İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

27.10.2008

Avrupa Maceraları

Bu hafta temsilcilerimizin Avrupa haftasıydı. Biri üzülürken, diğeri sevindi.

Arkadaşın evinde oturmuş Fener-Arsenal maçını beklerken, tv kanallarını dolaşıyordum. Tesadüfen izlememiş olduğum Kocaeli maçının özetini yakaladım. Maçın 90 +6ncı dakikasında gol atan Fenerbahçe’de gol atan Semih dahil kimsede ciddi bir sevinç yoktu. Sanki uzatmanın son anlarında gol atıp maç kazanan bir takım değil de 15. dakikada deplasmanda öne geçen bir takım gibi sevindi Fenerli oyuncular.

Bu tabloyu gördükten sonra kafamdan verdiğim “Arsenal karşısında Fenerbahçe’nin kazanma ihtimali” daha da düştü. Kadroları gördükten sonra biraz olsun belki dedim. Çünkü ileride Alex – Semih – Guiza üçlüsünün varlığı arkalarında ise Uğur Boral’ın önlibero gibi başlaması ile orta sahanın biraz daha dirençli tutulması Fenerbahçe’nin kendi sahasındaki bu maçta şansının olabileceğini düşündürdü bana.

Fakat maç başladıktan sonra anladım ki Fener’in sorunları çok farklı. Aurelio, Deivid, Aziz Yıldırım’ın transfer politikası, Aragones vs. tabii ki önemli ama öncelikle Fenerbahçe’nin Kocaeli maçında son dakikada gelen galibiyet golüne sevinmesi gerekli.

Kan değişikliği şart gibi. Camianın içinden gelen ve taraftarın sevgilisi olacak bir teknik adam(Rıdvan) veya ünlü bir başka yabancı isim tekrar takıma hava getirebilir. Belki sistemde yapılacak bir değişiklik, üçlü defans oynamak da olabilir bu kan değişikliği.

Fener’in elinde iyi bir kadro var. Tek sıkıntı(ki o da çok büyük bir sıkıntı) kadronun darlığı. Rotasyon imkanı yok. İlk onbir oyuncuları ile yedekler kesin çizgilerle ayrılmış durumda. Sanki farklı takım oyuncuları gibi. Devre arasında Türkiye liglerinden ve lejyonerlerden yapılacak birkaç ekleme ile kadro güzel bir hale getirilebilir. Yoksa geçen sene kahraman olan Volkan, Gökhan, Lugano, Uğur vs. gibi oyuncular birden kötü oyuncu olmadı.

İş işten geçti mi? Avrupa’da evet diyebiliriz. Ligde ise ilk yarı sonuna kadar Fener ne kadar kötü olursa olsun herhangi bir takım farkı açamayacak gibi. Fenerbahçe’nin lig şampiyonluğunda tekrar güçlü bir aday olması yönetimin bir an önce gerekli hamleleri yapmasıyla olacaktır.

Taraftarın ise şu tablodaki tutumu gerçekten çok başarılı. Az kişiden gelen “I love you Zico” sözleri dışında pek bir tepki yok gibi. Samandıra falan basılmıyor. Daha önce Fenerbahçe dahil olmak üzere birçok takımımızda gördüğümüz tepkileri artık Fenerbahçe taraftarının göstermemesi bence alkışlanmalı. Bu sıkıntılı ortamda Fenerbahçe taraftarı bence camianın parlayan yüzü. En çok kombine alan taraftar, en çok forma alan taraftar, en az küfür eden taraftar, sahaya en iyi etki yapan taraftar. Ve takım rezalete doğru gitse de sahip çıkmaya çalışan taraftar. Maldonado, Volkan ve Burak’a yapılan ufak tepkiler de son derece normal. Her zaman belli başlı günah keçileri vardır. Bunlar genelde medyanın sürekli ezdiği adamlar ya da tarzıyla antipatik gelen isimlerdir. Volkan, Maldonado ve Burak da maalesef günah keçisi oldular. Stadda falan değildim ama tvden anladığım kadarıyla onlara gösterilen tepki de çok abartılı değildi. Her maç Maldonado ile başlayıp fark yiyince Maldonado’yu 50. dakikada oyundan çıkaran ve taraftara yuhalatan Aragones düşünsün bunları biraz.

Perşembe günü ise Galatasaray’ın maçı vardı. Galatasaray Olympiakos’u çok ezici bir oyunla yendi. Skorun 1-0 olması kimseyi yanıltmamalı. Galatasaray 5 yapabilirdi bu maçı.

