İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

25.11.2017

Èze'den Menton'a


“Trenle gitme, trenin gittiği yerde bir şey yok, otobüse bin” demişti benim Paris’ten göç eden şoför. Èze köyü tepenin üzerine kurulmuşken, tepenin aşağısındaki deniz kıyısındaki yerleşim yerine ise Èze-sur-mer ismini vermişler yani “denizdeki Èze”. Karmaşıklığa yol açacak başka isim bulamamışlar mı ki? Buralarda iğne atsan düşmeyecek mevsimde tren istasyonundan yukarıya ring otobüs seferleri varmış ama Kasım’da bu köye çıkmanın tek yolu Nice’den saatte bir defa kalkan 82 numaralı otobüs.

Bir kayanın üzerine kondurulmuş tek bir giriş çıkış kapısı olan bu orta çağ köyüne “Kartal Yuvası” denmesi gayet normal. Bu haliyle bana biraz San Marino’yu hatırlatıyor. Ancak bir farkla: San Marino bu coğrafi konumu sayesinde yüzyıllar boyunca savunup bağımsızlığını korumayı başarmışken; Èze, Barbaros Hayrettin’in Akdeniz’de cirit attığı yıllarda Türk gemilerine yenik düşmüş ve 1543 yılında Fransızlar adına işgal edilmiş.

1388’de bugünkü haliyle inşa edilen Èze’in 650 yıllık taş binaları artık incik boncuk vs. satılan butikler olarak işlev görüyor. Bir de iki michelin yıldızlı, bir espresso’nun 6.5, bir ana yemeğin 80-90 avro olduğu bir restorana ev sahipliği yapıyor. Kilisenin hemen yanında küçük bir mezarlık var. İsimler yine Nice’den aşina olduğum üzere Basso, Perrotto gibi İtalyan kökenli isimler.

Nietzche olmasa belki de Èze bugün Fransa’daki yüzlerce isimsiz ortaçağ köyünden biri olarak kalacaktı. Dağa çekilip kendini dinleyen Zerdüşt’ün hikayesinin bir kısmını burada yazmış Nietzche. Bugün artık Nietche’nin isminin verildiği 420 metre rakımlı köyden aşağı plaja inen dik patikanın “Böyle Buyurdu Zerdüşt”e esin kaynağı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Zaten aşağı inmesi bile 50 dakikamı alan patikada gide gele eminim Nietzche’nin düşünmek için epey vakti olmuştur. Hiç ses çıkmayan insanın baya kendini dinlediği yolda ters istikametten gelen en aşağı 10 kişi ile karşılaşıyorum. İstisnasız her biri bu yabancıya selam veriyor. Bu esasında bu ıssız dağa has bir durum yoksa şehre kasabaya indiğimde öyle bir durum söz konusu değil. Patikanın sonuna geldiğimde 3 Amerikalı ile karşılaşıyorum. Daha henüz yola başlamamışlar, içleri kıpır kıpır. Bana köyü ve yolu soruyorlar. Aşağıdan baktığımda köy gözükmüyor bile. “Size sadece iyi şanslar dilerim” deyip Èze defterini kapatıyorum.



Bizim 500T misali Cote D’Azur’ü Nice’ten başlayıp boydan boya sahil şeridinden geçen 100 numaralı otobüs ile son durağa, İtalya sınırındaki Menton’a ulaşıyorum. Yaklaşık 500 sene boyunca Monaco Prensliği’ne bağlı olan bu şehir 1848’de limon ihracatına konulan vergiler sebebiyle prenslikten bağımsızlığını ilan ediyor. 12 yıl sonra meşruluğu tartışılan bir plebisit ile Fransa’ya dahil ediliyor. Ancak sarı badanalı yeşil panjurlu taş binalarıyla son derece İtalyan görünüyor. Şirin bir eski şehri var Menton’un. Bir cadde boyunca uzanan ardı ardına kafelerde bir canlılık var. Yemek yediğim yere sınırı soruyorum. “Denizi takip et, 15 dakika sonra sınırdasın” diyor restoran sahibi. Açıkçası Holanda - Almanya sınırındaki gibi sadece bir tabela bekliyordum.

Gel gör ki polis ve askerlerin kontrol yapmasa da bekledikleri bir sınır mevcut. İtalya’ya geçer geçmez hemen 20 - 30 metre ileride bir tekel bayi var. Fransız plakalı bir çok araba sınırı geçiyor ve tekelin önüne çekip alışverişini yapıp sonra tekrar Fransa’ya dönüyor. Ellerinde kocaman bir Pernod Ricard kolisi olan, aksanından Britanyalı olduğunu düşündüğüm bir kadına bu kadar çok fark var mı diye soruyorum. Sigarada ve ağır alkolde çok farkettiğini söylüyor. Araştırmacı gazeteci olarak hemen fiyat araştırmasına giriyorum. 1 lt. J&B İtalya’da 16,90€, Monaco’da markette 28,82€, Nice havalimanında AB içi duty free’de 31€. Gerçekten de bırak Menton’da yaşamayı, 30km ötedeki Nice’te yaşasan bile bu fiyatlara değer.


Gün artık yavaş yavaş batmaya başlarken son bir Monaco’ya uğramanın ve maça gitmenin vakti geliyor.

16.11.2017

Nice: Kış Güneşi

“Büyük şehirde yaşanmaz, çok trafik var. O yüzden 10 sene önce Paris’ten buraya taşındım.diyor beni otele götüren 55 yaşlarındaki aracın şoförü. Burada keyfim yerinde, bütün yaz her sabah önce denize girip öyle işe çıkıyorum” diye devam ediyor. Amerika, İspanya, Türkiye, Fransa fark etmiyor, herkes bir şekilde bu insanı içine çekip yutan, gürültülü keşmekeş gri ve mutsuz büyük şehir hayatından bir an önce kaçmaya çalışıyor. 316 gün güneşli havasıyla Cote d’Azur bölgesi de Fransa’da bu işlevi görüyor.

Hava limanından Nice şehir merkezine doğru 19. yüzyılın başlarında burada yaşayan İngiliz aristokrasisinin yaptırdığı ve “Promenade des Anglais” adını da bu şekilde aldığı kordon boyunda ilerliyoruz. Bu hikayeden de çıkartılabileceği gibi iki yüzyıl önce de insanlar ılıman mevsimlerde yaşamak için güneye akın etmişler, Matisse gibi ressamlar Nietzche gibi filozoflar hayatlarını burada geçirmişler. Kordon boyunda koşan gençler olsa da büyük çoğunluk emekliliğini geçirenler. 1970’den bu yana yaklaşık 50 senedir bunca göç almasına rağmen nüfusun pek de değişmemesinin sebebi bu. Yerel halk yaşlı, doğum oranı düşük, her ne kadar dışarıdan göç gelse de, yerlisi de öteki dünyaya göçüyor.

İşte bak kamyon buradan yürüyüş yoluna çıktı, 4 km boyunca önüne geleni ezdi” diyor şöför cuma akşam trafiğinde takılmış bekleyip, geçtiğimiz yılın temmuzunda 86 kişinin ölümüne yol açan terör saldırısını anlatırken. Bir daha araç kaldırıma çıkmasın diye yol ile arasına beton bloklar dikmişler. Oraya saldırmazlar da başka yere saldırırlar ne olacak.

Kasıma geldik ama hava hala gündüz vakti 19 derece ve tshirt ile dolaşılacak kıvamda. Pazar sabahı kordon boyuna atılmış sandalyelerde bu sonbahar güneşinin tadını çıkartırken sahilde mayolarıyla uzanmış birkaç kişi de var. İşte tam bu sırada hemen önümüzde denizden gelen yardım çığlığı kulaklarımızı tırmalıyor. Kıyının sadece birkaç metre uzağında bir kişi belli ki kaslarını hareket ettiremiyor ancak bilinci açık bir şekilde yardım diye bağırıyor. Sahildeki mayolu kişilerin hiç biri adamı kurtarmak için hareketlenmiyor. Kordon boyundan birkaç kişi ilk yardımı arayıp haber veriyor ama adam orada gözümüzün önünde boğuluyor yahu. Bir an için ben atlayıp adamı kurtarmayı düşündüm. En nihayetinde gözümün önünde boğulan bir kişiye nasıl kayıtsız kalabilirim ki? Ancak orasının Türkiye olmadığını, adamı kurtarmaya çalışırken adamın başına bir şey gelirse kimse benim iyi niyetime bakmayıp ciddi şekilde cezalandırılacağımı hatırlıyorum. Fügen Gülertekin’in hikayesini okuyan herkes böyle bir iyi niyet göstergesinin yapılmaması gerektiğini bilir. Neyse ki ilk yardım sadece dört dakikada geliyor ama paşaların hiçbir acelesi yok. Arabayı güzelce park etmeye, bagaj kapısını kapatmaya, aracı kilitlemek ile uğraşıyorlar, bu sırada adam yardım diye bağırmaya devam ediyor. İlk yardım ekibi denize girdiği anda bir sahil güvenlik teknesi de olay mahaline yaklaşıyor ve ilk yardımla birlikte adamı alarak gözden uzaklaşıyorlar.
Tam o sırada iki Alman turist beni buranın yerlisi sanıp kamyon terör saldırısının burada olup olmadığını sordular. Yol tarifi sorulduğunda bilmese de anlatan Türk misali ben de hiç bozuntuya vermeden şoför bana ne anlattıysa ben de aynen şakıdım. Sonra bana bilmediğim yerden soru geldi: Bir anıt var mı? Olsaydı eminim ki şoför bana gösterirdi deyip çat diye yoku yapıştırdım.

Arada boğulanları saymazsak bu metropolitan nüfusu 1 milyon olan şehrin merkezinde Kasım’da hayat kuşları besleyen amca kadar sakin. Tam da Bodrum nasıl oluyorsa işte öyle. Yine de bahsettiğim şehir Fransa’nın en büyük 5. şehri ve üniversite gençliği bir paralel sokaktaki Cours de Saleya’yı cıvıl cıvıl ayakta tutmaya yetiyor. Herbiri yan komşusundan daha orijinal Nice spesiyallerini sattığını iddia eden ardı ardına kafeleriyle Cours de Saleya sahil tarafından eski şehrin başlangıç noktası ve kendimi sarı badanalı yeşil panjurlarıyla dar sokakların arasına dalıyorum. İtalyan sahil kentlerini andıran bu tasvir yersiz değil zira Nice’in 1860’a kadar Fransızlar ile hiçbir bağı yok. Yunanlar tarafından kurulup zafer tanrıçası Nike’den ismini alan şehir 400 yıl boyunca başkenti Torino olan Savoie Dükalığı’nın bir toprağı iken 1860 yılında Fransızlar tarafından ilhak edilmiş. Niçard denilen yerel lehçenin kökeni zaten Fransızca ile aynı bile değil. Gel zaman git zaman bu 150 yılda Fransız kültürü çok sağlam empoze edildiği için yerel lehçe ancak kendine eski şehrin sokak tabelalarında ve bazı yerel televizyon kanallarının haberlerinde yer bulabiliyor. Yani şimdilik ortada bir Katalan ayaklanması gibi özerklik vb. isteyen bir halk yok. Hepsi artık tamamen Fransız olmuş durumdalar.

