İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

14.09.2008

İngiltere'de Şampiyonluk Mücadelesine Bakış

İngiltere Premier Ligi'nde her sezon aynı soruyu sorarak başlarız ve her sezon da cevap bölümünde dört şık yer alır: Arsenal, Chelsea, Liverpool, Manchester United kim şampiyon olacak?
        
1992'de kurulan Premier Lig'de dört büyükler arasında Liverpool hiç şampiyon olamazken, dört büyükler dışından Blackburn Rovers 1994/95 sezonunda şampiyon olmayı başarmıştı. Man Utd sekiz, Arsenal dört, Chelsea ise iki şampiyonluk almayı başardı. Geçen sezonun başında Chelsea'nin teknik direktörü olan Jose Mourinho'ya göre Tottenham da şampiyonluk yarışının içinde yer alıyordu ama Tottenham için sezon hiç öyle gitmedi.
        
İngiltere'de alttan gelen takımlar yukarıdakileri tedirgin etse de, arada müthiş bir uçurum olduğunu söyleyebiliriz. Son yılların en atılımcı takımı olan Manchester City, sonunda Arap sermayesinin oldu ve Robinho bombasını patlatarak gözdağı verdiler. Elano-Jo-Robinho üçlüsünün önemli işler yapacağı tahmin edilse de bu takımın zirveyi tehdidi zor gözüküyor. Everton da son yıllarda kadro istikrarına ve başarı istikrarına sahip ama 2004/05'deki dördüncülük bile zorla geldi ve yukarıyı aşamıyorlar. Tottenham'ı da unutmayalım tabii...
        
Olağandışı işler olmazsa şampiyon dört büyükten biri olacak, bu dört takımı tek tek inceleyelim...
        
Son iki sezonun şampiyonu olan ve geçen sezon Şampiyonlar Ligi'ni de kazanan Manchester United sezona bomba transfer yapmadan giriyordu ki, son anda kulüp tarihinin en yüksek bonservis bedeliyle Tottenham'dan forvet Dimitar Berbatov'u transfer ettiler. Giggs-Scholes-Gary Neville üçlüsüyle tecrübe dengesini sağlayan Manchester United, Anderson, Rooney, Cristiano Ronaldo, Tevez gibi dünyanın en yetenekli futbolcularından birkaçına da sahip. Burada, Ronaldo konusuna bir parantez açmak istiyorum. Transfer dönemi boyunca adı Real Madrid'le anılan Cristiano Ronaldo son olarak Real Madrid'i istediğini söylemişti ve ''Ben köleyim.'' açıklamasında bulunmuştu. Bu açıklamadan sonra bile kendisini satmayan ve arka çıkan Sir Alex Ferguson'un kariyerinin sonlarında kendisine yakışmayan bir davranışta bulunduğuna inanıyorum. Malum, 2006 Dünya Kupası sonrasında da aynı şeyler yaşanmıştı ve Sir Alex Ronaldo'ya sahip çıkmıştı. Bu sefer ise Ronaldo'nun terbiye sınırlarını aştığını düşünüyorum ve Ronaldo haricinde Man Utd takımına da antipatiyle bakmama neden oluyor...
        
Son iki sezonun ikincisi Chelsea'ye göz atalım. Geçen sezonun müzmin ikincisi Chelsea, Premier Lig'i ve Şampiyonlar Ligi'ni Man Utd'ye; Lig Kupası'nı da Tottenham'a kaybetmişti. Bu sezona yeni teknik direktörleri Luis Felipe Scolari ile başladılar. Chelsea sezona önemli transferlerle girdi. Savunmanın sağına Bosingwa'yı, orta alanın önüne de Deco'yu transfer eden Chelsea nereden bakarsanız bakın Avrupa'nın en iyi kadrolarından birine sahip durumda. Sadece forvete bir takviye olsa daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Sakatlık sorunu yaşanmazsa bu sezon Premier Lig'i tekrar domine edebileceklerini düşünüyorum. Cole-Terry-Carvalho-Bosingwa dörtlüsü önünde Essien, ortada Ballack-Lampard, önlerinde Deco ve ileride Drogba ile Joe Cole-Salomon Kalou-Nicolas Anelka'dan birisi. Kalede de dünyanın en iyi üç kalecisinden biri olan Petr Cech. Şampiyon olmaya çok yakın bir kadro...
        
Son iki sezonda bu ikilinin arkasında yer alan Liverpool-Arsenal ikilisine de kısaca göz atalım...
        
Liverpool'da taraftarın sabrı taşmak üzere. 1990'dan beri şampiyon olamayan takımda teknik direktör Rafa Benitez her sezonun başında duyduğumuz ''Çalıştığım en iyi kadro'' açıklamasını yaptı. Bu sezonki transferlere bakarsak Robbie Keane dışında hiçbiri dünya çapında üne sahip olan futbolcular değil. Liverpool'un bu sezonki başarısında etki edecek isimler ise bu sezon gelenlerden çok geçen sezon gelenler. Fernando Torres, Lucas, Ryan Babel ve Yossi Benayoun; Gerrard-Mascherano-Kuyt-Xabi Alonso desteğiyle Liverpool'u başarıya götürebilir. Yine de, Man Utd-Chelsea'nin birkaç adım gerisinde kalan bir kadro...
        
Arsenal sezona Flamini ve Hleb kayıplarıyla başladı. Marsilya'dan geleceğin en büyük yıldızlarından biri olan Samir Nasri'yi transfer ettiler. Yine genç bir yıldız olan Aaron Ramsey ve son olarak da tecrübeli Mikael Silvestre transfer edildi. Fabregas'ın önderliğindeki Arsenal'in geçen sezonki gibi heyecan verici futboluyla belki bir süre zirveye çıkabileceğini ve Şampiyonlar Ligi'nde göze batabileceğini düşünüyorum ama şampiyonluk için şansının düşük olduğuna inanıyorum...
        
Son olarak yüzde verecek olursam; Chelsea %50, Man Utd %40, Liverpool %5 ve Arsenal %5 ihtimalle şampiyon olurlar...