Takımın istekli ve baskılı oyunu, taraftarın coşkusu, Olympiakos’un 1-0 mağlupken bile Galatasaray kalesine gelememesi uzun zamandır özlenen tablolardı.

Bu maç şunu anlamak açısından iyi oldu ki Galatasaray yaptığı yatırımların karşılığını bir parça da olsun almış. En azından Olympiakos gibi Avrupa’nın sıradan takımlarını rahatlıkla yenebiliyor.

Galatasaray takımında bu sezon yabancılar öne çıksa da asıl kahramanlar yine Türkler. Servet, Sabri, Ayhan, Arda gibi oyuncuların takıma kattığı enerji yadsınamaz. Özellikle Arda gibi bir süper yeteneğin saha içindeki ekstra mücadelesi gerçekten herkesi şaşırtıyor ve sevindiriyor.

Bu isimlere Hakan Balta ve şu an sakat olan Barış ile Mehmet Topal’ı da ekleyebiliriz. Eğer Galatasaray bu harika Türk oyuncu iskeletini koruyabilirse ileride çok başarılı olacaktır.
Takımın artan performansındaki bir başka etken de Lincoln. Ben dahil herkes ona karşı güvensiz olduğumuz için söyleyemiyoruz ama Lincoln hakikaten çok iyi oynuyor. Ve direkt skora etki yapıyor.

Fakat yine de Galatasaray’da sıkıntılar var. Meira ön libero değil. Olympiakos maçında böyle değildi ama 4-2-3-1 oynayan takım saha içinde çoğu zaman “6 defans 4 hücum” gibi oynuyor. Gerideki oyuncular ile ilerideki oyuncular arasında koordinasyon problemi var. Kewell formsuz ve sanki Arda ve Lincoln’ün varlığında 35 yaşındaki bu yaşlı vücut kenardan gelen bir koz olsa daha etkili olacak gibi. Kaldı ki kendisi sağ açık değil ve o ya da Arda sağda oynadı mı verimleri düşüyor. Barış ve Hasan sakat olduğuna göre takıma Aydın monte edilebilir.

Kimse bahsetmiyor fakat Uğur, Hasan, Mehmet Topal ve Barış’ın sakatlıkları da çok önemli bence. Bu isimler sakat olmasaydı Galatasaray’ın şu an bulunduğu yer farklı olurdu. Çok daha dirençli bir takım haline gelirdi.


16.10.2008

Ada Futbolu ve İspanyollar

Ada futbolu 2000’li yıllardan itibaren büyük bir hızla, gelişim içerisinde. Premier Lig kısa sürede dünyadaki en zevkli lig haline geldi. Premier Lig, La Liga ve Seri A’yı geride bırakırken, buna neden olan en önemli etkenin de kulüplerin gelişen ve büyüyen ekonomileri olduğunu düşünmek sanırım yanlış olmaz.

Zenginleşen, ülke dışındaki zengin sermayedarlara satılan İngiliz kulüpleri hem ülke içinde önemli bir rekabet ortamı oluşturmuş oldular hem de Avrupa Kupalarına damga vuracak boyutlara geldiler. Chelsea, Manchester United, Arsenal ve Liverpool başta olmak üzere, Manchester City, Tottenham, Aston Villa, Newcastle, Everton, Portsmouth, Bolton gibi kulüplerin “büyüme hızları” Adayı gıpta ile izlenecek duruma getirdi.

Ada futbolunda böylesine bir değişim yaşanırken, bu ligin en önemli rakibi durumunda olan La Liga’da farklı bir yaklaşım gerçekleşiyor bana göre. Dünyanın en önemli ithalatçı birkaç liginden biri olan ve ülke çapında çok önemli yıldızları barındıran İspanyol futbolu; Ada futbolundaki değişime paralel olarak son yıllarda önemli farklılıklara uğradı. Buradaki en önemli farklılığın da La Liga’nın “ithalatçı” yapısına “ihraç eden ülke” potansiyelini eklemesi oldu diye düşünüyorum.

İspanyol futbolu son yirmi yıl içerisinde önemli bir gelişim içerisinde. Özellikle ülke çapında futbolcu yetiştirilmesindeki ki yüksek potansiyel, son yirmi yılda çok daha fazla dikkate değer hale geldi. İspanyol futbol kulüplerinin her zaman çok başarılı oldukları, buna karşın Milli takım seviyesinde başarılı olamadıklarını söyler dururduk. Buna sebep olarak da yabancı oyuncuların bu başarıyı getirdiği İspanyol futbolcularının ise yeterli olamadığı dile getirilen bir şeydi. Ne var ki 90’lı yılların özellikle de ikinci yarısından itibaren, genç Milliler seviyesinde Avrupa futboluna damga vurmaya başlayan İspanyollar, gelen bu başarılarla birlikte 2000’li yıllarda Ada futbolundaki değişime paralel olarak, Adaya futbolcu ihraç eden ülke haline gelmiş oldu.

