İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

29.11.2005

Sizin Hiç Takımınız Küme Düştü Mü?

Sizin hiç takımınız küme düştü mü?

Benim bir kere düştü, kör oldum.

Takımımdan ummazdım bunu…



Yazının yazılış amacı hayatımızda hak ettiğinden fazla yer tutan futbolun hayatımızı ne kadar etkilediğini anlayabilmektir.



Yazının başındaki dörtlük futbolun karşılaştırıldığı varlık açısından belki yanlış ama bu kadar ileri gidildiğini göstermek açısından bir o kadar da çarpıcı. Hayatımızın öyle bir yerindeki futbol artık babamızdan çok Drogba’yı görebiliyoruz. Pazartesi gününe nasıl başlayacağımızı hafta sonunda takımımızın oynayacağı maç belirliyor. Yüzümüzün gülmesi ya da sirke satması santrforumuzun ayaklarının ucunda. Futbol artık bizim hayatımızı yönetiyor. Hafta sonları iddia programındaki ilk maçın başlama saatine göre uyanacağımız saat şekilleniyor. Kredi kartları borçları ile programdaki oranlar denk getirilmeye çalışılıyor. Futbol artık iliklerimize kadar işleyen bir kanser gibi. Ondan uzak kalmak krize sokabiliyor insanları. Allah futbolu sevmeyenlere kolaylık versin çünkü bu insanlar Pazar günü televizyonda izleyecek program bulamıyorlar.



Futbol hayatımızda öyle bir yer işgal ediyor ki, şubat ayı ve yazın (eğer dünya kupası, Avrupa şampiyonası gibi bir organizasyon yoksa) yapacak iş bulamayan insanlar haline geliyoruz. Elinden oyuncağı alınmış çocuklara dönüyoruz o zamanlar.



Artık futbol kendimizi ifade etme aracı oluyor. Kendisini tanıtmaya X takımlıyım diye başlıyor insanlar. Ya da hiçbir sivil toplum örgütüne üye olmayan yüzbinler varken, genç Fenerbahçeliler veya ultraaslan’a üye olmayan genç insan sayısı yok denecek kadar az. Artık bir ifade biçimi futbol.



Normal hayatında silik karakterli olan bir insan tribünde aslan kesilebiliyor mesela.Toplum maruz kaldığı haksızlıklar karşısında çok geç örgütlenirken, ülkemize gelmemesi söz konusu olan bir takım için esnafımız hemen bir yerlerden o ülkeye ait beyaz eşyalardan ufak çapta bir yangın çıkartabiliyor. Halbuki biz şairin dediği gibi “gocuklu celep kaldırdı mıydı sopasını katılıveririz sürüye”, ve bu sosyal ortamda da bu huyumuzdan vazgeçmiyoruz. İnsanlar tribünlerde onbinleri tek ses haline getirip tek bir amaç uğruna toplayabiliyor. Yönetilmeye en az tepki gösterdiğimiz yerler takımımızın maçlarını oynadığı tribünler. Gıkımız çıkmaz orda. Her denileni yaparız. Küfür et oğlum, ederiz; sahaya konfeti at oğlum atarız. Feyenord maçında Galatasaray’a sövmenin anlamsızlığını herkes bilir ama Saraçoğlu’nda onbinler bunu bağıra çağıra yapıyordu. 60 bin kişinin küfür edebileceği ve kimsenin bunu garipsemeyeceği başka bir yer var mı sizin bildiğiniz…

Orası bambaşka bir sosyal ortam, orada sizi çevreleyen sorunlar yok, orda patron yok, orda kayınvalide yok. Herkes sizin gibi düşünüyor, herkesin aynı fikirde olabileceği nadir yerlerden biri. Oradaki insanlara sıfırdan, hiç kullanılmamış bir hayat veriyor futbol ve o insanlar da bu hayatı gerçek hayattan daha çok seviyor.

Futbol sizi hiç terk etmeyecek bir sevgili, sizi hep sevecek, elinizi hiç bırakmayacak. Nankörlük yok, aldatma yok. Böyle bir sevgilinin hayatımızda karşımıza çıkma olasılığını düşündüğümüz zaman ne duruyoruz, sevelim takımınızı!!!



