ve çeşitli kademelerde antrenörlük ve yöneticilik yapar. Bu arada 1972 yılında hâlen devam eden bir geleneği başlatır ve ülke çapında gençlerin mücadele edebileceği yıllık bir futbol turnuvası fikrine imza atar. Bu arada gittiği her yerde el üstünde tutulmaya devam eder ve kendisine yaklaşanları hiçbir zaman gerçi çevirmez. Yukarıda bir yerlerde Yashin’in başarısının sırrı olarak maçtan önce bir sigara içtiğini söylediğini yazmıştık. Aslında sadece maçtan önce değil hemen her yerde sigara içiyordur; antremanlarda ve hatta yedek kulübesinde bile. Sigara alışkanlığı midesinde ülsere de neden olmuştur ama Yashin bu sorunu yanında sürekli taşıdığı ve suya karıştırarak içtiği kabartma tozu ile çözmüştür. Ayrıca birçok fotoğrafında bandajlı gördüğümüz sağ dizinde bir türlü gerçek anlamda tedavi görmediği bir sakatlığı vardır. Hatta futbolu bıraktığı yıllarda yurtdışından bu sakatlığın tedavi edilmesi için birçok teklif almıştır ancak bunu kabul etmemiştir. Maalesef bunlar Yashin’in ilk yılları olduğu gibi son yıllarının da sıkıntılı geçmesine neden olmuştur. Önce 1986 yılında Budapeşte’deyken kangrene dönüşen sağ dizindeki sakatlık nedeniyle bacağını diz altından kaybeder. Daha sonra ise geçmişi ülsere dayanan mide kanserine yakalanır ve cerrahi müdahalelere rağmen 20 Mart 1990 günü bu dünyadan göçüp gider. Cenazesi için devlet töreni düzenlenir ve ülkesinin diğer sanatçı ve sporcularının yer aldığı Vagankovo mezarlığına gömülür. 

Bu kadar görkemli bir insanı anlattığım yazıyı nasıl bir bitirsem bilemedim… Yashin ve kalecilik hem ülkesi hem de dünya için Dostoyevski veya Tolstoy ve edebiyat, Çaykovski ve müzik, Kandinski ve resim, Kasparov ve satranç kadar birbirinden ayrılamayan kavramlar olmuş. Onun Vratar filmini gerçeğe çevirmiş olduğunu söyleyebiliriz. 

Yashin hayattayken, Sovyetler Birliği’nin en yüksek hizmet nişanını (1967), Olimpiyatlar (1986) ve FIFA’nın (1988) yaşam boyu başarı ödüllerini kazanır. FIFA başta olmak üzere birçok kaynağın “en iyi” seçimlerini abluka altına alır. 1994’den bu yana Dünya Kupası’nın en iyi kalecisine Lev Yashin ödülünün verilmektedir. SSCB ve uzantısı ülkelerde ise 100. maçını gol yemeyen kaleciler “Yashin Kulübü”nün üyesi olmaktadır. Ve son olarak 1997 ve 1999 yıllarında Luzhniki ve Dinamo stadyumlarına dikilmiş iki heykeli vardır. 

Bu yıl içerisinde Rusya Devlet Başkanı Putin, Yashin’in hayatının filme alınması görüşünü ortaya atmıştır ancak Yashin’in hâlen hayatta olan eşi buna şiddetle karşı çıkmıştır; “Lev ya da beni istedikleri gibi göstermelerini kabul etmiyorum. Ben öldükten sonra istediklerini yapabilirler”. Bu arada son ilginç notumuz; Yashin’in torunu da kaleciliği denemiş ancak dedesi kadar başarılı olamayınca futbolu bırakarak beden eğitimi öğretmenliğine geçmiştir. 

Sanırım en iyisi son sözü Pele’ye bırakmak: “Dünyanın her yerinde 1,000’in üzerinde gol attım. Siz seyircilere bir çoğunu kolayca halletmiş gibi görünebilirim ama öyle değildi. Ve ancak Yashin’e gol attıktan sonra kendimi tam bir golcü olarak hissedebildim” 

Söz vermiyorum ama efsane bir başka kaleci için bir yazı daha yazmayı planlıyorum. Onun dışında 2006 yılında başladığımız “20. Yüzyılın En İyi Kaleciler” serisini böylece sona erdiriyoruz. Can ve İlker’e bana bu imkanı verdikleri, sizlere de okuduğunuz için çok teşekkür ediyorum. 

Her ne sürç-i lîsan ettiysek affola…

20.12.2013

Lev Yashin: 2. Bölüm – 20 Yılı Aşan Bir Kariyer

Dün 1953 sezonunun sonunda Dinamo Moskova’nın birinci kalecisi olduğu yerde bıraktığımız Lev Yashin, 1971’de futbolu bırakana kadar başka hiçbir takımın formasını giymemiştir. Başta Real Madrid olmak üzere çeşitli Batı Avrupa kulüplerinin kendisine büyük paralar teklif ettiği rivayet olunur ancak, ülkesinden geri dönüşü olmayacak şekilde kaçmak ve Dinamo Moskova’dan ayrılmak Yashin’e göre değildir.

Teknik kadronun güvendiği Yashin, mentoru Khomich’le birlikte sıkı bir antrenman temposuna girer ve bunun meyvesini hemen 1954 sezonunda Dinamo Moskova’yla birlikte SSCB ligi şampiyonu olarak tadar. 1954 ayrıca Yashin’in milli takıma da yükseldiği yıl olacaktır ve 8 Eylül tarihinde İsveç’e karşı oynanan bir özel maçta ilk defa Sovyetler Birliği’nin kalesini korur. Serimizdeki diğer kalecilerin bazısı için kulüp ve milli takım kariyerlerini ayırmak zor olmuştu ancak futbol oynadığı yılların tamamını Dinamo’da geçiren Yashin için bu daha kolay. Kulüp kariyerini hızlıca aradan çıkartalım…
Yashin, Dinamo Moskova’nın kalesini koruduğu 17 sezonda toplam 5 kez lig, 3 kez kupa şampiyonluğu kazanırken takımı Sovyet Ligi’ni 5 defa da ikinci bitirmiştir. Bu arada 1960,63 ve 66’da 3 defa ülkenin en iyi kalecisi ödülünü almıştır. “Sadece 3 kez mi..?” Bakın bu konu biraz araştırmaya değer. 

Birincisi ülkenin prestijli haftalık dergisi Ogonyok “En İyi Kaleci” ödülünü 1960 yılında vermeye başlamıştır ve Yashin hâlihazırda 31 yaşındadır. 1961 yılında Dinamo Moskova ligi 11. bitirir ve bu yıl ödülün kaçması doğaldır. 1962 ise birazdan göreceğiniz üzere Yashin’in kariyerindeki en kötü yıldır. 1964 ve 1965’te Dinamo’nun yine zirveden uzak olduğunu görüyoruz ve artık 35’ine gelmiş olan Yashin’in (müzeye buyrun) Kavazashvili ve Bannikov (ligin en uzun süre gol yememe rekoru sahibi) gibi çok önemli iki rakibi vardır. Daha önce demiştik ya; Sovyetler Birliği iyi kaleci konusunda sıkıntı yaşamayan bir ülkedir. Ayrıca Sovyet Ligi de dünyanın en çetin liglerinden birisidir; 1960-70 yılları arasında 5 ayrı şampiyon çıkmıştır 1966-68 arası 3 kez şampiyon olan Dinamo Kiev dışında üst üste 2 şampiyonluk yaşamış takım da yoktur. Yashin “En İyi Kaleci” ödülünü son kez 1966 yılında özellikle Dünya Kupası’ndaki başarısıyla almıştır (Dinamo o sezonu 8. bitirmiştir). Son dipnotumuz, Dasaev ve Akinfeev bu ödülü toplam 6 defa kazanmış. Bugün hâlen verilmekte olan ödülün adı artık Lev Yashin olduktan sonra kimin kaç kez kazandığının ne önemi var. 

Bugün bakan bizler için Yashin’in kariyerindeki en büyük eksiklik Avrupa’da başarı olarak görülüyor. Ama bu eksikliğin nedeni Sovyet takımlarının Avrupa arenasında (başka klişe laf kaldı mı.?) ancak 1966-67 sezonundan itibaren mücadele etmeye başlaması. Bu yıllar artık Yashin’in de son dönemi olmakla birlikte Dinamo Moskova’nın da düşüşe geçtiği yıllar. Takım 1968-69 sezonunda Kupa Galipleri Kupası’nın ilk turunda tek maç oynamadan turnuvadan çekilirken, aynı kupada 1971-72 sezonunda Glasgow Rangers’e kaybettiği final dışında iki defa yarı-finalden ötesini göremiyor. Zaten Dinamo, Sovyet (ve sonraki Rusya) liginde de 1976’dan bu yana şampiyonluğa hasret. 