Bu ihracatçı durum; 2008 Avrupa Şampiyonasında kadrosunda, Adada forma giyen beş oyuncuyu kadrosunda barındıran İspanyol Milli takımının kupaya uzanmasında önemli katkı sağladı.

Geçmişte çok az oyuncusunu yurt dışına gönderen İspanya, İvan Campo’nun Bolton’a, Hierro’nun Fulham’a, Arteta’nın Everton’a gidişleriyle birlikte başlayan süreçte, neredeyse Adadaki her takımda en az bir İspanyol’un forma giyer hale gelmesine neden oldu. Rafa Benitez’in Liverpool’un başına geçmesi, kuşkusuz Adada oynayan İspanyolların sayısının artmasına büyük katkı sağladı.

İngiliz takımlarının İspanyol futbolcularına olan yönelimi A takımlarla da sınırlı kalmadı. İngilizler İspanyolların güçlü alt yapısından da faydalanma ihtiyacı hissettiler. Fabregas’ın Arsenal’e, Pique’nin M.United’a transferlerinin ardından; Sergio Tejera Chelsea’ye ve Fran Merida Arsenal’e, Dani Pacheco’da Liverpool’a transfer oldu.

Bu sezon İngiltere’de; Arsenal’de Almunia, Fabregas, Fran Merida, Aston Villa’da Carlos Cuellar, Everton’da Arteta, Liverpool’da Reina, Arbeloa, Riera, Alonso, Torres, Dani Pacheco, Manchester City’de Garrido, Newcastle’de Jose Enrique, Xisco, Tottenham’da Cesar Sanchez, WBA’da Borja Valero gibi isimler forma giyiyor.

Adada kuşkusuz sadece İspanyollara yöneliş olduğunu iddia ediyor değilim. Hiç olmadığı kadar Güney Amerikalı futbolcu, Ada futboluna son yıllarda giriş yapmış durumda. Bu elbette olayın bir başka yüzü ancak İspanyol ekolü Adada önemli bir yer işgal ediyor hale geldi bunu da inkar edemeyiz.

Tabi Ada futbolundaki bu “İspanyollaşma” ya da İspanyol Ekolünün oluşması sadece takımların A takımlarına aldıkları oyuncularla sınırlı değil. Yukarıda da değindiğim gibi özellikle alt yapılarına İspanyol oyuncuları katma hevesleri çok fazla artmış durumda.

Fabregas’ın bir marka haline gelmesiyle birlikte; Adanın özellikle dört büyük takımı genç İspanyollara kanca atmaya başladılar. Pique, Tejera, Merida gibi isimler Adaya gittiler. Özellikle Liverpool takımı Benitez ile birlikte adeta bir İspanyol takımına dönüşmeye başladı. Benitez, Liverpool futbol akademisine Ayala, Mendi, Sanjosé, Bruna, Durán ve Pacheco gibi gençleri katmayı başardı. Dani Pacheco’yu gelecek yıldan itibaren Fernando Torres’in partneri olarak izleyebiliriz. Tottenham’da bu yıl Athletic’den solbek Yuri Berchiche’yi transfer etti.

Bu transferler gerçekleşenler. Bunların dışında Adanın büyük kulüpleri İspanyolların parlayan yıldızlarına, özellikle de Barça’nın gençlerini alabilmek için çaba sarf ediyorlar. Şimdilerde Gerard Deolefeu’nun Arsenal ve Chelsea tarafından, Thiago ve Rafa Alcantara’nın yine Chelsea tarafından transfer edilmeye çalışıldığını duyuyoruz. Örnekler artırılabilir ve zaman ilerledikçe de bu rakamlar artacak.