10.09.2008

33 yıl, 1000 maç: Peter Shilton

Hatırlarsanız, Gordon Banks’i anlattığımız yazıda efsane kalecinin 1963 yılında bir gün, takımı Leicester City’nin genç takım idmanını izlerken ve 13 yaşındaki kaleciyi beğendiğini ve bunu söylediği menajerinden “Günü gelince kaleyi senden alacak” cevabını aldığını yazmıştık. Gerçekten de genç kaleci sadece 4 yıl sonra Banks’in takımdan ayrılmasına sebep olacaktır. Bu kaleci aradan 33 yıl geçtikten sonra 1996’da son kez bir Premier Lig maçına çıkarak, sayılar açısından görkemli kariyerini sona erdirecektir. Bana kalırsa bu sayılardan başka hiçbir numarası da yoktur. Ama yine de futbol tarihine geçmiş bu ismi, elimden geldiği kadar saygılı ve objektif olarak anlatmaya çalışacağım efenim.... Huzularınızda Peter Shilton.

2. Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin yaralarını saran şehirlerinden birisidir Leicester ve bu şehirde yaşayan Shilton ailesi 18 Eylül 1949 tarihinde doğan oğullarına Peter Leslie ismini verirler. Kendi hâlinde geçen çocukluğunun ardından minik Peter, 13 yaşında okulunun yanı sıra Leicester City’nin minik takımına da gidip gelmeye başlar. Yaşadığı şehir, o zamanlar dünyanın en büyük iki kalecisinden birisi olan Gordon Banks’in de yuvasıdır ve Peter’ın da efsane isimden etkilenerek kaleciliğe heves etmesi hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Daha o yaştan hayalleri dünyanın en iyi kalecisi olmaktır. 1.85’lik boyu ve yeteneği belki bir kaleci için gerekecek en üst seviyede değildir ama hedeflerine ulaşma isteği ve bunun getirdiği çalışma azmi ile hırs Shilton’da fazlasıyla vardır. O kadar ki, henüz 16 yaşındayken Mayıs 1966’da Everton karşısında Leicester City’nin kalesini koruyacaktır. Peşinden gelen 1966/67 sezonunda da Banks’in yedeği olarak fırsat bulduğu zaman başarılı maçlar çıkarır ve teknik heyetin gözüne girer. Sezonu bittiğinde henüz 18 yaşını doldurmamış olan Peter, Leicester City yönetimine resti çeker; takımın birinci kalecisi olmayacaksa başka bir takım gitmek istemektedir. Takım yöneticileri büyük ihtimalle uykusuz geceler geçirdikleri bir düşünme sürecinin ardından belki de hayatlarının en riskli kararlarından birini verirler ve İngilizlere göre dünyanın en iyi kalecisi Gordon Banks satılır.

Shilton’ın Leicester’ın 1 numarası olduğu ilk yıl olan 1967/68 sezonuna ilişkin en önemli ayrıntı, kalecinin 33 yıllık kariyerindeki tek golünü, kendi ceza sahasından yaptığı bir vuruşun Dell kalesine girmesiyle atmasıdır. Sonraki yıl ise Leicester için oldukça ilginç geçmiştir. Takım Lig’den düşerken, diğer yandan FA Cup’ta finale kadar yükselir ancak Manchester United’a tek golle mağlup olur. Shilton ise, Ayrıca FA Cup finali için Wembley’in çimlerine yürüyen en genç kalecilerden birisidir ama birkaç defa daha yarı-final görmesine rağmen bir daha FA Cup’ta final oynayamayacaktır. Sonraki sezon için bazı teklifler alır ama kendisi için Banks’ten vazgeçen Leicester’ı bırakmamaya karar verir. Bu kararı ve İkinci Lig’de çıkarttığı başarılı maçlar ona milli takım kalesini açacaktır.

Milli takımın teknik direktörü Alf Ramsey, 25 Kasım 1970’te Doğu Almanya’ya karşı oynanan özel maçta Shilton’a toplam 125 defa giyerek İngiltere için bir rekor kıracağı milli formayı ilk defa verir. Ancak Shilton’ın milli kariyerindeki yollar 1980’lerin başına kadar hep çok zorlu olacaktır. Öncelikle, 1972 yılında geçirdiği trafik kazası sonrasında futbolu bırakana kadar Gordon Banks’i bekler ve maalesef bu defa rest çekebilme ihtimali de yoktur. Sonrasında ise önce Banks’in yedeği Pat Bonetti ile sonra 1970’lerde hem İngiltere’de hem de Avrupa’da fırtına gibi esen Liverpool’un kalecisi Ray Clemence ile büyük bir rekabete girer. 1970’lerde İngiltere milli takımının teknik heyeti bu iki isim arasında seçim yapmaktan ve hangisini seçerse seçsin basında kopan gürültüden illallah demiştir. Ancak ilginçtir, Clemence’in klüp kariyeri Shilton’a göre çok daha başarılı olmasına rağmen bu isim, futbol tarihine gönülden bağlı kişiler dışındakiler için yabancı sayılır.

