İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

9.09.2018

İkaria: Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik

Feribottan indiğimizde limanın kafesinde bekliyordu bizi Dimitris. Türkiye’den direkt feribot olmadığı için Samos üzerinden gelmiştik. “Evdilos’a mı gidiyorsunuz?” diye sordu. “Yok hayır önce hazır buradayken biraz gezelim akşama doğru Evdilos’a” geçeriz diye yanıt verdik. O gün Evdilos’a sefer olmadığı için Agios Kirikos’a gelmek zorunda kalmıştık. “İyi o zaman ben ofise geçiyorum, akşam ofise uğrarsınız, evrak işlemlerini hallederiz” deyip bize kiraladığımız arabanın anahtarını teslim etti öylece. Ne bir kira kontratı, ne kimlik bilgilerim ne de para almadan! İşte Ikaria deyince internette ilk karşımıza çıkan halkın kafası rahat, hiçbir şeyi kafalarına takmıyorlar o yüzden uzun yaşıyorlar önermelerini daha adaya ayak basalı beş dakika olmadan tecrübe etmiş olduk.

Ikaria ile ilgili bilindik bir hikaye var. II. Dünya Savaşı sonrası Yunanistan’dan ABD’ye göçmüş bir Yunan’a 1968’de kanser tehşisi konulur ve görüştüğü 9 doktor da en fazla 6 ay ömür biçer. Adam da ABD’de cenaze masrafları pahalı, çocuklara yük olmayayım, döneyim bari Yunanistan’a da orada işlemler daha ucuza olur diye düşünüp döner köyüne, Ikaria’ya. Bu amcamız, Stamatis Moraitis, köyünde çocukluk arkadaşlarını bulur, her gece oturur şarap içip sohbet ederler. “En azından mutlu öleceğim” diye düşünür Moraitis. Kendini evinin bahçesinde sebze - meyve ekmeye verir. “Ekinleri ben göremem ama en azından eşime taze meyve sebze olur” diye düşünür. Aradan 6 ay geçer, hiçbir şey olmaz. Tam tersine kendinisi daha güçlü hissetmektedir. Üzüm bağını temizler, kendi şarabını üretmeye başlar. Adanın dingin hayatı, temiz havası kendisine iyi gelmiştir. Kanseri yenmiştir. 25 sene sonra ABD’ye geri gidip kendisine 6 ay ömür biçen doktorları görmek ister. Hepsi ölmüştür. Moraitis amcamız National Geographic ve BBC başta olmak üzere birçok yayın kuruluşuna konuk olduktan sonra 2013’te 98 yaşında huzurlu bir şekilde hayata veda eder. İşte bu sakin, dingin yaşam sayesinde bugün Ikaria’da yaşayan her üç kişiden biri 90’lı yaşlarını görüyor.

“Orası da neresi?” diye tepki vermiştim, Eda yaz tatilinde Ikaria’ya gidelim deyince. Ben ki coğrafya meraklısıyımdır, hiç duymamıştım bu adanın ismini. Ama söz konusu güzel deniz ve plaj oldu mu, bir köpekbalığının kan kokusu alması içgüdülerine sahip olan Eda hemen Seychelles plajı sayesinde çıkarıp bulmuştu burayı. Ne doğusundaki Samos gibi gelişmiş, ne batısındaki Mykonos gibi turistik, ne de Kuzey’indeki Sakız gibi tarihi bir geçmişi olmayan ortada kalmış ufak köylerden oluşan bir ada Ikaria. Turistik olmaktan çok uzak, gerek otel gerek araç kiralama arzının düşük olduğu bu sebeple Samos’a göre daha pahalı olan bir yer burası. Bizim kaldığımız, adanın 2. limanı olan Evdilos’un nüfusu hepi topu 460 kişi. Sabah taze ekmek almak için fırına girdim, kadın ekmek kalmadı dedi. Nereden bulabileceğimi sorduğumda bana öteki köyün ismini verdi.

“Arabayı Agios Kirikos’a getireceksem 10 euro daha isterim, orası bir saatlik yol” demişti Dimitris. Google Maps’ten bakınca “30 km’lik yol nasıl 1 saat sürebilir ki?”diye şüpheyle yaklaşmıştım. Ancak arabayı alıp yola çıkınca ne demek istediğini anladım. Virajlı, bırak iki arabayı, iki eşeğin bile yan yana geçerken zorlanacağı yollarda dağa tırmanırken bir farklılık dikkatimi çekiyor: Bu ada yeşil! Gittiğimiz bir çok Ege adasında çorak dağlardan geçmeye alışmışken, şimdi kendimi Kaçkarlar’ı geçermiş gibi hissediyorum.