Britanya Adası, İber yarımadasına gözünü dikmiş durumda. Bu süreç İngiliz kulüplerinin başarılarını artırırken, İngiliz Milli takımını ve de İngiliz futbolcularını nasıl etkileyecek diye de düşünmeden edemiyorum. Buna neden olan bir örneği sizlerle paylaşmak isterim. Bugünlerde İngiltere’de Arsenal’in İspanyol kalecisi Almunia’nın Aralık ayında İngiliz pasaportunu alacağını ve İngiltere Milli takımında oynayabileceği tartışılıyor. Büyük bir kaleci sorunu çeken İngilizler için iyi bir çözüm olarak görülebilir bu kısa vadede elbette. Ne var ki İspanyol futboluyla İngiliz futbolu arasında, özellikle de futbolcu kalitesi açısından önemli farkın açılmaya başladığını da buradan anlayabiliriz diye düşünüyorum. Almunia’ya sıra gelene kadar İspanya Milli takım kalesini koruyacak o kadar çok kaliteli kaleci var ki. Gelin görün ki o Almunia, İngilizler için iyi bir seçenek.

Son tahlilde şunları söylemek isterim; İspanyol futbolu, futbolcu ihracatıyla birlikte ve aynı zamanda Dünyanın en kaliteli üç liginden birine sahip olma ünvanını da sürdürerek önemli bir aşamadan geçiyor. Bu dönüşümün meyveleri daha önce de söylediğim gibi gençler düzeyinde alınmıştı. 2008 Avrupa şampiyonasıyla birlikte A takım seviyesinde de bunu gördük. Bu tesadüfi bir durum değildir ve gelecek yılların İspanya adına daha iyi geçmesini bekliyorum. İngiltere için ise çok kaliteli bir lig ama sorunlu bir Milli düzey beklentisi bende hakim olmaya başladı. Burada yabancı kısıtlamasından bahsediyor değilim kuşkusuz, sadece İspanyolların ihraççı durumunun benzeri bir durumu, ekonomik gücüne rağmen İngiliz futbolunda da sağlanabilir. Sadece ithalatçı olmak bir şeylerin eksik kalmasına neden oluyor kanımca.

11.10.2008

Bilbao’da İlk İspanyol!

Alt yapıdan oyuncu mu yetiştirmek istiyorsunuz? Ya da alt yapı, transfer fark etmez genç oyuncularla mı oynamak amacındasınız ve yahut takımınıza yeni bir anlayış getirmek, yeni bir sistem kurmak sevdasında mısınız? Doğru adreslerden biri; Joaquin Caparros olsa gerek.

Son Üç yılda Avrupa’da fırtına gibi esen takım diye düşünsek, herhalde ilk aklımıza geleni Sevilla olurdu. Geçen sezon kupa kazanamamış olsalar da 2006 ve 2007 yıllarında UEFA kupasını kazanan Sevilla takımı çok büyük övgüleri hak etti kuşkusuz. Bu övgülerden Sevilla futbolcuları, teknik direktör Juande Ramos ve Sevilla futbol takımının yönetimi, hatta seyircileri bile nasibini almıştır kuşkusuz. Hakkı teslim edilmemiş ya da adı çok daha az zikredilmiş birinden bahsetmek istiyorum. Sevilla’nın temelini attığını düşündüğüm adamdan, yani Caparros’dan bahsedeceğim.

Caparros’u yazıma konuk etmemin tek sebebi, kendisinin Sevilla efsanesinin yaratıcısı olması değil tabiî ki. Sevilla olayı O’nun teknik adamlığının sonuçlarından biri. Genç oyunculara duyduğu sempati ve onlara kadroda yer vermesi açısından, Arsene Wenger’in rolünü İspanya’da üstlenmiş durumda. Wenger gençleri kendi alt yapısına toplarken, O daha ziyade kulübün alt yapısından oyuncu çıkarmayı yeğliyor onu da söylemek lazım.

Joaquin Caparros 1955 Sevilla doğumlu. Futbolculuğunda pek bir şey yapamamış bir insan. Zaten iyi teknik direktörler de kötü futbolculardan çıkmıyor mu? Caparros da öyle işte. Futbolu da erkenden bırakıp, teknik direktör olmuş. 1981’de San Jose Obrero takımında başladığı teknik adamlık kariyeri, sırasıyla; Campillo, Motilla, Castile-Le Mancha, Gimnastico Alcazar, Conquence, Manzanares, Moralo gibi kulüplerde sürdürdükten sonra 1996 yılında Recreativo’nun başına geçmiş ve burada üç yıl görev yapmış. Bu dönemden sonra bir müddet Andalucia’yı çalıştırdıktan sonra 2000 yılında yani 45 yaşında Sevilla teknik direktörü oldu Caparros.