Aslında iki isim arasında milli takımın kalecisi için varolan rekabete Shilton biraz daha avantajlı başlamıştır ama yediği bir hatalı gol bu avantajını bir süre için ortadan kaldırır. 1974 Dünya Kupası eleme grubunda Galler’e karşı oynanan ilk iki maçta forma Clemence’indir ancak Alf Ramsey sonrasında iyiden iyiye Shilton’u tercih etmeye başlayacaktır ve üst üste 5 maç ona şans verecektir. En önemli maçlar Batı Almanya’daki D.K’na katılmak için son engel olan Polonya karşısındadır ve deplasmanda oynanan ilk maçta kale yine Shilton’a emanettir. 6 Haziran 1973’teki ilk maçta İngiltere 2-0 yenilmekten kurtulamaz ancak 4 ay sonra Wembley’de oynanacak maçta alacağı galibiyet onu, Dünya Kupası’na gitmesi için yeterlidir. İki takım 17 Ekim’de sahaya çıktığında İngiltere kendisine oldukça güvenmektedir. Maçın ilk yarısı Shilton için neredeyse olaysız geçer ve büyük ölçüde sahanın diğer tarafında dönemin bir başka büyük kalecisi Tomaszwski’nin cansiperane oynunu izler. İkinci yarının başında ise Polonya biraz hareketlenir ve İngiltere kalesine daha tehlikeli gelmeye başlar. 55. dakikada orta sahanın solunda kapılan bir topla başlayan Polonya atağı tek pasla sağdan akan forvet Jan Domarski’nin önüne yuvarlanır ve bu oyuncu ceza sahasının hemen dışından çok da güçlü olmayan yerden bir vuruş yapar. Gerçi kan ter içerisinde oraya yetişen defans oyuncusu (ve eskilerin meşhur futbol oyununa isim veren-çok ciddiyim) Emlyn Hughes görüş açısını biraz engellemektedir ama buna rağmen top çok rahat kurtarılabilecek bir hız ve yönde ilerlemektedir. Ancak, aslında uygun pozisyonu çoktan almış olan Shilton topa acaip bir şekilde atlar ve resmen altından kaçırarak golü yer. Sonrasında “mükemmel kurtarışı yapmaya çalışıyordum ama sanırım o anda öncelikle topu durdurmam gerektiğini unuttum” diyecektir. İngilizler, sekiz dakika sonra Allan Clarke’ın penaltı golüyle eşitliği yakalasalar da Tomaszewski’yi bir daha geçemezler ve 1-1 biten maç sonrasında Polonya Dünya Kupası’na katılmaya hak kazanır. Bu maç aynı zamanda Alf Ramsey’in İngiltere’nin başındaki sondan üçüncü maçıdır ve bu unutulmaz isim 3 Nisan 1974’te Portekiz’e karşı oynanan hazırlık maçında 113. ve son defa görev yapar. Shilton içinse 1970’lerin geri kalanı çoğunlukla Clemence’in gerisinde geçecektir ve hatta 1976 yılında milli takımdan affını ister. Ama tabi bu defa rest çektiği Leicester City değl, koskoca İngiliz Milli Takımı’dır ve Shilton 3 ay sonra tükürdüğünü yalamak zorunda kalır. Buna rağmen, Polonya maçındaki “mükemmel kurtarış”tan sonra 1980 yılına kadar geçen altı yılda milli formayı sadece 14 defa giyebilecektir. Zaten 1970’ler İngiliz milli takımı için de oldukça karanlık bir dönemdir ve futbolun mucitleri 1974-78 Dünya Kupaları’nın yanı sıra 1972-76 Avrupa Şampiyonaları’nı evden izlemişlerdir.

1973/74 sezonunun sonunda Shilton, değişiklik vaktinin geldiğini düşünür ve Stoke City’ye transfer olur. 1976/77 sezonunun sonuna kadar geçen 3 yıl belki de kalecinin hem klüp hem de milli takım kariyerindeki en sessiz sakin dönemdir. Ancak bu deyim yerindeyse fırtına öncesi sessizliktir ve kalecinin kariyerindeki en muhteşem dönemin başlangıcını haber vermektedir. 1977 yılında Stoke City’nin de ligden düşmesi üzerine Shilton, transferini ister ve takımı, Manchester United’ın teklifini kabul eder. Ancak ManU., Shilton’ın istediği parayı çok fazla bularak transferden vazgeçer ve Shilton, o sezon 1. Lige dönen Nothingham Forest ile anlaşma imzalar. Tranferin, yeni sezonun başlamasından bir ay sonra gerçekleşmesi nedeniyle takımın Lig Kupası’nı kazandığı maçlarda oynayamaz ama Brian Clough yönetimindeki Forest’in inanılmaz bir şekilde lige çıktığı sene şampiyon olmasında büyük pay sahibi olur. Ligde oynadığı 37 maçta sadece 18 gole izin verecek ve İngiltere’de “Yılın Oyuncusu” seçilecektir. Ayrıca, şampiyonluğun kazanıldığı maçta Derby County’ye karşı yaptığı bir kurtarış çoğu kimse tarafından kariyerinin en iyisi olarak kabul edilmektedir. Bu başarıları, milli takımın ona yeniden gülümsemesine yol açar ve takımın yeni teknik direktörü Ron Greenwood, Shilton ve Clemence’i dönüşümlü olarak oynatmaya başlar. Bu seçim güçlüğü, Greenwood’un üst düzey yönetim becerilerinin bile sorgulanmasına yol açacaktır. Hatta Nothingham Forest menajeri Clough; “Shilton, kaleciliğin her yönüyle Clemence’ten ileride. İkisini dönüşümlü oynatmak Shilton’a yapılacak en büyük hakarettir” bile diyerek oyuncusunu savunmuştur.

Nothingham Forest, 1978/79 sezonunda Ligi ikinci bitirse de Lig Kupası, Şampiyon Klüpler Kupası ve Süper Kupayı kazanmayı başaracaktır. Lig Kupası ve Ş.K. Kupası’nda bir sonraki yılda da finale ulaşılsa da sadece ikincisi bir kez daha Forest müzesine gidecektir ve bu muhteşem 3 yıl boyunca oynan her maçta Shilton’ın katkısı büyüktür. Kaleci, daha şimdiden 30 yaşında ve kariyerinin 14. senesindedir ve büyük ihtimalle herkes onun artık yavaş yavaş sahneden çekilmesini beklemektedir ama kimse onun hırsıyla daha uzun yıllar oynayacağını tahmin etmemiştir. Yine de 1977-80 arası klüp kariyeri açısından Shilton’ın en parlak dönemi olarak gösterilebilir.

33 yıllık bir kariyerin dümdüz bir çizgide geçmesini beklemek gerçekten de haksızlık olur heralde. Gerçekten de Peter Shilton’ın kariyeri iniş ve çıkışlarla doludur. Ve ilginç şekilde ikinci düşüş dönemi de önemli maçta yediği bir hatalı golle başlar. 15 Mart 1980’deki Lig Kupası finalinin 67. dakikasında Shilton, defans oyuncusu David Needham’la anlaşmazlık sonucu çarpışır ve top maçın tek golü için Wolverhampton Wanderers’dan Andy Gray’in önünde kalıverir. Bunun ardından kalecinin özellikle klüp kariyerinin ve özel hayatının düşüşe geçmeye başladığını görüyoruz. Ancak öncesinde, 1980 yazında İspanya’da düzenlenen Euro 80 finallerinin hayatî önemdeki ikinci maçında İtalya karşısında kaleye geçecektir ve Tardelli’nin 79. dakikada atacağı gol, İspanya’yı yenen, Belçika ile ise berabere kalan İngiltere’nin elenmesine yol açacaktır. Bu Shilton’ın 31. milli maçı olurken, dışarıda iyi arkadaş olduğu rakibi Clemence ise şimdiden 50 maça ulaşmıştır bile.