Evdilos’a vardığımız da hummalı bir hazırlık var akşam için. Panayiri varmış akşama. Ada oldukça ufak, nüfusu az ve ana karaya uzak olduğundan hükümetten buradaki belediyelere çok az ödenek çıkıyor. Bu sebeple her köy yılda bir gün biraz dini takvime bağlı ve azizlere itaf edilmiş şekilde bir panayır düzenliyor. Bu panayırdan elde edilen gelir de köyün imar işlerinde kullanılıyor. Akdeniz’de akşam yemeklerinin geç yendiğini biliyorum ama bizim de yemek düzenimiz belli. Saat 21’e kadar anca dayanabiliyoruz. Mekanda in cin top oynuyor ama bu sayede çok az sıra bekleyerek yemeğimizi alabiliyoruz. Menümüzde salata, patates kızartması, feta peynir, sirke şişesini andıran plastik bir şişede bir litre kırmızı şarap, bir somun ekmek ve yarım kilo oğlak tandır var. Herkes buraya cümbür cemaat gelmiş kilo kilo oğlak alırken bizim yarım kilo isteğimizi adam garip karşılıyor. Tartıyor 700 gr geliyor. Yok abi çok o diyorum kim yiyecek o kadar eti. Yüzünü buruştura buruştura biraz daha alıyor tartıdan. Hepsi tutuyor 28 avro. O sırada avro 7 lira idi. Yani 200 lira civarı bir hesap. Türkiye’de deniz kenarında bir tatil kasabasında yemeğe oturduğumuzda şarap 140 liradan aşağı hesaba yazılmıyor.

Biz deniz kenarındaki masaya kuruluyoruz. Yavaş yavaş masalar dolmaya ve canlı müzik çalmaya başlıyor. Gece 12 olduğunda hala oğlak önünde uzun bir kuyruk var. Bu sırada bir şarkı çalmaya başlıyor ve herkes masasından kalkıp halaya başlıyor. Halay dairesi tahinli çörek gibi spiral bir şekilde genişliyor. Meydanda aynı anda üç halay dairesi birden oluşuyor. Artık saat 1 olmuş, bizim uykumuz gelmiş bir şekilde yavaştan mekanı terkediyoruz. Ertesi akşam bu sefer yan köydeyiz. Bu defa spor takımı için toplanmışız. Gençlere iki forma da bizden olsun deyip aynı mönüye devam ediyoruz.

Adanın kuzeyinde köylere yakın ve yiyecek içecek tesislerinin de bulunduğu Kampos ve Messakti gibi uzun kumsallar var. Ancak adanın kuzeyi bizim bulunduğumuz süre boyunca son derece dalgalıydı çok da keyifli bir yüzmde deneyimi sunmadı. Ama zaten esas buraya geliş amacımız güneydeki Seychelles plajına gelmekti. Dağ yollarından geçe geçe en sonunda arabaların dizildiği boşluğa varıyoruz. Araştırdığımız her yerde yoldan plaja inmenin bir keçi çevikliği gerektirdiği, spor ayakkabının gerekli olduğu belirtiliyordu. Biz ayağamızdaki parmak aralarıyla bu riski almadan arabayla iki km ötedeki Magganitis köyüne devam ediyoruz. Yaklaşık 10 tane ev, ufak bir kilise ve küçük bir limandan oluşan bu köyden git-gel 7 avroya plaja giden sürat tekneleri var. Seychelles plajı bir kayada oluşan oyukla meydana gelmiş son derece dar, küçük ve çakıl taşlı bir plaj. Tekenin yanaştığı yerden sonra bile plaja ulaşmak için birkaç kayayı aşmak gerekiyor. Bir şemsiyenin altında 60 yaşlarında bir teyze buzlukların içinde tuttuğu biraları satıyor. “Yeğenim bir Türk aşçı ile evlendi, İzmir’de yaşıyor” diyor 2 avroya bir 33’lük Alfa verirken. Şaşırtıcı derecede iyi İngilizce konuşuyor teyze. Ameliyatımı soruyor sonra İngilizce anlamayan kocasına “Bak babası çok içiyormuş ameliyat olmuşlar” diyor. İşte o zaman Moraitis’i hatırladım. Ah be teyzecim, sizin burada hayat bu kadar basit, sade ve temiz iken kolay kolay birşey olmaz size.

12.07.2018

Bir Noel Arifesinde Viyana

“Bir dakika biletinize bakabilir miyim?” diye durdurdu bizi kontrolör. Sadece salonun yaş ortalamasından 50 yaş daha genç olmamız değildi göze çarpan. Aynı zamanda herkesin düğüne gidermiş gibi elbiseler, ceketler giyip inci kolyeler, kravatlar taktığı mekanda boğazlı kazaklarımız, kadife pantolanlarımız ve kar botlarımızla ortama hiç ait olmadığımız belliydi. Sizin yeriniz bu koridorun sonunda” diyerek bilet fiyatlarının 120 avrodan başladığı yerden bizi geri cevirip ucu görünmeyen hole doğru yönlendirdi.