Caparros, Sevilla teknik direktörü olmasından bir sezon önce, La Liga’nın bu köklü takımı ikinci lige düşmüştü. Caparros 2000-2001 sezonunda aldığı takımı önce La Liga’ya çıkardı. Ardından 2001-2002 sezonunda, yeniden yükseldiği ilk sezonda ligi 8. sırada tamamladı Endülüs ekibi. 2002-2003 sezonunda gelen 10. sıranın ardından iki sezon üst üste La Liga’yı 6. sırada tamamladı Sevilla. 2004-2005 sezonu tamamlandıktan sonra Caparros görevinden beklenmedik bir biçimde ayrıldı. Bu beş sezon yeni Sevilla’nın oluşum süreciydi aslında. Dani Alves, Baptista, Renato, Torrado, Javi Navarro gibi isimler O’nun döneminde isimlerini futbol kamuoyunu duyurmaya başlarken, Jose Antonio Reyes, Sergio Ramos, Diego Capel, Jesus Navas, Kepa, Puerta, Prieto, Crespo gibi oyuncular da Sevilla akademisinden, O’nun döneminde A takıma alınıp, kadroda kendilerine yer verilmeye başlandı.

Sevilla döneminde, kulüp yönetimiyle beraber attığı adımlar, kısa sürede Juande Ramos’ın da önemli katkılarıyla çok büyük sonuçlar verdi. 2006 ve 2007 yıllarında Ramos’un Sevilla’sı iki kez UEFA kupası kazanmayı başardı. Sevilla bu dönemde Baptista, Reyes gibi yıldızlarının satışlarından önemli paralar kazandı.

2005 yılında başına geçtiği Deportivo’ya da hemen sihirli elleri değdi bana göre. Irureta gibi bir teknik adamın ardından başına geçtiği, El Turco’lar da işe yepyeni bir kadro ve gençleri takıma ilave etmekle başladı. Yaşlanan, eskiyen Depor’un yüzünü kısa sürede değiştirmeyi başardı. Arizmendi, Xisco, İago gibi gençlerin yanı sıra Barragan, Arbeloa, Verdu, Cristian, Luis Felipe gibi oyuncular takımı hayli genç ve diri bir hale soktu. İlk sezon 8.cilik geldi. İkinci sezon ise takım 13. oldu. Deportivo kariyeri de bu iki yılın ardından sürpriz bir biçimde son buldu. Bu aslında beklenmedik bir sondu çünkü Depor’un temellerini atmış ve yapacağı çok şey vardı esasında. 2007 sezonu başında ise halen çalıştırmakta olduğu Athletic Bilbao’nun teknik direktörü oldu.

Athletic Bilbao’nun başına, kulüp tarihinde ilk kez, Bask kökenli olmayan, Endülüslü bir adamın getirilmesi çok büyük tepkilere neden olsa da, Athletic’in alt yapısı ve Baskçılığıyla birleşen kulüp yapısı Caparros’a da oldukça uyum sağladı bana göre.

Genellikle oyuncularını kendi alt yapısından yetiştiren ya da Bask çevresindeki takımlardan oyucunlar alan bir kulüp Athletic. Bunun birçok örneği var elbette. Caparros’da bu çerçevede yeni takımında bir şeyler başarabilmek amacında. İlk On birinde sık sık genç oyunculara şans da veriyor bu aşamada. 1985 ve sonrası doğumlu; Javi Martinez, Markel Susaeta, Fernando Llorente, Balenziaga, Itturaspe, Amorebieta gibi isimler bu dönemde takımın değişmez oyuncuları olmaya başladılar. Geçen sezon ligin ikinci yarısında önemli bir yükseliş göstermiş olan Athletic, bu sezona pek de iyi başlamamış olsa da Caparros’un idaresinde geleceğe dönük iyi bir oluşum içinde. Geleceğin yıldızları olarak gördüğü; 16 yaşındaki Muniain, 15 yaşlarında olan Guarrotxena ve Ramalho, 19 yaşındaki Agüeros, 18 yaşındaki Isma Lopez ve şimdilerde ilk 11 de bile yer verdiği Ander İtturaspe’yi sezon başında A takımla birlikte kampa dahil ederek, genç oyunculara verdiği önemi bir kez daha gözler önüne serdi.

Caparros’un sarı renklere olan antipatisi, maçı takip ederken ki heyecanı ve mimikleri, aktör Michael Keotan’a olan benzerliği de işin biraz magazinsel kısmı. Caparros gibilerinin futbol dünyasında var olmasının önemli bir şans olduğunu düşünenlerdenim. Caparros’dan sonra Athletic Bilbao’nun, hem iyi bir takım hem de önemli oyuncuları futbol dünyasına veren, bir mahiyete sahip olacağına tüm kalbimle inanıyorum.