Çok uzadı, artık Yashin’in milli takım kariyerine bakma zamanı. Onu en son İsveç karşısında ilk kez milli olurken bırakmıştık. Sonrasında Dinamo Moskova’dakine paralel bir yükseliş başlar. SSCB ilk olarak 1956’da Melbourne Olimpiyatları’nda altın madalya kazanır, daha sonra ilk defa katıldığı 1958 Dünya Kupası’nda çeyrek finale kadar yükselip ev sahibi İsveç’e boyun eğer. Ancak bu yenilginin de kendince bir mazereti vardır. Grubundan çıkmak için o günkü statüye göre play-off oynamak zorunda kalan Yashin ve arkadaşları –gruptan direk çıkan İsveç’in aksine- sadece bir gün dinlenebilmiştir. Yine de ilk defa katıldığı dünya Kupası’nda gelen çeyrek final ülke için yeterli bir sonuçtur. 

Yashin ve SSCB’nin bugüne kadarki (ve artık ülke mazi olduğu için bundan sonraki) en büyük başarısı 1960 yılında gelmiştir. UEFA tarafından ilk defa düzenlenen Avrupa Şampiyonası’nın finalleri Fransa’da yapılacaktır. Yine ilginç bir statü ile takımlar eleme turlarından süzülmüş ve Paris’e sadece 4 takım yarı-final ve final için gelmiştir. Sovyetler Birliği yarı-finalde Çekoslovakya’yı 3-0, finalde ise uzatmalar sonunda Yugoslavya’yı 2-1 yenerek tarihin ilk Avrupa Şampiyonu olmuştur. Yashin ise turnuvanın en iyi kalecisi seçilmiştir. Buraya bir not; ilk eleme turunda Macaristan’ı geçen Sovyetler Birliği çeyrek finalde rakibi olan İspanya’nın Moskova’ya gitmeyi reddetmesi üzerine otomatikman yarı finale yükselmiş. 

Artık dünyanın en iyileri arasında gösterilmeye başlanan Yashin’in ve yavaş yavaş iyi bir kuşak yakalamaya başlayan SSCB, 1962 Dünya Kupası’nda favoriler arasında gösterilmeye başlanmıştır ancak bu turnuva Yashin’in kariyerinin en kötü dönemi olarak kayıtlara geçecektir. İlk turun ikinci maçında Sovyetler Birliği, Kolombiya karşısında 67. dakika itibariyle 4-1 öndedir ancak bu dakikadan sonra Yashin kariyerinin en başındakine benzer bir hâle bürünür ve onun hatalarıyla Kolombiya maçı 4-4’e taşımayı başarır. Bu gollerden birisi Marcus Coll’un direkt kaleye giren korner vuruşudur ki bu hâlen Dünya Kupaları tarihinin kornerden direkt atılan tek golüdür. İkinci tur yani çeyrek finalde ise ev sahibi Şili’ye karşı 2-1 kaybeden Sovyetler hayal kırıklığı içerisinde eve dönerken Batı Avrupa gazetelerinde Yashin’in artık kariyerinin sonuna gelmekte olduğuna ilişkin yorumlar görülür. Tarih de bazen böyle yorumları ve yorumcuları madara eder. 

Sadece iki yıl içerisinde en tepeden en dibe çöken Yashin, 1962-63 kışını yoğun bir şekilde çalışarak geçirir ve dönüşü muhteşem olacaktır.
Dinamo Moskova 1963 sezonunu ezeli rakibi Spartak’ın önünde şampiyon olur ancak istatistiklere bakarak Yashin’in bu şampiyonluktaki payını anlayabiliriz. Dinamo, ligin ilk 5 sırası içinde Dinamo Minsk ile birlikte en az gol atan takımdır ama Yashin ile 38 maçta sadece 14 gol yemiştir (diğer 4 takımın yediği gol ortalaması 35). Böylelikle Dinamo Moskova, Spartak’tan 1 tane az galibiyet  almasına rağmen daha fazla berabere kalmayı başararak 3 puan farkla zafere ulaşmıştır. Bu başarı, zaten dünyanın ilgisini bir kez daha Yashin’in üzerine toplamaya yetmiştir ancak onun işi henüz bitmemiştir. 

Çoğumuzun bildiği üzere günümüz futbolu 1863 yılında İngiltere’de Football Association’ın (F.A.) kurulmasıyla başlamıştır. FA, kuruluşunun 100. yılını kutlamak için İngiltere’nin FIFA karmasıyla oynayacağı bir maç ayarlar ve bu maçı “İngiltere-Dünyanın Geri Kalanı” adıyla duyurur. Dünyanın geri kalanında kimler yoktur ki; Eusebio, Puskas, Seeler, Schnellinger, di Stefano, Kopa, Masopust, Law ve Yashin. Peki kimler gerçekten yoktur ki; mesela Pele başta olmak üzere 1962 Dünya Kupası’nı kazanan Brezilya’dan sadece defans oyuncusu Santos gelmiştir. Yine de kabul edelim yukarıda saydığımız isimler yeterince güçlü bir kadro oluşturuyor.
Zaten biz kaleciler için bu maçın gerçek önemi gelecekte 20. yüzyılın en iyi iki kalecisi seçilecek olan Lev Yashin ve Gordon Banks’in karşı karşıya geldiği tek maç olmasıdır. Yalnız bu maçla ilgili bugün bir şeyler okumak isterseniz Banks’in ismini sadece kadrolarda görebilirsiniz. Hatta maçın kendisiyle ile ilgili çok az şey yazılmaktadır… Herkes Yashin’in performansından bahsetmektedir ve bazıları ilk 45 dakikayı “Jimmy Greaves-Lev Yashin’e karşı” diye adlandırmaktadır. Dünyanın Kara Panter lakabıyla tanıdığı ancak o gün sarı bir kazak giyen Yashin insan ötesi reflekslerle imkansız kurtarışlar yapmaktadır. İlk yarısı 0-0 biten maçın ikinci yarısında Yashin yerini Yugoslav Milutin Soskiç’e bırakır (bu defa müzenin amma yeni sakini oldu yahu) ve maçı İngiltere 2-1 kazanır. Bu sene FA’nin kuruluşunun 150. yılı ve benim bildiğim kadarıyla buna benzer bir maç yapılmadı değil mi? Ne büyük bir kayıp..!

Bu maç 1963 yılını muhteşem geçiren Yashin’in tacındaki en büyük mücevher olmuştur ve taaaa en başta belirttiğimiz şekilde Avrupa’da Yılın Oyuncusu seçilerek Altın Top ödülünü alır ve bugüne kadar bunu başarabilmiş tek kaleci olur. 

Yashin artık 35 yaşına merdiven dayamıştır ve kariyerinin son dönemine gelmiştir. Ancak büyük kalecinin henüz barutu bitmemiştir. Sovyetler Birliği 1964 yılında İspanya’da düzenlenen 2. Avrupa Şampiyonası’nı ev sahibine finalde 2-1 kaybeder. 1966 yılında İngiltere’de düzenlenen Dünya Kupası’na gelindiğinde ise Yashin’in artık kaleyi Kavazashvili ile paylaşmaya başladığını görmekteyiz. Üç grup maçının ikisinde dinlendirilen Yashin, çeyrek finalde Macaristan’a karşı kaleyi koruduktan sonra yarı finalde Batı Almanya’nın karşısına çıkar. Sonraki 10 yılın büyük gücü olacak Batı Almanya’ya tek başına direnmeye çalışır ama Haller ve Beckenbauer’in gollerine engel olamaz. Son dakikalarda Porkuyan’ın attığı teselli golü yetmez ve Sovyetler Birliği 3.’lük maçını da Portekiz’e karşı aynı skorla 2-1 kaybeder. Vay anasını, şimdi dikkatimi çekti; Yashin’in uluslararası kariyerindeki bütün önemli turnuvalar SSCB için 2-1’lik skorlarla bitmiş. Tekrarlayalım; 1960 Avrupa Şampiyonası Finali, 1962 Dünya Kupası Çeyrek Finali, 1964 Avrupa Şampiyonası Finali ve 1966 Dünya Kupası Yarı Finali. Burası yazının ikinci bölümüne noktayı koymak ve son bölüme rakamlarla başlamak için ideal bir yer…

19.12.2013

Lev Yashin: 1. Bölüm – Zor Yıllar


Biraz daha bekleseymişim Zenga yazımı bitirmemin üzerinden tam 4 yıl geçmiş olacakmış. Dört yıl uzun zaman, hepimiz değiştik… Okuduk, evlendik, işlendik, çocuklandık, şehirlerden göçtük (@Levent Öge). Bu sürede memlekette futbol giderek daha tatsızlaştı, dünyada Messi rüzgarı esti ve daha neler… 

Dört yıl içerisinde birkaç defa Yashin’i de sizlere tanıtıp “20. yy’ın En İyi Kalecileri” serisini bitireyim dedim ama başta tembellik olmak üzere çeşitli sebeplerle hep erteledim. Ama bugün deyim yerindeyse ilahî bir işaret geldi. Bir kez daha Yashin’le ilgili araştırma yapmak için bilgisayarın başına geçtim ve karşıma çıkan ilk sayfaların birisinde tam 50 yıl önce bugüne gidiyordu. 17 Aralık 1963’te France Football dergisinin yılın en iyi Avrupalı futbolcusuna verdiği Altın Top ödülünü ilk ve şimdilik tek defa olmak üzere bir kaleci kazanmıştı. Artık bunu gözardı edemezdim. Elwood Blues’ın dediği gibi: “We’re on a mission from God”. 