Viyana’ya uçak bileti alır almaz ilk yaptığım iş Viyana filarmoni orkestrasının sitesine girmek olmuştu. Klasik müzikten anladığımı iddia etmeyeceğim. Belki de yıllardır TRT’nin yılbaşı konserlerinden aşina olduğum, belki de gerçekten dünyaca ünlü olan filarmoni orkestrasına bilet bulmanın zor olacağını biliyordum. Ama yine de daha seyahate üç ay varken biletlerin tükendiğini görmek moral bozucuydu. Evet, Glastonbury gibi festivallerin biletleri birkaç saat içinde tükeniyordu ama ayın yarısı boyunca en az bir konserin olduğu sahnenin biletleri kim bilir kaç ay önceden tükenmemeliydi. Sitede konserden bir hafta önce sınırlı sayıda iade edilen biletin tekrar satışa çıkacağı belirtilmişti. Biletlerin yeniden satışa çıkacağı zamana alarmı kurmuş, sanki ÖSS sonucunun açıklanmasını bekleyen liseli misali, sürekli F5’e basıyordum. Nihayet satış başladığında, o kalanlardan birini kapmak için saniyeler içinde karar vermeliydim: Ya ta salonun en arkasından konseri ayakta seyredecektik ya da orkestranın üzerindeki balkondan sahneyi görmeyen bir koltuk satın alacaktık. Artık 20’li yaşlarında Rock’n Coke için saatlerce dikilebilen gençler değildik. Koltuk rahat geldi.

İyi ki de öyle yapmışız. Ayağımızda kar botları, elimizden paltolarımız ile saatlerce dikilemezdik. Manzarası diğer seyirciler olan koltuğumuzda komşularımız ise çekik gözlü birkaç turistti. Ama bizden farklı olarak onlar takım elbiseliydi. Hayır, valize bunları tıkıp getirmek bir yana, bir de -4 derece soğukta bunları giyip gelmek ayrı bir dert.

Konser başladı. Önümüzdeki 85 yaşlarındaki dede mahallenin muhtarı gibi kendini balkondan aşağı sarkıttı. Tek eksiği elinde bir torba çekirdek olmayışıydı. Bizim ise sahneyi görmek için hiçbir şansımız yoktu. Bir ara kah gözlerimi kapatıp tamamen müziğe konsantre olmaya çalıştım. Baktım dalıyorum, uyuyacağım gözleri açıp bu sefer salon mimarisine ve tavanlardaki heykelleri incelemeye başladım. Konser arasında boş sandalyeleri kolladıysam da nafile, hemen dışarı çıkarıldık. Neyse en azından ısınmış bir şekilde soğuk Viyana sokaklarına döndük.

Acıktık ve Viyana mutfağı üzerine

Noel pazarları bu soğuk Aralık ayında Viyana’ya gelirken ana planımızdı. Viyana bu konuda Avrupa’daki en renkli şehirlerden bir tanesi. Şehir merkezinde irili ufaklı 12 tane pazar kurulmuş. En ufak meydanda bile 2-3 dükkanlık pazar bulunuyor. Biz doğrudan soluğu belediye meclisinin önündeki en büyük pazarda aldık. Burası Avusturya mutfağına giriş için güzel bir adım oldu. Tam da öğle saatinin açlığı ile dur bir Leberkase’nin tadına bakalım, sarımsaklı langos güzel koktu, dur üzerine bir appflestrudel yiyelim diye diye midemizin limitlerini zorladık. Buradaki pazarlarda güzel bir uygulama var. Her bir pazarın kendine has bir bardağı var. Sıcak şarapları karton bardağa doldurmak yerine bu 3-4 euro depozitolu sevimli bardaklarla servis ediyorlar. Biz sonrasında bunları eve hatıra diye götürdük.

Mutfağın gelişme kısmında ise et yemekleri yatıyor. Adı ilk defa 1831’de yazılmış bir yemek kitabında geçen Schinitzel, 1905 yılında açılan bir şarap tavernasının ana yemeği haline gelmiş. Bugün 4. kuşak tarafından işletilen Figlmüller ailesinin bir pasaj içindeki ufak restauranı Viyana’nın kültlerinden birine dönüşmüş. Neyse ki biz 3 ay öncesinden rezervasyonumuzu yaptırmıştık. Yoksa biz de bir cumartesi gecesi hemen önümüzde “maalesef yerimiz yok, isterseniz salı akşamına rezervasyon alabiliriz” diyerek geri çevrilen aile gibi suratımızı asmak zorunda kalırdık.

Menüsü basit restoranların oldum olası hastası olmuşumdur. Anayasa kalınlığında menüsü olan restorandan bir hayır gelmez. Menüde bir, bilemedin iki kalem varsa orası işini iyi yapıyordur. İşte burada da bir Schinitzel, bir de imparator Franz Ferdinand’ın masasından eksik etmediği haşlanmış et yemeği Tafelspitz demirbaşlarımız.