10.10.2008

Vay Jürgen! Ne iş?

Hazır milli maç arasına girmişken sezonun şimdiye kadar ki en başarısız kadrolarına baktığımızda Almanya’da Bayern hemen göze çarpan takım olacaktır. Geçen yıl 34 hafta boyunca lider kalıp şampiyon olan, hatta Almanya Kupası ile duble yapan Bayern araya girerken 7 maçta 2 galibiyetle 11. sırada. Dahası yedikleri 13 golle lig sonuncusu Gladbach’tan sonra ligin en çok gol yiyen ikinci takımı.

Hal böyle olunca Jürgen için çatlak sesler çıkmaya başladı bile. Geçen yıl mart ayında Hittzfeld’in gelecek yıl takımda kalmayacağını açıklamasından sonra Klinsmann ile yıllık 12.6 milyon dolar gibi bir rakama anlaşılmasına oldukça şaşırmıştım. Zira yaklaşık 10 senelik bir mazide Bayern ile Klinsmann hiçbir zaman harika bir beraberlik sergilemediler.

Daha oyunculuk zamanında 1995’te Tottenham’dan Bayern’e gelirken kontratına garanti oynar maddesi istemişti. Bunun yanı sıra yıllardır Bayern ile çalışan Addidas’ın ürünleri yerine kendi kişisel giyim sponsoru Reebok’ın ürünlerini kullanmakta diretmişti. (Bu olayı daha sonra defalarca özellikle milli takım seviyesinde gördük) Bayern buna uzun süre dirense de en sonunda oyuncuya bir istisna tanımışlardı.

Almanya’nın başında olduğu dönemde de iki tarafın yıldızı hiç barışmadı. Bayern tarihinin en önemli kalecilerinden Sepp Maier, Klinsmann tarafından milli takım kaleci antrenörlüğü görevinden kovulurken, diğer önemli ismi Oliver Kahn’ı da ikinci plana atmıştı.

Hal böyleyken ne oldu da Klinsmann başa geçti? Bunun cevabı elbette ki 2006’da kimsenin ummadığı bir üçüncülük dahası göze oldukça hoş gelen hücum futbolu.

Velhasıl, Euro2008’de Joachim Löw yönetiminde Almanya finale çıkınca takımın taktiksel dehasının kim olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Ha, Bayern yönetimi bunun farkında değil miydi? Muhtemelen farkındaydı.

Ancak Jürgen’in milli takımda bir proje müdürü gibi dünyanın dört bir tarafından koçlar, fitness uzmanları, scoutlar, psikologlar getirmesi ve değişik futbol filozofilerini harmanlaması anlaşılan Bayern yönetiminin gözünü boyamaya yetmiş.

Ancak gel gör ki geçen sene Almanya’da işin cılkını çıkartan Bayern’den şu ana kadar eser yok. Başlıca sebebi tabiî ki Löw’ün eksikliği. Scoutlar, fizyoterapistler falan iyi de taktiksel anlamda Löw’ün işini yapabilecek biri yok.

İkinci ve belki daha büyük problem ise kulübün tepesindeki babalar. Klinsmann’ın çalıştığı kulübün başında bir avukat ya da ticaretle uğraşan bir başkan yok. Rummenige, Beckenbauer, Hoeness ve Breitner’den oluşan bir yönetimde haliyle işine karışılmadan takımı yönetmesi imkansız hale geliyor.

Bundan sonra ne olur? Şampiyonlar Ligi’nde 2 maçta alınan 4 puan ve liderlik şimdilik biraz Klinsmann’ın postunu koruyor gibi duruyor. Ayrıca ne olursa olsun Klinsmann Almanya için önemli bir insan ve ülke içinde de oldukça karizması var.

***

Bayern’den başlamışken, Almanya’da lider kim? Hamburg. Başında kim var? Tottenham’dan kovulan Martin Jol. Tottenham nerede? Ligin dibinde. Futbol işte!

Dip not: Bir zahmet birileri şu Bundesliga'ya el atsın.

8.10.2008

Son UEFA Kupası ve Galatasaray’ın şansı

Avrupa’nın ikinci kupası UEFA kupası bir türlü dikiş tutturamadı. Aslında hala çok güçlü takımların katılımıyla oynanan önemli bir kupa fakat biraz da Şampiyonlar Ligi’nin varlığı nedeniyle bir türlü yeterli ilgiyi toplayamıyor.