1980/81 sezonundan itibaren Nothingham Forest bir orta sıra takımı görünümüne bürünürken, Shilton ise daha sonra bağımlılık hâline gelen kumara başlamıştır. Ayrıca evlilik dışı ilişkisi olduğu ve içkili araba kullandığı iddiaları da gazetelerde yer almaktadır. Shilton, 1982 Dünya Kupası öncesinde Forest’ten ayrılmaya karar verir. Bu arada milli takım teknik direktörü Greenwood en sonunda kararını verir. Shilton’dan bir yaş büyük olan Clemence, özel maçlarda forma giyerken, resmî maçlarda İngiltere’nin kalesi uzun yıllar boyunca sadece iki önemsiz istisna dışında Shilton’a emanet olacaktır. 16 Haziran 1982’de, ilk defa milli oluşunun üzerinden tam 10 sene ve 37 maç geçtikten sonra Shilton, Dünya Kupası grup maçlarının ilkinde Fransa’ya karşı oynamak için sahaya çıkar. 3-1 kazanılan maçın ardından İngiltere, Çekoslovakya’yı 2-0, Kuveyt’i ise 1-0’i geçerek ikinci tura çıkar. İkinci turda ise Batı Almanya ve İspanya ile alınan iki golsüz beraberlik, eve dönüş biletini keser. Shilton, 5 maçta sadece bir gol yemiştir ve belki de 1982 Dünya Kupası, milli takım kariyerinin zirvesidir.

Nothinghan Forest’ten ayrılan Shilton, Arsenal’in de kendisiyle ilgilenmesine rağmen milli takımdan arkadaşları olan Kevin Keegan ve Alan Ball’un peşinden Southhampton’a gider ve burada geçirdiği 5 sezonda 1983/84’teki Lig ikinciliği dışında gözlerden uzak bir dönem geçirir. Diğer yandan, İngiltere 1984 Avrupa Şampiyonası’na katılamasa da Shilton’ın milli forma üzerindeki hakimiyeti sürmektedir. 16 Ekim 1985’ tarihinde bizi Wembley’de 5-0 yendikleri D.K. grup eleme maçında 74. defa sahaya çıkarak, Gordon Banks’in en çok milli olan kaleci rekorunu ele geçirir. Aynı maçtan önceki gün Wembley’e koşarak çıkan Abdülkerim Durmaz ise, Wembley’e ilk çıkan Türk olmuştur.

Dünyanın dört bir tarafından milyarlarca insanın dikkati 1986 Dünya Kupası için Meksika’ya çevrildiğinde İngiltere, başaltı takımlardan birisi olarak görülüyordu. Ancak grup maçlarına hiç iyi başlayamayan Adalılar (yazının burasına kadar Adalılar demeden durdum ama artık dayanamadım…) Portekiz’e 1-0 yenilip, Fas ile 0-0 berabere kalır ve ancak Polonya’yı 3-0 yenerek averajla ikinci olmayı başarır ve ikinci tura yükselir. İlginç bir not: Portekiz, İngiltere galibiyetinden sonra Fas ve Polonya’ya yenilir ve grup sonuncusu olarak evine döner. Herneyse, İngiltere ikinci turdaki rakibi olan Paraguay’ı, 3-0’lık rahat bir skorla geçer ve 22 Haziran 1986’da çeyrek final mücadelesi için Azteca Stadında Arjantin’in karşısına çıkar. Hiç uzatmayı düşünmüyorum; “Tanrı’nın eli” ve tüm zamanların en güzel gollerinden birisiyle Maradona, Falkland Savaşı nedeniyle Arjantin’in karşısında boynu bükük durduğu İngiltere’ye güzel bir ders verir.

İngiltere için kötü günler Euro88’de de devam edecektir. Shilton, bizi bir kez daha 8’ledikleri gruptan rahatça çıkan milli takımda 100. maçını Euro88 grup maçlarında Hollanda’ya karşı oynamaya hazırlanmaktadır. Ancak bir önceki maçta İrlanda’ya beklenmedik şekilde 1-0 yenilen İngiltere, Hollanda’ya karşı Van Basten’in 3 golüyle 3-1 kaybeder. Son maçta menajer Robson, Shilton’u kenara çeker ama diğer finalist Sovyetler Birliği de Hollanda ile aynı tarifeyi uygular. Hadi buraya kadar gelmişken milli takım kariyerini bitirelim. 1990 Dünya Kupası için İtalya’ya gidildiği zaman Shilton 41 yaşından gün almaktadır ve Bobby Charlton’un 108 maçlık milli forma rekorunu da bir yıl önce tarihe gömmüştür bile. İrlanda Cumhuriyeti, iki yıl önce olduğu gibi yine İngiltere ile aynı gruptadır ve 1-1 ile yine İngilizlere çelme takmayı başarır. Ancak, Hollanda ve Mısır karşısında oynanan diğer iki maçta Shilton son büyük gösterisini yapar ve İngiltere’yi averajla da olsa gruptan çıkaran isimlerin başında gelir. İkinci turda, Belçika’yı 1-0 geçen Adalılar (artık kapı açıldı bi kere) çeyrek finalde ise Kamerun’u tartışmalı iki penaltı ile 3-2 yenerek, dünyanın önemli bir kısmının nefretini kazanır. Yarı finalde ise rakip Batı Almanya’dır. İlk yarısı golsüz geçen maçın ikinci yarısında Brehme’nin frikiği defanstan sekerek Shilton’ı çaresiz bırakır. Lineker’in bitime 10 dakika kalan golü maçın uzatmalara ve penaltılara taşır ancak penaltılar artık 40 yaşındaki kalecinin kaldırabileceğinden daha fazladır. Bütün penaltılarda köşeyi doğru bilmesine (ya da en azından otobiyografisinde böyle olduğunu ileri sürmesine) rağmen hiçbirini kurtaracak kadar güçlü bir atlayış yapamaz ve İngiltere yarı finalde elenir. Shilton’un milli takımla 125. ve son maçı ise yine kalecinin kariyerine zaman zaman damga vurmuş bir hata ve sonucunda gelen golle hatırlanır. Ev sahibi İtalya’ya karşı oynanan 3.’lük maçının 70. dakikasında, kendisine atılan bir geri pası ıskalayan Shilton, Roberto Baggio’nun topu alıp kaleye bırakmasını çaresizlik içinde izler ve maçın ardından milli formayı bıraktığını açıklar. 32 yaşında tanıştığı Dünya Kupası’nda toplam 17 maç oynar ve bunların 10’unda gol yemeyerek, daha sonradan Fabien Barthez’in de ortak olacağı bir rekor kırar.