Gelişimin ikinci bölümünü ise gastronomiye ayırdık. Stadpark’ın içinde yer alan dünyanın en iyi 14. restoranı seçilen iki Michelin yıldızlı Steirereck İstanbul’daki araştırmalarım sırasında bardaki sarışın mavi gözlü afet gibi bana göz kırpıyordu. Bana değil arkamdaki Ferrarili çocuğa kırptığını anladığım süre içersinde Steirereck’in menüsüne bakıp beyaz kuşkonmaz, kuzukulağı ve haşhaş ile servis edilen sazanın fiyatının 48 euro olduğunu görünce yüzümdeki o gülümseme kayboldu. Ta ki o kızın yanında giydiği oduncu gömleği, kemik çerçeveli gözlüğü ve at kuyruğu yüzünden esasında dikkat çekmeyen ama bir o kadar güzel kuzenini keşfedene kadar. Steirerecek’in hemen altında bir bistro kısmı vardı. Muhtemelen ana mutfağa geçmeye çalışan yardımcı aşçıların çalışma alanıydı ve fiyatlar ana restoranın üçte biri fiyatınaydı. Fiyatlar yanıltmasın, gene erkeklerin gömlek ceket, kadınların elbise ile geldiği mekanda boğazlı kazaklarımız ile sırıtıyorduk ama artık çoktan buna alışmıştık.

Menünün sonuç ve tatlı kısmında ise sachertorte var. Kanımca aşırı abartılan ve tek hikayesi tarihinin 1832 yılına dayanması olduğunu düşündüğüm bu turtayı yemek için insanlar o soğukta saatlerce Hotel Sacher’in önünde bekliyorlar. Ne şanslıyız ki bunların bir de Salzburg’da da yerleri var ve mekanda in cin top oynuyordu.

Mozart Biz Geliyoruz: Salzburg

Viyana’da hava soğuktu ama karla ancak Salzburg yolunda Alplerde karşılaştık. Devlet tren işletmesinin yarı fiyatına giden Westbahn ile 3 saat süren yolculuğun ardından Salzach nehri kenarındaki eski şehir karşılıyor bizi. Tuz madenleri sayesinde zengin olan şehir ticaret ile İtalya ile yakınlaşmış ve 17 yüzyılda İtalyan mimarlar tarafından barok mimarisi ile inşa edilmiş. II. Dünya Savaşı sırasında eski şehir fazla hasar almamış ve barok stilin korunduğu nadir Almanca konuşulan şehirlerden biri olarak 1996’da UNESCO Dünya Mirası’na girmiş.  

Şu tepenin üzerindeki festunghohen salzburg un inşaası 1066 yılında ilk bir kilisenin dikilmesi ile başlamış. Gel zaman git zaman 600 yıl boyunca yüksek duvarların dikilmesi ve binaların eklenmesi ile bu şeklini almış. Belki de bu aşılması zor duvarları sayesinde Salzburg Prensliği suya sabuna dokunmadan tüm savaşların uzağında kendi halinde kalmayı başarmış, anca 1815 Viyana Kongresi’nden sonra Avusturya'ya bağlanmış. Tepeye gıda taşımak için ilk olarak 1500'lerde 4 atın çevirdiği bir kasnak düzeneği kurulmuş. Bugün o düzeneğin yerinde 1892'de hizmete giren Avusturya'nın ilk füniküleri bulunuyor.

Salzburg’un en pazarlanabilir öğelerinden bir tanesi de Mozart’ın doğum yerinin burası olması. Bugün doğduğu ev müze olarak faaliyet gösteriyor. Benim gibi konuya çok da hakim olmayanlar için hızlı bir Mozart özeti oluyor. Müzede ailesi ile olan mektuplarından, kemanına kadar birçok kişisel eşyası sergileniyor. Evin olduğu Getreidegasse sonunda bir meydan, meydanda Noel pazarı ve romanesk stilde inşa edilmiş devasa bir katedral karşılıyor bizi. Katedralin arkasında ise çok temiz ve tertipli bakılmış bir mezarlıktan geçip kaleye çıkıyoruz. Alp manzaralı kalede, zamanında kışla olarak hizmet veren bina bugün Avusturya’nın savaş tarihini anlatıyor. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ndan, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na ve oradan dünya savaşlarına kadar ki süreçte ordunun tarihi, silahları, kıyafetleri vb. sergileniyor.

Bunun dışında bir de görülmesi gereken baş piskoposun yazlık sarayı var ama oraya zamanımız kalmıyor. Zaten Viyana’da yeteri kadar saray var.

Viyana’nın Sarayları ve Sisi

Habsburg ile Osmanlı Hanedanlığı’nın tarihi birbiriyle çok örtüşüyor. İkisi de 1200’lerin sonunda iktidara geldikten sonra I. Dünya Savaşı ile tarihten siliniyorlar. Geriye ise handedanlığın kullandığı devasa saraylar kalmış. Devasalığı anlatmak için şöyle bir örnek vereyim: Yazlık saray olarak yapılan Schönbrünn Sarayı’nın bahçeleri ile birlikte kapladığı alan 2.6 km². Karşılaştırmak için 45 mahalleden oluşan Beyoğlu ilçesinin 9 km² olduğunu not düşeyim. 17,5 euro verilip de girilen bu saraylarda elbette sergilenen şey, Kral’ın yatağı, çalışma masası, yemek odası takımı, danteli şusu busu gibi esasında çok da ilgi çekmeyen şeyler. Burada bir hikayeye ihtiyaçları var. Onu da Sisi üzerinden kurgulamışlar. 44 yıl ile en uzun süre başta kalan Kraliçe’nin hiç sevmediği Kral ile evliliği ve sürekli çocuklarının ölmesi üzerinden kurgulanan trajik hikaye ile sarayların Türkçe dil seçeneği bulunan audio guideları hazırlanmış.