Bir sonraki durak için 82 numaralı otobüse atlayıp Èze köyüne doğru yola çıkıyorum.

23.10.2017

Paris ve beklemek üzerine

Sıra beklemek… İlk defa Paris’e gelen Eda için 3 günü özetleyen kelime bu. Senede 45 milyon turistin ziyaret ettiği 12 milyon nüfuslu bir şehirde bu durum çok da sürpriz olmasa gerek ama fazlasıyla pratik insanlar olarak bizim için tahammül edilemeyecek Fransız Zihniyeti ile birleşince gerçekten insan zıvanadan çıkabiliyor. Örneğin Avrupa’nın birçok yerinde işçilik pahalı olduğu için restoranlarda garson sayısının az olmasına ve bunun sonucunda servisin Türkiye ile kıyasla yavaş olmasına alışığım. Ancak hesap istedikten 25 dakika sonra halen daha gelmeyince ayaklanıp patrona durumu izah ettiğimde “oh là là! Herşeye ben nasıl yetişebilirim ki!” diye zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışan garsonları ancak Fransa’da bulabilirsiniz. Ben 20 senedir bu anlayış ile baş etmek zorunda kaldığımdan Fransızlara karşı olan toleranssızlığımı Eda bu gezi ile anladı.

Kısıtlı günleri dolu dolu yaşayabilmek için sabah 7 uçağı ile Paris'e gelmek için kuşluk vakti uyanmışız. İndik, şehre geldik, otele yerleştik derken saat olmuş 12, açlıktan ölüyoruz. Foursquare'den otele yakın mesafede bu saat için gayet uygun sayılabilecek yüksek puanlı, fotoğraflarıyla karnımızı iyice guruldatan bir krepçi buluyoruz. Gel gör ki adam dükkanı saat 12.30’da açıyormuş bize “git yarım saat sonra gel” diyor. Dükkanda eksik birşey olduğundan değil, prensip meselesi! Mesela buna benzer bir hikayeyi bundan 10 sene önce Dijon’da yaşamıştım. Amerikalı ev arkadaşımla bir gün eve dönerken köşedeki pizzacıya girdik ben paket pizza istemiştim, ev arkadaşım ise lazanya. Karşılığında “yalnız lazanyayı paket yapmıyoruz” diye bir yanıt alınca kapitalizmin beşiğinden gelen Kevin, “alt tarafı lazanyayı bir kutuya koyacaksın!” diye çıldırmıştı. Mesela bebekler üzerine yapılan muhabbetlerde Fransız bebeklerinin ne kadar uslu olduğu, hiç ağlamadığından bahsedilir neden Türk bebeklerinin böyle olmadığı karşılaştırması yapılır. Fransızca'da "soyez sage!" diye bir komut vardır, yani "uslu ol!" Fransızlar daha bebekliklerinden itibaren beklemeye alıştırılır. O yüzden bu sıra bekleme konusu onlar için çok doğal olsa da "hemen olsun!" mentalitesi ile yetiştirilen Türkler için bu aşırı reaksiyon sebebi olabilir. 

Sonunda elde ettiğimiz krep ise bu uzatmalı beklemeye değiyor. Bizde genelde krep daha çok tatlı olarak kabul edilir. İlla ki İstanbul’da da tuzlu krep yapılan yer vardır ama burada bizi esas şaşırtan hamuru oldu. Nası yapmış çözemedim ama hamurunu çıtır çıtır yapmayı başarmışlar.

Paris’e Giriş 101 dersi kapsamında ilk olarak Eda’yı Seine nehrinde tekne turuna çıkartıyorum. Zira bütün önemli Avrupa şehirlerinde olduğu gibi Işıklar Şehri de bir nehrin etrafına kurulu ve kısa zamanda ne nerede göstermek için kanımca en iyi yol bu. Romalıların, Parisii diye adlandırdıkları Kelt kabilesi MÖ 3. yüzyılda Seine nehri kıyılarına kurulurken, bundan 2000 yıl sonra Charles Dickens’ın romanında anlattığı gibi dünyanın en önemli iki şehrinden biri haline geleceğini elbette düşünmüyorlardı. Gel zaman git zaman bu 2 bin yıl içersinde Seine’in kıyısına o kadar ikonik binalar inşa edilmiş ki 45 dakikalık bir nehir turunda kafamızı sağa sola çevirip, bunu günde 10 defa anlattığı için artık makine düzeyinde konuşan tur rehberini takip etmeye çalışmaktan helak olduk.

Tekne turu sonrasında soluğu Louvre’un bahçesinde alıyoruz. Esasında kraliyet sarayı olan Louvre, “Devlet Benim!” diyerek bugün bazı siyasilere rol modeli haline gelen 14. Louis’nin sarayı 1682’de Versailles’a taşımasıyla müze haline geliyor. Her ne kadar yıllık 7.8 milyon ziyaretçi ile dünyanın en çok ziyaret edilen müzesi olsa da 3 günlük bir tatil için Louvre’u gezmeye çalışmak pek de akıl karı bir iş değil. İçinde 38 bin parçanın olduğu, baştan aşağı dolaşmaya kalksan 18 km yürünmesi gereken bir müzeyi “bi bakıp çıkacam” tadında değerlendirmeye kalkmak sanırım müzeye hakaret olur.

Kaldı ki gerek de yok. Zaten yürünen her adımda anlatılacak bir hikaye, bir tarih söz konusu. Elimden geldiğince Tuilieries Bahçesi’ni, aşağıdaki zafer takını, Concorde meydanında 16. Louis’nin kellesinin uçurulmasını, Mehtmet Ali Paşa’nın, Mısır’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını ilan etmesine yardım ettiği için koskoca Luxor obeliksini Fransa’ya hediye etmesini Eda’ya anlatıyorum da bu kadar bilgi bombardımanın ardından ne kadarı aklında yer etmiştir emin değilim. Eda’nın kafasında Eiffel’in tepesine çıkmak var. Hergün ortalama 30 bin kişinin ziyaret ettiği bir kulenin tepesine varmak hiç de kolay değil. Akşam vakti sıranın daha az olacağını düşünüyorum ama nafile. 1 saatimizi sıra bekleyerek geçiriyoruz ama sıranın ilerleyiş hızıyla daha en aşağı 2 saatimizi burada geçirmemiz gerektiğini bunun da kapanıştan önce olmayacağını fark edince vazgeçip zaten sabahın köründe başladığımız günü toplamda 16 km’lik bir yürüyüş ile tamamlıyoruz.

Kaldı ki ertesi gün sürekli sıra bekleyeceğimiz Disneyland için güç toplamamız lazım. O kadar ki Disneyland’ın vaat ettiği masalsı yolculuğa karşı saatlerce sıra beklendiği gerçeği okullarda pazarlama derslerinde vaka çalışması olarak örnek gösterilecek kadar meşhurdur. Bu yüzden bu geziye hazırlanırken en çok vaktimi harcadığım konu Disneyland’da en efektif şekilde vakit nasıl kullanılır üzerineydi. Gerçekten de buna kafa yorulmazsa bütün bir gün iki tane rollercoaster’a binip akşamı etmek içten bile değil. Girer girmez ilk yaptığımız iş fast pass’lerimiz ile Big Mountain Roller Coaster’a saat 16.00’ya randevu almak oluyor. Bunu yaptığımızda saat daha sabahın onu! Fast Pass’ı bir daha ancak 2 saat sonra kullanabiliyoruz ve işin özetinde bütün bu eziyetler hepi topu en fazla 2-3 dakika süren rollercoaster’lara binmek için. Mazoşist miyiz? İnsan 360 döndüğü, serbest düşüş yaşadığı bir trene binmek için neden saatlerce bekler ki? En sonunda elde ettiğimiz ise işte bu fotoğraftaki gibi ağzım yırtılacak kadar bağırmak.

Yanımıza kitap almadığımız için baya hayıflanıyoruz. Birçok büfe ve her büfede birçok kasa bulunmasına karşın yemek almak için bile yarım saat sırada bekliyoruz. Sorun çalışan sayısı değil, Disneyland gerçekten kalabalık! Saat 17.00’de karakterlerin geçit töreni sonrası sanki bir gün bitti havası oluşuyor ve artık Fransızların katı “akşam yemeği şu saatte yenmeli!” bakış açısından mıdır nedir, insanlar ayrılmaya başlıyor. Oysa ki mekan akşam 21.00’e kadar açık. Böylelikle sıralar azalıyor, yarım saatte rollercoasterlara binebilir hale geliyoruz. Alt tarafı bir eğelence parkında geçen günü yine 14 km yürüyüş ile tamamlıyoruz.

Tamamlıyoruz derken daha bunun akşam yemeği var. Kurt gibi açız. Her ne kadar Lyon, Fransa’nın gastronomi başkenti olarak kabul edilse de Paris’e yemek konusunda laf eden çarpılır. Zaten kısıtlı olan öğün sayımızı en optimum düzeyde değerlendirmeye çalışıyoruz. İlk akşamımızda Bruxelles de Leon’da midyeleri löp löp indirdikten sonra bu akşam için niyetim Bouillon Chartier’ye gitmekti. Ucuza geleneksel Fransız yemekleri vaat eden restoranın önüne geldiğimizde ise bu turumuzun malumu bizi bekliyordu: Kocaman bir sıra! Neyse, onun yerine girdiğimiz yer de ukala garsonlarını saymazsak istridye, salyangoz ve küflenmiş peynirleriyle yeteri kadar Fransızdı. Ha keza her kadar über turistik olsa da hepi topu 10 avroya iki kişi karnımızı doyurduğumuz Saint Germain’deki peynir fondücüsü de gayet tatmin ediciydi.