Shilton’ın klüp kariyerini de hızlıca bitirmek istersek Southampton’ın ardından 1987-92 arasında Derby County’de oynadığını görüyoruz ve hatta 1988-89 sezonunda Derby ligi 5. sırada bitirmeyi başarmıştır. Bu sıra, İngiliz takımlarının Heysel faciası sonrası Avrupa Kupaları’ndan 5 yıllığına men cezası olmasa UEFA Kupası’na gidebilmek için yeterli olacaktır. 1991-92 sezonunda Derby County ikinci lige düşünce takımdan ayrılır ve aynı ligdeki Plymouth Argyle takımına menajer-oyuncu olarak transfer olur. Ancak 3 sene oynayacağı bu takımla da hemen ilk sezonunda 3. lige düşüverir. Artık tek bir amacı kalmıştır İngiliz Liglerinde 1000 maç oynayan ilk oyuncu olmak bunun için sırasıyla Wimbledon (1994-95, 0 maç), Bolton Wanderers (1994-95, ikinci lig, 1 maç), Coventry City (1995-96, 0 maç) ve West Ham United’a (1995-96, 0 maç) sürüklenir durur. Ama yılmamıştır. 1996-97 yılında, tam 47 yaşındayken üçüncü lig takımı Leyton Orient’e geçer ve burada oynadığı 9 maçla toplam 1005 rakamına ulaşır. Artık futbolu bırakabilecektir. 1980’lerde başlayan kumar alışkanlığının yarattığı finansal sorunlardan kurtulmaya yoğunlaşır ve bugün hayatını çeşitli organizasyonlarda konuşmacı olarak kazanmaktadır.

Kendi standartlarımın dışında bir yazı oldu. Genelde efsane kalecilerin hayatını anlatırken, milli takım ve klüp kariyerini genel olarak birbirinden ayırabiliyorduk ama 33 yıllık bir futbol hayatında bu neredeyse imkansızdı. Yazıya başlarken, normalde adamdan saymadığım Shilton’la ilgili saygımı artıracak bir şeyler bulmayı umuyordum. Ama olmadı. Bana kalırsa Peter Shilton sadece çalışma azmi, hırsı ve buna bağlı olarak üç kuşağı kapsayan futbol yaşamı için takdir edilebilecek bir isim. Bu uzun kariyere baktığımız zaman, sadece 3 yıllık bir zirve var. Onun dışında, Shilton nerdeyse kurtardığı maçlardan daha çok sattığı maçlarla hatırlanıyor. Düşünsenize, adama takılmış tek lakap Brian Clough’ın kullandığı “bizim koca kafa” olmuş.Ayrıca, Nothingham Forest dışında iki defa eline fırsat geçmesine rağmen büyük takımlarda oynama şansını reddetmiş. Büyük ihtimalle Gordon Banks’e bile posta koyması, başından bu yana İngilizlerin onu daha yakından izlemesine sebep olmuş. Bir de 80’lerin ikinci yarısından itibaren, yaşlanmasına rağmen oynamaya devam etmesiyle, böyle şeylere bayılan Adalılar’ın (söz bu son) onu biraz over-rated oyuncu hâline getirmiş. Ne demek istediğimi, yazı boyunca ismini defalarca andığımız Ray Clemence ile Shilton’un başarılarını karşılaştırarak göstermek istiyorum. Bu rakamların ötesinde Liverpool gibi bir efsanenin kalesinde 14 yıl durabilmek var.

Lig Şampiyonlukları: Clemence (5), Shilton (1)
Lig Kupası: Clemence (1), Shilton (1)
FA Cup: Clemence (1), Shilton (0)
Charity Shield: Clemence (5), Shilton (0)
Şampiyon Klüpler Kupası: Clemence (3), Shilton (2)
UEFA Kupası: Clemence (2), Shilton (0)
Süper Kupa: Clemence (1), Shilton (1)
İngiltere Milli Takımı: Clemence (61), Shilton (125).

Daha fazla uzatmıyorum. Bir sonraki yazıda yeniden yakın zamanlara geliyoruz ve Jose Luis Chilavert’in yaşamına ve kariyerine bakıyoruz.

Eyvallah.

9.09.2008

Türkiye ve 2010 Dünya Kupası

2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda yarı final oynayan Türkiye A Milli Futbol Takımı 2010 Dünya Kupası Avrupa elemelerinde altı takımın yer aldığı 5.grupta yer aldı.

Euro2008'de yarı final oynayan dört takımdan ikisinin bu grupta yer alması genel olarak bu iki takımın grupta ilk ikiyi alacağı izlenimi yaratsa da, durum hiç öyle gözükmüyor. Türkiye ve İspanya ilk maçlarını kazanırken, Belçika zor da olsa Estonya'yı geçmeyi başardı. Grubun sürpriz takımı olarak gördüğüm Bosna-Hersek son Avrupa Şampiyonu karşısında çok zorlu bir maç oynadı ve tek gollü sonuca razı oldu.

Genel olarak oluşan ''İspanya rahat birinci, Türkiye rahat ikinci'' kanısına hiç mi hiç katılmıyorum. Birincisi, Türkiye Euro2008'de özetle berbat bir futbol oynadı. Gruptaki İsviçre maçının ikinci yarısı ve yarı finaldeki Almanya maçının ilk yirmi dakikalık bölümü dışında turnuvada çok kötüydük. Her geçen gün daha kötü oynayan bir Milli -olmayan- Takım var.

