İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

26.02.2008

NİC39

Ondan önce Türkiye’ ye bir çok yıldız zaten gelmişti. George Hagi, John Carew, Popescu, Ariel Ortega, Pierre Van Hooijdonk, Alex De Souza ve şu an aklıma gelmeyen bir çok yabancı yıldız Edirne’ den içeri girmişti. Ama benim için başlıktaki ismin farklı bir anlamı vardır. Çünkü bugüne kadar izlediğim en farklı ve en kendine has oyuncudur.

O ilk geldiğinde Fenerbahçe kendi düzeninde işleyen bir takımdı ama Hooijdonk’ un sakatlığı nedeniyle forvette açığı vardı. Bu yüzden de hem kariyeri hem de Avrupa kupalarında oynayabilecek olması nedeniyle Fenerbahçe yönetimi onu getirmişti. Onun havaalanına geleceği gün uykumu bölmüştüm. Gece geç saatte gelmesine rağmen her yabancı yıldıza yapıldığı gibi havaalanı formalı, atkılı seyirciler tarafından dolduruldu.

İlk zamanlarında takıma alışması için süreye ihtiyacı olduğu apaçık görülüyordu. Ama ince bilek hareketleri bana Ortega’ yı hatırlatmıştı. Size fizik olarak ve futbolculuk olarak ayrı iki isim olarak gelebilirler ama Ortega’ yı iyi izleyemediğim için çok hayıflanmıştım ama Nic bana onu beklediğim günleri hatırlatıyordu. Ronaldinho’ nun popüler hareketini bile bir Gaziantepspor maçında görmüştüm ondan. 39 numaranın onda duruşu, dinlediği müzik tarzının R&B oluşu benim için mükemmel şeyleri ama ona doyamadan kaybettik onu.

Gitmesinin nedeni takım içi problemler olabilir, Türkiye’ ye alışamaması olabilir, sorunlu zihin yapısı olabilir, yönetimle sorunlar olabilir, mali sorunlar olabilir. Bu sorunların doğruluğunu veya yanlışlığını bilmiyorum ama bildiğim bir tek şey var. Türkiye futbolseveri izlemek için çok önemli bir değeri kaybetti. Beni avutan bir tek şey var: Bolton’ a gitmeseydi belki de Chelsea’ ye gidemeyecekti ama Bolton’ a gitmesi sayesinde şimdi onu mavi forma altında izleyebiliyoruz. Sarı lacivert çubuklu formadan sonra mavi forma ona çok yakışıyor çünkü.

Nicolas Anelka’ nın karakterini sevmiyor olabilirsiniz, takımlarından ayrılışlarını sevmeyebilirsiniz, onu iyi bir futbolcu olarak da görmüyor olabilirsiniz ama gözleriniz onun kadar zarif bir isme şahit oldu mu? Beşiktaş maçında sağ açıktan 6 pasa harika inişi, PSV maçında Eric Addo’ ya sol açıkta kalp krizi geçirtişleri, Galatasaray maçında Tomas gibi Song gibi kalbur üstü stoperleri geçişi bunların hepsi bir araya gelince bana çok zarif bir futbolcu gibi geliyor Anelka.

Bu adamın hiçbir eksiği yok mu? Her futbolcu gibi onun da var. Birincisi hiçbir takıma aidiyet duygusunun olmaması. Şu ana kadar oynadığı takımları düşünecek olursanız bu adamın çok daha iyi yerlerde olması gerektiğini düşünebilirsiniz. Sonrasında tek forvet oynadığı zaman takımının hücum gününü oldukça düşürdüğünü görebilirsiniz. Çünkü o daha çok çift forvette gezgin forvet olarak oynamayı çok seviyor. Zaten öyle oynadığı maçlarda da size en güzel anları yaşatabilir. Bunun gibi daha bir çok eksiği de mevcut ama bu kadar eksik kadı kızında da olur diyip ben onu izlemekten en çok zevk aldığım oyuncu olarak ilan ediyorum.

Sevgili ortakafagol okurları biraz duygusal yazdığım için beni mazur görmenizi istiyorum. Fenerbahçeli olduğum ve Anelka’ nın da Fenerbahçe’ de oynaması nedeniyle lütfen taraftar gözüyle yazdığımı düşünmeyin. O sadece benim futbol ilahım. Sağlıcakla kalın.

18.02.2008

Penaltılar Irkçı Mıdır?

Çılgın bir soru değil mi? Herkes kaleci portrelerine devam etmemi beklerken, bendeniz bugünlerde kafayı penaltılara taktım. Aslında eski bir yazıda bahsettiğim bir bilginin geçtiği makaleyi aramaya başladım ama sonuçlar, penaltı konusuna takık bir sürü araştırma serdi önüme. İşin ilginci; bu bilimsel çalışmalar sadece spor bilimi ya da spor psikolojisi ile sınırlı değildi. Futbol meraklısı bilim adamları, güzel oyunun bu en heyecanlı anını; ekonomik denge modellerinden, oyun teorisine, sosyolojiye ve genel psikolojiye kadar değişen bir çok alana uyarlamışlar. Son hızla bu çalışmalara dalmadan önce, penaltının tarihini tekrar hatırlayalım.

Kaleciliğin tarihini anlattığım yazıda da değindiğim gibi, penaltı fikri kendisi de bir kaleci olan İrlandalı Wlliam McCrum tarafından 1890 yılında ortaya atılmıştır (aynı zamanda işadamı olan McCrum’un bu mentalitesiyle ne kadar başarılı bir işadamı olduğunu merak ediyorum). O zamanlar futbol hâlen centilmenlerin oyunudur ve penaltı fikri çok büyük tartışmaya yol açar. Çünkü centilbeyler, penaltıya sebep olacak davranışların isteyerek yapılmasının asaletlerine sığmayacağına inanmaktadırlar. Yine de penaltı, 2 Haziran 1891 yılında oyun kurallarına girer ve 1891-92 sezonunda uygulamaya konur. Tarihin ilk penaltı düdüğü 14 Eylül 1891 yılındaki, Wolverhampton Wanderers ile Acrington Stanley arasındaki maçta çalınır ve Wolverhampton’dan John Heath bu vuruşu gole çevirir. Bu arada Corinthians (Brezilya’daki takıma da isim babalığı yapan İngiliz takımı), uzun bir süre penaltı atışlarını bilerek dışarı atarak centilbeylliğin son kalesi olur.