 Fransa’nın üç ilkesinden ikisi olan kardeşlik ve eşitlikten mütevellit Fransızlar’ın oldum olası Sosyalizm’e yakınlığı olmuştur. Epey bir zaman uzaktan uzaktan Sovyetler Birliği’ndeki yapıya hayranlıkla bakanlar, demir perdenin gerisindekilerin ülkeye iltica etmesiyle Sosyalizm’in ne menem birşey olduklarını anlasalar da atalarından gelen devrimci protest güç hiç değişmedi. Fransa’da yaşadığım süre boyunca ha bire greve giden demiryolu işçilerinden dolayı ha bire gezi programlarım sekteye uğramıştı. Tüm bunları bilmeme rağmen 1 Mayıs İşçi Bayramı günü sokakların bu şekilde in cin top oynayacağını hayal bile edememiştim. Kaldığımız mahallaedeki tüm kafeler, fırınlar her biri kapalıydı. Bir tek uzakdoğulu birinin şarküterisi açıktı. Şaşırdım mı? Çok kalıba sokmuş olacağım ama böyle bir günde anca uzakdoğuluların ya da Türkler’in çalışmasına şaşmamak gerek.

Daha önceden bilmediğim ise 1 Mayıs’ın aynı zamanda Fransızlar için ortaçağdan kalma bir kutlama günü olduğuydu. Hikaye odur ki 1560 yılında Charles IX , annesiyle Güneydoğu Fransa’yı ziyarete giderken, oradaki soylulardan birisi kralın annesine bir demet müge takdim eder. Annesi çiçeğin kokusundan çok etkilenince kral hemen fermanı hazırlar: Gelecek yıldan itibaren 1 Mayıs’ta herkes sevdiklerine bir demet müge vere! Tabiki 21. yüzyılın kapitalist düzeninde çiçek lobisinin oraya buraya özel gün yaratma çabaları halen daha bu geleneği ayakta tutuyor. 1 Mayıs günü sokaklarda kimse yoksa bile demetini 2 avrodan satan çocuklar ve çingeneler bu sayede cep harçlıklarını çıkarmaya çalışıyorlar.

Eiffel’e çıkamayınca bari Paris’e bir başka tepeden bakalım deyip son günün sabahında soluğu Paris’in en yüksek tepesinde, Montmarte’da alıyoruz. Funikülerden indikten sonra ilk iş Sacre Coeur’e girmeyi deniyoruz ancak dışarıda sonsuza kadar sürecekmiş gibi görünen bir sıra var. Fransa son zamanlarda fazlasıyla terör saldırılarına maruz kalınca turistik yerlerin girişinda çanta kontrolü koymuşlar. Sıra hızlı ilerliyor ancak istediği kadar çabuk olsunlar o sıra fazlasıyla kalabalık. Sacre Coeur’u pass geçip Montmarte’ın Arnavut kaldırımlı sokaklarında kaybolup kendimizi Pigalle de buluyoruz. Esasında bu gezideki niyetlerimden biri de Moulin Rouge ya da muadili bir kabareye gitmekti. Ama muhtemelen uzakdoğulu iş adamlarının yoğun ilgisiyle arz talep fiyat dengesi kendisini 110 avroda bulmuş. Sağolun almayayım, ben Nicole Kidman’ın filmiyle idare ederim.

Böylelikle üç günde toplamda 40 km’nin üzerinde yürüyerek Paris’i bu kısa sürede ne kadar dolaşabilirsek o kadar dolaşarak tamamlıyoruz. 2 hafta bu defa Fransa’nın güneyindeyim. Portföye bir de Stade Louis II deneyimi ekleyeceğim. 

13.06.2017

Sakız


Daha bir önceki gecenin çöpleri yeni yeni toplanıp sokakların temizlendiği saatte, gözüm yarı çapaklı bir vaziyette, kahvaltı niyetine kumruyu mideye indirdikten sonra, soluğu ana baba günü kıvamındaki Çeşme limanında alıyoruz. Çeşme’deki işletmecilerin “ama biz balığın vergisini veriyoruz” tarzı içi boş hatta zevzekçe ağlamalarına, Neyzen Tevfik’in şiirindeki gibi su tutan itfaiyenin hortumunu şeklinde yanıt veren bizim gibi bir dünya insan, sadece 8 km ötede üçte biri fiyatına tatile yapmak için feribotlara akın etmiş durumdalar. Zira adaya giden üç farklı feribot şirketi var. 15 Temmuz sonrası konan yurt dışı çıkış yasakları sebebiyle pasaport geçişleri biraz yavaş işlese de sorunsuz bir şekilde arabalı feribotla öğlen olmadan Sakız’a varıyoruz. 

Limanın girişinde dükkanlarına çekmek için görevlendirilen hostesler sağ olsunlar bol reklamlı ada haritaları dağıtıyorlar. Yine de doğu yakasında Türk operatörleri 3G seviyesinde çekiyor ve biz Yandex Navi eşliğinde otele doğru giderken radyoda da sirtakiden Power FM’e kadar geniş bir yelpazede seçenek var. Her ne kadar buzukinin tınısı ilk günlerde çok güzel gelse de habire reklam arası veren Yunan radyoları bir süre sonra bayıyor ve bu Türk radyoları ilaç gibi geliyor.
Homeros’un doğum yeri Vrontados’a giderken deniz kenarında kalan Sea Front Hotel’de otel sahibi George ve annesi karşılıyor bizi. Misafirperver annesi hemen bizi adanın çeşitli yerlerinde çekilmiş fotoğrafların asıldığı duvarın önüne götürüp elimizden haritayı da kaparak başlıyor şurayı da görün buraya da gidin diye anlatmaya. Teyze iyi niyetle artık haritamızın üzerinde yuvarlak içine alınmayan koy kalmayınca kadar anlatıyor da anlatıyor. Diyor ki bugün rüzgar yok, adanın bu tarafını kolay kolay böyle bulamazsınız, bugün bu tarafa gidin. Teyzeyi mi kıracağız, böylelikle ilk durağımız adanın kuzeyine; Nagos koyuna oluyor. Birkaç terk edilmiş bina dışında koy son derece bakir. Zaten herhangi bir işletme de yok. Hepi topu zaten üç beş kişi sessiz sakin güneşlendikten sonra akşam yemeği için soluğu korunaklı yapısıyla doğal liman görevini üstlenen Marmaro’daki restoranlarda alıyoruz. Fazla tekrarlamaya gerek yok, bütün bütün kalamarlar 8 avro, Yunan salatası 4 avro, uzoyla beraber çıkıyoruz yine 25-30 avro gibi bir fiyata.

İstikamet Güneybatı

Sakız, tarih öncesinden itibaren yerleşimin bulunduğu zaten adanın da adını da verdiği Sakız ağaçları ve ticareti ile tarih boyunca oldukça önemli bir konumda bulunan bir ada. Ağaçların bulunduğu adanın güneyinin yönetim ismi de zaten Mastichochoria ve burada 12. Yüzyılda Bizans zamanında kurulmuş Orta Çağ köyleri varlıklarını aynen korumayı başarmışlar. Bunlardan özellikle iki tanesi gezmeye ve bahsetmeye değer. Dış cephelerinin hepsinin siyah beyaz geometrik şekillerle boyanmış olan Pyrgi ile korsan saldırılarından korunmak için kale şeklinde inşa edilmiş Mesta. Kendine has sakız üretimi ile Osmanlı döneminde de ayrıcalıklı bir konumda yer alan adadan sırf bu mahsuller yüzünden çok düşük bir vergi alınıyormuş. Hatta ilk Yunan isyanı çıktığında adadakilerin hali vakti, refah seviyesi gayet yerinde olduğu için bu ayaklanmaya gayet isteksizlermiş.
Bu kadar tarihin ardından soluğu adanın güney sahillerinde ve esasında en güzel sahillerinin olduğu yerde alıyoruz. Mesela şöyle bir renge sahip Aya Dinami bizi bekliyor. Sahilin hemen girişinde bir manastır yer alıyor. Buradaki keşişler ağzının tadını biliyormuş. Plajın yolunun üzerinde Olimpi Mağarasında bir market var. Oradan nevaleleri toplayıp gitmek lazım zira plajda başka herhangi bir tesis bulunmuyor. Güneydeki koyları geze geze Chios’a dönerken akşam yemeği için molayı Karfas’ta veriyoruz. Meltemaki adlı restoranda bizi Lefter ve ailesi karşılıyor. Çat pat Türkçesi ile elbetteki onca Türk konuk sayesinde Lefter’in bize ne anlam ifade ettiğini biliyor. Menüde çok hoş bir detay var: Ailenin 20 yıl önce ilk restoranı açtığındaki aile fotoğrafı ile günümüzde aynı yerde çekilmiş fotoğraf bu ailenin ne kadar sakin bir hayat sürdüğünü gösteriyor. Yine sudan biraz ucuza yemekten kalkarken restoranın annesi arkamızdan sesleniyor: Durun gitmeyin, helva kavuruyorum, onu da yolluk yapın!

Dağın tepesinde 1000 yıllık manastır

Küçücük adanın unvanları arasında Homeros’un memleketi, Sakız’ın ana vatanı olması yetmiyormuş gibi bir de 1000 senelik bir UNESCO dünya mirası listesindeki manastıra ev sahipliği yapıyor. Rivayet odur ki 3 tane keşiş dağda Bakire Meryem’in silühetini görürler ve o dönemde Midilli’de sürgünde olan Constantine’e Bizans’ın tahtının başına geçeceğini müjdelerler. Constantine de eğer başa geçerse o silühetin görüldüğü yere manastır yapmayı vaat eder. Nitekim Constantine başa geçer ve sözünü yerine getirerek 1049 yılında bu manastırı inşa ettirir. Yaklaşık 800 sene gayet manastır şaşalı bir dönem sürdükten sonra 1822 Yunan bağımsızlık savaşında Türkler manastırı yağmalarlar. O yüzden şu anda eski binalar dışında çok da görülecek bir şey kaldığını söyleyemeyeceğim.