Uefa da bunun kupanın garip statüsü olduğunu düşünüyor. Henüz birkaç yıl önce geçilen ve geçildiği anda saçma sapan olduğu belli olan bu statü geçtiğimiz günlerde değiştirildi ve gelecek sezondan itibaren geçerli olacak yeni statü açıklandı.

Logosu ve ismi de değiştirilen(Yeni Logo: Resimdeki, sarı kırmızı olmuş, fazla bir fark yok, Yeni isim: UEFA Avrupa Ligi veya UEFA Europa League) kupanın yeni statüsü şu şekilde:
48 takımla başlayacak olan kupada 4 er takımlı 12 grup olacak. Grup maçlarının deplasmanlı olması hem zevki arttırması açısından hem de adaleti sağlama açısından on numara bir karar. İlk iki sırayı alacak takımlar Şampiyonlar Ligi’nden gelecek 8 takımla birlikte 32 takım olup 3. turdan itibaren eleminasyon sistemine başlayacaklar.

Eskisine göre kat be kat iyi de olsa sistemin hala eksiklikleri mevcut. Bir kere ilk turda altı maç yapıldıktan sonra geleceğiniz nokta ilk 32. Yani altıda altı yapıp Avrupa’da destanlar yazsanız ve futboldan anlamayanları sevince boğsanız bunu Avrupa’nın ikinci liginde ilk 32 ye girmek için yapmış olacaksınız. Bu kadar fazla maç ile kazanılacak bir UEFA kupasının tabii ki önemi artacaktır ama biraz da zayıf takımlar ile oynanacak maçlar angarya halini alacaktır.

Aslında UEFA Kupası Şampiyonlar Ligi statüsüne getirilse ve Şampiyonlar Ligi’nden takım gelmese en bomba sistem olacak ve gerçek anlamda bir “Kupa 2” ye kavuşmuş olacağız. Fakat Uefa Kupası’nın misyonu Avrupa’da mücadele etmesi zor olan absürd takımlara Avrupa şansı tanımak, önemli liglerde 5-6. olacak takımları motive etmek ve Şampiyonlar Ligi’nin daha ilgi çekici hale gelmesi için 3. olarak elenen takımlara bir şans tanımak. Zaten tüm bunlar olmasa 2. kupa falan olmaz bir tek Şampiyonlar Ligi’ni keyifle izler diğer takımlarla uğraşmazdık. Fakat böyle olunca Milan, Schalke, Sevilla, PSG, Valencia vs. gibi takımları nereye koyacağız? Onlarsız bir Avrupa futbolu olur mu?

Ya da Nijmegen, Borac, Vaslui gibi takımların hiçbir şekilde Avrupa futbolu görme şansı olmasın mı? Daha önce Galatasaray’ın yaptığı gibi Avrupa futbolunun dağından gelen takımlar bağdakileri kovmasın mı?
Tüm bu nedenlerden dolayı UEFA Kupası bu tarz angarya sistemlere biraz mecbur. Fazla takımın olması şart. Uefa Kupası bir anlamda Devler Ligi dışında olanların ligi. Zaten UEFA’nın verdiği isim de bunu kapsıyor: UEFA Avrupa Ligi.

Statülerle ilgili son olarak Şampiyonlar Ligi’nin ikinci turuna değinmek istiyorum. Eskiden yapıldığı gibi ikinci tur da grup şeklinde olsa hem heyecan ve keyif artar hem de başarı zorlaşır. Fakat tabii sürpriz olması daha zor olur ve takımlar daha çok yorulur. Uefa da bunları düşünüyordur muhtemelen.



Saraçoğlu’nda final hayal mi? Evet, hayal…

Galatasaray bu son UEFA Kupası’ndaki temsilcilerimiz içerisinde kuşkusuz en güçlüsü ama aşırı abartıldığını belirtmek istiyorum. Türk medyası ve Galatasaray taraftarı hala kendini 2000 yılında görüyor. Başkan Adnan Polat’ın takımına gaz vermek için “Saraçoğlu’nda final oynarız” demesi veya Haldun Üstünel’in final oynayacağı garantiymiş gibi “Finali Milan’la oynarız” diyerek rakip seçmesi kimseyi gaza getirmemeli, yanıltmamalı. Galatasaray henüz UEFA Kupası’nın favorilerinden biri değil.


Elinizde Avrupa’nın dev takımlarındaki gibi bütçeler yoksa bu takımlar ile başa çıkmak için gerekli olan formül belli. Bu formülü 2000’de Galatasaray’da da gördük, geçen yıl Fenerbahçe’de de.