Penaltı atışı sadece adının ima ettiği şekilde bir “ceza” atışı değildir. Oyun modernleştikçe, uluslararası turnuvalarda beraberlikle biten maçların sonunda kazanan tarafı belirlemek için “seri penaltılar” diye bir kavram da ortaya çıkmıştır. Seri penaltıların fikir babası tam olarak belli değildir ancak 1960’ların sonunda ortaya atılan bu fikir FIFA ve UEFA tarafından 1970 yılında kabul edilmiştir. Bu arada bir başka ilginç not; 1976 yılına kadar seri penaltılar sırayla değil, beşer beşer atılmış. Seri penaltılar artık bizim nesil için çok normal bir hâle gelmiştir. Nitekim, son 5 Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonasında oynanan 110 eleme maçından 24‘ünün sonucu penaltılarla belirlenmiştir. Ben aslında bu işe giderek daha karşı çıkıyorum. Turnuvadaki takım sayısına göre çeyrek ya da yarı finallerden itibaren 120 dakika sonunda yenişemeyen takımlar, eskiden olduğu gibi tekrar oynamalı. Bu sıkıntı sadece bana ait değil. Bir maçın galibinin belirlenmesi için penaltı atışlarının çok zayıf ve bireysel kaldığı eleştirisini yapan kesimler son yıllarda seslerini giderek yükseltmişlerdir ve en son 2006 Dünya Kupası’nın sahibinin de penaltılarla belirlenmesi üzerine FIFA Başkanı Sepp Blatter bile “bir daha Dünya Kupası finallerinde penaltı atışı görmek istemediğini” söylemiştir. Altın ve Gümüş Gol uygulamaları, seri penaltılara bir alternatif olarak uygulamaya konsa da takımların gol atmaktan çok yememeyi tercih etmeleri nedeniyle 2004 yılında kaldırılmıştır. Maçın tekrarının yanında bugünlerde tartışılan diğer alternatifler ise; maç içinde atılan korner sayısı, takımların turnuvada o ana kadarki gol averajları, sarı-kırmızı kart sayısının az olması gibi seçeneklerdir ama bence bunların hepsi % 100 objektif olmaktan uzak fantezilerden öteye gidemez ve uygulamaya konsalar da Altın ve Gümüş Gol’den daha uzun ömürlü olmayacaklardır. En iyisi gene en azından son turlarda maçların tekrar edilmesidir. Bunun getireceği bazı zorluklar olsa da hem futbol izleyicileri, hem yayıncılar ve sponsorlar için faydası söz konusu zorlukları çok rahat telafi edecektir. Bence en uçuk fikirlerden birisi, direkten dönen topların yarım gol olarak sayılması. Buna müsaadenizle ben de bir ek yapayım; deplasmanda direkten dönen toplar da bir gol sayılsın.

Ele alınan maç verisine göre değişmekle beraber, modern futbolda penaltıların gol olma oranı yaklaşık % 75’den başlıyor. Giderek kısırlaştığından şikayet edilen oyun içerisinde gol ihtimali en yüksek pozisyon olması ve seri penaltılarda bir takımın kaderini belirlemesi nedeniyle penaltıların önemi giderek artmaktadır ve bugün bilim de bir yandan ideal penaltı atışını kovalarken, bir yandan da kalecilerin penaltıyı nasıl kurtardıklarını ya da kurtarabileceklerini araştırıyor.

Futbolun kural kitabında, kalecinin top harekete geçene kadar kale çizgisinden ayrılması yasaklanmaktadır ancak kaleciler bu kuralı neredeyse her zaman ihlal etmektedir ve daha da ilginci hakemler, çok bariz olmadığı sürece buna göz yummaktadır. Bunun sebebini bilim çok güzel açıklıyor; vuruş anından itibaren saatte 80 km hızı aşabilen topun kaleye varması en fazla 0.5 saniyeyi buluyor ve insan yapısı, topun hangi yöne gideceğini bu sürenin yarısı geçtikten sonra algılayabiliyor. Kalan yaklaşık 250 milisaniyelik süre ise, insan olan hiçbir kalecinin tepki verip topu kurtarabilmesi için yeterli değil. Bunun için kaleciler çoğu zaman, vuruş yapılmadan önce bir köşe seçip atlıyorlar. Öncelikle bu köşe seçip atlamaya bir bakalım sonra, köşe seçiminin tamamen tahmin mi yoksa, penaltıyı atan oyuncuyla alakalı bir mevzuu mu olduğuna döneriz.

İsrailli 5 bilim insanı, uluslararası turnuvalar ve önemli liglerde atılan 286 penaltı atışını incelemiş ve kaleciler için penaltıyı kurtarma ihtimalinin en yüksek olacağı hareketin, üçe bölünen (sağ, orta ve sol) kalenin ortasında kalmak olduğunu (% 60) ortaya koymuştur (1). Ancak kaleciler, ele alınan 286 penaltının sadece % 6.3’ünde ortada kalmayı tercih etmiş, yarısına yakınında sola (% 49.3), ondan biraz daha az bir oranda ise (% 44.4) sağa atlamışlardır. Aslında davranış pisikolojisine yönelik yapılan bu çalışmada, kalecilerin çoğunlukla bir köşe seçip atlamasının sebebinin, “deneyerek yanılma” yerine “hareketsiz kalarak yanılma”nın seçilmesi durumunda daha fazla eleştirilme korkusu olduğu savunulmaktadır. Bu çalışmanın başka bir ilginç sonucu ise, penaltı atıcısı ve kalecinin köşe seçimlerinin tamamen olmasa da büyük ölçüde birbirinden bağımsız olduğu yönündedir. Bilim insanları, kaleciler için penaltı atışında kalenin ortasında kalmalarının ideale en yakın durum olduğunu savunsalar da bunun sadece geçici bir avantaj sağlayacağına dikkat çekmektedirler. Eğer kaleciler, ortada durarak penaltı atışlarını daha yüksek bir oranda kurtarmaya başlarsa, penaltı atanlar da bir süre sonra topu köşelere göndermeye başlayacaktır.

Topun, penaltı noktası ve kale arasındaki 11 metreyi sadece yarım saniyede geçmesi ve bunun yarısının zaten topun gittiği yönü algılama telaşında kaybolması, kalecileri çoğu zaman daha vuruş yapılmadan bir köşe seçip atlama hareketine başlamaları için zorlar. Ancak gelişen bilimle birlikte bu körü körüne bir tahmin olmaktan çıkmaktadır. Birçok yerde geçmesine rağmen orijinalini bulamadığım bir çalışma, 50 yıllık penaltı verisini incelemiş ve bu penaltıların % 80-85 (değişiyor) arasında bir oranda, atıcının destek ayağının gösterdiği köşeye atıldığını göstermiştir. Buna paralel olan diğer araştırmalar ise, bu ipucunun sadece ayakta değil; diz, baldır ve kalça kemiğine kadar uzanabildiğini ortaya koymaktadır. Penaltı atışını yapan oyuncu, vuruş için verdiği kararı değiştirebileceği son an olan “geri dönülemez noktayı”, vuruştan yaklaşık 250 milisaniye önce geçmektedir (2) ve bu 250 milisaniye, kaleci için çok değerli bir hâle gelmektedir, çünkü normal şartlarda vuruş anından sonra yaklaşık aynı süre sadece topun nereye gideceğini algılamakla harcamaktadır. Bu değerli ana ulaşabilen en iyi kaleciler ise genellikle vuruş anından 100 milisaniye önce hareketlerine başlayabiliyorlar. Bu arada “geri dönülemez nokta” demişken; laboratuar koşullarında ölçülen 250 milisaniye, maçlarda strese bağlı olarak 290 milisaniyeye kadar ulaşmaktadır (3). Kendi açımdan söyleyebilirim ki; penaltı atanların destek ayağında dizin gösterdiği yönü takip etmeye başladığımdan bu yana penaltı kurtarma oranım çok arttı.

Bilimin bütün yardımlarına rağmen, kaleciler hâlen penaltılarda dezavantajlı taraflar. Penaltıların yaklaşık % 30’u “kurtarılamaz” noktalara atılıyor. Kurtarılamaz noktalar ise tahmin edebileceğiniz gibi kalelerin daha çok üst köşelerine yakın bölgeler. Bundesliga’da 16 yıl boyunca atılan penaltıların inceleyen Alman bir profesör; bütün penaltılar için % 76 olan gol olma oranının, kalenin üst yarısına atılan penaltılarda % 99 gibi ölümcül bir orana ulaştığını göstermiştir (4). Penaltı atışlarında topu yükseltmenin riski de gözönüne alınırsa, bu durumu “yüksek getiri istiyorsan, yüksek risk” alacaksın şeklinde yazılan finansal yatırım anayasasıyla bağdaştırabiliriz.