Hazır Midilli demişken şuraya bir paragraf sıkıştırayım. Zira günübirlik gittiğimiz Midilli hakkında yazı yazmaya değmeyecek kadar yavan bir yer. Belki de ben bir gün kaldığım için pek bir şey anlamadım. Ama bir karşılaştırma yapmak gerekirse Midilli Gökçeada iken burası Bozcaada kıvamında. Midilli ile ilgili de bir tarihi anekdot anlatayım tam olsun. Midilli adasının İngilizce ismi Lesbos’tur. Nasıl ki İtalya’dan olana Italian deniyorsa, Lesbos’tan olana da Lesbian deniyor. İşte bizim bu ada da 6. Yüzyılda Sappho adında bir kadın şair kadının güzelliği ve genç kızlara olan aşkını anlatan şiirler yaşarmış. Bizim bu Lesbian Sappho’dan 12 yüzyıl sonra Fransız şair Baudelaire Sappho’ya gönderme yaparak iki kadının aşkını anlatan şiirinde tanımlama yapmak için lesbian ifadesini kullanır ve böylece bir adanın memleketlisini tanımlamak için kelimenin anlamı sonrasında tamamiyle değişir.

Ben Neo Moni’nin batıya doğru yokuş aşağı giden yollarından Sakız’a geri döneyim ve yolun sonunda Elinda plajı bizi karşılasın. Güneydeki plajlar çıtayı o kadar yükseltti ki başka bir yerde süper diyeceğim Elinda plajına ancak “eh işte bir denize girilip çıkılır” payesi biçebiliyorum.  Sahil yolunu güney yönünde takip edince vardığımız Lithi limanı hem bir sonraki deniz molamız hem de yan yana sıralanmış küçük tavernaları ile öğle yemeği yerimiz oluyor. Musakka, dolma, feta peynirine yine bir Mythos eşlik ediyor. Gündüz zeytinyağlı, akşam balık menüsünden halen daha mutluyuz. Deniz mahsullerinden gına gelip telefonla otel odasına pizza sipariş etmemize ise henüz birkaç gün daha var.

Tüm bu köy, kasabaların yanında Chios’un merkezi kocaman bir şehir gibi kalıyor. Özellikle gece olduğunda kordonboyundaki tüm kafeler ana-baba günü. Bir de hafta sonu artık lig başlamış. Olimpiakos’un maçı var.  Tüm kafelerde maç açık. Olimpiakos maçı beş golle alıyor. Sahil boyunca birçok mağazada sakızdan yapılmış uzodan tut da sabuna kadar envai çeşit ürün var. Tüm bu mağazaları geri bıraktıktan sonra yemek için bir restorana oturuyoruz. Alüminyum zehirlenmesine ramak kalacak kadar balık yedikten sonra spagetti seçeneği bize çok cazip görünüyor. Restoranın sahibi ise bir Türk. Denizin karşı tarafından kaçmak için gelmiş burada ev alıp çalışma iznini almış ve bu restoranı açmış. Birçok Türk’ün yabancı dil bilmediğini göz önüne alırsak Türkiye’den direk geçilen adalarda Türk işletme olarak iyi iş yapılabilir. Keza girdiğimiz bir kozmetikçi de aynı şekilde Türkiye’den gelen bir kadına aitti. Bu iş benim aklıma yattı.

Balık ve deniz ürünlerinden gına gelip spagetti ve pizzaya sarılmamız adada ne kadar uzun süre kaldığımızın bir kanıtı esasında. Yine de adada o kadar çok güzel koy, gezilecek yer var ki hiç de sıkılmadık. Zaten karşı kıyıyla karşılaştırdığımızda harcadığımız para komik kalıyor. Daha önce de defalarca söylediğimi yine tekrarlayarak noktalıyorum: Yazın Yunanistan, kışın Bulgaristan dururken Bodrum, Çeşme, Uludağ’a gitmek finansal açıdan bence aptallık. Zira bu yaz da Yunanistan turumuz devam ediyor. Bu bayramda rota Taşöz. 

24.05.2017

FPL 16/17

Premierleague'de sezon sonu ererken geleneksel Ortakafagol.com Fantazi ligimiz de sona erdi. 19 takımın katılımıyla gerçekleşen ligde bu yıl istikrarlı bir şekilde takip eden sayısı ciddi artış sağladı ve 8 takım 2000 puan barajını aştı.

Bu çekişmeli ligin sonunda Cuma Ali Uçar bir yıl aradan sonra tekrar şampiyon olmakla kalmadı aynı zamanda Türkiye 6.'sı oldu, ve 4.5 milyon katılımcı arasında ilk 5.000'e girmeyi de başardı.

Kendisini bir kez daha tebrik ederken, 15 Temmuz'da yeni sezonun açılımı ile 2017/18 sezonuna merhaba diyeceğiz.

9.04.2017

Halkidiki - Selanik

İnsanların markalar üzerinde sosyal medyanın gücünü fark edip, “aha şuraya ‘ xx tarihli abc firması rezaleti’ başlıklı bir topic açayım da benim şikayetimi ciddiye alsınlar” düşüncesi ile ota boka entryler açılıp ekşisözlüğün artık iyice sikayetimvar.com’a çevrildiği bir ortamda günün anlam ve önemine istinaden Madımak Oteli, Aziz Nesin gibi entry başlıklarının arasında parıldıyordu beni ilgilendiren başlık: 2 Temmuz 2016 İpsala gümrük kapısı rezaleti! Her ne kadar her bayram döneminde artık “gümrük kapılarındaki sıralar bilmem kaç kilometreye ulaştı” haberleri klasikleşmişse de bu farklıydı. Yunanistan tarafındaki gümrükçüler tam da bizim bayram haftamızda grev yapıyorlardı. Sözlükte yazanlar kapıdan 3 saatte geçtiklerini söylüyorlardı. Biz mi ödüyoruz ulan paranızı, gidin paskalyada, Noel’de yapın grevinizi çok istiyorsanız, bizim bayramımızdan ne istiyorsunuz?

Pazar sabahı işte bu ekşisözlük entysini okuduktan sonra kara kara nasıl gitsek diye düşünmeye başlıyoruz. İpsala’nın alternatifi Edirne tarafındaki Pazarkule’den geçmek. Ancak oradan geçtikten sonra tekrar Dedeağaç’a inmek için 1 saat daha fazla yol yapmak gerekiyor.

Yeni ehliyetlerin Avrupa Birliği standartlarında olmasıyla artık arabayla Yunanistan'a geçmek epey kolaylaştı. Artık tek gereken 67 avroya 15 gün geçerli yeşil kart adı verilen trafik sigortasından almak. Bunu en azından İstanbul'daki büyük sigorta şirketlerinden temin edilebileceği gibi, İpsala çıkışındaki Turing binasından da alınabiliyor. Tam bayram arifesi olduğundan bütün sigorta şirketleri kapalı. Haliyle önümüzde tek bir seçenek kalıyor o da ver elini İpsala.

Yolun üzerinde, Tekirdağ’da daha önce gördüğümüz, uçağı restoran yaptıkları tesisteki molayla beraber yaklaşık 4 saatte geliyoruz arabaların durduğu noktaya. Hazır söz açılmışken şu restoran için de bir çift laf edeyim: Uçağın içini komple boşaltıp restorana çevirmişler ama madem uçakta yiyeceksin o zaman bunun bedelini öde diye bir mantık gütmüş işletme. Haliyle Tekirdağ'a gelmişken Tekirdağ köfte yemek istiyoruz ama o ucuz olduğu için onu uçakta servis etmiyorlarmış. İlla bonfile yiyeceksin o da aşağıda verdiğin fiyatın %20 daha pahalısına. Paşa paşa aşağıda Tekirdağ köftesini yeyip yola kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Çanakkale dönüşünü geçtikten sonra yol bozulmaya ve sağ şeritte bir tır kuyruğu oluşmaya başlıyor. Çok geçmeden biz de durup kontak kapatıyoruz. Sadece gümrük sahasına girmemiz bile 2 saatimizi alıyor. Normalde belki de insanların 15 dakikada geçip gittiği için duty free dışında pek de bir tesisin olmadığı gümrük sahasındaki market kıtlıktan çıkan insanlar tarafından yağmalanmış durumda, bildiğin korku filmi modunda. Türkiye gümrük sahasından çıkarken 3,5 saati geride bırakıyoruz. Bir tırcıya kaç gündür burada olduğunu soruyorum. Eliyle dört işareti yapıyor. Bu sorudan gazı almış olacak ki bu defa başlıyor veryansına: “La ne işiniz var bu gavurların memleketinde? Aha bak bu kadar bekletiyorlar sizi, siz gidiyorsunuz para bırakıyorsunuz adamalara!”

Nihayet Türk tarafından geçip, Meriç nehrinin üzerindeki köprüden geçtiğimizde hava kararmaya başlıyor. Kırmızı beyaz parmaklıklarla başlayan köprünün tam ortasına geldiğimizde kırmızının yerini mavi alıyor. Böyle betimlemelere geçtiğime bakmayın, zira hikaye burada sonlanmıyor. Yunan çeltik tarlalarının üzerinde tam da sınır kapısının önünde bir kez daha kontak kapatıyoruz. İşte şimdi bunca saat neden beklediğimizi anlıyorum. Zira paşalar gidiyor 3 aracı geçiriyor, sonra çay molası veriyor, yarım saat moladan döndükten sonra yine 3 araç geçirip bu döngüyü devam ettiriyor. Çentik tarlalarının sinekleri dışarıya çıkmayı imkansız kılıyor. Zaten artık 5 saat olmuş iyice fenalıklar basmışken nihayet sıra bize geliyor. Sadece pasaport ve sigortaya baktıktan sonra grevdeki amca arabaya bakmaya bile tenezzül etmeden gönderiyor bizi Yunanistan otobanına.  

Hakkını verelim otoban güzel. Orta refüj çalılarla örülü karşı şeritteki araçların farları gözümü rahatsız etmiyor. Tekirdağ’dan itibaren sürekli yamalı yollarda gittikten sonra cillop gibi asfallta Dedeağaç, İskeçe diye sırayla Batı Trakya şehirlerini geride bırakıp en sonunda 5 saatlik bekleyişle birlikte 11 saati bulan yolculuğumuzun ardından ara mola yerimiz Kavala’ya varıyoruz.