Grubun en güçlü takımı olan İspanya teknik direktör değişikliğiyle devam etse de işinin zor olmayacağını düşünüyorum. Zayıf rakiplerine puan kaptırmayı gelenek haline getiren Türkiye ve altı yıldır büyük bir turnuvada yer almayan Belçika'ya karşı İspanya bu grubu rahatlıkla birinci bitirebilir.

Türkiye'nin ikincilik için çekişeceği takım Belçika olacak gibi gözüküyor ve bu nedenle de Çarşamba günü oynanacak olan maç fazlasıyla önemli gözüküyor. Belçika'yı tanıyalım...

23 yaş altı oyuncuların katıldığı Olimpiyat Oyunları'nda yarı final oynayarak Avrupa'dan giden dört takım arasında en başarılısı olan Belçika çok heyecan verici bir jenerasyona sahip.

Savunmada önemli bir bonservis ücretiyle Manchester City'ye transfer olan Vincent Kompany'nin yanında Bayern Münih'te forma giyen tecrübeli futbolcu Daniel van Buyten var. Jelle van Damme, Jan Verthongen, Carl Hoefkens de görev alabilecek önemli isimler olarak gözüküyor.

Orta alanda '88li yükselen yıldız Steven Defour ve on beş milyon pound karşılığında Everton'a transfer olan 20 yaşındaki Moruane Fellaini ikilisinin yanında iki tecrübeli isim var. Bunlar da Bologna'da forma giyen Gaby Mudingayi ile PSV'de forma giyen ve yaklaşık yüz maça çıkan Timmy Simons.

Belçika'nın forvetinde üç tehlikeli isim var, ikisi forma giyecek. Twente'de forma giyen ve eski performansını yakalamaya çalışan Stein Huysegems, Fransa'da forma giyen genç golcü Kevin Mirallas ve tecrübeli golcü Wesley Sonck.

Belçika'nın teknik direktörü ise 2006'dan beri takımın başında bulunan Rene Vandereycken.

İki takımın performansları göz önünde bulundurulduğunda Çarşamba günü oynanacak maçın erken olsa da grup ikinciliği açısından çok önemli olduğunu ve çok zorlu geçeceğini, ayrıca da bu grubu ''çantada keklik'' olarak görmememiz gerektiğini düşünüyorum...

5.09.2008

Porto ve Lyon

Avrupa’da 2000 li yıllara hangi takım damgasını vurdu? Bir önceki yüzyılın takımı Real Madrid mi? İki kez Şampiyonlar Ligi şampiyonu olup, bir kez de finalde kaybeden Milan mı? Abramovic’in renklendirdiği Chelsea mi? Yoksa Ferguson’un istikrarlı Manchester United’ı mı?

Tam anlamıyla hiçbiri değil. Elbette yukarıda saydığım takımlar ve bunların dışında Barcelona, Arsenal, Inter, Juventus gibi takımların kuruldukları günden itibaren olduğu gibi 2000li yıllarda da adlarından çok söz ettirdikleri gerçek. Fakat damga vurmak farklı bir anlama geliyor. Adından söz ettirmek, şampiyonluk kazanmaktan fazlası. Ekstra işler yapmak gerekiyor. Örneğin Fenerbahçe 17 kez şampiyon olmuştur ama 103 gol attığı sezon Türk futboluna damga vurmuştur. O nedenle benim adaylarım üstteki takımlardan biraz farklı. Hatta son Quaresma transferiyle artık eminim diyebilirim. Avrupa’da 2000 li yıllara Porto ile Lyon damga vurdu. Bu takımlar oynadıkları ligleri domine ettiler, Avrupa kupalarında başarılar kazandılar, ve en önemlisi bir çok yıldız oyuncuyu futbol piyasasına sundular.

Porto: Miladı 2000 alırsak, 2000 yılında Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale çıktıktan sonra 2002 yılıyla birlikte Avrupa’ya damga vurdular. Kendi liglerinde o yıldan itibaren 6 sezonda 5 kez şampiyon oldular, Mourinho yönetiminde 2002-03 sezonunda Uefa Kupası’nı, 2003-04’de ise Şampiyonlar Ligi’ni kazandılar. Sonrasında 3 kez ilk 16’ya kaldılar. Avrupa’ya ihraç ettikleri en önemli isim Mourinho oldu fakat futbolcu olarak da bir çok önemli isimi Avrupa futboluna sundular, dünyanın parasını kazandılar, kıyamete kadar o paraları saklayacakları söyleniyor.

İşte Porto’nun Avrupa futboluna kazandırdığı bazı oyuncular

Ricardo Carvalho: Mourinho Chelsea’nin başına geçer geçmez 30 milyon avroya onu Chelsea’ye getirdi. 2004-05 sezonundan beri düzenli olarak Chelsea’de ilk onbir oynuyor. Muhtemelen Terry ile birlikte Avrupa’daki en iyi tandemi oluşturuyorlar.

Deco: Şampiyonlar Ligi şampiyonluğundan sonra takımın yıldızı olarak 21 milyon avroya Barcelona’nın yolunu tuttu. 4 sezon istikrarlı bir şekilde Barca’da oynadı, bir Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu da orada kazandı. Bu sezon Chelsea’ye geçti. Portekiz Milli Takımı’nın da en iyi oyuncularından biri.

Pepe: Geçtiğimiz sezon başında 30 milyon avroya Real’e sattılar. Avrupa Şampiyonası’nda bize attığı golle de gösterdi ki Dünya’daki ayaklarına en hakim defans oyuncularından biri. Portekiz Milli Takımı’nın ve Real Madrid’in stoperi, daha ne olsun.

Paulo Ferreira: 2004-05 sezonu başında 13 milyon avroya Chelsea’ye gönderilen Paulo Ferreira o günden beri istikrarlı olarak Chelsea’de oynuyor. Çok sıra dışı bir oyuncu olmamakla birlikte biraz da sağ bek sıkıntısından hep vazgeçilmez oldu. Tam güvenilmediği için yerine sağ bek olmayan Essien de oynadı fakat bu yaz 5 yıllık sözleşmeyi kaptı. Portekiz Milli Takımı’nda sol bek de oynadı.