İyi de ben şimdi size ne anlatacağım.!? Artık internet o kadar dallanıp budaklandı ki neyi merak ediyorsanız Google’a yazıyorsunuz ve sonsuz bir bilgi deryası önünüze dökülüveriyor. Ayrıca diğer efsane kalecileri –hele de en eskileri- araştırırken birçok farklı kaynaktan pek de bilinmeyen bilgileri bir araya getirip önünüze koyuyordum. Ama sıra Yashin’e gelince hemen her yerde tarihe kazınmış bir kariyeri, başarıları ve rakamları buluyoruz. Rakamlara da gireriz ama ben daha çok Yashin’in büyüklüğünü ve bu yoldaki hikayesini anlatma taraftarıyım. Hem bu hikayede başvurduğumuz kaynağa göre pek çokı farklılıklar karşımıza çıkıyor. En iyisi ben herkese söz vereyim; siz de kendi hikayenizi istediğiniz gibi yazın…
Moskova Ekim devriminin 12. yıldönümüne hazırlanırken, Ivan Petroviç ve Anna Petrovna Yashin çifti ailelerine katılan erkek çocuğuna Lev İvanoviç adını verir. İlk isminin anlamı Rusça’da “aslan” demek olan ve 22 Ekim 1929 günü doğan bu çocuğun bir kardeşi olmuş mudur, hiçbir yerde yazmıyor. Bilinen ya da tahmin edilen küçük Lev’in yaşıtlarıyla birlikte futbol oynamayı çok sevdiği. 2. Dünya Savaşı’nın Sovyetler Birliği’ne sıçramasıyla birlikte, Moskova’da bulunan bazı fabrikalarla birlikte işçileri de 900km doğuda yer alan, Lenin’in memleketi Ulyanovsk’a gönderilir. Yashin ailesi de bu zorunlu göçe katılmıştır ve Lev, henüz 12 yaşındayken bir fabrikada çırak olarak çalışmaya başlar. Ama neyin çırağı işte o kısmı pek muğlak; okuduğunuz kaynağa göre makinist, tesisatçı, tesviyeci, mühendis…. 

Savaşın -en azından Sovyet topraklarında- bitmesiyle birlikte Yashin ailesi de 1944 yılında Moskova’ya döner. Artık ergenliğe girmiş olan Lev, bir yandan başkentte bir fabrikada çalışmaya ve bir yandan da Tushino semtinin (bazı kaynaklara göre de çalıştığı fabrikanın) futbol takımında oynamaya başlar. Aslında hayali birçoğunuz gibi forvet oynayıp leblebi gibi goller atmaktır ama öncelikle sahadaki en küçük çocuk olduğu sonralıkla da yeteneği farkedildiği için zorla kaleye geçer. Başka anlatıcılar ise Yashin’in, akranı birçok Sovyet çocuğu gibi 1936 yılında çekilmiş olan Vratar (Kaleci – imdb:7.4) adlı filmden çok etkilenerek kaleye geçtiğini iddia eder (Vratar filmini Dassaev’in hikayesinden de hatırlarsınız). 15 yaşındaki Lev Yashin, bütün hayatını fabrika ve futbol sahası arasında geçirmeye başlamıştır ancak bu yoğun tempoya sadece 3 yıl dayanabilir. Bazı kaynaklar, Yashin’in 18 yaşında ciddi bir bunalım geçirdiğini ve fabrikadaki işinden ayrıldığını yazmaktadır. Stalin’in Rusya’sında işten kaçma suçlamasına maruz kalmak ve tamamen yitip gitmek hiç zor değildir ve Yashin bu tehlikeden orduya yazılarak kurtulur.
Lev Yashin askere yazılmıştır ancak kendisini keşfeden polis ve KGB’nin takımı Dinamo Moskova olmuştur. 1949 yılında mavi-beyazlıların genç takımına seçilir ve aynı zamanda A takımın 3. kalecisi olur. Ancak işi hiç kolay değildir ve iş neredeyse futbolu bırakmaya kadar gidecektir. A takımın kalesinde zaten bir efsane olan Alexei “Kaplan” Khomich vardır ve onun ilk yedeği de “ilk ve son defa burada göreceğiniz isimler” müzemizden Walter Sanaya’dır. Bu yetmezmiş gibi Yashin’in Dinamo kalesindeki ilk 3 deneyimi de tam bir bozgun niteliğinde olur. 

Bunlardan ilki 1950 yılında, Dinamo Moskova ile Stalingrad arasındaki bir hazırlık maçıdır. Stalingrad kalecisi uzun bir degaj yapar ve top Dinamo ceza sahasına kadar ulaşır. Yashin ise kendisi gibi sadece yukarıdan gelen topa bakmakta olan defans oyuncusuyla çarpışır ve top ikisinin yanından geçerek tıngır mıngır Dinamo ağlarına gider. Kimilerine göre Yashin o kadar heyecanlıdır ki degaj sırasında dizleri titreyerek ceza sahasını adımlamaktadır. Tabi soyunma odasında genç kaleciyi sıkı bir nutuk beklemektedir. Ancak Yashin, ikinci kötü maçı sonrası başına geleceği bilse büyük ihtimalle bu nutku severek kabullenecektir. 

Aynı yıl içerisinde bir lig maçında, Dinamo ezeli rakip Spartak karşısında 1-0 öndeyken Khomich eline gelen bir darbe ile sakatlanır ve yerini Yashin’e bırakmak zorunda kalır. Yine o kadar heyecanlıdır ki peş peşe yaptığı hatalar, en sonunda Spartak’ın golüne dönüşür ve Dinamo galibiyeti kaçırır. Rivayet odur ki maçtan sonra bayağı üst düzey bir yetkili (bir polis müdüründen, İçişleri Bakanı’na kadar gidiyor) soyunma odasını basar ve teknik direktöre bağırarak bu salağı bir daha asla oynatmamasını söyler. Gerçekten de Yashin bir süre Dinamo Moskova’nın kalesinden uzak kalacaktır ama sadece yeşil sahada. 

Sovyetler Birliği’nde yazın futbol liglerinde oynayan kalecilerin, kışın buz hokeyine geçmesi pek de nadir olmayan bir olaydır. Yashin de formda kalmak için sürgün yıllarını bu şekilde geçirir. Ama bir yandan da efsane hokey koçu Arkady Chernyshev’in kanatları altında gelişimini sürdürür. Hatta 1953 yılında Dinamo Moskova’yla birlikte SSCB şampiyonu olur ve 1954 yılında yapılacak olan Dünya Şampiyonası’na gidecek milli takım için adı geçmeye başlar. Ancak kader ağlarını henüz tam örmemiştir…

1953 yazında Dinamo futbol takımı Yashin’e bir şans daha vermeye karar verir. Mavi-beyazlar rakipleri karşısında 4-1 öndedir ve maçı rölantiye almaya hazırlanır. Ancak Yashin’in oyuna girmesi ve bir kez daha heyecanına yenilmesiyle skor bir anda eşitleniverir. Allah’tan Dinamo forveti bir gol daha atmayı başarır ve maçı 5-4 kazanırlar. Artık Lev için bu son darbe olmuştur ve futbolu bırakıp tamamen buz hokeyine yönelmeyi düşünmeye başlar. Ancak futbol takımının teknik heyeti bu yetenekli genci bırakmaya niyetli değildir ve Yashin’i kazanmanın yolunun onu sürekli oynatmaktan geçtiğine karar verirler. Bu arada, Sanaya’nın takımdan ayrılması ve 35’ine merdiven dayamış Khomich’in de ağabeylik pozisyonuna geçmesiyle birlikte Yashin, 1954 yılında Dinamo Moskova’nın birinci kalecisi olur. Efsane de bundan sonra yazılmaya başlayacaktır…

Zaten uzun bir hikayeye uzun da bir girizgah ekleyince sizlerin ilginizi ve göz sağlığınızı korumak adına yazıyı birden fazla bölüm hâlinde yayınlamaya karar verdim… Özlemişim zaten, daha yolumuz uzun…

18.12.2013

Örümcek Adam: Walter Zenga


Rezalete bakın... İki gündür bir gazla Yashin'i yazarak 20. yüzyılın en iyi 20 kalecisini hatırladığımız seriyi sonlandırmaya çalışıyorum. Hatta Yashin'in hikayesinin ilk bölümü 10 dakikalığına siteye bile kondu ama sonradan farkettim ki serinin Yashin'den önceki son halkası olan Zenga yazılmış ama hiç yayınlanmamış... Bu durumda önce hemen kendisine yapmış olduğum bu saygısızlığı telafi ediyorum. Yarından itibaren de Yashin tefrikasının yayımına başlarız. Dört seneyi geçen tembellikten sonra görkemli bir final yapmak lazım...
 