Ülkenin üçte ikisinin Alpler ile kaplı olduğu Avusturya öncelikle bir kış ziyaret noktası. Özelikle Noel arifesinde gelerek biz aradığımızı bulduk. Ama elbette yazın da Hallstatt gibi masalsı köyleriyle bir de yaz gözüyle görmekte fayda var.

15.01.2018

Monaco



Şu iki fotoğraf arasında 12 sene var. Arkadaki Monte Carlo Casino’su 1863’ten beri olduğu gibi hala orada. Saçlarım kısalmış, kendimi Antonio Banderas zannetmekten vazgeçmişim, biraz da kilo almışım ama onun dışında fiziğimde de pek değişen birşey yok sanırım. İlk gidişimde öğrenciydim. Cebimde biriktirdiğim üç kuruş para, biraz da ailemin yardımıyla 22 gün boyunca trenden trene o şehir senin bu şehir benim gezebilmiştim. Tabi o zaman avro 1,60 lira yani bugünün üçte biri fiyatınaydı. Bugün, bırak öğrenci olarak gezmeyi şu anda bile harcama yaparken iki üç defa düşünmem gerekiyor.

O tatilde ilk planlamaları yaparken casinoya 50 avro ayırabileceğimi hesaplamıştım. Tabi evdeki plan çarşıya uymamış, tatilin bu kısmına geldiğimde kaybetmeyi göze alabileceğim tutar 10 avroya düşmüştü. Acemi şansı diye birşeyin olduğunu o gün orada öğrenmiş, rulet masasından 130 avro ile kalkmış, tatilimin geri kalanı için dopingi bulmuştum. İki sene sonra bu defa Monaco’ya iş için gittiğimde bir saatte 100 avroyu rulet masasında çatır çatır yemiş hiç de dert etmemiştim.

Bu defa casinoya girdiğimde elim o parayı harcamaya gidemedi. Seneler içinde Türk Lirası o kadar değersizleşti ki senelerdir o şirketten bu şirkete hoplaya zıplaya terfi ala ala geçsem de günün sonunda dolar bazında ilk çalışmaya başladığımda kazandığımdan daha az kazanıyorum. nekadarzarardayim.com adresi bu gerçeği kafama vura vura gösteriyor.

Casino’nun içinde artık dijital makineler çokça yerini almış. Bir rulet tekeri koymuşlar. 8 sandalye ile insanlar etrafına oturmuş, önlerindeki dijital ekrandan tuşlara basarak seçim yapıyorlar. Gerçek masalarda minimum yatırılan tutar 5 avro iken burada 1 avro. İyi de o pulu, o yeşil çuhayı hissetmeden rulet masasına oturmanın casinoya gitmenin hiçbir espirisi yok. Boşuna para harcamadan çıkıyorum Casino’dan.
 
Menton’dan Monaco’ya otobüs ile gelirken şu fotoğraftaki keskin ayrım neresinin Fransa, neresinin Monaco olduğunu gösteriyor. Esasında Menton ve sonrasındaki ufak kasaba Roquebrune de yaklaşık 500 yıl boyunca Monaco prensliğinin sınırları içindeymiş. Ancak 1867’de İtalya’ya bağlanma ümidiyle ayaklanan bu iki kasabaya, prenslik bağımsızlıklarını vermiş ve topraklarının %95’ini kaybetmiş. Ha sonra ne olmuş? Bu iki kasabayı Fransa 4 milyon franka satın almış. Bugün Monaco’ya kalan 2 km²’lik memlekette zaten Monako’nun yerlisi azınlığa düşmüş. Nüfusun sadece beşte biri Monakolu. Fransızlar ülkedeki en büyük etnik grup.

Menton’da çevremde konuşulan İtalyanca seslerinin ardından birden beynelmilel sokaklara geçiyorum. Belli ki buranın yerlisi olan, bebek arabasını ittiren genç anne ağır İngiliz aksanıyla telefonda konuşuyor. Ülkenin gelir vergisi almaması ile birlikte buraya yerleşen zenginlerden sadece bir tanesi muhtemelen. Vergi cennetlerinden biri olarak bilinen Monaco’nun bu duruma gelme hikayesi de ilginç: Monte Carlo Casino’su o kadar iyi iş yapıyor ki, faaliyete geçtikten sadece 6 sene sonra prensliğin sahibi Grimaldi ailesi başka gelir kapısına ihtiyacımız yok deyip gelir vergilerini kaldırıyor.

Akşam sekizde AS Monaco, Guingamp’ı ağırlıyor. Monaco seyahatim kesinleştikten sonra ilk iş Monaco’nun sitesine girip “biletler 20 avro, e iyimiş!” deyip atlamıştım. Tabi bu saniyeleri takriben o biletin 90 lira olduğunu idrak etmiştim. Sitede çok güzel bir uygulama var. Satın almak istediğin koltuğu seçince, oradan sahanın nasıl göründüğünün fotoğrafı çıkıyor.