Diğer yandan, seri penaltı atışlarında kalecilerin başarı oranlarının % 25’e kadar çıktığı tespit edilmiş. Bunun için iki olası sebep ileri sürülüyor; (1) kalecilerin seri penaltı atışları ilerledikçe oyuncuların vuruşlarını daha rahat tahmin edebilmeleri ve (2) maç içindeki penaltıların aksine, seri penaltılarda kaleciden dönen topun tekrar gol yapılamaz olması ve dolayısıyla kalecilerin topu çeleceği yeri düşünmeden sadece penaltı atışını kurtarmaya odaklanması.

Son zamanlarda yapılan bir başka ilginç araştırma ise, kalecilerin 200 penaltı atışının % 96’sında kaleyi tam ortalamadan, yaklaşık 10 santimetre kadar bir tarafa saptıklarını tespit etmiştir. Ancak, bu durumun tespit edildiği 190 penaltının yarısında daha dar bıraktıkları köşeye atlamaları, bunun bilinçli bir strateji olmadığını düşündürmektedir (5). E normal yani, bizim gözümüz de lazerli ölçüm aracı değil ki penaltı noktasını % 100 ortalayabilelim. Ama diğer yandan, penaltı atanlar ise sadece 10 santimlik bu farka aldanmakta ve topu çoğunlukla kalecinin daha fazla alan bıraktığı tarafa atmayı tercih etmektedirler. Demek ki neymiş, örneğin sağ tarafı güçlü bir kaleci, penaltı atışlarında hafif solda durarak, atan oyuncuyu kışkırtabilir.

Bilim, bir yandan da penaltı vuruşlarında başarı yüzdesinin artırılmasına kafa yormaktadır. Belki hatırlayanınınız vardır. İngiltere’nin uluslararası turnuvalardan peşpeşe (1998 ve 2006 Dünya Kupaları ile 1996, 2004 Avrupa Şampiyonları) penaltı vuruşları sonrasında elenmesi üzerine İngiliz matematikçiler, 2006 yılında “mükemmel penaltının” formlünü hesaplamışlar ve o zaman hâlen milli takımın başında olan Sven-Goran Erikkson’a yollamışlardı. Vuruş için kaç adım geriye çekileceği, topa vurmak için beklenen süre, şutun hızı ve ayağın pozisyonu gibi 7 değişkeni içeren formül aynen şöyle:

((X + Y + S) / 2) x ((T + I + 2B) / 4))+(V / 2) - 1

Anlayan varsa beri gelsin.

Biraz daha gerçekçi bir çalışmada ise Türk bilim adamları, başarılı bir penaltı atışı için dizlerin yaklaşık 60 derece bükülmesi ve vuruş yapan ayağın yaklaşık 70 derecelik bir açı yapması gerektiğini hesaplamışlar. Ayrıca, vücut penaltı atışını akışkan bir şekilde yapmalı ve topa vurulmasından sonra da bu hareketin sürdürülmesi gerekliymiş (6)

Altıpas’ta Tek Başına köşesine yazdığım ilk yazıda; o ünlü kitap ve kitaptan uyarlanan filmde savunulanın aksine “Kalecinin penaltı anındaki endişesi” diye bir şey olmadığını ileri sürmüştüm. Kaleci zaten kurtarma ihtimali çok az olan bir durumla karşı karşıyadır ve ben penaltı golü yedi diye kaleci eleştirildiğini hiç duymadım. Kalecilerde böyle bir endişe varsa bile, penaltıyı kaçırıp “kolayı becerememe” stresi yaşayan atıcının endişesinin çok daha fazladır. Nitekim, bilim de bunu doğruluyor. Örneğin, 2004 Avrupa Şampiyonası Çeyrek Finali’nde karşı karşıya gelen ve sonucu penaltı atışlarında belirlenen Hollanda-İsveç maçında penaltı atan 8 oyuncu üzerinde yapılan bir araştırmada, maçın görüntüleri tekrar izletilen oyuncuların o anla ilgili ilk bildirdikleri duygu “endişe” olmuş (7). Daha da ilginci, penaltı atan oyuncuların endişeleri, orta yuvarlakta sıralarını beklerken maksimum seviyeye ulaşmış. Hemen yukarıda, stresin “geri dönülmez nokta”yı geçiş süresini uzattığından zaten bahsetmiştik. Penaltı atan oyuncuların stresi ayrıca, vuruştan önce bekledikleri süreyi de kısaltmakta ve vuruşu gerçekleştirmeden önce daha kısa bekleyen oyuncuların penaltıyı gole çevirme oranı % 58’e kadar düşmektedir (8). Bu yazıda ele aldığımız belki de en ilginç çalışma, yazıya da başlığını vermiştir. Bu araştırmaya göre, çalışma hayatında daha kollektif bir kültüre sahip ülkeler seri penaltılarda daha başarılı olurken, daha bireysel olan ülkelerin oyuncuları ise başarısızlık stresini daha yoğun bir şekilde hissetmekte ve seri penaltı atışlarında başarısız olmaktadır (9).

Yeteri kadar bilim yaptık heralde. Şimdi de seri penaltıların dünyasına biraz daha dalalım ve birkaç çılgın rakamla yazıyı bitirelim. 2005 yılında 20 yaş altı takımların katıldığı bir turnuvada 3.’lük maçı oynayan Burkina Faso ve Kamerun arasındaki seri penaltılar tam 49. penaltıda sona ermiş ve Burkina Faso, artık uyuyakalan Kamerun kalecisini son bir kez avlayarak maçı 25-24 kazanmıştır. Ancak Uluslararası Futbol İstatistikleri Federasyonu, profesyonel seviyede olmayan bu maçı sadece bilgi olarak veriyor ve resmî olarak birinciliği KK Palace ve Civics’in karşılıklı 48 penaltı attığı 2005 Namibya Kupası 2. tur eşleşmesi olarak kaydediyor. Bu listede 5. sırada yer alan 1996/97 Türkiye Kupası Çeyrek Finali ise, penaltıların gole dönüşme oranı en yüksek maç (% 95.8) olarak tarihe geçiyor. Ankara’da karşılaşan Gençlerbirliği ve Galatasaray, normal süresi ve uzatmaları 1-1 biten maçta penaltılara kalıyorlar. Karşılıklı atılan ilk 16’şar penaltı gol olduktan sonra Cim Bom’dan İlyas takımının 17. penaltısını Kubilay’a teslim ediyor. Gençlerbirliği’nden Osman ise ikinci defa penaltıyı başarıyla sonuçlandırınca takımı 18-17’lik sonuçla yarı finale yükseliyor. Bu arada Hayrettin 17, Kubilay ise 16 penaltı boyunca kendisini yerden yere atmalarına rağmen, topu ağlarında görüyorlar ve Hayrettin o kadar penaltının bir tanesini bile kurtaramadığı için “yuh be” ödülüne layık görülüyor. Diğer yandan, en kısır seri penaltı atışları olarak % 25 (4’te 1) gol oranıyla tarihe geçen birkaç maçtan belki de en önemlisi, 1985/86 Şampiyon Klüpler Kupası finalidir. Barcelona ile Steua Bükreş arasındaki maçın ilk 4 penaltısını Urruti ve Ducadam kurtarmıştır. Urruti, Lacatus ve Balint’in attığı sonraki iki penaltıyı engelleyemezken, efsaneleşen Ducadam tutmaya devam etmiş ve Steua 2-0’lık skorla Kupa’ya uzanmıştır.