Bir başka efsane olan Dino Zoff’u anlatırken, İtalya’nın savunma ağırlıklı futbol ekolünde kalecilerin önemine değinmiştik ve Catennacio’nun 1960’larda yerleşmesinden bu yana Zoff’la başlayarak bugün Buffon’a kadar uzayan bir zincirden bahsetmiştik. Bu zincirin Zoff’tan sonraki ikinci büyük halkası Zenga olmuştur. 

  Tarih: 28 Nisan 1960. Milano’da bahar kendisini bütün güzelliğiyle hissettirmektedir ve bu türizm-kültür ve moda şehrinde yaşayan şanslı faniler, yorucu bir günün akşamında bir fincan cappucinonun tadını çıkartacak şansı bulabilmeye başlamıştır. Şehrin o tarihte henüz 1.5 milyona ulaşmış nüfusuna bugün katılan küçük Walter daha sadece 10 yaşındayken gençler liginde oynadığı bir maçta yetenekleriyle Internazionale’nin altyapı sorumlusu Italo Galbiati’nin dikkatini çeker. Kendini bildi bileli tutmakta olduğu Inter’den davet aldığı gün tahminen ufaklık için çok mutlu geçmiştir. Ancak bazen San Siro’daki maçlara top toplayıcı olarak çıkmaya ve idolü Ivano Bordon’un kalesinin arkasında onu izleyerek hayaller kurmaya başlamasına rağmen lacivert-siyahlı formaya ulaşması için biraz beklemesi gerekecektir. Öncelikle Inter’in altyapısında oynamaya başlar ve bu arada boyu 1.88’e kadar ulaşır. Zenga, 1978’de biraz pişmesi için kiralandığı C1 Ligi (bize göre eski 3., şimdiki 2. lig) takımlarından Salernita’da sezon boyunca sadece 3 defa forma şansı bulabilir. Genç Walter 1979-80 sezonunu C2 ligi takımı Savona’da geçirdikten sonra 1980-82 arasında ise yine C1’de Sambenedettese takımında oynar. Hatta 1981-82 sezonunda ligi ikinci tamamlayarak bir üst kümeye geçmeye hak kazanmış takımının ismini tam da takılmadan söylemeyi öğrenmiştir ki, Milano’dan dönüş çağrısı duyulur. Bordon’a yeni bir yedek gerekmektedir ve Zenga sonunda yedek de olsa hayallerini kurduğu formaya kavuşur. 1982-83 sezonunda ligde hiç oynamasa da İtalya Kupası süresince 5 maçta şans bulur. Sonraki sezonda ise Bordon, 13 yıllık Inter macerasının ardından Sampdoria’ya transfer olur (burayı aklınızda tutun). O zaman takımın yöneticileri arasında olan efsane oyuncu Sandro Mazzola, Zenga’ya o kadar güvenmektedir ki Avellino’da kiralık olarak oynayan ve Zenga’dan üç yaş büyük olan Stefano Tacconi’nin serbest bırakılması için yönetimi ikna eder. Hatırlayanlar olacaktır; Tacconi ise aynı yıl Juventus’e transfer olur ve Platini’li, Boniek’li Tardelli’li, Scirea’lı efsane takımın önemli bir parçasını oluşturur. Tacconi hakkında heralde pek kimsenin bilmediği (ve benim de yeni öğrendiğim) bir not ise; klüpler bazındaki bütün kupaları (1984 Kupa Galipleri ve Süper Kupa; 1985 Şampiyon Klüpler ve Kıtalararası Kupa ve 1990 UEFA Kupası) kazanan sadece 5 oyuncudan birisi ve tek kalecidir.

Bugün hayal meyal hatırladığım Tacconi’yi anmış olmak hoşuma gitmedi değil ama konumuzu dağıtmayalım. Zenga sonunda Inter’in 1 Numaralı formasıyla Seria A’daki ilk maçında 11 Eylül 1983 günü San Siro’nun çimlerine adım atar. Inter o sezon Juventus ile Roma arasında son haftaya kadar süren mücadeleyi geriden takip eder ve ligi 4. bitirebilir. Inter ve de Zenga 1988-89 yılına kadar Serie A’da şampiyonluk göremeyecek ve bu dönemde 3.’lükten de yukarı çıkamayacaktır. Ancak Zenga yavaş yavaş bütün ülkenin ismini ya da akrobatik kurtarışlar yapma merakı nedeniyle verilen “Örümcek Adam” lakabını bildiği bir kaleci olacaktır. Tabii ki başarısı ona Milli Takım’ın da kapısını açacaktır.
Dünya Kupası’nın son sahibi İtalya, Meksika 86’ya da favorilerden birisi olarak gider ancak henüz ikinci turda Platini ve arkadaşlarının Fransa’sına 2-0 yenilerek eve erkenden döner. Zenga ise, kupa öncesi hazırlık maçlarından itibaren 3. kaleci olarak geçirdiği Dünya Kupası’nın ardından milli formayı ilk defa, 8 Ekim 1986’da Yunanistan’a karşı oynanan özel maçta giyer. İtalya’nın 2-0 kazandığı maç ayrıca yeni teknik direktör Azeglio Vicini’nin de ilk maçıdır. Vicini ile İtalya, Euro 88’e katılma hakkını rahatça kazandıktan sonra 8 takımlı turnuvanın A grubundan, ev sahibi Batı Almanya’nın ardından ikinci olarak çıkar. Yarı finalde ise, o zamanın ağır toplarından olan Sovyetler Birliği karşısında Litovchenko ve Protasov’un ikinci yarıdaki golleriyle alınan 2-0’lık mağlubiyet eve dönüş biletini keser.
Aslında İtalya için daha önemli olan 1990’da ev sahibi olduğu Dünya Kupası’nı kazanabilmektir. İtalya 90, Meksika’nın aksine saat farkının da büyük olmamasının da yardımıyla gerçek anlamda seyrettim diyebileceğim ilk dünya kupasıdır. Ev sahibi kontenjanından kupaya doğrudan katılması nedeniyle İtalya, eleme grupları dönemini özel maçlarla geçirir. Zenga ise, yukarıda anlattığımız maçtan itibaren sadece bir defa Tacconi’nin yedeği olarak sahaya çıkar.
İtalya’daki Dünya Kupası daha ilk maçtan sürprizle başlar ve son şampiyon Arjantin, Kamerun’a 1-0 yenilir. Sürprizler neredeyse İtalya’nın neredeyse ikinci gün yaptığı Avusturya maçında da devam edecektir. Maçın kesin favorisi olan azzuri (neden azzuriler olmadığını hatırlıyoruz değil mi?), galibiyeti ancak 75. dakikada oyuna giren yedek forvet Salvatore Schillaci’nin 3 dakika sonra attığı golle kurtarabilir. Sonraki iki maçta İtalya, Çekoslovakya ve ABD’yi de geçmeyi başarır ancak oynanan oyun pek tatmin edici değildir. Zaten B grubunda Arjantin ve Sovyetler Birliği gibi iki devi turnuva dışına iten Kamerun ve Romanya şimdiden herkesin dikkatini çekmiştir bile. İtalya ise ikinci turda Uruguay ve çeyrek finalde İrlanda’yı geçerek yarı finale kadar uzanır. Bu arada Zenga da turnuvanın başından bu yana gol yemeyerek (ilk turdaki Çekoslovakya maçında bir gol yemişti ama bu gol yanlış bir ofsayt kararıyla iptal edilmişti) bir rekor kırmakla meşguldür. Yarı finaldeki Arjantin maçında İtalya, artık ilk 11 çıkan Schillaci’nin 17. dakikadaki golüyle öne geçer, ancak özellikle ikinci yarıda Arjantin bastırmaya başlar. Kaderin bir cilvesi sonucu Napoli’de oynanan ve bu nedenle taraftar desteğinin İtalya’da değil Arjantin’de olduğu maçın 67. dakikasında, ikinci turda Brezilya’yı da yıkan kadife bilekli fırtına tanrısı Caniggia beraberliği sağlar ve İtalya için sonun başlangıcı olur. Bu gol Zenga’nın, Dünya Kupası finallerinde 518 dakikalık gol yememe rekorunu da mühürlemiştir. Uzatmada da başka gol olmaz ve penaltı atışlarında hiçbir kurtarış yapamayan Zenga yerine, İtalya’nın 4. ve 5. penaltılarını kurtaran Goycochea yıldız olur. Ev sahibi ise teselliyi, İngiltere’yi 2-1 yenerek 3. olmakta bulur. İtalyanlar bugün 1990 Dünya Kupası’nı sadece “Toto Schillaci’nin büyülü geceleri” olarak hatırlayacaktır. Zenga ise, kupanın en iyi kalecisi seçilerek aynı yıl kazandığı Avrupa ve dünyada yılın kalecisi ödüllerini perçinleyecektir.
Zenga’nın milli takım kariyeri İtalya 90’dan sonra takımın kendisiyle birlikte gerilemeye başlar. Takım eleme gruplarında, daha sonra Bağımsız Devlet Topluluğu’na dönüşecek olan Sovyetler Birliği’nin geride kalarak 1992 yılında İsveç’de düzenlenen  Avrupa Şampiyonası’na katılamaz. Bu Teknik Direktör Vicini’nin de sonu olurken, yerine geçecek olan Arrigo Sacchi yavaş yavaş kaleyi Zenga’dan alarak Marchegianni ve Pagliuca’ya teslim etmeye başlar. Walter Zenga, İtalya formasını 58. ve son defa 4 Temmuz 1992 günü İrlanda’ya karşı giyer.
Zenga’nın klüp kariyerine döndüğümüz zaman ise Inter ile sadece bir defa 1988-89 yılında Serie A şampiyonu olabildiğini görüyoruz ama bu arada 1989-91 yılları arasında 3 yıl boyunca dünyada yılın kalecisi ödülünü kimselere kaptırmaz. 1990’ların ilk yılları ise lacivert-siyahlılar için daha çok Avrupa’da başarılı olunan bir dönemdir ve 1991 ile 1994 yıllarında iki defa UEFA kupasını müzelerine götürürler. 1994 yılının UEFA şampiyonluğu Zenga için de çok anlamlıdır çünkü 11 Mayıs tarihinde San Siro’da oynanan finalin ikinci maçı onun da Inter’deki son maçı olacaktır. Inter maçı, ilk maçtaki skorla 1-0 kazanarak kupaya uzanırken maç içerisinde birçok kurtarış yapan Zenga kaptan olarak kaldırdığı kupayla 12 yıl ve 328 maçın ardından taraftarlarına veda eder.
1994/95 sezonu için yerini Pagliuca’ya bırakan Zenga, Sampdoria’ya transfer olur (Zenga’nın idolu Bordon’un da Inter’in ardından aynı klübe gittiğini hatırlıyoruz). Sampdoria’da iki sezonun ardından bir yıl da Padova’da geçiren Zenga, kariyerinin son durağı olarak ABD’yi seçer. New England Revolution takımında 1997 sezonunda oynadıktan sonra 1998’de kız arkadaşıyla birlikte bir İtalyan dizisinde oynamak için ara verir. 1997 sezonunda takımının attığı bir golü tribünlere gelerek kutlamak istediği aynı kız arkadaşı yüzünden rakip Tampa Bay Munity neredeyse santradan gol atacaktır. 1999 yılında bu defa menajer-oyuncu olarak ABD’ye geri dönen Zenga aynı yıl aktif futbol hayatına nokta koyar.
Ancak şimdiye kadar anlattığımız 19 (Schumacher dahil) efsane kalecinin çoğunluğunun aksine Zenga, futbolu bıraktıktan sonra köşesine çekilmeyi seçmez. Artık Inter’e teknik direktör olmak gibi yeni bir hayali vardır ve bunun için yola çıkar. Bu yol çok daha zorlu olacaktır ve 2002 yılından bu yana görev yaptığı ve arasında Gaziantepspor’un da olduğu 10 takım ve 6 ülke gezer. Teknik Direktör Zenga, bu takımlardan sadece Kızılyıldız, Catania ve Al Nasr’da tam bir sezon geçirebilirken, diğerlerinden ya kovulmuş ya da istifa etmek zorunda kalmıştır. Aslında en başarılı dönemlerini de bu iki takımla geçirir ve Kızılyıldızla Sırbistan’da lig ve kupayı kazanarak duble yaparken, Catania’yı da tarihinde Serie A’da topladığı en yüksek puana ulaştırır. Bu arada 2008 yılında birkaç aylığına RAI’de yorumculuk yapan Zenga son olarak Ocak 2011-Temmuz 2013 arasında Birleşik Arap Emirlikleri’nin Al Nasr takımını çalıştırır.
Zenga, İtalyan milli takımında 1960’ların sonundan itibaren Zoof ve Albertosi’nin başlattığı gri kaleci kazağı geleneğini hakkıyla taşıyan ve 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında dünyanın en iyileri arasında yer alan bir kaleci olmuştur. Gri kazak ise daha sonra gelecek Pagliuca, Toldo ve Buffon gibi çok iyi kaleciler tarafından yavaş yavaş terkedilerek futbolun kaybolan güzel gelenekleri arasına katılmaya doğru yol almaktadır ki fakir yazarınız gibi internetten eski formaları alabileceği siteleri araştıran birisi için bu pek de hoş bir haber değildir (bu arada reklam gibi olacak ama bu konuda ideal adreslerden birisi için http://www.toffs.com/). 
Bu da böyle biter efendim... Yarından itibaren 20. yüzyılın en büyük kalecisi olan Yashin'in hayatını ve kariyerini anlatmaya başlıyoruz...