Stada doğru yürürken bir nümismatik dükkanının önünden geçiyorum. Vatikan, Papa Françis’in başa geçmesi neticesinde bir hatıra kollekisyon para serisi çıkarmış. İçinde tedavülde olmayan 20 avroluk bozuk para bile var. Toplam değeri 79 avro olan set tabi ki koleksiyon değeri yüzünden 279 avroya satılıyor.

Kırmızı formalı insanları takip ede ede ikonik Stade Louis II’ye varıyorum. Dışarıdan bakınca bildiğin AVM’yi andırıyor. Böyle stad mı olur yahu? Stadın altında bir de fitness salonu var. Haftaiçi sabah 9.30’da açıp akşam 20.00’de kapatıyor. Cumartesi sadece 10.00-13.00 arası açık. Pazar hepten kapalı. Eh, oraya gidecek adam zaten beyaz yakalı gibi mesai yapmadığına göre daha erken açıp daha da geç kapatmaya pek de gerek yok sanırım.

18500 kişilik stadın yarısı bile dolmuyor. 100 kadar apaçi bağıran taraftar var. 25 tane de deplasman tribününde emektar var. Gerisi çekirdek çitleyenlerden oluşuyor. Hatta yanımdaki bloğun 4 sırası yaklaşık 60 tane 6-10 yaşları arasındaki çocuk tarafından işgal edilmiş. Bizi okul gezisi diye müzeye falan götürürlerdi, burada ise maça getirmişler. Hazır yeri gelmişken hayatımda gittiğim ilk maç da buranın 55 km ötesindeki şehrin takımının, Vieira’lı kadrosuyla Fenerbahçe stadını 1994’ün bir eylül akşamında ziyaretiydi. İlk deneyimimde tuttuğum takımın beş yemesi pek hoş olmamıştı tabi. Pasolig çıktığından beri de zaten memlekette maça gitmedim. Belki de o yüzdendir ki maç öncesi ısınmalarında hücum taktik organizasyonunun çalışıldığını görünce epey bir affalladım. Monacolular, karşıda Guingamp teknik ekibi varken kanattan sıfıra inip ön direğe kesme organizasyonu çalışıyorlardı.

Kadrolar açıklandığında biraz canım sıkıldı. Ne bu sezonki performansı ile bizi 2013’e geri götüren Falcao, ne de sezon sonu dünya paraya büyük bir kulübe gitmesi beklenen Lemar vardı. Esasında onlara çok da gerek kalmadı. Daha 10. dakikada, Monaco ısınmada ne çalıştıysa, aynen öyle golü buldu. Sağ kanatta Rony Lopes madeni buldu ve devrede Guingamp teknik direktörü sol bekini değiştirene kadar kalelerinde dört gol görmüşlerdi bile. Maç 6-0 bitti. Çok tek taraflıydı, yine de en azından gol izledim. Staddan çıkarken “kulakları çınlasın” diye mırıldanıyordum. Biri duysa elbette ki anlam veremeyecekti. Saat daha 10 bile olmamıştı ama ne bir otobüs var ne da başka bir toplu taşıma. Nerede bizdeki stad önündeki şehrin öteki ucuna bile giden minibüsler, sarı dolmuşlar. Trenle Nice’e geri dönerken, karşıma 3 deplasman taraftarı oturdu. Guingamp dediğin yer ta ülkenin diğer ucunda, Bretagne’da. “Guingamp’dan mı geliyorsunuz?” diye sordum, onayladılar. Marsilya, Lyon, Paris üzerinden 3 aktarmayla kendilerini yaklaşık 12 saatlik bir yolculuk bekliyordu. 6 tane yedikten sonra bu yolu çekmeye değer miydi, pek de emin değilim.

25.11.2017

Èze'den Menton'a


“Trenle gitme, trenin gittiği yerde bir şey yok, otobüse bin” demişti benim Paris’ten göç eden şoför. Èze köyü tepenin üzerine kurulmuşken, tepenin aşağısındaki deniz kıyısındaki yerleşim yerine ise Èze-sur-mer ismini vermişler yani “denizdeki Èze”. Karmaşıklığa yol açacak başka isim bulamamışlar mı ki? Buralarda iğne atsan düşmeyecek mevsimde tren istasyonundan yukarıya ring otobüs seferleri varmış ama Kasım’da bu köye çıkmanın tek yolu Nice’den saatte bir defa kalkan 82 numaralı otobüs.

Bir kayanın üzerine kondurulmuş tek bir giriş çıkış kapısı olan bu orta çağ köyüne “Kartal Yuvası” denmesi gayet normal. Bu haliyle bana biraz San Marino’yu hatırlatıyor. Ancak bir farkla: San Marino bu coğrafi konumu sayesinde yüzyıllar boyunca savunup bağımsızlığını korumayı başarmışken; Èze, Barbaros Hayrettin’in Akdeniz’de cirit attığı yıllarda Türk gemilerine yenik düşmüş ve 1543 yılında Fransızlar adına işgal edilmiş.