Hem araştırırken hem de yazarken muhteşem keyif aldığım bir yazı oldu bu... Umarım size de aynı keyfi vermiş ve aynen bana olduğu gibi zaman zaman kaşlarınızı kaldırıp “vay anasını” deyivermişsinizdir. Bir dahaki yazıda, 20. yy’ın en büyük kalecilerine hürmetlerimizi sunmaya kaldığımız yerden devam edicez...




Kaynakça:

(1) Bar-Eli, M., Azar, O. H., Ritov, I., Keidar-Levin, Y. ve Schein, G. Action bias among elite soccer goalkeepers: The case of penalty kicks.
(2) Farrow, D., Rath, D. ve Royal, K. The Kinematics of the Soccer Penalty Kick: Can They Be Used to Improve the Anticipatroy Performance of Goalkeepers?
(3) Miyamoto, N., Morya, E., Bertolassi, M. Ve Ranvaud, R. Penalty Kicks and Stress.
(4) Wikipedia. Penalty Kick.
(5) Masters, R., van der Kamp, J. ve Jackson, R. Imperceptibly Off-Center Goalkeepers Influence Penalty-Kick Direction in Soccer.
(6) Ak E, Göktepe, A. Çiçek, Ş., Karabörk, H. ve Korkusuz, F. Photogrammetric Analysis of Penalty Kick in Soccer.
(7) Jordet, G., Elferink-Gemser, M.T., Lemmink, K. ve Visscher, C. Emotions at the Penalty Mark: An Interview Analysis of Players Performing in International Penalty Shoot-outs.
(8) Jordet, G., Hartman, E. ve Sigmundstad, E. “What’s the Hurry”: A Temporal Analysis of Pre-shot Behaviour in International Penalty Shoot-outs.
(9) Billsberry, J., Nelson, P., Van Meurs, N. ve Edwards, G. Are Penalty Shoot-outs Racist?

Premier Lig'de Son Durum

Bana kalırsa futbolun en güzel oynandığı yer, taraftarıyla, futbolcularıyla, hakemleriyle, medyasıyla izlediğim her dakikasından keyif aldığım yer İngiltere... Neyse, yine nesnel davranalım ve Dünya'nın en önemli üç liginden birisi diyelim İngiltere Premier Ligi için. Geçen sezonu Manchester United şampiyon bitirirken bu sezon mücadele daha da kızıştı...

         Premier Lig mücadelesini sayı cetveli olarak görürsek; ortanın sağındayız artık. 38 maçın 25'i geride kaldı ve geriye sadece 13'er maç kaldı. Liverpool dışındaki takımlar 25'er maç tamamlarken lig üzerinde de ciddi hesaplamalar yapabiliriz.

         Sezon başında Chelsea menajeri Jose Mourinho ''Dört büyükler dışında Tottenham'ın da şampiyonluk mücadelesinde yer alacağını'' tahmin etmişti ama hiç tutmadı. 25'er maç geride kalırken şampiyonluk mücadelesinde üç takım kaldı; bunlar sırasıyla Arsenal, Manchester United ve Chelsea. Şampiyonlar Ligi'ne katılma mücadelesinde dört takımın adı var. Bunlar; Liverpool'dan kırmızılar ile maviler, Aston Villa ve Manchester City. Orta sıralar güzelce belliyken, son sıradaki Derby düşmeyi bekliyor. Derby'nin üstündeki yedi takım da ligde kalma mücadelesi verecekler.

         Arsenal hepimizi şaşırtmaya devam ediyor. Sezon başında bakıldığında fazla şans verilmeyen (şahsen benim vermediğim) Arsenal'in lige süper başladıktan sonra düşüş yaşamasını bekliyorduk ama yaşamadılar. Orta sahanın önemli oyuncuları yokken ayakta kalmayı başardılar, Afrika Kupası döneminde de müthiş gidiyorlar. Hepsinden ötesi, takım neredeyse her maç daha iyi oynuyor. Fabregas-Flamini-Hleb üçlüsü orta sahayı sürüklerken forvet Adebayor harika, yeni transfer Eduardo sonradan ısındı ve tempo tuttu. Genç kadrosuyla sürpriz çıkışı yakalayan Arsenal, şampiyonluğa doğru gidiyor. Arsenal'in kalan fikstüründe de Chelsea ve Manchester United deplasmanları dışında zor bir maçları yok. Büyük maçlarda iyi oynarlarsa, takımdaki dayanışma sonuna kadar giderse; bu yarışta sonuna kadar varlar...

         Manchester United, zirvenin iki puan gerisinde ikinci sırada. Man Utd'nin o kadar iyi bir kadrosu var ki, dünyanın en iyi üç kadrosundan birisi diyebiliriz. Tecrübe, hırs, gençlik, yetenek; herşey var. Geçen sezonki şampiyonluktan sonra yeni gelen oyuncular da ısındılar ve takım zirveye tutundu. Manchester United puan kaybettiğinde çok şaşırıyorum doğrusu, Son on lig maçında sekiz galibiyet aldılar. Arsenal ile içeride, Chelsea ile deplasmanda karşılacakları Nisan ayı büyük ihtimalle belirleyici olacaktır. Bu harika takımın FA Cup ve Şampiyonlar Ligi'nde de mücadele ettiğini ve kupa beklendiğini hatırlatalım...

         Chelsea ise liderin altı puan arkasında üçüncü sırada. Chelsea teknik direktör değişikliği, futbolcu sorunları ve son olarak da Afrika Kupası yüzünden zor zamanlar geçiriyor. Chelsea büyük maçlar haricinde Tottenham, West Ham derbilerini ve Everton maçını deplasmanda oynayacak. Sıkışık fikstürde işleri zor gibi gözüküyor...

         Premier Lig'de son bölüme yaklaşırken Nisan'a kadar zirvedeki üçlünün alacağı sonuçlar önemli. Mart'ın sonunda ve Nisan'da bu üçlü birbirleriyle karşılaşacaklar, şampiyon belki de o dönemde belli olacak. En güçlü Manchester United, en heyecan verici Arsenal, en sürpriz Chelsea olarak gözüküyor. Haydi bakalım...
        



         Not: Fox TV haftada beş maç verebilecekken bir veya iki maç veriyor ve bizleri bu heyecandan mahrum bırakıyor. Umarız bundan sonra daha fazla naklen yayın verirler...

12.02.2008

Arsene Wenger ve Arsenal

1996 yılında Arsenal'in başına geçen Arsene Wenger'in İngiliz medyası tarafından ''Arsene kim?'' başlıklarıyla karşılandığını net bir şekilde hatırlıyoruz. Aradan geçen on iki yılda Wenger çeşitli zor dönemlerden geçti ve kimi zaman takımı beklendiği kadar başarılı olamadı. Bu sezonun başından beri de ''Arsenal yerlerde'' , ''Arsenal battı'' gibi haberler duyuyoruz. Tam tersine, Wenger'in Arsenal'inin son yıllarda Avrupa'nın çoğu takımından çok daha başarılı olduğuna inanıyorum.
        
         Futbolculuk kariyerinde vasat bir isim olan Wenger, teknik direktörlerinin başında da yine vasatı aşamadı, kariyerinin dönüm noktası şüphesiz Arsenal'in başına geçmesi oldu. Arsenal kulübü için de Wenger'in daha ideal bir menajer olması çok zor gözüküyor.
        