19.10.2009

Bir Fakir Oğlan Hikayesi: Jean-Marie Pfaff

Naçizane yazarınız, yaşı gereği en iyi dönemlerini 1970’lerin sonu ile 1980’lerin ilk yarısında yaşamış futbolcuları ve de kalecileri hayal meyal figürler olarak hatırlar. Bu hayallerden en canlısı, yolu Fenerbahçe’den de geçen Schumacher olurken, en zayıflarından biriyse Jean-Marie Pfaff’tır. Günümüz şartlarında düşünürsek bu biraz garip gelebilir. Televizyon sağolsun her hafta bütün dünyadan futbol izleyebiliyoruz. Ama 1980’lerde söz konusu Belçika gibi dünya futbol kültürüne damga vurmuş ülkelerden değilse bekle ki bir uluslararası turnuvada boy göstermiş olsun, daha da önemlisi maçı senin yatağa kovalandığın bir saate denk gelmesin. Zaten Avrupa kupa maçları da hep geç başlardı.

Tabi bunu bir de Trabzonsporlu’lara sormak lazım; Türkiye 1. Ligi’ni sadece bir sene şereflendirmesine rağmen hâlen taraftar forumlarında zaman zaman özlenen ideal kaleci olarak Pfaff’ın ismi geçmektedir. Aslında 1988-89 ve 1989-90 sezonlarını kaleciler açısından ayrı bir yere koymak lazım. O zaman takımların sadece tek yabancı hakkı var ve Trabzonspor ile Fenerbahçe sağolsun, Avrupa’nın ve hatta belki de dünyanın o zamanlardaki en iyi (5 çok iddialı olur) 10 kalecisinden ikisi Türkiye Ligi’nde boy göstermiştir. Neyse, genel konsepti bozmayalım; Pfaff’ın Trabzon macerasına sonra döneriz.

Yukarıda söylediğim gibi Belçika denince dünyanın aklına ilk futbol değil nefis biralar, patates kızartması veya Ten Ten gelir. Yine de bu küçük ülke, 1930’daki ilk Dünya Kupası’na katılan 4 Avrupalı ülkeden birisi olma onurunu taşımaktadır. Belçika futbolu diyince aklımıza 1980’lerden bir çok isim takılabilir. Bütün bu isimlerin arasından ülkenin en önemli futbol idollerinden birisi olarak Pfaff öne çıkar. O kadar ki yakın zamanlarda Mastercard, tanıtım elçileri arasına katmak için bir Belçikalı seçmek amacıyla anket düzenlediğinde birinciliği açık ara Pfaff alır. Ayrıca Avrupa halkının % 90’ı da bu Belçikalıyı görünce tanımaktadır çünkü o futbolu bıraktıktan sonra da bir kenara çekilmemiş ve gündemde kalmayı başarmıştır.

Ama hikayenin başlangıcı bu kadar görkemli değildir. Pfaff, Belçika’nın hafif kuzey batısında yer alan Lebekke şehrinde 4 Aralık 1953 günü doğar. Babası seyyar bir halı satıcısıdır ve aile yaşamakta olduğu karavanda 11. çocuğa da yer bulmak zorunda kalır. Günümüzde Pfaff’ı anlatan yazarlar, onun halk arasında ve televizyonda bu kadar rahat olmasını, mahremiyete fazla izin vermeyen karavan yaşamına bağlıyor. Şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama Jean-Marie ismi de galiba komşu karavandaki çiftin isimlerinin birleşmesinden doğmuş.

Arada ne olduğuna dair fazla bilgi yok ama kendisi çalışma azmini sürekli mücadele hâlinde geçen çocukluk yıllarına bağlıyor. Futbola ne zaman başladığına dair de bir bilgi yok ama Belçika’da oynadığı ilk klüp olan Beveren’den içeri adım attığında yaşı 16’dır. Aslında ilk başta özellikle ellerinin büyüklüğü açısından kaleciliğe uygun olmadığı düşünülür ama o 1.80’lik boyuna eklediği refleksleri, sıçrama yeteneği ve konstantrasyon gücüyle eldivenleri kapmayı başarır. 1973-74 sezonundan itibaren de A takımının kalesinde Belçika Birinci Ligi’nde boy göstermeye başlar. Dokuz sezonunu geçireceği bu takım 1978 yılında Belçika Kupasını, 1978-79 sezonunda ise ligi kazanır. Kendisi de 1978 yılında ülkede yılın futbolcusu seçilecektir. Ancak Anderlecht ve Brugge gibi Belçika’nın büyük takımları bir kaleci için çelimsiz sayılabilecek cüssesi nedeniyle kendisini hâlen görmezden gelmektedir. Yine de Pfaff, 1976’dan itibaren milli takımın da kalesini korumaya başlar.