1388’de bugünkü haliyle inşa edilen Èze’in 650 yıllık taş binaları artık incik boncuk vs. satılan butikler olarak işlev görüyor. Bir de iki michelin yıldızlı, bir espresso’nun 6.5, bir ana yemeğin 80-90 avro olduğu bir restorana ev sahipliği yapıyor. Kilisenin hemen yanında küçük bir mezarlık var. İsimler yine Nice’den aşina olduğum üzere Basso, Perrotto gibi İtalyan kökenli isimler.

Nietzche olmasa belki de Èze bugün Fransa’daki yüzlerce isimsiz ortaçağ köyünden biri olarak kalacaktı. Dağa çekilip kendini dinleyen Zerdüşt’ün hikayesinin bir kısmını burada yazmış Nietzche. Bugün artık Nietche’nin isminin verildiği 420 metre rakımlı köyden aşağı plaja inen dik patikanın “Böyle Buyurdu Zerdüşt”e esin kaynağı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Zaten aşağı inmesi bile 50 dakikamı alan patikada gide gele eminim Nietzche’nin düşünmek için epey vakti olmuştur. Hiç ses çıkmayan insanın baya kendini dinlediği yolda ters istikametten gelen en aşağı 10 kişi ile karşılaşıyorum. İstisnasız her biri bu yabancıya selam veriyor. Bu esasında bu ıssız dağa has bir durum yoksa şehre kasabaya indiğimde öyle bir durum söz konusu değil. Patikanın sonuna geldiğimde 3 Amerikalı ile karşılaşıyorum. Daha henüz yola başlamamışlar, içleri kıpır kıpır. Bana köyü ve yolu soruyorlar. Aşağıdan baktığımda köy gözükmüyor bile. “Size sadece iyi şanslar dilerim” deyip Èze defterini kapatıyorum.



Bizim 500T misali Cote D’Azur’ü Nice’ten başlayıp boydan boya sahil şeridinden geçen 100 numaralı otobüs ile son durağa, İtalya sınırındaki Menton’a ulaşıyorum. Yaklaşık 500 sene boyunca Monaco Prensliği’ne bağlı olan bu şehir 1848’de limon ihracatına konulan vergiler sebebiyle prenslikten bağımsızlığını ilan ediyor. 12 yıl sonra meşruluğu tartışılan bir plebisit ile Fransa’ya dahil ediliyor. Ancak sarı badanalı yeşil panjurlu taş binalarıyla son derece İtalyan görünüyor. Şirin bir eski şehri var Menton’un. Bir cadde boyunca uzanan ardı ardına kafelerde bir canlılık var. Yemek yediğim yere sınırı soruyorum. “Denizi takip et, 15 dakika sonra sınırdasın” diyor restoran sahibi. Açıkçası Holanda - Almanya sınırındaki gibi sadece bir tabela bekliyordum.

Gel gör ki polis ve askerlerin kontrol yapmasa da bekledikleri bir sınır mevcut. İtalya’ya geçer geçmez hemen 20 - 30 metre ileride bir tekel bayi var. Fransız plakalı bir çok araba sınırı geçiyor ve tekelin önüne çekip alışverişini yapıp sonra tekrar Fransa’ya dönüyor. Ellerinde kocaman bir Pernod Ricard kolisi olan, aksanından Britanyalı olduğunu düşündüğüm bir kadına bu kadar çok fark var mı diye soruyorum. Sigarada ve ağır alkolde çok farkettiğini söylüyor. Araştırmacı gazeteci olarak hemen fiyat araştırmasına giriyorum. 1 lt. J&B İtalya’da 16,90€, Monaco’da markette 28,82€, Nice havalimanında AB içi duty free’de 31€. Gerçekten de bırak Menton’da yaşamayı, 30km ötedeki Nice’te yaşasan bile bu fiyatlara değer.


Gün artık yavaş yavaş batmaya başlarken son bir Monaco’ya uğramanın ve maça gitmenin vakti geliyor.

16.11.2017

Nice: Kış Güneşi

“Büyük şehirde yaşanmaz, çok trafik var. O yüzden 10 sene önce Paris’ten buraya taşındım.diyor beni otele götüren 55 yaşlarındaki aracın şoförü. Burada keyfim yerinde, bütün yaz her sabah önce denize girip öyle işe çıkıyorum” diye devam ediyor. Amerika, İspanya, Türkiye, Fransa fark etmiyor, herkes bir şekilde bu insanı içine çekip yutan, gürültülü keşmekeş gri ve mutsuz büyük şehir hayatından bir an önce kaçmaya çalışıyor. 316 gün güneşli havasıyla Cote d’Azur bölgesi de Fransa’da bu işlevi görüyor.

Hava limanından Nice şehir merkezine doğru 19. yüzyılın başlarında burada yaşayan İngiliz aristokrasisinin yaptırdığı ve “Promenade des Anglais” adını da bu şekilde aldığı kordon boyunda ilerliyoruz. Bu hikayeden de çıkartılabileceği gibi iki yüzyıl önce de insanlar ılıman mevsimlerde yaşamak için güneye akın etmişler, Matisse gibi ressamlar Nietzche gibi filozoflar hayatlarını burada geçirmişler. Kordon boyunda koşan gençler olsa da büyük çoğunluk emekliliğini geçirenler. 1970’den bu yana yaklaşık 50 senedir bunca göç almasına rağmen nüfusun pek de değişmemesinin sebebi bu. Yerel halk yaşlı, doğum oranı düşük, her ne kadar dışarıdan göç gelse de, yerlisi de öteki dünyaya göçüyor.