Öncelikle toplama takım hüviyetinden çıkıp, en az 2 yıldır birlikte oynayan bir iskelete sahip olmak gerekli
İkinci olarak da “taş gibi takım” diye nitelendirmemiz için içeriden çıkan, savaşçı oyunculara sahip olmak.
Üçüncüsü de her ne kadar geniş ve kaliteli kadro önemli olsa da insanların hiç düşünmeden sayacağı bir ilk onbiriniz olmalı.

Bunların hepsine sahipseniz ve bir de elinizde bir tane olmak kaydıyla Hagi veya Alex varsa Avrupa’da ilerleyebilirsiniz.

Ayrıca Galatasaray’ın Avrupa’da başarılı olmasını engelleyecek çok önemli bir de taktiksel faktör mevcut.

Demin de söylediğim gibi Galatasaray UEFA şampiyonu olurken veya Fenerbahçe çeyrek final oynarken takımlarımız üstte saydığım etkenler itibariyle birbirine çok benziyordu. Aradaki tek fark taktiksel anlayıştaydı, Galatasaray önde basan sürekli hücum yapan daha mücadeleci bir takım görüntüsü çizerken, Fenerbahçe rakibini bekleyen, ayağa paslarla rakibi yoran ve teknik oyuncuları sayesinde az gelip öz gelen bir takımdı.

Galatasaray 15 yıldır aynı futbolu oynuyor ve kadrosu şu ana kadar hep bu oyuna yakın isimlerden kuruluydu. Fakat bu sene daha farklı bir kadro anlayışıyla, pivot santraforsuz ve tek forvetle oynuyor. Eskisi kadar kanatlardan gelmiyor. Hal böyle olunca Galatasaray teknik ayakları ile iyi kapanan, sürekli faullerle oyunu durduran rakiplere karşı zorluk çekiyor. Fakat öne geçtikten sonra rakip açılınca boş alan bulan bu isimler ile farka gidiyor. O nedenle Galatasaray’ın ligde attığı farkların hepsinin yanıltıcı olduğu, sert oynayacak ve açık alan bırakmayacak takımlara karşı başarısız olacağı şu an için herkes tarafından görünen net bir gerçek.

Tüm bunlara rağmen eldeki kadro inkar edilemez. Yabancılardan De Sanctis ve Meira dışındakilerin kariyeri düşüşte de olsa kaliteleri ortada. Arda, Lincoln, Kewell, Hasan Şaş, Baros, Nonda’lı bir hücum hattına Topal, Ayhan, Barış, Meira, Servet, Sabri, Hakan ve De Sanctis’li bir savunma hattına yetersiz denemez.

Geçtiğimiz yılki şampiyonlukta ne kadar iyi bir Türk oyuncu iskeletine sahip olduğunu gösteren Galatasaray bu yıl ligde yabancı oyuncuların kalitesiyle ilerliyor. Bu da kadronun kalitesini ve genişliğini gösteriyor. Geniş kadro iyi bir şey ama abarttın mı sıkıntılar yaşaman doğal. Başarılı olmak için mutlaka bir sistemin ve bu sistemde oynayacak banko oyuncuların olması gerekli.

Fakat her şey karman çorban. Her maça farklı bir onbirle çıkıyor Galatasaray. Tek önlibero oynasa olmuyor, tek forvet oynasa olmuyor, bazen yedek kulübesinde Lincoln ile Baros oturuyor vs.

Skibbe’ye de fazla yüklenmemek gerekli. Böyle bir karmaşadan iyi bir takım yapabilmek kolay değil. Halihazırda Rıdvan’ın dediği gibi Türkiye’nin en iyi 20 kişilik kadrosu var. Fakat Skibbe’nin de belli bir iskeleti oluşturması lazım. Bir kere Mehmet Topal bu takımın banko adamıdır, bunu bilmeli. Bunun dışında Meira, Servet, De Sanctis banko olmalı. Arda gibi bir oyuncu varken Lincoln ve Kewell’ın kadroda olması ne kadar doğru bilemem ama bu oyuncular için Arda’yı yedek kulübesine koyma hatasına düşmemeli. Hakan Balta, Sabri, Baros ve Ayhan gibi isimler ise şimdilik uygun bir iskelet için diğer öne çıkan adaylar. Skibbe ise yaptığı açıklamada takımın beş as oyuncusunun Meira, Servet, Ayhan, Kewell ve Baros olduğunu söylemiş.