Bosingwa: Bu sezon başında Chelsea’ye 25 milyon avroya satılan Bosingwa henüz Chelsea’deki oyunu için bir şey diyemeyiz. Ama yine Avrupa Şampiyonası’ndan yola çıkarsak, orada oynadığı oyunla Avrupa’nın en iyi birkaç sağ bekinden biri olduğunu gösterdi diyebiliriz.

Anderson: Geçtiğimiz sezonun başında 18 milyon pounda Manchester’a transfer olan Anderson için ise ilk sezonunda iyi bir performans ile fiyatını hak ettiği söylenemez. Fakat henüz çok yeni ve ilerleyen yıllar ne olacağını gösterecek. Manchester tarihinin Kleberson’dan sonraki ikinci Brezilyalısı olarak kariyerinin Kleberson seyrinde devam etmemesi ve alttaki listeye girmemesi dileğiyle…
Quaresma: Aslında Querasma’yı sırf Porto’nun ürünüymüş gibi görmek pek doğru değil. Çünkü Sporting altyapısından yetişti. Daha Porto’ya gelmeden genç bir star olarak anılıyordu ve Barcelona’ya transfer olmuştu. Fakat Barcelona’da bekleneni veremedikten sonra 6 milyon avroya Porto’ya gitti ve Porto’da oynadığı futbolla ismini Avrupa’nın sayılı yıldızları arasına yazdırdı. O nedenle Sporting – Porto ortak ürünü diyebiliriz. Bu yazın sonunda da 18.6 milyon avroya Inter’e transfer oldu. Bakalım Inter’de beklentileri karşılayabilecek mi? Milli takımda kariyer yapamaması da maalesef Portekizli olmasından kaynaklanıyor, önünde Cristiano Ronaldo var.



Bunların dışında Porto’nun attığı bazı “kazıklar” da mevcut…

16 Milyon dolara Galatasaray’a sattıkları Jardel, Galatasaray’da ve Sporting Lizbon’da birer sezon iyi oynadıktan sonra ortalıklarda gözükmedi, Sonra Türkiye’yi falan ziyaret etti, kokain kullandığını söyledi, şu an Brezilya 2. liginde oynuyor sanırsam.

2005 yazında daha büyük bir takıma gitmesi beklenirken 16 milyon avroya Dinamo Moskova’ya giden Maniche ise bir türlü istikrar yakalayamadı. Aynı sezonun ikinci yarısında beklenilen büyük takım transferini Chelsea’ye giderek gerçekleştirdi fakat oynayamadı. Atletico Madrid’e transfer oldu, geçtiğimiz sezon Inter’e kiralandı. Bu yaz Fener’in gündemine geldi, Atletico Madrid’de kaldı.

Olympique Lyon: 2002 yılına kadar Fransa’da hiç şampiyonluk görmemiş olan Lyon 2002 yılından beri 7 yıldır Fransa Ligi’ni kimseye bırakmıyor. Geçtiğimiz yıl Fransa Kupası’nı da kazandılar. Avrupa’da bir türlü istenilen başarı yakalanamadı ve bu bir çok Lyon’un “şampiyon” teknik direktörlerinin işlerinden olmasına sebep oldu. Fakat Avrupa futboluna kazandırdıkları öyle isimler var ki…

Michael Essien: 2005 yazında 24 milyon pounda Chelsea’ye geçtiğinden beri takımın dinamosu. Sağ bek de oynadı orta saha da. Şu an Lampard, Ballack, Deco gibi isimlerle kanımca Avrupa’nın en kaliteli orta sahasının bir üyesi.

Eric Abidal: Aslında 2002-04 yılları arasında Lille’de gösterdiği performansla kendini tüm Avrupa’ya tanıtmıştı fakat Lyon’a gitmeseydi hiçbir zaman bu seviyelere gelemezdi. O nedenle Abidal’i 3 yıl oynadığı Lyon’un Avrupa Futboluna kazandırdığını düşünüyorum. Geçen yaz Barça’ya geçti.(15 milyon avro) Bence şu anda Dünya’nın en iyi sol beki.

Florent Malouda: 2003-07 yılları arası Lyon’da 138 maçta 25 gol attıktan sonra 2007 yazında Chelsea’nin yolunu tuttu. Geçtiğimiz yıl pek çok maçta ilk on bir oynadı. Şu an da takımın önemli isimlerinden biri. 4-2-3-1 sisteminde 3 kişilik attacking midfielder hattının sol kanadında oynayabilecek Avrupa’daki en iyi isimlerden biri, Uğur Boral’ın gelişmiş versiyonu, Fransa Milli Takımı’nın vazgeçilmezi.

Mahamadou Diarra: 2006 yazında Real Madrid defansif orta saha eksiğini doldurmak için onu transfer etti.(26 milyon avro) Kazanılan iki şampiyonlukta da büyük pay sahibi oldu. Şu an belki de Real Madrid’in en önemli oyuncusu.


Juninho Pernambucano: Lyon’a 2001 yılında geldi. O geldiğinden beri Lyon düzenli olarak şampiyon oluyor. Bu süreçte oyuncular, antrenörler sürekli değişti fakat o hiç ayrılmadı. Geçtiğimiz yaz başında Galatasaray’dan yıllık 4 milyon avro gibi ciddi bir teklif almıştı fakat kulübünde kalmayı tercih etti.(Bu transfer gerçekleşseydi ben şu anda daha mutlu, huzurlu ve neşeli bir insan olurdum, muhtemelen ömrüm 2 yıl uzardı) Kariyeri bittiğinde bir Lyon efsanesi olarak anılacak.


Karim Benzema: Lyon altyapısı ürünü 21 yaşındaki genç star, patlamasını geçtiğimiz yıl yaptı. Bu sene de sürdürüyor. Geçtiğimiz sezon Ligue 1 gol kralı olan Benzema şu an Fransa Ligi’nde oynayan en iyi futbolcu olarak gösteriliyor. Ciddi bir fiyata transferi yakındır.