         Wenger gelmeden önceki sezonu beşinci sırada bitiren Arsenal kaptan Adams, Lee Dixon, Martin Keown ve Dennis Bergkamp gibi önemli isimlere sahipti. Bu kadronun yanına Vieira-Petit ve Overmars transferleri yapıldı ve Arsenal iki sezon içinde şampiyonluğa yükseldi. 2000 yılında UEFA Kupası finaline çıkan Arsenal o finali kaybetmesine rağmen rüya takımın temelleri atılmıştı. Oyun stillerini ezbere bildiğimiz Pires-Vieira-Henry-Ljungberg-Bergkamp'lı rüya kadrosunu kuran Wenger takımı 2001 ile 2005 arasında iki Premier Lig şampiyonluğuna ve üç FA Cup şampiyonluğuna taşıdı.
        
         O sırada Emirates Stadı projesi ortaya çıktı ve Arsenal'in ekonomisi stad yapımına endekslendi. Bu nedenle Arsenal yıldızlarını kaybetti ve yerlerine beklendiği kadar büyük transferler yapamadı. Tam da bu noktada Wenger'in ne kadar büyük bir dahi olduğunu gördük. Man Utd veya Chelsea kadar önemli derecede mali kaynaklara sahip olmayan bir takımın teknik direktörü olan Wenger, müthiş bir deha göstererek takımını zirvede tuttu.
        
         ''Arsenal birkaç yıl toparlanamaz.'' denilen noktada, 2006 yılında, takımı -tabii ki Thierry Henry'nin de müthiş katkılarıyla- Şampiyonlar Ligi finaline kadar taşıyan Wenger'in kurduğu kadroda göreve geldiği günden hiçbir futbolcu kalmamıştı. Takımın en önemli ismi Henry önce Juventus tarafından alınmış ve sol kanat oyuncu olarak değerlendirmeye çalışılmıştı. Yarım sezon sonra Arsenal'e transferi hayatını değiştirdi. Halmstad'dan 1998'de transfer edilen Ljungberg de yine en önemli parçalardandı. Takımın en pahalı iki ismi Aleksandr Hleb ile Robert Pires idi. En ilginç isim ise sadece 16 yaşında ilk resmi maçını oynayan ve üç yıl sonra da takımın değişmez elemanı olarak Şampiyonlar Ligi finaline çıkan İspanyol Francesc Fabregas idi.
        
         Arsenal yine yıldızlarından çoğunu satmış durumda. Takımın en değerli isimleri çocukluklarından beri takımla beraber olan Kolo Toure ve Francesc Fabregas olarak gözüküyor. Bu sezon Arsenal kimilerine göre ''batmış'' olsa da bana göre hiç öyle değil. Malum, Arsenal dünyanın en zorlu liginde bir maç fazlasıyla son şampiyon Man Utd ile aynı puana sahip, Şampiyonlar Ligi'nde geçen sezon ikinci tura çıkan üç takımın bulunduğu grupta gruptan çıkmayı son maçlardan önce garantilemiş, Lig Kupası'nda ise çeyrek finale kadar yükselmiş. Takımın değerli oyuncularından Tomas Rosicky ile Eduardo'nun bu sezon hiçbir maça çıkmadığını hatırlatalım. Walcott uzun süre sakatlığı nedeniyle oynayamayacak, boşluğu doldurmaya çalışan Nasri ise genç ve yabancı. Takımda kaptanlık krizi de var. William Gallas sürekli kavga çıkarınca, kaptanlık en büyük yıldız Francesc Fabregas'a verildi.
        
         Arsenal bu yılın en başarılı takımlarından biri olmasa da, bana göre hiç başarısız değil. Arsene Wenger ise Ada kariyeriyle Jose Mourinho ve hatta Sir Alex Ferguson'un birkaç adım önünde diye düşünüyorum. Onlar kadar müthiş imkanlara sahip olunmadan da nasıl takım kurulabileceğini gösterdi. Başarısının sırrı oynanacak olan her maçtan önce ekibine yemek vererek işinin peşinde olması, bitmeyen hırsı, rakiplerine karşı kibiri, oyuncularını motivasyonu, Lig Kupası finalinden önce ''Bana 100 milyon dolar da verseniz maçı gençlerle oynayacağım.'' demesi ve belki de en önemlisi ''Para, futbolu kirletiyor.'' demesindedir...

11.02.2008

6. defa Mısır

Bir önceki yazıyı noktalarken, çeyrek finaller gelse de şu turnuva güzelleşsin demiştim. Tamamen favorilerin kazandığı çeyrek finallerden sonra esas sürprizler yarı finalde geldi. Açıkçası iki yarı finalin sonucu hiç de maçın gidişatını yansıtmadı.



Bu yarı final maçlarından çıkan sonuç şuydu: Kadro ne kadar iyi olursa olsun iş kalecide bitiyor. Turnuva başından bu yana Fildişi için söylenen kadronun 10’u çok üst düzey ama kaleci problemi var. As kaleci Barry için bile bu söylenirken, onun sakatlanmasıyla Gili’nin oyuna girmesi bu eksikliği daha da belirginleştirdi.



Finalist iki takım turnuvanın bana göre en iyi kalecilerine sahipti. 2 sene önceki finalde penaltı atışlarının ikisini kurtaran 35’lik Hadary, yarı finalin kesinlikle kader adamıydı. İkinci yarı başlarken Mısır 1-0 öndeydi ve 62. dakikada ikinci golü yiyene kadar Fildişi mutlak bir baskı kurdu. İşte bu dakikalarda Hadary, Drogba’nın iki mutlak kafasını çıkartarak maçın kırılma anını gerçekleştirdi.



Öte yandan Kamerun’da Kameni’nin gelecekte sadece Afrika’da değil, tüm dünyada önemli bir konuma gelmesini bekliyorum. Henüz 23 yaşında ve 2004’den bu yana Espanyol’da 100’ün üzerinde maça çıktı. Kamerun finale çıktıysa Kameni’ye teşekkür etmeleri lazım. Bütün maçı Gana oynarken, tek bir kontratak ile finale çıktılar.



Bu arada, Dünya Kupası’nda Benhaker’in Trinidad’da yaptığını, Le Roy da bu yarı finalde Gana ile yaptı. Hatırlarsanız Benhaker takımın en tecrübeli oyuncusu santrafor Yorke’u oyunu kontrol etmesi için orta sahanın göbeğinde oynatmıştı. Le Roy da defans organizasyonunu sağlaması için Essien’i stoper oynattı.



Fildişi’nin bu turnuvadaki en büyük şansızlığı bana göre grup maçlarında bir Kuzey Afrika takımıyla oynayamaması oldu. Bir Batı Afrika ülkesi olarak Fildişi’nin Mısır karşısına gelene kadar yine dört Batı Afrika ülkesi ile oynaması (Mali, Nijerya, Benin ve Gine) turnuva süresince hep tek tip takımlarla oynamasına sebep oldu. Bu bağlamda kara Afrika ile hiç bağdaşmayan Mısır, Fildişi’ne biraz ters geldi.



Hem ilk Mısır-Kamerun, hem de yarı finalleri izledikten sonra finalin çok tek taraflı olmasını bekliyordum. Kaldı ki, iddaa yanlış tarafı favori ilan ederek 2.9’luk oranıyla Mısır’ı aynı zamanda oldukça kazançlı bir yatırım aracı haline getirdi.