O kadar çok insan tanıyorum ki sadece futbol konuştuğu zamanlar nefes aldığının farkında olan ve sadece o zamanlar yaşadığından benim de haberim olan. Coğrafya bilgisi Avrupa futbolundaki takımlar ile şekillenen. Cebindeki üç beş kuruşu takımının ürünlerine harcayan, digitürk elde edebilmek için karısı veya ailesi ile cihat içinde olan, kombine kartı olan arkadaşının hafta sonu şehir dışına çıkmasını dört gözle bekleyen. Futbol sen nelere kadirsin…



Hayatımızda bu kadar önemli olan bir olgunun aslında sadece bir oyun olduğunu ve hayatımızda daha önemli bir çok şeyin olduğunu bize kim ne zaman hatırlatacak peki. 75 yaşında takımımızın maçında kalp krizi geçirdikten sonra başucumuzdaki sandalyede oturan ailenin en genç üyesi mi ? Tamam bende biliyorum futbol sadece bir oyun değil bir çok şey var bu sektörün içinde, her şeyden önce bu bir endüstri, bu asla sadece futbol değil ama bizim hayatımızda bu kadar ön planda olmayı da hak ediyor mu bu melet. Alkol, sigara, esrar gibi bir bağımlılık haline geldi bu oyun. 18 yaşın altındakilere hayatın sadece bu oyundan ibaret olmadığını göstermek için kampanyalar yapmak gerekecek yakında.”Gençlerimizin uefa kupasından başka övünecek şeyleri de olmalı”. Bu ülkenin futbola yorulan beyinlere daha başka yerlerde ihtiyacı var gibi geliyor.



İlk defa iki taşın arasından topu geçirmeye çalışan topluluk bilmeden hayatımıza nurtopu gibi bir problem sokmuş ve o zamandan beri dünya nüfusunun yarısına yakınının hayatında bu sorun var. Fakat birileri bize bu dünyada sadece bir hayatımız olduğunu ve bununda futbol denen oyundan çok daha kıymetli olduğunu hatırlatmalı. Çünkü 90 dakikalar bitip gidiyor ve yeni bir 90 dakika rahatlıkla bulunabilir ama bizim hayat dediğimiz şey çok pahalı ve herkese bir tane veriliyor!!!





Yazının başındaki şiir Cemal Süreyya’nın Sizin Hiç Babanız Öldü mü?, “Gocuklu Celep” Nazım Hikmet’in “Dünya’nın en tuhaf mahluku” şiirlerinden alıntılardır.Gençlerin Uefa kupasından başka övünecek şeyleri de olmalı Cezanın şarkısından alıntılardır.

Almanlar ve İspanyollar

Bir Alman takımının UEFA Kupası’ndaki son zaferi 1996-97 sezonunda Schalke’yle.. Hani ikinci turda, 0-1’in rövanşında Trabzonspor’la Trabzon’da ilginç bir maç sonunda 3-3 berabere kalıp turu geçtikleri sezon. Daha iyi hatırlamak için, Beşiktaş’ın Rasim Kara yönetiminde 1-3’lük deplasman yenilgisinin rövanşında Valencia karşısında erken gol de bulmasına rağmen kronik rahatsızlığı üzere, ne olduğunu anlamadan iki gol yiyip maçı 2-2 berabere tamamlayarak üçüncü turda elendiği sezon. Sezon, bu kupanın finalinin iki ayaklı oynandığı son sezon ve Schalke evinde 1-0 mağlup ettiği Inter’e deplasmanda 1-0 mağlup olup, kupayı penaltı atışlarıyla rahat bir şekilde kazanıyor (Penaltılarda rahat bir şekilde kazanmak!.. Ancak o dönemin bir İtalyan takımıyla, o dönemin bir Alman takımının karşı karşıya gelmesinin mümkün kılabileceği bir durum).

Bir önceki sezon da kupayı Bayern’in kazandığını ve Almanlar’ın kupaya iki senelik bir ambargo koyduğunu bir kenara bırakırsak, bu kupada bir önceki Alman zaferi taa 1980’de Frankfurt’la..

İspanyollar’ın son zaferi daha yakın; iki sezon evvel Valencia kazandı kupayı.. İşin içinde biz yok muyuz? Elbette varız.. Valencia üçüncü turda, Şampiyonlar Ligi’nden gelen Beşiktaş’ı kendi evinde 3-2, İstanbul’da da 2-0 yenerek (Bu da bir başka kronik rahatsızlık mahsülü); dördüncü turda da Ersun Yanal’ın Gençlerbirliği’ni Ankara’da 1-0 yenilmesine rağmen kendi evinde uzatmalarda hak getire 2-0 yenerek eledi… Finalde de maçın yarısını bir kişi eksik oynayan ama o yarıyı bir kişi fazla da oynasa kar etmeyecek Marseille’yı, ilk yarının son anlarında sözkonusu kırmızı kartla açılan perde sonrası 2-0 yenerek kupaya uzandı.

İspanyollar’ın bir önceki zaferine gidersek, Real Madrid’in 1985 ve 1986’daki double ile iki sezonluk bireysel ambargosunu görüyoruz.

Kupanın daha daha geçmişinde bu iki ülke takımlarından Almanlar İspanyollara nazaran daha başarılı.. Zaten o dönemlerde Alman Milli Takımı da başarılı. Ama bu durum kıyas halinde geçerli mi dersek, değil. Zira İspanyollar, Milli Takımlar seviyesinde hiçbir zaman yeterli düzeyde başarılı olamadı.