3.09.2008

O Artık Belçika'nın En Pahalısı

Kimden mi söz ediyorum tabi ki Standard Liege kulübünden Everton'a 18.5 milyon euro transfer olan Fas asıllı Belçikalı Marouane Fellaini'den bahsediyorum.Haftalık 90.000 euro alacak Fellaini'nin bu şekilde toplam maliyeti yaklaşık 25 milyon euro yu buluyor.
20 yaşındaki oyuncu için söylenecek gerçekten çok şey var.Bunlara teker teker geleceğiz.Öncelikle Fellaini'nin yetiştiği Standard Liege kulübünün alt yapısından başlayacağız.
Standard Liege geçen sezon uzun bir aradan sonra şampiyonluk yaşadı.Kadrosunda Anderlecht gibi yıldızlara da sahip değildi.Aksine alt yapısından son yıllarda yetiştirdiği gençlere çok güvendiler.Fellaini-Witsel gibi alt yapıdan çıkan oyunculara güvendiler ve onlara direk ilk 11 de şansı tanıdılar.Alt yapı dışından gençlere de çok yatırım yaptılar.Genk'den 18 yaşındayken alınan Steven Defour'un daha 20 yaşında Belçika'da yılın en iyi oyuncusu ödülünü alması.22 yaşındaki Kongolo forvet Mbokani'nin gol krallığında 2. sırada yer alması gibi daha sayılacak bir çok örneğe sahibiz.Nitekim bu güven ve genç aşısı Standard Liege'i geçen sene Belçika'nın en iyi takımı konumuna getirdi.
Bu önemli detaylardan sonra gelelim Everton'a rekor ücretle transfer olan Marouane Fellaini'nin öyküsüne.
22.11.1987 Fas doğumlu Fellaini Belçika'da yetişen Afrikalılar arasında yer alıyor.Babası Fas'da Raja Casablanca ve Hassania Agadir takımlarında bir dönem futbol oynamış olan Fellaini.Futbola 7 yaşında Anderlecht minik takımında başladı.10 yaşına kadar Anderlecht takımında kaldıktan sonra bu sefer Belçika'nın bir başka takımı olan Mons'a geçti ve 3 yıl sonra da ordan da Belçika'nın Franc Borains kulübüne geçti.Daha sonra Sporting Charleroi takımının dikkatini çekerek bu sefer Charleroi'nin 19 yaş altı takımıyla çalışmaya başladı.Belçika'nın Luciano D'onorfio yönetimindeki oyuncu araştırma ekibi onu bu sıralarda 17 yaşındayken keşfetti ve Fellaini ile ilk profesyonel sözleşmeyi imzaladılar.Fellaini bu dönemden sonra Standard Liege'in 19 yaş altı takımıyla antremanlara ve maçlara çıkmaya başladı.Zaten kısa sürede kendini göstererek A takımla birlikte antremanlara çıkmaya başladı.Bu süreç içerisinde Standard Liege ile toplam 84 maça çıkıp 11 gole imza attı.
Mevkisi orta saha olan Fellaini'nin çok yönlü bir oyuncu olduğunu söylemeliyiz.1.94 lük Fellaini gerektiğinde savunmada bile görev alabiliyor.Ancak tabi ki en sevdiği ve en yararlı olduğu bölgenin ön libero olduğunu belirtmeliyiz.
Fellainin'nin ayrıca Standard Liege takımındaki bu kısa süre zarfında aldığı diğer en önemli başarı ise Belçika'da her sene verilen Ebony Shoe ödülünü kazanması oldu.Yani Belçika'da oynayan en iyi Afrikalı oyuncu ödülünün sahibi oldu.Bu ödülü daha önce Mido,Dindane,Kompany,Tchite,Emile Mpenza,Eric Addo,Amokachi,Babayaro gibi oyuncuların aldığını da düşünürsek Fellaini'nin öneminin bir kaç kart daha artacağını tahmin ediyorum.
Fellaini'nin Everton'a transfer hikayesine gelirsek;
Everton takımının uzun süredir bir ön libero arayışı vardı.Ülkemizden de Galatasaray kulübünün başarılı genç yıldızı Mehmet Topal'la uzun süre ilgilendiler.
Everton'ın Mehmet Topal ısrarı bir yandan sürerken diğer yandan da gözlerini Olimpiyatlara çevirdiler.Fellaini de o dönemde Belçika Olimpik takımı ile Pekin'de bulunuyordu.Ve de turnuvadaki başarılı futbolu ile bir çok menajerin dikkatini çekmeyi başarmıştı.Daha sonra ise Standard Liege'in Liverpool ile oynanan Şampiyonlar Ligi ön eleme maçlarında görev aldı ve zaten ne olduysa bu maçlardan sonra oldu.Fellaini'li Standard Liege Liverpool'a 2 maçta da kök söktürdü ve 2 maçın da skorları 0-0 bitti.Ancak Liverpool'daki uzatmalarda 118. dakikada yedikleri golle Şampiyonlar Ligi hayallerinden oldular.
Mehmet Topal ile Fellaini'nin birbirine yakın özellikleri olduğunun da altını çizmek lazım.2 side uzun boylu çok koşan ve çok yönlü oyuncular.David Moyes'ın kafasında bu tarzda bir ön libero tercihi vardı ve bence istediği tarzda genç ve gelecek vaad eden alabileceği en iyi 2 oyuncuyu istedi.Nitekim önceliklte Standard Liege ile daha sonra ise hem Standard Liege'de antrenörlük yapan takımın temel taşlarından ve de Fellaini'nin menajerliğini üstlenenLuciano D'onorfio ile görüştüler.Transfer görüşmeleri sonuçlandı ve de rekor bir ücrete Fellaini kendisini Everton'lı yapan sözleşmeye imza attı.Ve de bence çok önemli bir iş yapmış oldu Everton.
Evet sonuç olarak transfer döneminin bitmesine ramak kala Everton çok önemli bir transfere imza attı.Biliyorum ki ismi dahi duyulmamış bir oyuncuya bu kadar yüksek bir bedel ödenerek transfer edilmesi çoğu kişinin kısmen tepkisini toplayabilir.Ama ben Fellaini'ye kefil olabilecek kadar ona güveniyorum.Kısa sürede Everton'la da İngiltere'de ismini duyuracağını düşünüyorum.