Öncesinde çok da bir yerleşimin bulunmadığı Kavala, Kanuni zamanında su kemeri çekilip temiz su tedariği sağlanmasıyla önemli bir liman kenti haline gelmiş. Başta İstanbul’dan gelenler tarafından bayram zamanı istila edilip Kuzey Ege’deki üçüncü Türk adasına çevrilen Taşöz’e geçiş de Kavala limanından yapılıyor. Geniş, top sahası büyüklüğündeki balkonları ve güneşi engellemek için konulmuş tenteleri ile Kavala şehir merkezindeki evler fazlasıyla Alsancak kordonunu andırıyor. Üzerinde kalenin olduğu tepeye doğru giderken her yerde Türkçe tabelalar belirmeye başlıyor: Kavala kurabiyesi bulunur. Bu damla sakızlı kurabiyeler istisnasız buraya gelen her Türk’ün eşe dosta götürdüğü hediye olduğu için Türk Lirası bile kabul eden bu kurabiyeciler ardı ardına sıralanıyor. Antalya’da çat pat Rusça konuşan esnaf misali Arnavut kaldırımlarından tepeye doğru tırmanırken sürekli Rum aksanıyla bir “Merhaba, hoşgeldiniz!” sesleri duyuyoruz. Kalenin en tepesine çıkıp Kavala kanatlarımın altında dedikten sonra bu şirin şehir ile ilgili meramımızı tamamlayıp esas hedefimize, Halkidi’ye doğru yola çıkıyoruz.

Halkidi yarım adası üç tane parmaktan oluşuyor. En doğudaki parmak otonom bir bölge olarak kabul edilmiş ve kutsal sayılan Athos dağının eteklerindeki manastırlarda yaşayan keşişler bulunuyor. Kadınların girmesi yasak. Hatta zamanında bir kadın milletvekili parlamentoda “böyle ayrımcılık olur mu, ben nasıl Yunanistan toprağına giremem” diye atarlansa da avucunu yalamış. Ben araştırmadım ama internette yazdığı kadarıyla bölgeye girmek için Selanik’ten özel bir vize alınması gerekiyormuş. En batıdaki parmak Selanik’e yakınlığı sebebiyle daha gelişmiş ve büyük kasabaların olduğu yer. Biz ise tercihimizi ortadaki Sitonia’dan yana kullanıyoruz. Zira Tripadvisor’a göre en yüksek puanlı 10 plajın 8 tanesi bu parmakta yer alıyor. 

Booking.com’dan bulduğumuz Elizabeth House ile e-mail yoluyla iletişime geçip, booking.com’dan rezervasyon yapmazsak kaça olur pazarlığına girmiş böylece geceliğine 10 avro indirim almıştım. Sitonia’ya vardığımızda babaannesinin evini dört odalı bir otele çeviren bizim yaşlarımızdaki Elizabeth bizi karşılıyor. Booking.com’a sadece bir odasını rezervasyona koyuyormuş. Zira booking.com müşterileri anlamsız kaprislerini bak bunu yapmazsan sana düşük puan veririm diye tehdit ederek yaptırdıkları için booking.com’dan gelen müşterileri sevmiyormuş. Sadece bedava reklam olsun diye bir odasını koyuyormuş. Hazır booking.com mevzusu istim üzerindeyken bu anektodu da koymak istedim. Bunun dışında zaten “rekabet edemiyorsak kapattıralım” mantığından başka bir şeye hizmet etmeyen bu yasağa diyecek başka bir sözüm yok. Bizden başka bir Türk çift daha kalıyor otelde. Cihangir’de bir tango okulu işleten bu çift de birçoğumuz gibi göç etmenin yollarını arıyor ve kararlarını İstanbul’a en yakın olan büyük şehir Selanik olarak vermişler. Bir yandan sevdiklerine yakın kalmayı başarıp öte yandan da buradan kendini dışarıya atmayı başarmak da oldukça mantıklı bir yaklaşım.

Her ne kadar biz trip advisor’dan dersimize çalışmış olsak da Elizabeth elindeki bölge haritasında güzel plajları yuvarlak için alıp haritayı bizim elimize tutuşturuyor. Bunun dışında yolda giderken zaten turkuaz denizi gördüğümüz yerde sağa çekip kendimizi suya atıyoruz. Yine de bazı plajlar için hiçbir tabela yok bildiğin köy yollarının ardından bizi uzun bir kumsal karşılıyor. Birkaç tane özel beach var ama biz zaten arabanın arkasında şemsiyemiz ve sandalyelerimiz ile gezdiğimiz için hiç gerek duymadık. En kötü zaten plajlarda illa ki birkaç ağaç oluyor. Gölgesine yat uzan. Etrafta tahmin ettiğimden çok daha az Türk var. Artık onlarda da mı tatildir nedir bilmiyorum ama Halkidiki Sırp plakalı araçların istilası altında.

Buradaki en sevdiğim uygulamalardan biri “Cantina” adı verilen içinde sac ızgarası, buzdolabı olan kamyonetler. Adam sabah plaja gelip kamyoneti kuruyor. Jeneratörü çalıştırıp buzdolabını bağlıyor. Sac ızgarayı yakıyor. Sonra da akşam toparlanıp gidiyor. 2 avroya tavuk şiş sandviç, 1,5 avroya bira. Öğle yemeği için gayet ideal bir çözüm. Bütün bir gün o plaj senin bu plaj benim diye dolandıktan sonra akşam soluğu deniz kıyısındaki tavernalarda alıyoruz. Kumsalın üzerinde gün batımına karşı atmışız masamızı. 20’lik uzo 6 avro, bir porsiyon sardalye 6,5 avro. Mezesi şusu busu iki kişi 25-30 avro fiyata masadan kalkıyoruz. Hal böyleyken kim Bodrum'a gitmek ister ki?

Havanın kapalı gösterdiği bir gün ise yönümüzü Selanik’e çeviriyoruz. Yunanistan’ın ikinci büyük şehri 3000 yıllık bir geçmişe ve Roma döneminden kalan UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan birçok yapıya sahip.  Bu Roma yapıları ve Bizans kiliselerinin bulunduğu eski şehir birbirine oldukça yakın ve Aya Demetrios’dan sahildeki Beyaz Kule’ye kadar 2 km’lik bir diyagonal içerisinde yer alıyor. Arabayı Sezar Galerius’un sarayının kalıntılarının oraya park edip eski Zeus tapınağı Rotunda’dan gezmeye başlıyoruz. Bir yanda eski Roma İmparatorluğu kalıntıları, diğer yanda 1500 yıllık Bizans kiliseleri ile şehir bir bakıma bana Roma’yı hatırlatıyor.

Selanik dünyada kişi başına en çok bar kafenin düştüğü şehir, hal böyle alınca iki adımda bir soğuk frappuccino satan kafelerin arasından geçtikten sonra mekanlar demleme çay satan kahvelere dönüşmeye başlayınca Atatürk’ün evine yaklaştığımızı anlıyoruz. Haliyle Türkler’in yoğun ziyaret ettiği bu bölgedeki işletmeler de menülerini bizlere yönelik oluşturmuşlar.  Atatürk’ün evi 1933 yılında Türk hükümeti tarafından satın alındıktan sonra 1953’te müze olarak açılmış aynı zamanda Türk elçiliğinin içinde yer alıyor.

Son olarak kendimizi sahil tarafına atıyoruz. Burada bizi şehrin simgesi sayılan Beyaz Kule karşılıyor. Kule 1430’da Osmanlı tarafından alındıktan sonra hapishane olarak kullanılmış ve birçok infazın gerçekleşmesiyle halk arasında kulenin ismi Kızıl (Kanlı) Kuleye çıkıyor. 1912’de Selanik Yunanların eline geçince ise kulenin temizlendiğinin sembollenmesi adına kule beyaza boyanıyor ve ismi de Beyaz Kule olarak değiştiriliyor. Kule 4,5 km’lik sahil şeridinin tam ortasında yer alıyor. Biraz yürüdükten sonra daha fazla dayanamayıp kendimizi sahildeki lokantalardan birine atıyoruz. Yine greek saladlı, Mythos biralı ucuzundan bir yemek sonrası tekrar Halkidi’ye dönüyoruz.

Bizim kaldığımız yere yakın orta büyüklükte Nikiti kasabası var. Uzun geniş bir kordon boyunda “Merhaba” diyerek bizi mekanlarına çekmeye çalışan birçok restoran ve iki de büyük süpermarket bulunuyor. Dönüş yolunda markete girip İstanbul'a erzak depoluyoruz. Zira burada 70’lik uzoyu 9 avroya alıyoruz. Tekrarlıyorum, duty free’de değiliz, yazlık bir bölgedeki süpermarket fiyatından bahsediyorum. Yaklaşık 4 saat sonra İpsala sınır kapısındayız. Artık grev bitmiş, bir saatte sınır geçişini tamamlayıp memlekete giriyoruz. Açıkçası bu fiyatları gördükten sonra kış tatilinde Bulgaristan’a, yaz tatiline Yunanistan’a gitmemek kanımca aptallık. Zaten bu deneyimin ardından iki ay sonraki Kurban Bayramı’nda tekrar yönümüzü Yunanistan'a bu defa Sakız'a çeviriyoruz.