1976 Avrupa Şampiyonası elemelerinde 25 Nisan 1976 günü Hollanda, kendi evinde Belçika’yı 5-0’la feci benzetir ve bu yenilgi bizim müzeden Christian Piot’nun bir ay sonraki rövanş maçında yerini Pfaff’a bırakmasına neden olur. Ancak Jean-Marie Pfaff’ın milli takımın kalesini kalıcı olarak devralması için yaklaşık bir yıl daha geçmesi ve bir başka Hollanda yenilgisi gerekmektedir. Buraya ilginç bir not koyalım; Piot, Ocak 1977’de İtalya’yla oynanan özel maçın 85. dakikasındaki penaltıyı gole çevirerek Belçika milli takımı tarihinde gol atan tek kaleci olma ünvanına erişir (aynı maçta iki tane yemiştir, o ayrı).

1978 Dünya Kupası elemelerinde ezeli rakip Hollanda’nın gerisinde kalan Belçika milli takımı, ondan sonraki 10 sene içerisinde 1920 Olimpiyatlarındaki şampiyonluk (ki Zamora yazısından hatırlarsanız o da rakip Çekoslovakya’nın final maçında hakemi protesto ederek sahadan çekilmesiyle kazanılmıştı) ve 1972 Avrupa Şampiyonası üçüncülüğü sayılmazsa ülke futbol tarihinin en şanlı günlerini geçirecektir. İtalya’da düzenlenen 1980 Avrupa şampiyonası elemelerine üç beraberlikle başlayan Kırmızı Şeytanlar, 1979 sonbaharından itibaren uçuşa geçecek ve Haziran 1980’deki finallere kadar üst üste 7 maç kazanarak tarihlerinin en uzun serisini kaydedeceklerdir. Final grubunda da İtalya, İngiltere ve İspanya gibi 3 ekol ülkeyi geride bırakan Belçika, finallerde Almanya’ya 89. dakikadaki golüyle 2-1 mağlup olarak evine ikincilik madalyasıyla dönecektir. Bu arada Pffaf da başta Avrupa olmak üzere dünyanın dikkatini üzerine çekmeye başlamıştır.

Belçika, iki sene sonra İspanya’da düzenlenen Dünya Kupası’na da, hem de elemelerde 1980’lerin bir başka yükselen değeri Fransa’yı bile geride bırakarak katılma hakkı kazanır. Pfaff’ın yanı sıra, Gerets, Vandereycken, Vercauteren, Vanderbergh ve Ceulemans gibi yıldızlarıyla Belçika, DK’nın açılış maçında son şampiyon Arjantin’i de 1-0 yenerek ve hatta 3. gruptan lider olarak çıkarak büyük sükse yapar. İkinci tur grubunda ise, Polonya ve Sovyetler Birliği karşısında alınan yenilgiler eve dönüş biletini keser. Ancak Pfaff, Belçika’ya değil Almanya’ya gitmektedir. Bayern Münih’in teknik direktörü Pal Csernai, Pfaff’ı istemiştir ve Jean-Marie “herşeyden önce onu beğenmeyen Belçikalı teknik direktörlere ibret olması için” bu teklifi kabul etmiştir. Ama tabi önce hayatta kalması gerekmiştir, çünkü Dünya Kupası sırasında kaldıkları otelde arkadaşı olan bir gazeteci Pfaff’ı havuza itmiş ve yüzme bilmeyen kaleci zor kurtarılmıştır.

Aslında Pfaff’ın Bundesliga macerası çok talihsiz başlar. Daha ilk maçında Werder Bremen forveti Uwe Reinders’in uzun taç atışını kontrol edememiş ve içeri almıştır. Ama sonrasında bu olayı unutturacak performanslar ortaya koymaya başlayacak ve Bayern Münih’in 1985-87 yılları arasındaki 3 şampiyonluğu ile 1984 ve 1986 Almanya Kupası zaferlerindeki en önemli taşlardan birisi olacaktır. Bu arada 1987 yılında dünyada “Yılın Kalecisi” ödülünü kazanırken, 1983 ve 1984 yıllarında biri düet olmak üzere iki single müzik çalışması yapar (valla..!!)

Bayern Münih, Pfaff’lı yıllarında Avrupa’da ise eski günlerinden uzaktır. 1986-87 sezonu dışında takım katıldığı bütün kupalarda çeyrek final-yarı final çizgisinin ötesine geçemez. 1986-87 sezonunda ise Şampiyon klüpler Kupası’nda finale kadar gelirler ve yarı final ikinci maçı Pfaff’ın efsane performanslarından birisine sahne olur. Barnebeau’daki 100,000’in üzerinde taraftar o kadar ateşlidir ki maçın başlaması 5 dakika gecikir. Aslında Bayern, henüz 27. dakikada Santillana’nın golüyle 1-0 geriye düşer ve bu da yetmezmiş gibi 3 dakika sonra savunmanın belkemiği Augenthaler kırmızı kart görür. Bundan sonra hemen herkes Real Madrid’in daha fazla gol atarak ilk maçtaki 4-1’lik yenilgiye rağmen finale ulaşacağını düşünmektedir ama Pfaff başka gole izin vermez.

Finalde rakip Porto’dur ve Bayern Münih favori olarak gösterilmektedir. Nitekim 25. dakikada Kögl’ın golüyle öne de geçerler. Ancak futbolun güzelliği kendisini o gün Viyana’nın Prater Stadı’nda göstermeye karar verecek ve Porto 78’de Madjer’in meşhur topuk golü ile beraberliği yakayacaktır. Bayern daha ilk golün şokunu üzerinden atamadan ilk golün pasını veren Juary bu defa Madjer’in asistiyle 80. dakikada ikinci golü bulur. Bu, Porto’nun kazandığı ilk Şampiyon Klüpler Kupası (veya artık Şampiyonlar Ligi) olurken, Bayern 12 yıl sonra bir kez daha öne geçtiği finali son dakikalar (hatta saniyelerde) yediği gollerle Manchester United’a kaybedecektir.

Pfaff’ın klüp kariyerindeki son iki yıla tekrar döneceğiz, şimdi milli takım kariyerini tamamlayalım. Belçika, 1984’teki Avrupa Şampiyonası elemlerini kolayca geçer ancak çok da yakın olmasına rağmen Fransa’nın havası Belçika’ya kötü gelir ve final gruplarında 3. olunabilir. 1986 Dünya Kupası’nda ise yukarıda saydığımız oyunculara Schifo ve Cleamens’i da katan Kırmızı Şeytanlar için artık daha üst basamakları hedeflemektedir. Aslında Belçika 2. gruba çok kötü başlar ve bir üst tura ancak en iyi 3.’ler kontenjanından çıkabilir. Sonrasında ise ikinci turda kupanın favorilerinden Sovyetler Birliği’ni uzatmada 4-3, çeyrek finalde ise İspanya’yı 1-1 biten maçın sonunda penaltılarla 5-4 geçmeyi başarırlar. Yarı finalde ise rakip fırtına gibi esen Maradona ve Arjantin’dir ve Pfaff maçtan önce Maradona’nın “özel bir yanı olmadığı” gibi iddialı bir laf etmiştir. Maradona da bu lafın cezasını 2-0 biten maçtaki golleri atarak vermiş ve Belçika 3.’lük maçında Fransa’ya yenilerek, tarihindeki en başarılı Dünya Kupası’nı 4. olarak tamamlamıştır. Pfaff ise, milli takım kalesini yükselmeye başlayan yeni bir yetenek olan Preud’Homme’a (o da muhteşem bir kaleciydi) yavaş yavaş teslim etmeye başlamış ve 23 Eylül 1987’de Bulgaristan karşısına kaptan olarak çıkarak 64. ve son kez milli olmuştur.

Pfaff, 1987-88 sezonunda Bayern’e de veda ederek ülkesine dönmüş ve Lierse formasını giydiği sezonda kendi hâlinde bir yıl geçirmiştir. Sonraki yıl ise, Schumacher’den bir sezon sonra Türkiye’ye gelerek bir sezon Trabzonspor’un formasını giymiştir. Belki daha da uzun kalacaktır bilinmez ama antreman sahasında basın mensuplarıyla etmiş olduğu kavga ve alkolle ilgili sorunlarına dair haberler Pfaff’ın Türkiye’de sadece bir sezon kalmasına neden olmuş ve sonrasında da futbolu bırakma kararı almıştır.