Mısır, Sahara aşağısı ülkelerden apayrı bir oyun oynuyor. Oyunlarının klasik bir Avrupalı Akdeniz futbolundan hiçbir farkı yok. Oldukça organize, topa hakim, sahayı parselleyen diye başlayan bir Ömer Üründül cümlesiyle Mısır’ı tanımlayabiliriz. Şampiyonluğu sonuna kadar hakettiler.



Yalnız forvetler dışında kadro yaşlanıyor. Mısır bu kadro ile en fazla 2010 Dünya Kupası’nı görür. Daha sonra gerilemeye başlayacaklardır. Kadrosu oldukça genç olan Fildişi önümüzdeki 5 yıl boyunca Afrika’yı rahatlıkla domine edecektir. 2010 yılında artık kupa tecrübesi de olan bu ekip, Dünya Kupası’nda çok büyük işler yapabilir. Bir diğer genç kadroya sahip olan takım Nijerya. Ancak onların kadro yapısında ciddi sorunlar var. Forvet bolluğuna karşılık, orta sahada Mikel dışında oyuncu yok. Eğer orta sahaya oyuncu yetiştirebilirlerse onlar da yine Afrika’nın en güçlü takımlarından biri olacaktır.



Yazının sonuna dip not: Eğer biryerlerde Bikey’in neden böyle salakça bir kırımızı kart gördüğünü okuduysanız, lütfen yorumlar bölümüne yazarak benim merakımı da giderin.

1.02.2008

“El Pato”: Ubaldo Matildo Fillol

Efendim bir kez daha aynısı oldu. Yazacağı isimleri önceden duyurup, araştırmayı daha sonra yapan bendeniz, geçen yazının sonunda belirlediğim Fillol ve Carbajal’la ilgili iki ayrı yazı çıkartacak malzemeye ulaştım. Bu durumda, Carbajal benden ikinci kez ama bu defa bilinçli olarak kesik yiyor (birincisi için bkz. River’ın Elleri ve Mazurka). Artık bu büyük kaleciye daha fazla terbiyesizlik etmeyeceğim ve bir dahaki yazı kesinlikle Carbajal’ı anlatacak. Ama bugün Fillol’u selamlayacağız.

Buenos Aires’in sadece 110 km uzaklığındaki San Miguel del Monte’de 21 Temmuz 1950 günü doğar Ubaldo Matildo Fillol. Sakın ha benim gibi atlayıp gözünüzün önüne sarı sıcak bir atmosfer ve Salado (kuzey Arjantin’de de bir Salado olduğu için kimilerine göre Güney Salado) nehrinden yayılan ve bu atmosferi iyice çekilmez yapan nem gelmesin. Güney yarımküredeyiz ve internete girip bakarsak, Temmuz ayının Buenos Aires ve çevresinde yılın en soğuk ayı olduğunu görürüz. Yine de ekvatora yakınlık nedeniyle minimum sıcaklık ortalama 5 dereceden daha aşağı düşmüyor. Neyse konuyu çok dağıtmayalım.

Çoğu büyük kalecinin lakabı futboldaki başarılarından ötürü ya da en azından yeşil sahadan kaynaklanmaktadır. Fillol’da ise durum farklıdır. Çocukluğunda takılan “El Pato: Ördek” lakabı kendisini futbol kariyeri boyunca da takip edecektir. Çoğu G. Amerikalı kaleci gibi Fillol’ün de çocukluğuyla ilgili çok az bilgiye ulaşabiliyor ama en azından futbola Buenos Aires’in hemen dışındaki Quilmes şehrinin takımında başladığını biliyoruz. “Bu isim çok tanıdık yahu” diyenler varsa bir dahaki Boca Juniors maçlarını daha dikkatli seyretsinler. Quilmes şehrinde, aynı ismi taşıyan ve Boca’ya forma sponsoru olan ve de Arjantin’in en iyi birasını üreten fabrika da vardır. Bunun için de bugün ikinci ligde mücadele eden Quilmes takımının lakabı da “El Cervecero”’dur, yani “biracılar”. Gene konuyu dağıttık.

Fillol, Quilmes’te profesyonelliğe ulaşana kadar takımın alt basamaklarını birer birer tırmanarak daha 19 yaşını doldurmadan 1 Mayıs 1969’da A takımda ilk maçına çıkar. Rakip Huracan’dır ve Fillol daha önce de bazı efsane kalecilerde de gördüğümüz gibi profesyonel kariyerine felaket bir başlangıç yapar ve ilki daha maçın ikinci dakikasında olmak üzere 6 tane gol yiyiverir. Bu başarısının (!) cezasının 1969 sezonunda bir daha forma yüzü göremeyerek çekecektir. 1970’te ise kaleyi Jorge Traverso ile paylaşmaktadır ve kadere bakın ki Fillol, Quilmes formasıyla ilk galibiyetini yine Huracan’a karşı oynadığı bir maçta yaşamıştır (2-0). Bu arada, Huracan’la işimiz daha bitmedi. Fillol 1970 sezonu içerisinde ayrıca kendisinin en önemli özelliklerinden birisi olan penaltı kurtarışlarının ilkini gerçekleştirir. Ancak Quilmes o yıl ligde kalmayı başaramaz ve play-off diyebileceğimiz maçların ardından ikinci ligin yolunu tutar. Ama Fillol’un ikinci lig sürgünü sadece bir yıl sürecektir çünkü 1971 sezonunda sergilediği performansla Racing takımının ilgisini çekmiştir.

Gene konudan uzaklaşır gibi olacağız ama buraya bir not sıkıştırmam lazım. Arjantin’in lig sistemi oldukça karışık ve sık sık değişebilen bir yapıya sahip. Örneğin 1967-85 arasında Metropolitan ve Ulusal Lig olmak üzere iki ayrı turnuva oynanmakta ve her sezon iki şampiyon çıkmaktaydı. 1990’dan itibaren de Apertura (açılış) ve Closura (kapanış ) olmak üzere Arjantin gene her yıl iki ligden iki şampiyon çıkarıyor. Bir de işin içine Güney yarımkürede olması nedeniyle sezonların bizdeki gibi Ağustos-Mayıs gibi değil de Şubat-Aralık oynanmasından dolayı kayıtlar mesela 2007/08 sezonu değil 2008 sezonu olarak geçiyor. Neden bunları anlatıyorum, çünkü bu sebeplerden dolayı sezonları ve istatistikleri karıştırmadan size anlatmakta çok zorlanıyorum ve bazı tutarsızlıklar olursa özür bahanem olsun. Örneğin Fillol’un 1973 sezonunda River Plate mi yoksa Racing’de mi oynadığı konusunda farklı kaynaklar farklı bilgiler veriyor.

Futbola dönüyoruz. Fillol bir yıl aradan sonra Racing formasıyla Arjantin birinci ligine geri dönmüştür ve yeni takımında ilk maçı eski bir dosta karşıdır. Racing, Huracan’ı 3-2 yener. 1972 yılı ayrıca Fillol’un yıldızının parlamaya başladığı yıldır. Sezon boyunca tam 6 penaltı kurtarır ve Arjantin ligleri için bir rekor kırar. Genç kaleci ayrıca Racing’in Metropolitan ligi ikinci bitirmesinde de büyük pay sahibidir ve çok başarılı geçirdiği bu sezon ve ardından gelen 1973 sezonu, River Plate ile sözleşme imzalaması için yeterlidir. Ama Racing günleri daha sonra da devam edecektir.