Ne zaman UEFA Kupası üzerine genel bir değerlendirme yapmaya kalksam konuyu getirdiğim yere geleceğim yine; hiç heveslenmeyin, bu abukluğu yad etmekten kurtuluş yok, çünkü kupa bu abukluk üzerine kurulu..

Avrupa’nın en elit liglerini (Alfabetik yazıyorum) Almanya, İngiltere, İspanya ve İtalya olarak alalım ve bu liglerde geçen sezonu bitiriş yerlerine göre ilk üçer takımı sırayla yazalım: Almanya’da Bayern, Schalke ve Bremen; İngiltere’de Chelsea, Arsenal ve Manchester; İspanya’da Barcelona, Real Madrid ve Villarreal (Villarreal deyip geçmeyin, son birkaç sezondur hem ligde iyiler hem de Avrupa’da); İtalya’da Juventus, Milan ve Inter…

Şimdi, şampiyonları bir kenara koyup diğer sekiz takımın mücadele ettiği bir UEFA Kupası hayal edin.. Ya da etmeyin, boşverin.. Bu kupa Palermo, Espanyol, Bolton, Stuttgart vs. gibilerinin takımı formda tutmak için bir araç olarak görüp hiç ehemniyet vermediği; arada CSKA, Porto, Galatasaray, (Ve en kötü zamanlarında) Feyenoord ve Parma gibi takımların kazanıp bayram ettiği ve akabinde de battığı bir Perşembe günü maç trafiği olsun.

Üç ilginç bir sayı.. En basitinden ıssız bir adaya düşerseniz yanınızada üç şey götürürsünüz; iki şey götürürseniz yetmez, dördüncü şey sizin için lükstür. Ya da cinler ve ak sakallı dedeler karşılarına çıktıkları insanların üç dileğini yerine getirirler..

O zaman ben de işimi “ciddiyetle” yapmak adına Alman ve İspanyol takımları bu kupada son üç sezonda neler yapmış ona bakayım..

2002-03 sezonunda kupaya üç takımla başlayan Almanlar son sekize takım sokamazken, yine üç takımla başlayan İspanyollar’ın dördüncü takımı Malaga (Bildiniz, İntertoto’dan gelme) çeyrek finalde penaltılarla Boavista’ya elendi.. Sezon, Beşiktaş’ın çeyrek final oynayıp Lazio’ya elendiği ve kupayı, Rıza Çalımbay’ın Denizlispor’unu dördüncü turun ikinci maçında topa tutan (2-2’nin rövanşında 1-6) Maurinho’nun Porto’sunun kazandığı sezondur.

2003-04 sezonunda Almanlar kupaya biri İntertoto’dan gelme beş takımla başlarken bunların üçü birinci turda, kalan ikisi de ikinci turda elendi. İspanyollar ise , yine biri İntertoto’dan gelme dört takımla başladıkları kupada dördüncü tura kadar kayıpsız geldiler ve son dörde soktukları iki takım olan Valencia ile Villarreal birbiriyle eşleşti, kupayı da Valencia kazandı.. Sezon, Valencia’nın üçüncü turda Beşiktaş’ı, dördüncü turda da kılpayı Gençlerbirliği’ni elediği sezondur, yukarıda da bahsettik.

Geldik geçen sezona; bu sezonda UEFA, kupayı güzelleştirmek ve kurtarmak gayesiyle yarı-grup sistemini hayata geçiriyor, hatırlayalım, hani bizim Federasyon’un da sanki bu şekilde UEFA Kupası kurtulmuş ve güzelleşmiş gibi, Türkiye Kupası’na aynı gayelerle örnek aldığı sistem..

Kupaya, biri yine ve yine İntertoto’dan gelme üç takımla başlayan Almanlar, bunlardan birini birinci turda, kalan ikisini de grup maçları sonrasındaki turda kaybetti. İspanyolların başlangıçtaki biri İntertoto’dan gelme dört takımı kayıpsız bir şekilde ve hatta Şampiyonlar Ligi’nden gelme Valencia’nın da katılımıyla son 32’ye kaldı ama ikisi bu turda, ikisi bir sonraki turda, kalan Villarreal de çeyrek finalde elendi.

Görüldüğü üzere kendi liglerindeki mücadelelerini ağzımız açık izlediğimiz Alman ve İspanyol takımları, Valencia’yı istisna tutarsak, son dönemde UEFA Kupası’nda bizim takımlarımızdan daha başarılı değiller. Valencia’yı hem öyle, hem de böyle istisna tutalım derim, zira bu kupayı beş yıllık altın dönemleri içinde kazandılar ve bu dönemde kazandıkları diğer başarılar arasında iki Şampiyonlar Ligi finali ile iki lig şampiyonluğu da var. Yani Valencia, diğerleriyle kıyaslandığında birinci sınıf bir takım.