İşte bak kamyon buradan yürüyüş yoluna çıktı, 4 km boyunca önüne geleni ezdi” diyor şöför cuma akşam trafiğinde takılmış bekleyip, geçtiğimiz yılın temmuzunda 86 kişinin ölümüne yol açan terör saldırısını anlatırken. Bir daha araç kaldırıma çıkmasın diye yol ile arasına beton bloklar dikmişler. Oraya saldırmazlar da başka yere saldırırlar ne olacak.

Kasıma geldik ama hava hala gündüz vakti 19 derece ve tshirt ile dolaşılacak kıvamda. Pazar sabahı kordon boyuna atılmış sandalyelerde bu sonbahar güneşinin tadını çıkartırken sahilde mayolarıyla uzanmış birkaç kişi de var. İşte tam bu sırada hemen önümüzde denizden gelen yardım çığlığı kulaklarımızı tırmalıyor. Kıyının sadece birkaç metre uzağında bir kişi belli ki kaslarını hareket ettiremiyor ancak bilinci açık bir şekilde yardım diye bağırıyor. Sahildeki mayolu kişilerin hiç biri adamı kurtarmak için hareketlenmiyor. Kordon boyundan birkaç kişi ilk yardımı arayıp haber veriyor ama adam orada gözümüzün önünde boğuluyor yahu. Bir an için ben atlayıp adamı kurtarmayı düşündüm. En nihayetinde gözümün önünde boğulan bir kişiye nasıl kayıtsız kalabilirim ki? Ancak orasının Türkiye olmadığını, adamı kurtarmaya çalışırken adamın başına bir şey gelirse kimse benim iyi niyetime bakmayıp ciddi şekilde cezalandırılacağımı hatırlıyorum. Fügen Gülertekin’in hikayesini okuyan herkes böyle bir iyi niyet göstergesinin yapılmaması gerektiğini bilir. Neyse ki ilk yardım sadece dört dakikada geliyor ama paşaların hiçbir acelesi yok. Arabayı güzelce park etmeye, bagaj kapısını kapatmaya, aracı kilitlemek ile uğraşıyorlar, bu sırada adam yardım diye bağırmaya devam ediyor. İlk yardım ekibi denize girdiği anda bir sahil güvenlik teknesi de olay mahaline yaklaşıyor ve ilk yardımla birlikte adamı alarak gözden uzaklaşıyorlar.
Tam o sırada iki Alman turist beni buranın yerlisi sanıp kamyon terör saldırısının burada olup olmadığını sordular. Yol tarifi sorulduğunda bilmese de anlatan Türk misali ben de hiç bozuntuya vermeden şoför bana ne anlattıysa ben de aynen şakıdım. Sonra bana bilmediğim yerden soru geldi: Bir anıt var mı? Olsaydı eminim ki şoför bana gösterirdi deyip çat diye yoku yapıştırdım.

Arada boğulanları saymazsak bu metropolitan nüfusu 1 milyon olan şehrin merkezinde Kasım’da hayat kuşları besleyen amca kadar sakin. Tam da Bodrum nasıl oluyorsa işte öyle. Yine de bahsettiğim şehir Fransa’nın en büyük 5. şehri ve üniversite gençliği bir paralel sokaktaki Cours de Saleya’yı cıvıl cıvıl ayakta tutmaya yetiyor. Herbiri yan komşusundan daha orijinal Nice spesiyallerini sattığını iddia eden ardı ardına kafeleriyle Cours de Saleya sahil tarafından eski şehrin başlangıç noktası ve kendimi sarı badanalı yeşil panjurlarıyla dar sokakların arasına dalıyorum. İtalyan sahil kentlerini andıran bu tasvir yersiz değil zira Nice’in 1860’a kadar Fransızlar ile hiçbir bağı yok. Yunanlar tarafından kurulup zafer tanrıçası Nike’den ismini alan şehir 400 yıl boyunca başkenti Torino olan Savoie Dükalığı’nın bir toprağı iken 1860 yılında Fransızlar tarafından ilhak edilmiş. Niçard denilen yerel lehçenin kökeni zaten Fransızca ile aynı bile değil. Gel zaman git zaman bu 150 yılda Fransız kültürü çok sağlam empoze edildiği için yerel lehçe ancak kendine eski şehrin sokak tabelalarında ve bazı yerel televizyon kanallarının haberlerinde yer bulabiliyor. Yani şimdilik ortada bir Katalan ayaklanması gibi özerklik vb. isteyen bir halk yok. Hepsi artık tamamen Fransız olmuş durumdalar.

Bir sonraki durak için 82 numaralı otobüse atlayıp Èze köyüne doğru yola çıkıyorum.