Fillol’un profesyonel kariyerinin ilk maçının bir felaketle sonuçlandığını yukarıda anlatmıştık. Efsane kalecinin River macerası ise belki de daha büyük bir felaketle başlamıştır. Hemen zaman makinemize atlıyoruz ve 3 Şubat 1974’e gidiyoruz. Arjantin’de hayat durmuş vaziyette çünkü bugün “o günler”den birisi. Boca Juniors, La Bombanera’da River Plate’i ağırlayacaktır. Ağırlamak dediysek klişeyi bozmamak için, yoksa iki klubün birbirlerine nasıl bir sevgiyle (!) bağlı olduğu hepimizin malumu. 90 dakikanın bitiminde skor tabelası Boca’nın 5-2’lik galibiyetine işaret etmektedir ve sarı-lacivertlilerin dört golünü Carlos Garcia Cambion atarak bir “El Superclassico”da en çok gol atan oyucu olarak tarihe geçer. Allahtan River Teknik Direktörü “Pipo” Rossi, Fillol’deki yeteneğin farkındadır ve kalecisine sahip çıkar. Nedir bu yetenekler? 1.83 boyundaki kaleci, inanılmaz refleksleri, bire bir pozisyonlarda özellikle ayaklarıyla yaptığı kurtarışlar ve defansla sürekli iletişim hâlinde olmasıyla dikkat çekmektedir. Ayrıca, eğer bir kontratak başlatmayacaksa topu degaj yerine eliyle oyuna sokmak konusunda ısrarcıdır ve hücuma en olumlu katkıyı yapmaya odaklanan bu özelliğiyle de henüz 4 sene önce futbolu bırakmış olan Carrizo’yu hatırlatmaktadır. Zaten birçok kişiye göre Fillol, Carrizo’nun devamıdır.

Fillol’un River hikayesi çok kötü başlasa da güzel devam edecek ama bu noktada kalecinin Arjantin Milli Takımı’ndaki kariyerine girmek lazım. Genç kaleci 1973 yılından bu yana milli takıma seçilmektedir ancak 1973 yılında Batı Almanya ve İsrail’de oynanan özel maçlara da dahil olmak üzere sahaya yedek çıkar. Bu durum 1974 Dünya Kupası’nda da devam edecektir. Fillol, bizim müzeden Daniel Carnevali ve “Pepe” Santoro’nun ardından 3. kalecidir ve Arjantin’in son maçına kadar sahaya çıkamayacaktır. Mavi-beyazlılar ilk turu Polonya’nın ardından ikinci sırada tamamladıktan sonra ikinci tur grubunda peş peşe Hollanda ve Brezilya’ya yenilerek final şansını kaybeder. Teknik Direktör Vladislao Cap ,Gelsenkirchen’de oynanacak Doğu Almanya maçının formalite hâline gelmesi üzerine Fillol’e forma maçını verir ve genç kaleci milli formayla ilk defa 3 Temmuz 1974’te oynanan bir Dünya Kupası maçıyla tanışır. Arjantin ve D. Almanya yenişemezler ve maç ilk yarıda atılan gollerle 1-1 biter. Ancak Fillol daha sonrasında Arjantin Milli Takımı’ndaki yerini giderek daha sağlamlaştıracak ve 1978 yılında efsaneler arasına girecektir.

Tekrar River’a dönüyoruz. Kırmızı-beyazlılar en son şampiyonluklarını 1957 yılında yaşamıştır ve 1967’den bu yana her sezon iki ayrı şansları (Metropolitan ve Ulusal ligler) olması bile bu özlemlerini giderememiştir. Aksine 1968-73 arasında gelen 6 ikincilik bu özlemi ızdıraba çevirmiştir (1969 ve 1970 sezonlarında her iki ligi de ikinci bitiren River, bu konuda Arjantin futbol tarihinde müstesna bir yer elde etmiştir). 18 yıllık hasret 1975 yılında sona erecek ve River Plate bu yılda hem Ulusal Lig’de hem de Metropolitan Ligi’nde şampiyonluğuna ulaşacaktır (hem de Ulusal ligde eski dost Huracan’ı geride bırakarak). Fillol ise, her iki kulvarda da River’ın çoğu maçının “kahramanı” olmayı başaracaktır. River bir kere laneti yenmiştir ve 1983 yılı sonunda Fillol takımdan ayrılana kadar 5 kez daha şampiyon olmuştur ve 1979’da gene duble yapmayı başarmıştır (Metropolitan-Ulusal Lig döneminde aynı yıl içerisinde iki turnuvayı birden kazanmayı başaran diğer iki takım ise 1972’de San Lorenzo ve 1976’da Boca Juniors olmuştur). Bu dönemde Fillol’ün zirve yaptığı sene ise 1977’dir ve bu yıl içerisinde Arjantinli spor gazetecilerinin belirlediği yılın oyuncu seçimini kazanan ilk kaleci olarak Olimpia de Plata ödülünü alır. Ama El Pato’nun dünyanın en büyükleri arasına girmesi için bir sonraki yılın gelmesi gerekecektir. Ama 1978 Dünya Kupası’na geömeden önce kupanın nasıl bir ortamda düzenlendiğini de anlatmak gerekir diye düşünüyorum.

Sene 1978, TRT ilk defa bir Dünya Kupası’nı renkli olarak yayınlamaktadır ve Türk seyircisi açılış gösterisiyle birlikte bir süre sonra Arjantin futbolunun alameti farikası olacak konfeti yağmurunun yeşil çimler üzerine bir papatya tarlası oluşturduğunu görebilmektedir. Ancak Arjantin’den stadyumların dışı renkli değil kapkaradır. 1976 yılında darbeyle yönetimi ele geçiren General Videla cuntası ülkeyi inim inim inletmektedir ve Videla’nın devrildiği 1981 yılına kadar yaklaşık 30,000 vatandaş “kayıp”lara karışacaktır. Videla, Dünya Kupası’nın Arjantin’de düzenlenmesinin yarattığı fırsatın farkındadır ve ülkesinde düzenlenen kupayı mavi-beyazların kazanması hâlinde kendisine yönelmiş tepkilerin azalacağını bilmektedir. Ne diyorduk efendim; “futbol asla sadece futbol değildir”. Siyasî yelpazenin solunda yer alan futbol tarihçileri General Omar Actis’in bir suikaste kurban gitmesini Cunta’nın hırsını gösteren en önemli örnek olduğunu ileri sürmektedir. Kupa’nın organizasyonundan sorumlu Actis, Videla ve kurmaylarının bütün baskılarına rağmen maç yayınlarının Arjantin televizyonlarından renkli olarak verilmesine teknik olarak imkan olmadığını savunmaktadır ve bu konuda bir basın toplantısı yapmaya hazırlandığı günlerde öldürülür. Bunun üzerine başta Hollanda olmak üzere kupaya katılacak ülkelerden bazıları Arjantin’e gelmeyi reddeder, bu kararları ancak Videla yönetiminin FIFA’ya güvenliği garanti etmesiyle değişecektir. Yine de bu Cruyff’u ikna etmeyecektir ve cuntayı protesto ederek Arjantin’e gitmeyen “Sarı Fare” belki de Arjantin’in en önemli rakibinin de büyük ölçüde güç kaybetmesine sebep olacaktır.