9.02.2017

İnsanoğlu Kuş Misali

İş gezilerinin programı her daim maç programlayacak vakte gelmiyor elbette ki. Dünya Kupası üçüncülüğünden sonra bir türlü toparlayamayan Hollanda, bu kez hazırlık maçı da olsa Fransa’ya yenilirken o esnalarda ben ise Amsterdam Arena’nın birkaç km ötesinde acentelerle yemek yemekle meşguldüm. Ertesi gün akşam saatlerinde fuar için İtalya’ya geçmeden önce ise koca bir gün gezmek için bana aitti. Bu kanallar şehrine daha önce de geldiğim için bu defa rotamı şehrin dışına çevirdim ama nereye gideceğim konusunda açıkçası pek de hazırlık değildim. Bunun üzerine kalktım soluğu turist ofiste alıp fikir danıştım. Görevli kız, “Neden kuzeydeki ortaçağ kasabalarına gitmiyorsun?” deyince bu plan kafama yattı ve günlük otobüs bileti ile Volendam – Edam’a doğru yola düştüm.
Alabildiğince yeşil geniş düzlüklerden geçerken gerçekten de haritada görüldüğü gibi uçsuz bucaksız hayvan çiftlikleri var. Hayatımda hiç bu kadar fazla ineği birden gördüğümü hatırlamıyorum. Hayvancılık bu kadar gelişmişken hem et ucuz oluyor hem de birçok çeşit peynir üretiliyor. İşte, Hollanda’nın Ezine’si diyebileceğimiz Edam, Amsterdam’a 20 km mesafede ve kardeş köyü Volendam ile arasında 3 km var. Yazın güzel bir havada rahatlıkla yürünebilir ancak Kasım bunun için çok da elverişli değil. Esasında iki köy tarihsel olarak da birbirlerine bağlı olmasının yanı sıra yapısal olarak da içiçe geçmiş ve bugün tek bir belediye olarak yönetiliyor.  Her ne kadar bugün deniz kenarındaki Volendam’ın nüfusu Edam’ın üç katı büyüklüğünde  olsa da 1230 yılında kurulan Edam, ortaçağ döneminde daha güçlü bir konuma sahipmiş.
Eminim ki yazın haftasonları güzel havalarda bu kasabalar cıvıl cıvıl oluyordur ama bir Kasım salısı öğle vaktinde her yer in cin top oynuyor.  Ben de derin sessizliğin içinde iki yanı geleneksel evlerle çevrilmiş arnavut kaldırımlı sokakları arşınlarken kendimi Edam peynir pazarının kurulduğu meydanda buluyorum. 16. Yüzyıldan itibaren her hafta burada kurulan pazar 1922 yılında kaldırılmış ardından 1989’da turistik amaçlı olarak temmuz – ağustos aylarında her Çarşamba yeniden konulmuş.
Boş Edam sokaklarını arşınladıktan sonra tekrar otobüse binip Beemster’a doğru yola çıkyorum. Burası 1999 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan 72 km²lik bir alan. Esasında bir göl olan bu alan 16. yüzyılda 50 tane yeldeğirmenin 5 yıl süreyle suları çekmesiyle kurutuluyor ve parsellere ayrılıp oldukça verimli bir tarım arazisi haline geliyor. Bugün hala araziler aynı amaçla kullanılıyor ve üzerinde beş yüzyıllık müstakil çiftlik evleri var. Hal böyle olunca UNESCO çiftliklerin tarihi orijinal yapısına uygun bir şekilde korunması sebebiyle bu çiftlikleri koruma altına almış. Halk otobüsüyle çiftliklerin arasında dolandıktan sonra gerisi geriye Amsterdam’a döndüğümde artık iyiden iyiye acıkmış karnımı doyurmak için bir Türk dönerciye dalıyorum. Avrupa’daki Türk dönercilerde çok meşhur olan ama buraya bir türlü gelememiş bir akım var: Dürüm döneri lahmacuna sarmak. Bir et sever için bence süper bir lezzet. Neden buradaki fastfood dönercilerde bulunmuyor pek anlamıyorum. Bunlardan bir tanesini mideye indirip İtalya’ya doğru yola çıkıyorum.
İtalya’da ilk durak Rimini. Bu Adriyatik Kıyısı’ndaki tatil kasabasını rahatlıkla Antalya’ya benzetebilirim. Zira 15 km’lik plajıyla yazın iğne atsan düşmeyecek kadar kalabalık olan bu şehirde binin üzerinde otel var ve bu kadar büyük yatak kapasitesini kışın da kullanmak için aynı Antalya’da olduğu gibi fuar merkezi inşa edilmiş. Haliyle bu dönemde deniz ile işim olmayacağı için turistler tarafından genelde çok göz ardı edilen şehrin eski tarafı benim ilgi alanıma giriyor. Zira M.Ö. 268 yılında Romalılar tarafından kurulan şehir bir tatil kasabasından daha fazlasını ifade ediyor. Genel olarak Augustus takından başlayıp Tre Martiri ve Cavour meydanlarından geçerek Tiberius köprüsünde sonlanan bir kilometrelik Augustus caddesi  eski şehrin kalbini oluşturuyor. Burada hem Roma hem de rönesans zamanından kalan yapılar bulunuyor. Fuar öncesi bir tam günüm bulunuyor ve Rimini tren istasyonunun hemen karşısından kalkan otobüslere atlayıp tek yön 5 euroya  Avrupa’nın Vatikan ve Monaco’dan sonraki en küçük üçüncü ülkesine, San Marino’ya doğru yola çıkıyorum.
Efsane odur ki 257 yılında Riminili duvar ustası Marinus (hımm, duvar ustası, ilginç) Hıristiyanları idam eden Romalıların elinden kaçmak için Titius dağına tırmanır ve burada bir manastır topluluğu kurar. Aziz olan Marinus’un adıyla 301 yılında bu dağın tepesinde ülke kurulur. Esasında ülke Monaco’dan 20 kat daha büyük ama dağın tepesindeki eski şehir dışında her yer sanayi tesisleri olduğu için görülecek tek yer dağın tepesi. Uzaktan dimdik dağ büyüyor da büyüyor. Otobüs bile zorla tırmanırken,  dünyanın en eski Cumhuriyeti olan bu küçücük ülkenin 17 yüzyıldır nasıl hiç istila edilmediğini anlamak pek de zor değil. Zira ben de asker olsam etrafı üç kuleyle çevrilmiş bu kale şehre tırmanmaya üşenirim.  Zaten otobüs bile belli bir yere kadar geliyor sonra duvarların içine girmek için biraz merdiven tırmanmak gerekiyor. Duvarların içine girdikten sonra eski taş binaların hepsinin altı Çin’den gelmiş  birbirinin aynısı hediyelik eşyalar dükkanları ile sıralı. Sağa git, sola git zaten eski şehri gezmek hepi topu 15 dakika falan sürüyor. Önce turist ofise gidip 5 euroya pasaportuma hatıra vizesi bastırıyorum.  Hatıra diye gittiğim ülkelerden kendi evime posta kartı atmayı severim. Zira Çin’de yapılmış birbirinin aynısı hediyelik eşyalardansa üzerinde kendi el yazımın olduğu damgayla üzerinde tarih olan böylece daha kişisel bulduğum hem de çok çok daha ucuz kartpostalları göndermeyi tercih ediyorum. Dükkanların birinde çok ilginç birşeye rastladım. Fiyatlarının liret olarak yazıldığı 20 yıl öncesine ait San Marino pulları kartpostallara yapıştırılmış, gönderime hazır bir şekilde satılıyor. Her ne kadar önce kuşkuyla yaklaşsam da dükkan sahibi postanenin bu şekilde kabul ettiği konusunda beni ikna edince bir tane alıyorum. Birkaç hafta sonra kart elime ulaşmıştı. San Marino’da birkaç saat geçirdikten sonra tekrar otobüse atlayıp 10 km ötedeki ünlü İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin memleketine geri dönüyorum. Rimini’nin havalimanına da onun adı verilmiş zaten. Eve dönmeden önce son olarak uğrayacağım durak ise Milano. 

İş arkadaşım Andrea ile işleri bitirdikten sonra bana nereye gitmek istersin diye sorduğunda hiç düşünmeden “İsa’nın Son Yemeği”ni görmek istiyorum deyince bana “onu görmek için 2 ay öncesinden rezervasyon yapman lazım” diye karşılık verdi. Bunun üzerine peki o zaman AC Milan’ın müzesine gidelim, deyiverdim. Zaten Milanlı olan Andrea teklifimi geri çevirmedi ve böylelikle soluğu Casa di Milan’da aldık.

Müzeye ilk girdiğimizde kronolojik bir koridor bizi karşılıyor. Burada 100 yıl öncesine ait formalar, toplar, belgeler, bulabildikleri ne varsa yerleştirilmiş. 1968’e geldiğimizde ilk videolu bölüme geliyoruz: Milan’ın ilk Avrupa Şampiyonluğu’nu kazandığı yıl. Bu videolu bölümler diğer Şampiyonlar Ligi şampiyonluklarında da devam ediyor. Daha sonra bizi Milan’ın tüm kupalarının sergilendiği sofa karşılıyor. Bir sonraki salonda ise Milan formasıyla yılın futbolcusu ödülünü kazanmış 6 oyuncu Rivera, Van Basten, Gullit, Weah, Şevçenko ve Kaka ile birlikte efsane iki kaptan Baresi ve Maldini onurlandırılıyor. İlginçtir, Şevçenko takımdan ayrılmayı kendi istemesine karşılık halen daha en azından müzede fazlasıyla kendine yer bulan bir futbolcu. Örneğin onun başrol aldığı bir hologram film müzede önemli bir yer kaplıyor. Ardından bizi geleceğin yıldızları diye bir bölüm karşılasa da haliyle Milan’ın şu an içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak burası müzenin en sönük kısmı kalıyor. Düşünün ki zamanında bu kadar yılın futbolcusu çıkartan kulüp, Delofeu’yü kiraladığına sevinecek duruma gelmiş. Bu küçük ve önemsiz bölümü hızlıca geçtikten sonra bizi Şampiyonlar Ligi müziği eşliğinde büyük bir salon karşılıyor. Haliyle 7 defa bu kupayı kazanınca kendini Şampiyonlar Ligi ile özdeşleştirebiliyorsun. Burada şampiyonluk formalarından, kazanan takımların formalarına kadar birçok ayrıntı mevcut. 
Müzenin çıkışında Milan’ın resmi mağazasından da geçtikten sonra artık yavaş yavaş İstanbul’a dönmek için havalimanına koyulabilirim. Esasında oradan oraya sürekli yollarda geçen bir iş seyahatinde aralara bu anıları da serpiştirebildiğim için mutlu bir şekilde uçağa atlayıp dönüyorum.

3.02.2017

Norveç

İstanbul'un hava durumunu bile hiç bu kadar sık kontrol etmemiştim doğrusu. Oysa ki son bir haftadır sıklıkla tekrarladığımız gibi Gardermoen havalimanında uçağın kalkmasını beklerken bile elimizde telefon Trömsö'de kar yağıyor mu diye kontrol ediyoruz. Zira listede başka etkinlikler olsa bile bu gezinin asıl amacı Kuzey Işıkları'nı görmek. Kuzey kutup dairesinin 400 km kuzeyine gitmek "Aa hava yarın açık görünüyor, hadi Boğaz'a gezmeye gidelim!" gibi diyeceğimiz bir şey değil. Yaklaşık bir ay önce tüm rezervasyonlarımızı yaptırdık ve bir haftadır bizim Trömsö'de bulunacağımız 2 gece de kar yağışlı görünüyor. Forumlarda Kuzey Işıkları'nı görmenin nasıl da şans işi olduğunu okudukça iyice umudum azalıyor, Eda ise  beni evrene negatif sinyaller göndermekle suçluyor.

Benim, Galatasaray'ı Avrupa'da yenmesiyle öğrendiğim Trömsö, dünyanın 50 bin nüfusa sahip en Kuzey şehri. Aynı zamanda dünyanın en kuzeydeki üniversitesi de burada bulunuyor. Oslo'dan bile uçakla 1800 km ve 2 saat yolumuz var ve indiğimizde Kuzey Kutup noktasına sadece 2200 km mesafede olacağız. 