Gelgelelim bu sezona..

Almanlar kupaya, İntertoto’dan gelen Hamburg ile bareber beş takımlı bir başlangıç yaptılar. Bunlardan Kupa şampiyonu kontejanından Mainz, Sevilla’ya (Deplasmandaki 0-0’ın rövanşında içerde 0-2 yenilerek), Leverkusen de CSKA Sofia’ya (0-1 ve 0-1) elenerek kupaya birinci turda veda etti.

Kalanlardan Hamburg A grubuna Leverkusen’i eleyen CSKA’yı deplasmanda yenerek başladı. Sonrasında içerde Viking’i yenip dışarda Monaco’ya mağlup oldu. Grupta 6 puanla lider ve son maçı içerde Slavia ile. Bir mucize olmazsa gruptan şimdiden çıkmış görünüyor. Geçen sezonu kendi liginde bol kazanıp bol kaybederek, içerde iyi dışarda kötü bir grafikle sekizinci bitiren Hamburg, bu sezon ligde erken kopan Bayern’in arkasında Bremen ile beraber başaltını oluşturucaklar gibi (Liginizde bir Bayern varsa, başaltı seviyesi ikinci üçüncü sıraya çıkıyor, pardon Can Evren, başaltı nedir ben de tam bilmiyorum ama kullanmış bulundum).. Elalem tatildeyken İntertoto Kupası’yla başladıkları sezonda duraklamaları da erken oldu. Şimdilerde yine içerde kazanıp dışarda kaybeden hallerine geri döndüler ama her ikisinde de geçen yılkı ortalamalardan daha iyiler. Bozulmadan gelecek ufak da olsa bir atak, Hamburg’u bu kupada iyi yerlere getirebilir. Dahası bu takımın bir de yıldızı var: Van der Vaart.

Yıldıray’lı Hertha’nın yer aldığı C grubunda çok ilginç bir tablo var: Açılışta Steau Lens’i yendi, sonrasında da önüne gelen Halmstad’ı.. Diğer maçlar da berabere bitince dört takım dörder puanla diziliverdi. Hertha’nın Sampdoria ile dışarda, Steau ile içerde iki maçı var. Diğer rakiplerin de benzer şekilde maçları olduğu düşünülürse, iki maçta gelecek bir galibiyet yetmeyip iş averaja kalabilir ve Hertha kupaya erken veda edebilir, herhangi bir şekilde turu geçip daha üst sıralarda da yer alabilir. Bundesliga’da geçen sezon iyi ve istikrarlıydılar, bu sezon da öyleler. Bu özellikleriyle Hertha üzerinde fazla durulmayası bir takım. İşin garibi de bu kupanın tam da bu tür takımlara göre oluşu..

Son birkaç yılın iyi takımlarından Stuttgart bu sezon kendi liginde sırtını beraberliğe dayamış gidiyor (3 galibiyet, 2 mağlubiyet, 8 beraberlik). Her iki kulvarda da dışarda iyi, içerde berbatlar (Bundesliga’da aldıkları iki mağlubiyet de iç sahada, üç galibiyet de dış sahada, dahası UEFA’da içerde oynadıkları tek maçı kaybedip dışarda oynadıkları iki maçı da kazandılar). Kuranyi’nin gidişi takımı etkilemiş görünüyor, Stuttgart kolay gol yemiyor ama atarken de zorlanıyor (Bir İtalyan’dan daha ne beklenir?). Yer aldıkları G grubunda bir sorunları yok; Rapid ve Shaktar ile birlikte gruptan çıktılar denilebilir ama eleme turları başlayınca bu üretkenlik problemiyle nereye kadar giderler, o ayrı..

Bakalım İspanyollar ne alemde:

İspanyollar’ın UEFA Kupası macerası (İntertoto finalinde kaybeden Deportivo ve Valencia’nın da gelmesiyle beş olabilecekken) üç takımla başladı ve onların da biri gitti (Kupa kontejanından Osasuna) ikisi kaldı (Şu bizim Sevilla ile Teplice’i dışarda 1-1, içerde 2-0’la geçen Espanyol)..

Her sezon böyle bir takım çıkartan La Liga’nın geçen seneki flaşı olan Espanyol, UEFA Kupası’nda B grubunda.. Grup maçlarına L. Moskova deplasmanından galibiyetle dönerek başladılar ve grubun derbisinde iç sahada Palermo ile barebare kaldılar. Kalan maçlardan biri kendi sahasında aslan kesilen Brondby ile deplasmanda olsa da, son maç içerde grubun küçüğü Maccabi ile. Yani gruptan çıkmak kolay ama Espanyol’un bu sezonki düşüşü Avrupa’ya yansımaz demek zor.