Tekrar futbola dönüyoruz. Arjantin’in ilk turda Fransa ve Macaristan’ı aynı skorla 2-1 yendikten sonra İtalya’ya 1-0 yenilmesi kaşların biraz çatılmasına sebep olmuştur ancak bu skora rağmen mavi-beyazlar İtalya’nın ardından ikinci tura çıkacaktır. İkinci tur grubunda ise Arjantin’in ilk rakibi 70’lerin güçlü takımı Polonya’dır. Fillol bu maçta yapacağını yapar ve muhteşem oyununu, Deyna’nın penaltısını kurtararak taçlandırır. Sonrasında ise Brezilya ile 0-0 ile beraber kalan Arjantin son maçta, Dünya Kupaları tarihinin belki de en şaibeli maçında Peru’yu 6-0 yenerek, finalde Hollanda’nın rakibi olmayı başarır. Peru maçını yeniden uzun uzun anlatmaya gerek yok, heralde hepiniz hikayeyi biliyordur.

25 Haziran 1978’de aynı zamanda River Plate’in de evi olan Estadio Monumental’da yine konfetiler uçuşmaktadır. Cruyff’dan yoksun olmasına rağmen 4 yıl sonra yeniden finale ulaşmayı başaran Hollanda ve Arjantin 11. Dünya Kupası finali için sahadaki yerlerini alır. Fillol yine muhteşem oynar ve Arjantin, Hahn’ın ayağından ilk golü yemesine rağmen uzatmalarda 3-1 kazanarak ilk defa Dünya Kupası’na uzanır. Aslında bu maç bir anlamda futbolda kalecinin önemini de bir kez daha gözler önüne serer. Bir tarafta takımına güven veren ve inanılmaz kurtarışlar yapan Fillol ve diğer tarafta ise portakalların en zayıf halkası olan ve finalde yenmeyecek golleri yiyen Jongbloed. Fillol ayrıca kupanın en iyi kalecisi de seçilecektir, ancak o da bazı oyuncular gibi kupa sevincini buruk yaşayanlardandır. Fillol bütün vatan sevgisine rağmen, kazandıkları kupanın hangi amaçlara hizmet ettiğini bilmektedir ve abisi de “kayıp”ların olmasına rağmen sahaya çıkan bir başka efsane Ardiles’in hüznünü paylaşmaktadir.

Bu karanlık Dünya Kupası’nı ilginç bir notla geride bırakalım. Bilinegeldiği üzere futbolda geleneksel olarak kaleciler sahaya “1” numaralı formayla çıkar. Arjantin Milli Takımı ise, 1978’den itibaren Dünya Kupaları’nda forma numaralarını alfabetik sıraya göre dağıtmaya başlamıştır. Böylelikle Fillol 1978’te 5, 1982 Dünya Kupası’nda ise 7 numarayla kaleye geçecektir.

1982 Dünya Kupası ise, Arjantin açısından tam bir hayalkırıklığı olacaktır. Dört sene öncesinin “yıldız adayı” Maradona artık biraz daha gelişmiştir ve halkı Arjantin’den bir şampiyonluk daha beklemektedir. Üçüncü grubun seri başı olan Arjantin daha ilk maçta Belçika’ya 1-0 yenilmesine rağmen Macaristan ve El Salvador’u rahatça geçerek ikinci tura çıkar. Ancak ikinci turda futbol tarihinin belki de ilk “ölüm grubu”nda Brezilya ve İtalya’ya çarpılırlar ve evlerine dönmek zorunda kalırlar. Fillol da takımın geri kalanı gibi biraz tutuk bir turnuva geçirmiştir ve yaşlı kurt Zoff ile yükselmeye başlayan Dasaev gibilerinin gölgesinde kalır.

Hazır başlamışken, Fillol’un milli takım kariyerini de bitirelim, zaten az kaldı. Fillol, Arjantin milli takımının kalesini 3 sene daha korumaya devam eder ve aslında 1986 D.K. elemlerine başlandığı zaman da kalenin sahibidir. Ancak T.D. Bilardo, maçlar ilerledikçe artık 35 yaşına gelen Fillol’un yerine Pumpido gibi genç yeteneklere görev vermeyi tercih edecektir. Ubaldo Matildo Fillol, Arjantin Milli Takımı’na vedasını 30 Haziran 1985’te 2-2 biten Peru maçıyla yapar. 1974-85 arasında, 13’ü Dünya Kupası’nda olmak üzere 58 kere milli olacaktır ve bu hâlen mavi-beyazlı formayı en fazla giyen kaleci rekorunun karşılığıdır.

Tekrar Fillol’un klüp kariyerine döndüğümüz zaman River’la en son şampiyonluğu 1981 yılında kazandığını görmekteyiz. Sonrasında ise 1983 Metropolitan liginin tamamlanmasının ardından klüple yaşadığı maddi sorunlar nedeniyle Ulusal lig için Argentinos Juniors’a transfer olur. Fillol’a göç yolları görünmüştür artık. Bu klüpte sadece 17 maç oynadıktan sonra ise 1984 sezonu için Brezilya’nın Flamengo takımına geçer Guanabara Kupası’nı kazanan takımda yer alır. Bir sezon da Brezilya’da takıldıktan sonra 1985-86 sezonunda Atletico Madrid’in kalesini korur. İspanya’da sezonun bitmesinin ardından zaten özel bir gönül bağının da bulunduğu Racing’e geri döner. 1989 yılında ise kariyerini sona erdireceği Velez Sarsfield’e transfer olarak 1991 yılında emekli olur. Arjantin liginde 20 yıla yakın süre oynamış ve 589 resmî maça çıkmıştır. Üzerine Flamengo ve Atletico Madrid maceralarını da ekleyince 641 maça ulaşıyoruz.

Fillol, futbolu bıraktıktan sonra hiç de sürpriz olmayacak bir şekilde Arjantin Milli Takımı’nın kaleci antrenörü olur ve sonraki 10 küsür yıl pek monoton geçer Ta ki 2004 yılında Racing Teknik Direktörlüğü’ne getirilinceye kadar bu göreve devam eder. Ancak sezon kendisi ve takım için iyi geçmeyecektir ve görevden ayrılmak zorunda kalır ve milli takıma geri döner. Kendisiyle ilgili son haberler 2007 yılı ortasında ayrıca 20-yaş altı takımın teknik direktör yardımcılığına getirildiğini duyurmaktadır.

1978’de sadece bir yaşındaydım ve o D.K.’ya ilişkin bugün en bilinen arşiv görüntüleri de daha çok Kempes ve Arjantin’in hücumunu yadmeteyi tercih ediyıor. 1982’de İtalya’dan başka hiç bir şey hatırlamıyorum. Onun dışında da Fillol’un oynadığı zamanlar bırakın Arjantin ligi’ni Avrupa liglerini bile TV’den izlemek bir lükstü. Heralde bunlardan olsa gerek Fillol ismi benim için çok şey ifade etmiyor. E öyleyse daha eski kaleciler için de çok fazla şey hissetmemem lazım ama öyle de değil. Ama tabi bu, internetin tozlu sayfalarına dalıp, google’ın İspanyolca’dan yapmaya çalıştığı çevirilerde ne demeye çalıştığını anlamak için debelenmeye engel değil.

Fillol’un eski resimlerine bakıyorum da çoğunluğunda yüzüne hüzünlü bir ifade hâkim. Sanki kalecinin yalnızlığını en damardan yaşayanlardan birisi gibi. Aslında bir akşam kurucan rakı masasını, geçicen karşısına ve soracaksın: “Boca maçlarını anlat be baba”.

Bir dahaki yazıya artık Carbajal’in ya da “Beş kupa”nın elini öpelim.