Son 4 yıldır dünyanın en iyi low-cost havayolu seçilen Norwegian ile uçacağız. Pegasus'tan alıştığımız ucuz havayolu mantığının bir tık ilerisindeler. Pegasus'ta sadece self check-in kioskunda boarding kartını bastırırken, burada yanında bagaj kağıdını da veriyor ve bagaj kağıdımızı valize yapıştırdıktan sonra, kendimiz kağıdı scan edip valizi, banta teslim ediyoruz. Bu işlemler sırasında ortalıklarda tek bir görevli yok. Zira Türkiye'nin yarısı kadar yüzölçüme sahip ülkede sadece 5 milyon kişi yaşıyor ve bu sebeple işçilik çok pahalı. Eğer low-cost mantığı ile iş yapacaksan, önce personel sayısının minimize edilmesi gerekiyor. 
Norwegian hava yolu uçakta wifi hizmeti veren benim kullandığım ilk havayolu. Hızı da gayet iş görür durumda. Uçak kalkmadan önce itfaiye uçağa de-icing denilen antifriz ile uçağı yıkama işlemi uyguluyor.Belli ki çok soğuğa gidiyoruz ve uçağın havada donma tehlikesi var. 2 saat boyunca sürekli Kuzey'e tırmanırken ufka baktınca kararan, bulutlanan ve iyice kasvetleşerek Mordor'u anımsatan bir hava karşılıyor bizi. Açıkçası geziyi ayarlarken dikkat ettiğim nokta hava sıcaklığının kaç derece olacağıydı. -5 derece çok gözümü korkutmamıştı. Sonrasında Kyle'ın "Size 24 saat karanlıkta iyi şanslar!" demesiyle ayıldım. Gerçekten, Kuzey Kutup dairesinde bu mevsimde hava ne kadar aydınlık oluyordu ki? Kyle'ın bu mesajının hemen ardından hızlı bir google ile Trömsö'de kasım sonundan ocak sonuna kadar ki 2 aylık sürede hiç Güneş'in doğmadığını sadece alacakaranlık olduğunu öğrenmem ile zorlu şartlar altındaki deneyimimizin  sadece soğuk hava ve kar olmayacağını anladım. Zira öğlen saat 2'deTrömsö'de yoğun tipi altında zifri kafanlık bir hava bizi karşılıyor.

Biz, içlik üzeri pantalonlar, çift kat çoraplar ve sadece gözlerimiz açık kalacak şekilde yüzümüzü örterken şehirdeki yerel halk kot pantolonla, beresiz bir şekilde dolanıyor. Hatta yetmezmiş gibi bu havada kalın kar lastikli bisiklet sürenler bile var. Onlar bize, biz onlara ne kadar garipler diye bakıyoruz. Otele yerleşip karnımızı doyurmaya çalıştığımızda esasında otel ve ara ulaşımları ayarlarken karşımıza çıkan gerçeklik bir kez daha yüzümüze çarpıyor: Burası aşırı derecede pahalı! 1960'lara kadar Avrupa'nın en fakir ülkelerinden biriyken Kuzey Denizi'nde petrol ve doğal gazın bulunmasıyla birlikte ülkenin refah düzeyi hızla yükseliyor ve bugün kişi başına en yüksek gelirin olduğu ülkelerden biri haline geliyor. Örnek vermek gerekirse bir margarita pizza 80; bir bigmac mönü 40 lira. İstanbul'dan gelirken yanımızda kek falan getirmiştik ama keşke konserve de getirseymişiz.

 Trömsö'deki ilk sabahımızda balinaların peşine düşüyoruz. Visit trömsö web sitesinde bu işi yapan şirketlerin iletişim bilgileri, fiyatları ve birçoğunun online rezervasyon opsiyonu var. Buradan gözümüze çarpan bir firma balinalar için araştırma yaptıklarını ve gelirin bir kısmını buna harcadıklarını yazınca zaten hemen hemen fiyatları aynı olan seçeneklerden buna karar kılıyoruz. Rehberimiz Stephanie bir Kanadalı, balinalar üzerine uzmanlaşmış bir biyolog. Senelerce Peru'dan Yeni Zelanda'ya kadar birçok açık denizde petrol şirketleri adına çevreye uyum adına çalıştıktan sonra, kalbini kaptırdığı kaptanımızın peşinden Norveç'e gelmiş. Şimdi burada ufak, toplamda 6-7 kişinin anca sığdığı bir tekneyi işletiyorlar. 

Sabah 9.30 gibi en nihayetinde gün ışımaya başlıyor. Daha da kuzeye doğru, 70. enleme doğru yol alıyoruz. Bu sırada Stephanie bir powerpoint açarak bize balinaları anlatmaya başlıyor. Aynı zamanda gemimize de adını veren Pakicetus, balinaların atası olarak 50 milyon yıl önce yiyecek bulamadığı için karadan denize inmiş bir memeli ve sonradan balinaya evriliyor. Norveç kıyılarında 3 tür balina görmek mümkün. Bunlardan biri Özgür Willy filmine de konu olan, esasında yunus mu balina mı muamma olan Katil Balinalar, Orkalar. Bunlar daha çok anaerkil bir hayvan topluluğu ve klan adı verilen ailelerin içinde bile farklı bir iletişim dilleri var. Yaklaşık 1,5 saatlik yolun ardından ufukta martı sürüsü belirliyor. Anlıyoruz ki balinalara gelmişiz. Zira balinalar beslenmek için yükselirken balıkların da yüzeye çıkmasına yol açıyor ve martılar da bundan istifade ediyorlar. Bizim dışımızda birkaç tekne daha var. Bir de olabildiğince balinalara yaklaşmak için zodyakla gelmiş bir grup daha var. Orkaların arasında önce bir kambur balina görüyoruz. Esasında balina deyince aklımıza gelen kocaman ağızlı , büyük kuyruklu balina türü bu. Bu balinalar, Orkaların aksine ataerkil ve daha çok tek takılmayı seven bir tür. Öyle olunca da kalabalığa pek fazla tahammül edemiyor ve dalıp gözden kayboluyor. Biz de orkalarla başbaşa kalıyoruz. Açık denizde sağlam rüzgar, bize dalga olarak geri dönüyor ve fırtınalı havada sırılsıklam bir şekilde orkaları izliyoruz. Yaklaşık bir 20 dakika sonra orkalar da gözden kaybolunca meramızı dindirmiş aksine rüzgar ve soğuktan fazlasıyla yorulmuş bir şekilde içeriye kaçıp dönüş yolculuğuna geçiyoruz. Trömsö’ye dönerken saat 13.30’a geliyor ve artık hava kararmak üzere. Yine de gökyüzünde bulutlar dağılmış, bu da bizim yüzümüzde kocaman bir gülümsemeye yol açıyor: Bu akşam kuzey ışıklarını görmek için iyi bir şansımız var!

Sersemleten rüzgar, bizi sanki bütün gün denizdeymişiz gibi hissettiriyor. Havanın 13.30’da kararması da buna eklenince zaman kavramını tamamen yitiriyorum. Akşamki Kuzey Işıkları öncesi bir öğle uykusu iyi gelecek ama karanlıkta yatıp kalkılan bir uykuyu nasıl öğle uykusu diye nitelendirebilirim ki? Ya da saat 17.00’de yenilen yemeğe akşam yemeği denir mi? Tüm bu zamanın göreliliğini açıklyor mu acaba? Bildiğim tek birşey var: Yağış yok ve biz saat 18.00’de rehberimiz Roy ile buluşuyoruz. 
Roy’u yine visittrömsö aracılığı ile keşfettik, zira en ucuza kuzey ışıkları turu veren kendisiydi. Tripadvisor’da kendisinin ne kadar özverili bir şekilde hizmet verdiğini okuyunca ikna olduk. Roy bize ışıkları görmek için yaklaşık 70 km yol yapacağımızı ve Finlandiya sınırına doğru gideceğimizi aktardı. Yani uzun bir yol bizi bekliyor. Yollar kar içinde. İstanbul’da olsa arabayı çıkarmayayım diyeceğimiz bir yolda araçlar gayet vızır vızır gidiyorlar. Derken Roy arabayı sağ çekiyor. Fotoğraf makinesi ile gökyüzünü çekip makinedeki sarartıyı bize gösteriyor ve daha bu saatte bu kadar haraketlilik varsa gecenin çok güzel geçeceğini söylüyor. Biz ise bön bön bakıyoruz çünkü bizim gökyüzünde gördüğümüz beyaz bir bulut kıvamında bir aydınlık. Ne yani, bu mu şimdi kuzey ışığı? Hiçbir şeye benzemiyor. Esasında ne görmeyi ummamız gerektiğini de bilmiyoruz ya. Yolumuza devam ederken bu defa gerçekten ışık süzmesini görüyoruz. Bir barut fitili gibi gökyüzünde yanan bir ışık karşımızda belirince, dersteyken camdan kar yağdığını gören ilkokul çocuklarına dönüyoruz. 
Tur grubunda, iki Taylandlıyı saymazsak, İspanyol, İtalyan ve bizden oluşan tam bir umursamaz ve sorumsuz bir Akdenizli grubu var. Roy, ışıkları görebilmek için sağa çeker çekmez kendimizi arabanın dışına atıyoruz. Roy ise tam bir sorumluluk sahibi kuzeyli olarak bir anne edasıyla arkamızdan “yola çıkmayın, araçlar geçiyor” diye bağrıp, reflektör giydirmek için koşuyor. Bir rahat ol Roy ya, kuş uçmaz kervan geçmez dağın başındayız. Ne arabası, bırak ışıkların peşinde koşturalım. Karların içinde ışıklar dağın ardında kaybolana kadar ışıkları seyrettikten sonra tekrar ışıkların peşine düşmek için yola çıkıyoruz. Bu gördüğümüz gerçekten bize umut veriyor zira artık gerçekten ışıkları göreceğimize ikna olmuş durumdayız. 