Sevilla ise malum Beşiktaş ile aynı grupta.. Birinci turda Mainz’i nasıl eledikleri, geçen yazılardan birinde ve bu yazının yukarılarında bir yerde konumuz oldu.

Bu sezon bambaşka bir takım olan Sevilla; şu ana kadar ligdeki konum itibarıyle çok farklı gözükmese de (Civar takımlar ile puan farkının azlığını hesaba katalım ama) yenilenen orta saha ve hücum bloğu, ve dahi Ramos’un gidişine karşılık farklı bir stratejiyle telafi edilen savunma anlayışı sayesinde takım ve oynanan futbol çok değişmiş; prese dayalı iyi savunma yapan ve kolay gol yemeyen bir takım yaratmışlar. Yukarıda benzer noktalardan eleştirdiğim Stuttgart’dan ayrıldıkları nokta, iç sahada gol bulmakta o kadar zorluk çekmiyor olmaları.

İstikrar bu kupada bir anlam ifade ediyorsa eğer, Sevilla’yı iyi işler yapacak takımlar listesine dahil etmek lazım.. Ayrıca Sevilla’nın oyun anlayışı, bu kupadaki geçmiş başarı örneklerine bakarsak, mevcut ve Şampiyonlar Ligi’nden gelecek babayiğitlere rahatlıkla meydan okuyabilecek şekilde kurgulu..

Eh, madem öyle gelecek yazı da İtalyanlar ve İngilizler üzerine olsun..

22.11.2005

Göze Batanlar

Daha önceki bir yazıda, Şampiyonlar Ligi’nden 3. olup elenerek UEFA Kupası’na katılacak takımlar gelmeden yorum yapmanın anlamsız olduğunu savunmuştum. Bu 8 takımın belirleyiciliğini yanlış algılamamak gerek. Genellikle gelip kupayı kazanıyorlar diyemeyiz (Genellikle kazanamıyorlar, hatta genellikle ilk 4’deki oranları da düşük) ve UEFA Kupası’nda mücadele eden takımlardan daha üstdüzey olduklarını da… Oradan Betis gelecekse burada Sevilla var, oradan Udinese gelecekse burada Roma var; ya da örnekler çoğaltılabilir. Ama fizik olarak iyi, moral olarak kötü sayılabilecek bir şekilde gelip dengeleri değiştirdiklerini kabul etmek gerek.

UEFA Kupası’ndan bu sezon farklı tatlar beklememizi sağlayacak birkaç madde vardı yine de…

Mesela Roma’yı, uçan kuşa tekme atılan Serie A’nın dışında bir organizasyonda izleyecek olmak; Totti’yi, Cassano’yu, vesaireyi, yani Serie A’da senelerdir büyük transferini bekleyip “idare eden” bir dolu yeteneği, belki burada işi biraz ciddiye alırlar beklentisiyle ve farklı bir gözle izleyecek olmak…

İki çizgi dışı İngiliz takımının (Bolton ve M’brough), yıllardır süren bir geleneği, İngilizlerin ülke dışında hiçbir şey yapamaması sorununu aşıp aşamayacağına şahitlik etmek…

Son birkaç yılda Avrupa’da yükseliş içerisinde olan Fransızların, hem de 4 temsilciyle bunu devam ettirip ettiremeyeceklerini görmek (Strasbourg, Marseille, Lens, Rennes)…

Portekiz’in dördüncü bir takımı var mıymış (Guimares) öğrenmek…

Kulüp bazında bir temsilcisiyle geçen sezon bu kupayı alarak sükse yapan, Milli bazda bir başka temsilcisi de Dünya Kupası elemelerinde bizi bozguna uğratan Kuzey Avrupa futbolunun, kısmen akrabalığımız da bulunan yeni fenomenini (Zenit değil elbet, Shaktar) desteklemek…

(Bu listeye Almanlar ve İspanyolları katmıyorum, zira onlar biraz farklı)

Ama, bu ve benzeri beklentilerimizin önüne çekilen bir engeli de tartışmaya açmakta fayda var:

Geçtiğimiz sezon Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Liverpool ile UEFA Kupası’nı kazanan CSKA’nın, birbirine şaşılacak derecede benzeyen biraz ürkek, biraz mütevazi, ama can yakan futbolları pek dikkat çekici.. Bu yüzden midir; herhangi bir maçta, herhangi bir grupta, herhangi bir organizasyonda favoriler işi rölantide yürütmeyi, kendilerine topluca meydan okuyan bu mütevaziler güruhuna gitgide benzemeyi ve onları bireysel yetenek farkıyla safdışı bırakmayı yöntem olarak tercih ediyorlar?

Belki de, ölümünün onuncu yılında Heleno Herrera’nın laneti, hayatında hakettiğini düşünüp görmediği ilgi nispetinde sahnede..