Jean-Marie Pfaff futbolu bırakır bırakmasına ama kendi hâlinde bir emeklilik geçirmeye hiç niyeti yoktur. Sonrasında geçen yıllarda önce bir bisiklet takımı kurar ve bu sporla uğraşmaya başlar. Bu arada kendi adına bir vakıf kurarak hayır işlerine girişir ve yine geliri vakfa ayrılmak üzere bisiklet turları başta olmak üzere çeşitli organizasyonlar düzenler. 2000’li yılların başında Paris-Dakar rallisine katılır. Bir yandan da Belçika’da bir idol olmasını her türlü reklam teklifini kabul ederek paraya çevirmeye devam eder. Son olarak, 2002 yılından bu yana Belçika televizyonlarında “Pfaffgiller” (De Pfaffs) adıyla yayınlanan ve karısı, kayınpederi, kızları, damatları ve torunları ile yaşadığı büyük çiftlik evindeki yaşamını kameraya alan çok başarılı bir reality show’un yıldızı olarak karşımıza çıkar.

Onunki tipik bir “çalışarak bir yerlere varan fakir oğlan” hikayesi. Ancak bugün Pfaff, mücadeleyle geçen yılları sayesinde önce Belçika gibi küçük ve futbol anlamında kendi hâlinde bir ülkenin en önemli uluslararası isimlerinden birisi olmanın ve sonra da bu başarısını yeşil sahaların dışına taşımayı başarmanın keyfini sürüyor.

Giderek sona yaklaşıyoruz. Bugün farkettim ki, 20. yüzyılın en iyi kalecileri listesinde sona bıraktığımız iki isim, alfabetik olarak da en sonda yer alıyorlar. En büyüğü en sona bırakıyoruz ve bir dahaki yazıda Walter Zenga’yı hatırlıyoruz.

14.08.2009

Deliliğe Övgü: Thomas Ravelli

Erasmus’un, dünya edebiyatına bıraktığı en güzel armağandır “Deliliğe Övgü” kitabı. Çocuklukta, yaşlılıkta, savaşlarda, bilimde, edebiyatta ve diğer örneklerle hayatın her alanında insana yaşama gücü veren şeyin delilik olduğunu anlatır. Ve kitaba göre gerçek bilgelik delilik, kendini bilge sanmak ise gerçek deliliktir. Belki de Erasmus’un bu kitabından sonradır ki delilik, geçmişe göre daha ciddiye alınmaya başlamış ve “delilikle, dahilik arasında ince bir çizgi olduğu”na kadar gelmişizdir…

Bilim ve spor, herhalde deliliğin en hoş görüldüğü iki alandan birisidir. Sporda ise “deli” nitelemesi herhalde en çok kaleciler için kullanılmıştır. Thomas Ravelli ise herhalde bu “deliliğin” en sevilesi hâli olarak karşımıza çıkar. Yoksa, ceza sahasındaki koğuşundan çıkıp, koca futbol sahasına; İsveç gibi futbolda çok da söz sahibi olmayan bir ülkeden çıkıp koca dünyaya nasıl damga vurabilirdi ki…

Felsefi bir giriş oldu sanırım. Ama şu an başka türlüsü aklıma gelmiyor. Zaten Ravelli’nin de sahadaki deliliğine inat bugün göğsünü gere gere kişisel gelişim konferansları vermesi de felsefik bir durum değil mi?

Erasmus’un kitabından tam 450 yıl ileri gidiyoruz. Bir yıl önce Pele’nin doğuşuna ev sahipliği yapan Dünya Kupası’nı düzenlemiş İsveç’in güneyinde, 2005 itibariyle 7.825 kişilik nüfusa sahip küçük Vimmerby kasabasındayız. Avusturya-İtalya kökenli Ravelli ailesi, 13 Ağustos 1959 günü bir yerine ikiz erkek çocuklarının sevincini yaşıyor (Thomas’ın ikiz kardeşine birazdan değineceğiz). Futbol kültürü çok ileri olmayan diğer ülkelerde yaşadığımız zorluk karşımıza çıkıyor ve Thomas Ravelli’nin çocukluğuna ve futbola ilk adım atışına ilişkin pek bir bilgi bulamıyoruz. Ailenin Vaxjö şehrine nasıl ve ne zaman taşındığını da bilmiyoruz. Ama Thomas ve ikiz kardeşi Andreas birer yıl (1979 ve 1978) arayla şehrin takımı Östers IF’de oynamaya başlıyorlar. Thomas, henüz ikinci sezonunda birinci kaleci pozisyonuna yükseliyor ve üst üste iki yıl (1980 ve 81) İsveç Ligi şampiyonluğu kazanıyor. Hele ikinci şampiyonluğa katkısı o kadar büyük ki, ülkede “yılın oyuncusu” seçiliyor ve milli takıma yükseliyor. 1981 yılının hemen başında Finlandiya’ya karşı oynadığı ve İsveç’in 2-1 kaybettiği maça çıkan Ravelli acaba 25 yıla ulaşacak kariyerinde milli formayı 142 defa daha giyeceğini hayal etmiş miydi.? Sanmıyorum. Zaten Ravelli’nin yarı-profesyonel bir klüp kariyeri vardır ve 1988 yılında, IFK Göteborg’a transfer olana kadar bugün 3 çocuklu olan ailesinin geçim kaynağı futboldan çok, elektrik kabloları pazarlamasından gelmiştir.

Göteborg 1982 ve 87 yıllarında UEFA kupasını kazansa da bir üst kademe olan Şampiyon Klüpler Kupası’na (ve sonrasında Şampiyonlar Ligi) katılabilmek için İsveç Ligi’nin sahip olduğu tek bileti en son 1984 yılında alabilmiştir. Mavi-beyazlı takım, 1988 yılında ezeli rakibi Malmö’nün üst üste 4. şampiyonluğu sonrasında kadrosunu güçlendirmeye karar vermiş ve milli takımın kalesini çoktan tekeline almış Ravelli’yi transfer etmiştir. Ravelli ve Göteborg, 1989 yılında şampiyonluğu bir kez daha Malmö’ye kaptırır ancak, sonrasında 1990’ların özellikle ilk yarısı kendilerinin olacaktır. Takım, Ravelli’nin son sezonu olan 1997’ye kadar –dördü üst üste- altı şampiyonluk kazanır ve 1992-93 yılında Şampiyonlar Ligi’nde, Barcelona, Manchester United ve Galatasaray’ın olduğu grubu lider bitirerek 2. tura ulaşır. ŞL’de bir İsveç takımının bugün için bile ulaştığı en yüksek nokta olan 2. turda Göteborg’un rakibi Bayern Münih’tir ve Alman takımı turu, İsveç’te 2-2 biten maçta attığı deplasman gollerinin avantajıyla geçebilir (ilk maç 0-0). Ravelli, son olarak 1997 sezonunda Göteborg’da oynadıktan sonra 1998 yılını ABD Major League Soccer takımlarından Tampa Bay Munity’de geçirir. 1999 yılında Göteborg’a dönen Ravelli, tek maç oynamadığı bir yıl yedek oturduktan sonra futbolu bırakır. Kaleci sonraki yıllarda, kariyerine ilişkin az sayıdaki pişmanlıklarından birisi olarak, Avrupa’nın önemli takımlarından gelen teklifleri geri çevirerek ülkesinde kalmasını gösterecektir. Bu teklifleri ailesine çok bağlı olması nedeniyle reddettiğini belirten Thomas, aslında futbolu asla ciddi bir iş olarak görmediğinin işaretlerini vermektedir. Profesyonelliğin nankör bir yapısı olduğunu savunan Ravelli, futbolcunun kariyerini bitirdikten sonra başka hiçbir şey bilmediği için zorlanmaması gerektiğine dikkat çekiyor. Nitekim bugün de Yönetim Kurulu Üyesi olduğu Göteborg’da en çok önem verdiği konulardan birisi, oyuncuların futbol sonrası hayatlarına ilişkin eğitim programları hazırlanması. Ama futbolu ciddi bir iş olarak görmemesi, futbolu ciddiye almadığını manasına gelmez; “Kendimden istediklerim, her zaman için başkalarının benden istediklerinden daha fazla olmuştur. Cuma akşamından itibaren o haftanın maçına o kadar konsantre olurdum ki Pazar günü artık gözüm başka bir şey görmez olurdu. Futbolu da bu nedenle bıraktım. Artık kaldıramıyordum”. Thomas, kariyerinin son yılını neden ABD’de geçirdiğine ilişkinse net bir sebep söyleyemez. Ama, hem kendisi hem de ailesi ABD’de rahatça sokağa çıkıp gezebilmekten memnun kalmıştır.