Bir süre daha arabayla gittikten sonra bir gölün kıyısında iki dağın arasında ışıklar bizi tekrar karşılıyor. Bu defa çok daha panoromik, çok daha göz kamaştırıcı. Ekip olarak büyülenmiş gözlerle ışıklara bakıyoruz. İspanyol kızlar birbirlerine sarılıp sevinçten zıplıyorlar. Roy herkes memnunsa burada kamp kuruyoruz diyor. Çok değil, sadece 10 dakika içersinde -15 derecede ayaklarımızı hissetmeyecek konuma gelince Roy’dan ekstra kıyafet ve bot kiralamaya karar veriyoruz. 2 saat boyunca kamp yaptığımızı düşününce o kıyafetler olmasa asla dışarıda duramazdık. Işıklar oradan oraya dans ederken Roy kamp ateşini yakıp elimize şişleri tutuşturuyor ve dondurulmuş köfte ve balık eşliğinde akşam yemeğimizi Kuzey Işıkları eşliğinde ediyoruz. Gece 2’de otelimize vardığımızda adeta bir görevi tamamlamanın mutluluğunu yaşıyorduk.

Ertesi sabah için ilk programımızda ren geyikleri ile kızak vardı ama ilgili çiftlik zemin buzlu, ren geyikleri için tehlikeli olur diye iptal edince biz de son dakikada yönümüzü köpekle kızağa çevirmek zorunda kaldık. İlk tercihimiz 90 dakikalık kızak sunan Arctic Adventure Tours idi ancak son dakikaya kalınca yer bulamadık. Böylelikle Trömsö Villmarkssenter’den yer ayırdık. Burada da iki opsiyon var. Ya kızağa oturup bir sürücü bizi gezdirebilir, ya da kendi kızağımızı kendimiz kullanabiliriz. Ben her ne kadar ikincisini tercih etsem de yine son dakikaya kalınca buna da rezervasyon yaptıramadık. Türkiye’de servis sektöründe yeteri kadar bağırırsan her işi çözebilmeye alıştığımız için burada da bunu deneyip kendi kızağımı kendim kullanmak istiyorum diye çıkıştım. Zira ikisinin de fiyatı aynıydı. Böyle bir müşteriyle daha önce karşılaşmamış sarışın ergen resepsiyondaki kız yüzüne ışık tutulmuş tavşana döndü. Köylü güzelinin elinden gelen ise “bakın bu bizim en iyi sürücümüz” diyerek bizi 56 yaşındaki kadının eline teslim etmek oldu. 9 tane Husky’nin bağlı olduğu kızakla yola çıkıp sürücümüzle muhabbete başladığımızda esasında kadının çiftliğin sahibi olduğunu, aktif olarak yarıştığını, Finnmarkt adlı 1000 km ve 1 hafta süren yarışa bilmem kaç defa katıldığını, kişisel rekorunun Alaska’da 1800 km olduğunu öğrenip ağzımız bir karış açık bir şekilde dinledik. Bu sırada hayvanlar deli gibi koşturuyor, sürücümüz de gee (sol) ve haw (sağ) komutlarıyla rotaya sokmaya çalışıyor. Bu komutlar Eskimo dilinden geliyormuş ve 18. yüzyıldan itibaren genel eğitim dili kabul edilerek hayvanlar küçüklükten itibaren bu şekilde yetiştiriliyormuş. 

Eda küçücük hayvanların bu şekilde kullanılmasından rahatsız. Zira geyikler büyük baş hayvan olduğundan onlarla kızak yapmak kabul edilebilir ama bu kadar küçük hayvanlara bunu yapmak onda biraz pişmanlık duygusu yaratıyor. Oysa ki sonradan çiftlikte yetiştiricileri ile vakit geçirdiğimizde, onların bize söyledikleri şey hayvanların küçük yaştan itibaren bu amaçla yetiştirildikleri tam tersine koşmazlarsa bundan rahatsız oldukları ve sıkıldıkları yönünde. Buradan konuyu alfa köpeklerine getiriyorum. Sürücümüz net bir şekilde “Alfa benim!” diye yanıt veriyor. Köpeklerin net bir şekilde kimin patron olduğunu bilmesi gerektiğini, eğer bir hayvanın diğerlerine göre baskın olursa diğerleriyle kavga edip hatta öldürebildiğini belirterek alfa köpek kavramına yer olmadığını söylüyor. Kızak sonrası çiftlikteki köpeklerle biraz oynadıktan sonra  Trömsö’ye veda etme vakti geliyor. Günler bu kadar kısa olmasına rağmen yapılabilecek bütün etkinlikleri gerçekleştirip Trömsö’nün gerçekten de hakkını verdikten sonra Oslo’ya geri dönüyoruz.

Havalimanıdaki check-inde yaşadığımız kendi işlemini kendi yap mentalitesi ile bu defa otelde karşılaşıyoruz. Otelin resepsiyonu yok! Otelin girişinde bir bankomat, rezervasyon kodunu gir, kredi kartınla ödeme yap, al sana oda anahtarı. Bitti, gitti! Trömsö’den sonra Oslo’ya gelmek sanki farklı bir ülkeye gitmek gibi. Zira her ne kadar hava hala çok soğuk olsa da kar yok, güneş doğuyor. 25 Aralık’ın yaklaşmasıyla birlikte Noel Pazarları çoktan kurulmuş. Karl Johans Gate’den saraya doğru yürürken kışlık bir lunapark kurulmuş. Açıkçası daha çok transit bir geçiş noktası olarak kullandığımız, kanımca pek de birşey bulunmayan Oslo’da aklımda kalacak tek şey bu lunaparkta atlıkarıncaya binmek oldu.
Ertesi sabah yolculuğumuz sabah 8’de Bergen’e giden tren ile başladı. Bu tren “Norway in a nutshell” diye geçen esasında tamamen toplu taşıma araçlarından oluşan fjord turunun ilk ayağı ve bizi Myrdal’a ulaştırıyor. Bu trenden gelen yolcuları alıp 863 metre yükseklikten aşağıdaki fjord’a indirecek bizim Taksim’deki nostaljik tramvaya benzeyen Flam trenine geçiyoruz. 1927 yılında yapımına başlanan ve 20 tane tünelden geçen bu 20 km’lik tren hattı zarar ettiği gerekçesiyle 1991’de kapatılmış. Ancak 2005’te Naerofjord’un UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmesiyle bilet fiyatlarının bir toplu taşıma aracı değil turistik eğelenceye göre fiyatlandırılmasıyla tekrar seferler başlamış. Bu haliyle de Norveç’in en çok talep gören üçüncü turistik etkinliği haline gelmiş. Özellikle yaz aylarında çok önceden bilet alınmazsa yer bulmak pek mümkün olmuyor. 
Neden yaz ayları olduğunu trene binince gayet iyi anladık. Zira bu güzel olması gereken manzaranın tadı ancak yazın çıkar. Örneğin bir şelalenin orada fotoğraf çekilmek için mola verdik ama eksi olan hava sıcaklığında şelale donmuş. Ortada akan bir su yok. Muhtemelen çiçeklerin, yeşilliklerin olduğu yerler şu an için yaprakları dökülmüş kahverengi dal parçalarından ibaret.  Flam’da bir saat yemek molası verdikten sonra Dünya Mirası listesindeki fjordu görmek için vapura biniyoruz. Tren için geçerli olan fjord için de geçerli: Buraları ziyaret etmek için yanlış mevsimdeyiz. Bir daha Norveç’e mi geleceğiz, gelmişken hepsini gezelim mantığıyla buralara geldiğimizde mevsimsel şartlar dolayısıyla hayal kırıklığı içerisindeyiz. Zira yağmur da etkisini iyice hissettirmeye başlamışken yazın yemyeşil cıvıl cıvıl olabileceğini hayal ettiğimiz dağlar şu anda sadece kara topraktan ibaret. Vapurdan indiğimizde otobüse binip Voss’a oradan tekrar Bergen trenine binip akşam saatlerinde varıyoruz Norveç’in ortaçağdaki başkentine.
“Dağların arasındaki çayır” anlamına gelen isminin hakkını veriyor Bergen. Zira dağlar yüzünden yükselemeyen bulutlar şehrin üzerine çökmüş, sicim gibi yağmur eşliğinde bizi karşılıyor Norveç’in en büyük ikinci şehri. Bu Bergenliler için sıradan bir durum zira yılda ortalama 202 gün yağmur yağıyor.  Bu ıslak şehrin tarihi 1070 yılına dayanıyor ve 18. Yüzyıla kadar Hansa birliği içindeki deniz ticareti konumu sayesinde ülkenin başkenti görevini üstleniyor. 1750 yılında Hansa birliğinin buradaki ofisini kapatmasıyla şehir önemini kaybetmeye başlıyor ve bu şaşalı dönemden geriye Hansa ticaret binalarının bulunduğu, kelime anlamı liman olan Bryggen kalıyor.
Sabah yine yağmur eşliğinde Bryggen’den başlıyoruz Bergen’i dolaşmaya. Ahşap oldukları için birçok defa yanan binalar her bir defasında aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Bugün hala 300 yıldır ayakta olan binalar var. Bryggen’in çevresi yine arnavut kaldırımlı sokakların etrafına sıralanmış eski tip binalarla bezenmiş. Arnavut kaldırımları bizi ördeklerin bulunduğu parka çıkartıyor. Parkta önde ve arkada birer öğretmen aralarında elele tutuşturulup buddyleştirilmiş muhtemelen anaokulu çağındaki çocuklar yürüyorlar. Hava soğuk ve yağmurlu, Türkiye’de olsa anneler öğretmenlere “çocuğum hasta olacak bu soğukta!” diye öğretmenleri döver ama işte burada al yanaklarıyla çocuklar parkta oynuyorlar.


Sağa gittik sola gittik ama Bergen dediğin yeri bitirmek hepi topu 2 saatimizi aldı. Başta dediğim gibi memleket ateş pahası. “Hadi bari şurada oturayım da bir kahve içeyim, keyif yapayım” da diyemiyorsun. Yoğun geçen bir haftanın ardından ardından dönüş vakti geldi. Bir daha Norveç’e gelir miyim? Dünyada gezip görecek o kadar çok yer varken, bu kadar pahalı bir yere kolay kolay geleceğimi sanmıyorum. Olur da fırsat olursa belki bu defa yazın 24 saat gün ışığını tecrübe etmeye gelebilirim. Bu defa Svalbard’ı listeye alırım. 80 derece Kuzeyde, normal bir ticari uçakla gidilebilecek en kuzey noktasına gitmek de çok değişik bir tecrübe olacaktır. Gerçi forumlarda kutup ayısı görmek için kışın gitmek gerektiğini, yazın havanın kutup ayıları için çok sıcak olduğunu yazıyor ama bir daha kışın daha karanlığa daha soğuğa gitmek çok da akıl karı olmayacak.