Çok üstü kapalı olduysa şöyle özetleyelim: Herrera’nın 60’larda dünya futboluna empoze ettiği Catenaccio yüzünden küçük takımlarla başa çıkamaz hale gelen büyükler, Hollandalılar’ın 70’lerdeki Total Futbol devrimine kadar, gitgide onları taklit etmeye başlamışlardı.. Bu yıllarda dünya üzerinde oynanan futbol da (Brezilyalılar ve Arjantinliler’inki dahi) halen hatırlanıp hatırlanıp eleştirilir.

Gerçekten de son yıllarda uluslararası arenada oynanan futbol, 60’lardakine benzer bir yönde ilerliyor.

O yıllarda sahne alıp bir buçuk Dünya Kupası (70 ve azıcık 74) gören fakat yerel lig bazında İtalya ve İspanya dışında yayılma şansı bulamadan Holandalılar tarafından temizlenen, rakibi oynatmama temelli Catenaccio virüsü (Total Futbol’un ilk yerel yayılma alanları da İspanya ve İtalya’ydı, bir bakıma temizlenmesi kolay oldu), 90’lardan itibaren kendini ufak ufak gösterse de, önce Fransızlar, sonra da Brezilyalılar tarafından başarısız kılınmak suretiyle unutturuldu.

Şu örnekleri kendi kendimize inceleyelim: Son Serie A şampiyonu Juventus, Son Şampiyonlar Ligi şampiyonu Liverpool, son UEFA Kupası şampiyonu CSKA Moskova, 2001 / 02 ve 2003 / 04 İspanya Şampiyonu Valencia…

(Parantezi görüp çekinmene gerek yok Oben, senden değil Maurinho’dan bahsedeceğim; onun durumu biraz farklı, gerçi Valencia’nın ikinci şampiyonluğu ve kazandığı UEFA Kupası’nda da durum biraz farklı, şöyle ki bunlar temelde oynatmama değil oynama mantığıyla hareket ediyorlar, diyeceğim Porto ve Chelsea’yi bu sınıfa katmayalım ama Benitez yönetimindeki Valencia dahil olsun)

Bu yukarıdaki örneklerin mantığıyla hareket eden takımlar Şampiyonlar Ligi’nde daha fazla ismen büyük takım bulunduğundan, daha fazla çekingenler ve esas sahneleri şimdilik bizim konumuz olan UEFA Kupası.. Lakin oraya sıçramaları da uzun sürmeyecek gibi. Bunu destekleyen bir başka unsur da Chelsea’yi yanlış yönden taklit edecek takımlar silsilesi.

Daha fazla öngörüde bulunmadan meseleyi asıl vitrin olan Dünya Kupası’na endeksleyelim. Çünkü futbol ekollerinin daha rahat yayılmak için ihtiyaç duyduğu reklam en iyi bu vitrinden yapılabiliyor. Yani bir şeyler değişecek veya temizlenecekse bunun miladı önümüzdeki yılın ortaları olacak gibi.

Konumuza dönersek:

Şimdi elimizde iki kutuptan iki örnek var; mütevaziler sınıfından (Luce’nin sevdiği bir rol) Shaktar ve kalbur üstünden Roma; ya da sizin atfedeceğiniz diğer örnekler..

Keşke Şampiyonlar Ligi’nden kimse gelmese de bu mücadeleyi daha detaylı inceleyebilme şansımız olsa..

Milli takımlarından da belli ki, Ukraynalıların ihtiycı olan şey, onları modern futbola göre yönlendirecek bir Neo-Lobanovski. Ama bu isim Lucescu olursa işler biraz değişip yukarıda bahsettiğimiz noktaya geliyor. Elindeki sihirli değneğiyle (Özgüven meseleleri) Shaktar’ı Ukrayna futbolunun zirvesine yerleştiren Luce için, Galatasaray ve Beşiktaş’ta olduğundan daha gerçekçi bir hedef var şimdi; zira elinde bilenmeye daha müsait futbolcular var (Olmalı).. Ve bu kupa, bu hedef için gayet müsait, hem yapısı, hem geçmiş örnekleri bakımından…

Roma ise Capello’nun anti-futbolunun izlerinden yeni yeni sıyrılabiliyor (Bkz. Totti’nin haftasonu oynanacak Roma – Juve maçı öncesi Capello ile ilgili açıklamaları). Bunda herhalde Capello’nun takıma son on yıllarda yegane başarı tattıran kişi olmasının payı vardır.

Kariyeri çok parlak olmasa da, Udinese’de yaptıklarından çıkardığımız netice, Spalletti’nin Roma’nın zengin bölgesi olan ofansif oyunculardan farklı bir biçimde faydalanma yoluna gideceği.

Eğer Roma yönetimi, Capello sonrası hiçbir teknik adama tanımadığı şansı Spalletti’ye tanır ve takım Capello’nun bıraktığı izlerden dağınık olarak kurtulmaya devam etmek yerine disiplinli ve sistemli olarak sıyrılabilirse, birkaç yıl daha Serie A’da değil belki ama, bu yıl UEFA Kupası’nda Roma en büyük favori.