İster istemez, Ravelli’nin klüp kariyerini bitirdik ama bu yazı bitti manasına gelmiyor (zaten benden ne zaman kısa bir yazı okuyabildiniz ki.!) çünkü onu 20. yy’ın en iyileri arasına sokan maçlara daha çok milli takımla imza atmıştır. Yukarılarda ilk defa 1981 yılında milli olduğunu ve milli formayı toplam 143 defa giyerek İsveç’in rekortmeni, dünyanın da en üstteki isimlerinden birisi olduğunu anlattık. Aslında Ravelli, İsveç Milli Takımı’ndaki kariyerinin ilk yıllarında da uluslararası sahnelerden uzaktı çünkü İsveç 1980’lerde, inişli çıkışlı futbol tarihinde yeni bir dip yapmaktaydı. 1950’lerde dünyanın önemli takımlarından olan ülke, kendi düzenlediği 1958 Dünya Kupası’nda finale kadar ulaşmış, ancak sonrasında 1970’lere kadar inişe geçmiştir. İsveç, 1970, 1974 ve 1978 Dünya Kupaları’nda kendi çapında başarılı sonuçlar almış ve ardından yeni bir düşüş başlamıştır. Ravelli’nin, milli takımdaki ilk 10 yılı olan 1981-90 yılları arasında İsveç hiç bir Dünya Kupası ya da Avrupa Şampiyonası’na katılamamıştır. Oniki yıl aradan sonra gidilen ilk Dünya Kupası olan İtalya 90’da ise gruptaki 3 maçını da 2-1 kaybedilerek eve erken dönülmüştür. Ancak 4 yıl sonrası hiç de öyle olmayacaktır. İsveç bu arada, ev sahipliği yaptığı 1992 Avrupa Şampiyonası’nda yarı final oynamayı başarır –ki bu hâlen ülkenin bu turnuvada ulaştığı en yüksek derecedir.

ABD’deki Dünya Kupası, genellikle unutulmak istenen “futbol fakiri” bir turnuva olarak tarihte yerini almıştır. FIFA, saat farkları nedeniyle en büyük pazar olan Avrupa’da millet akşamları rahatça izleyebilsin diye maçları Amerikan yazının göbeğinde öğlen saatlerine koymuştur. Ayrıca, dünyanın bütün ekol ülkeleri en iyi dönemlerinden uzak günler geçirmektedir. İsveçliler ise Dahlin, Brolin, Larsson, Anderson gibi yetenekleriyle, Ravelli’ye göre “son 20 yılın en iyi takımına” sahiptir ve ilk turda favori Brezilya’ya kök söktürerek beraberlik kopardıkları maçtan itibaren dikkat çekmeye başlamışlardır. Ravelli, 1-1 biten maçta sambacıların birçok atağını önlemiş ve ülkesinin 1 galibiyet, 2 beraberlikle ikinci tura çıkmasında büyük pay sahibi olmuştur. İsveç, ikinci turda, S. Arabistan engelini 3-1 ile kolaylıkla geçer ve çeyrek finalde Hagi’nin Romanya’sının karşısına çıkar. Ravelli bu maçta kelimenin tam anlamıyla bir tarih yazar (aşağıda göreceksiniz).

Tarih 10 Temmuz, 1994. San Fransisco’nun Stanford stadında yerel saatle 12:30’da başlayan maçta İsveç ve Romanya her iki tarafın da canını dişine taktığı bir oyun oynamaktadır ama ikinci yarının son bölümüne kadar gol yoktur. 78’de Brolin’in golüne, bitime iki dakika kalan Radiciou cevap verir. Rumen forvet, uzatmalarda da golünü atar ancak 115. dakikada Kenneth Anderson takımına tekrar beraberliği getirir. 120 dakikadır güneşin altında kavrulmakta olan iki takım yenişemez ve penaltı atışlarına geçilir.

Ravelli’nin Göteborg’dan da takım arkadaşı olan Hakan Mild, daha ilk penaltıyı kaçırır. Sonrasında gelen 5 penaltı ise gol olmuş, 3-3’lük eşitliği Romanya lehine bozabilmek için Petrescu topun başına geçmiştir. Ancak Ravelli bir efsane yazmaya karar vermiştir ve penaltıyı kurtarır. İki takım 5. penaltıları da gole çevirince seri penaltılar 4-4 biter. Artık “ani ölüm” zamanıdır.

“Kimileri, en iyi performansını kendisi ve çevresi huzurlu ve sakinken ortaya koyar. Ben ise kariyerime baktığım zaman en iyi performanslarımı her zaman için baskının en üst noktaya çıktığında ortaya koyduğumu gördüm. Bir anlamda ‘baskıya bağımlı”ydım. Hata yapmaktan korkmuyor muydum, hem de deliler gibi.! Çünkü bir kaleci olarak hatanızın telafisi neredeyse hiçbir zaman yoktur. Ama onu kabul ederek başlayan bir süreçte bu korkuyla baş etmesini de öğrendim”.

Stanford Stadı’nda, Belodedici topu penaltı noktasına dikerken, stres seviyesi tam da Ravelli’nin istediği gibi en üst seviyedeydi. “Hiç gergin değildim ama Belodedici çok gerilmişti”. Rumen oyuncu topa yaklaşırken, Ravelli sağa ya da sola değil ama ileri geri sallandı. “Köşe seçtiğini göstermezsen, penaltıyı atan oyuncu daha da geriliyor”. Ve vuruş anı; Belodedici topu sağa yollamıştır ama tam direğin dibine değil. Doğru köşeyi seçmiş olan Ravelli topu sol eliyle rahatça çıkarır. Ve zafer anı....

1994 Dünya Kupası’na tekrar döneceğiz ama önce bir flash-forward (flash back’in tersi) yapıyoruz. Yıl 2001. Telefon ve internet yoluyla oy kullanan 100,000’e yakın İsveçli, ülkenin spor tarihinin en önemli anını seçmiştir. Teniste Björn Borg, kayakta Ingemar Stenmark, yüzmede Gunnar Larsson ve 1950’lerin efsane futbolcuları ve daha birçok ismi geride bırakan ise 1994’te kurtardığı bu penaltıyla Thomas Ravelli olmuştur. O gün 41 yaşındaki oyuncu, ödülünü kazanmış olmanın verdiği şaşkınlıkla ve gözyaşları içinde alır.

Tekrar ABD 94’e dönüyoruz. Romanya’yı saf dışı bırakan İsveç, yarı finalde bir kez daha Brezilya’nın karşısına çıkar. İsveç’i 1958 Dünya Kupası finalinde yenen Brezilya bu defa da Romario’nun 80. dakikada gelen akıl dolu vuruşuyla final biletini alır. İskandinavlar ise teselliyi, Bulgaristan’ı 4-0 yenip üçüncü olmakta bulur. Ravelli ise, Dünya Kupası’ndaki performansıyla 1994 yılında “dünyada yılın kalecisi” oylamasında Belçika’lı Preud’Homme’un ardından ikinci olur. İsveçli kaleci 1995 yılında ise bu sıralamada 3.’lüğü alacaktır. 1994 Dünya Kupası ayrıca, Ravelli’nin milli takımlar düzeyinde büyük bir turnuvada oynadığı son yıldır. İsveç, 1994 yılında FIFA sıralamasında ikinciliğe kadar yükseldikten sonra 1996 Avrupa Şampiyonası ve 1998 Dünya Kupası’nı kaçırır. Ravelli de 11 Ekim 1997’de, İsveç’in Estonya’yı 1-0 yendiği maçla birlikte milli takım kariyerini noktalar.

Yazıya başlarken, güya Ravelli’nin deliliğini övecektik ama sonrasında futbola daldık. Bunun iki sebebi var. Birincisi, lise ve üniversitedeyken kafayı basketbolla kırmış olduğum için, Ravelli’nin zirve yıllarında bırakın onu, doğru dürüst futbol bile izlemiyordum. E hâl böyle olunca onun saha içi deliliklerini kendim görmeden yazdığım zaman çok samimi olmazdı. İkinci ve daha önemli sebep ise, geçtiğimiz yıllarda severek takip ettiğim ve kapanmasına üzüldüğüm “f” dergisinin bir sayısında Ali Ece, Ravelli’ye ve deliliğine öyle bir güzelleme yazmıştı ki, benim yazabileceklerim en fazla onun kötü bir taklidi olabilirdi. Yazıyı bugün Ali Ece’nin blog sayfasında da bulabilirsiniz: http://aliece.blogspot.com/2008/06/kalecilik-bal-bana-bir-deliliktir.html

Ravelli madem bu kadar deliydi, bugün nasıl oluyor da takım elbisesiyle kişisel gelişimle ilgili konferanslar verebilen bir bilge olabiliyor: “Sahada yaptıklarımın hiç biri planlı değildi. İyi bir şey yapmış olmanın doğurduğu, tamamen anlık tepkiler veriyordum. Spontanlık, kendine güvenin bir göstergesidir. Kendinizden emin değilseniz duygularınızı gösteremezsiniz”. “Yaptığım işte eğlenmek, hayatımda en önemli şeylerden birisidir”. Futbolu bıraktıktan sonra neden TV’lerin yorumculuk teklifini kabul etmeden kendi hâlinde bir yaşamı seçmişti peki ?: “Yorumlayacağım oyuncuların çoğu, zamanında yan-yana ya da karşı-karşıya oynadığım isimlerdi ve onları eleştirme fikri bana çok garip geldi”.

Deli mi, bilge mi? Erasmus’a göre bilge. Peki Martin Dahlin’e göre: “Delinin teki. Soyunma odasına geldiğinizde iç çamaşırlarınızı delik deşik kesilmiş bulabilirdiniz”.


Listemizde giderek sona yaklaşıyoruz. Sadece 3 isim kaldı. Bir dahaki sefere, yolu bizim topraklardan geçmiş bir efsane olan Jean-Marie Pfaff’ı anlatalım efendim....