Yakınımızda olmasından dolayı değil, farklı şeyler deniyor olmasından dolayı Sevilla’dan da bahsetmek gerek ama bu, İspanyollar başlığı altında ve Almanlar ile beraber değerlendirilebilir diye düşünüyorum..

18.11.2005

Bundesliga'da Neler Oluyor - 2: Başaltı Takımları. Ne Demekse!

İlk olarak Dortmund geliyor. Ligde üçüncü, dördüncü olabileceğinden değil tabi. Bundesliga’nın tarihine, kulübün gerçek anlamdaki gücüne(bunun başında taraftar gelir) bakarak bir değerlendirme yapsam, Dortmund’u 2. seviyeye koymak büyük bir ayıptır. Hatta herhangi biri Bundesliga’yı değerlendirirken Dortmund’u en üst seviyeye koymasa sağlam bir “siktirgit” i hakeder. Bu açıklamayı başta Delorean arkadaşımız olmak üzere Dortmund severleri kırmamak için yapıyorum. Sitenin takipçilerinin yaş profilini de göz önünde bulundurursak, Dortmund’u 90’lardaki ihtişamlı performansıyla tanıyanımız sayıca çok. Bu değerlendirmeyi, şu an geçerli olan kadro kalitesi, mali durum gibi etkenleri göz önünde bulundurarak yapıyorum ve Dortmund belki de başaltı? sayılabilecek bir durumda bile değil. Yine de futbola gözünü 90’larda açmış biri olarak Westfallen takımını daha aşağıya itmem olanaksız.

Sadede gelirsek Dortmund çok acılı günler geçirmesine rağmen bence “şükür buradayız” diyebilecek bir konumda. Geçen sene unutamayacağım bir haber yer almıştı gazetelerde. Dortmund, çok masraf olduğu gerekçesiyle oyuncuların maç sonrası formalarını dağıtmasını yasaklamıştı. Bence ne kadar acınası bir durum olduğu ortada. Sezon başında Ewerthon’u kaybetmeleri, daha sonra sezon başladıktan kısa bir süre sonra Koller’in sakatlanması(ve sezon sonu ayrılacak olması tabi) Dortmund’u bir kez daha sarstı. Son iki seneye bakarsak Dortmund adına olumlu şeyler söylemek de mümkün tabi. Bir kere yönetim geçen senenin ortasında Hollandalı teknik adam Bert van Marwijk’i yollamak yerine istikrarı seçti. Ne kadar doğru bir karar olduğunu geçen senenin ikinci yarısı göstermişti bizlere ve 2. yarının en başarılı takımı oldular. 70000 civarı ortalama seyirciyi hiçbir zaman kaybetmeyeceğine inandığım bu efsane takım, bu sene de Smolarek ve Odonkor’dan tam performans alarak gururunu koruyor. Koller ve Ewerthon’un eksikliğini daha iyi kapatamazdı bu ikili. Delron Buckley ise geçen seneki performansından uzak. Bielefeld’den birkaç gömlek yukarıda bir kulüp Dortmund. Bizde Anadolu’da parlayıp 3 Büyüklere gidip orda sönen yıldız adaylarına benziyor bir nevi. Teknik direktörü, ortasahası ve defansının bir süredir fazla değişmemiş olması en büyük avantajı Dortmund’un. Ben onların geçen seneki gibi sonradan açılacaklarını ve şu an bulundukları 10.sıradan çok daha iyi bir yerde sezonu tamamlayacaklarını düşünüyorum. Biz 90’ların çocuğuyuz daha kötüsü de kalbimize iner valla.

Ordan geçiyoruz bir başka post-ihtişam periyodu yaşayan Leverkusen’e. Onlar da 21.yüzyıl’a iyi giren ama girmekle yetinen bir takım. Daum’un başlattığı yukarı trend, Topmöller döneminin sonunda bitti diyebiliriz. Geçen sene olduğu gibi bu sene de UEFA’ya katılmak yapabilecekleri en iyi derece. Kadroları hiçbir zaman ahım şahım olmadı ama bu sefer o yakaladıkları havadan da uzak duruyolar. Berbatov – Voronin Doğu Avrupa ikilisi bu takımı izlemekten hoşlanmam için tek neden açıkçası. Kadrolarında bulunan genç yıldızlar onların iyi bir yapılanmayla yeni bir yükselişe geçebileceklerinin sinyalleri. Kaleci Adler, orta saha oyuncusu Castro, Barnetta(dün Türkiye’ye karşı izledik), Dum gibi oyuncular genç yaşta takımda yer buluyolar.(Adler oynamadı ama Hazirandaki U20 turnuvasından hatırlayacaksınız yeteneklerini). Özellikle İspanyol Castro, 87 doğumlu olmasına rağmen şu ana kadar 12 maçın 11’inde sahadaydı. Geçen sene devre arasında kontrat imzalayarak A-takıma geçen genç İspanyol’un adından ileride sık sık bahsedeceğiz. Onun dışında savunmadaki Brezilya’lı bolluğu ilgi çekici. Athirson, Juan ve Roque Junior 3’lüsü geride teknik kapasiteyi arttırıyor. 21 gol atıp 21 gol yemeleri ve oynadıkları maçların hepsinde gol atıp, hepsinde gol yemeleri düşündürücü ve kanımca savunma hattı hakkında şüphe uyandırıcı.

Geldik Stuttgart’a. Bence biraz şanssızlar. Daha doğrusu film karakterlerini hatırlatıyorlar bana. Fakir ama gururlular, zenginler tarafından sömürülüyorlar.(Magath’ın Bayern tarafından çalınışı.) Bu arada ellerine bir miktar para geçiyor.(Sene başında Hleb ve Kuranyi’nin satışından gelen 20M avro üzeri para) Ama bu para onların daha önce görmediği büyüklükte bir para. Ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Sonra bir ermişe gidip parayı ona veriyolar.(Trappattoni gelir.) Cahil ne bilsin, ermiş ne derse yapar bu parayla. (Tommasson, Gronkjaer ikilisine yatırılan paralar.) Her neyse bu kadar zırva yeter. Hleb ve Kuranyi gibi sırtlarını dayadıkları iki oyuncuyu kaybetmek Stuttgart’ın mecburi bir yeniden yapılanmaya gitmesine neden oldu. Bence Tomasson ve Gronkjaer iyi oyuncular ancak esas olay, maddi olarak yeterince güçlü olmayan takımın iyi teklifler karşısında direnememesi. Aslında transfer sezonunun hemen başında toplam 500.000 avro bonservis bedeli harcayarak, Hitzlsperger, Bierofka ve Magnin’in transfer etmişler, takımımız bu, başka transfer de yapmayacağız demişlerdi. Sonra Hleb ve Kuranyi’nin satılması her şeyi altüst etti ve sezon başladığında bu yapılanma hala bitmiş değildi. Bence onun sıkıntısını yaşamaya devam ediyorlar ve sezon arasına daha iyi bir yerde gireceklerine eminim. Hatta sezon sonunda ilk 5 te olmalarına garanti gözüyle bakıyorum ben.

Yıldıray’ın takımı Hertha Berlin ise bu kategorideki bir başka takım. Onlar iyi başladılar. Geçen sene son maçta Şampiyonlar Ligi’ni kaçırmışlardı. Takımda geçen seneden değişen hiçbir şey yok. Kadro aynı desek yalan olmaz. En büyük avantajları bu istikrar. Kadroları ligin en iyilerinden değil ancak bu istikrar, onların daha iyi kadroların üzerine çıkmalarına yardım edebilir. Teknik direktör Falco Götz, tanıdık ve sempati duyduğum bir isim. Yıldıray’ın da bu takımda olması onları desteklemem için zemin hazırlıyor. Başlarında da HSBC ismi olmasa tam olacak valla. Her neyse takıma bu sene katılıp da gerçekten iyi işler yapan bir isim var. O da Pantelic. Transferin son günü geldi Berlin’e. Takımın eksik noktası olan forvette yer buldu ve gollerini de attı. Sırp oyuncu oynadığı 9 maçta 4 gol atarak Berlin takımının “istikrarlı santrafor” eksikliğine çözüm olacak gibi duruyor. Falco sarkık liberoydu ve zamanında o pozisyonda oynayan bir çok teknik adam gibi o da vazgeçmiyor bu sistemden. Van Burik bu yüzden kritik bir oyuncu. Friedrich, Simunic gibi iyi ve de kanat savunmasına iyi kademeye giren iki stoperin de varsa benim seni bu sistem öldü diye eleştirmeye hiç hakkım yok. Hele Otto ve Yunanistan’dan sonra asla. Herta bu sene, geçen yıl bitirdiği noktada; 5.sırada duruyor. Şampiyonlar ligine kalırlarsa hiç şaşırmam.

Çok uzamasın diye burda kesiyorum. Wolfsburg, Gladbach’ı içeren kaygısızlar diye bir chapter açabilirim.

13.11.2005

Yetti Artık İsyan Ediyorum

Kimse hakeme, UEFA'ya, Fatih Terim'e ve oyuncularmıza küfreden İsviçreilere suç atmasın. 2 sene önceki İngiltere maçından beri bu kadar ezildiğimizi hatırlamıyorum. Futbolun adaleti olsaydı İsviçre bize orada en az 4 atmıştı. Kaybetmek için elimizden geleni yaptık.

Ben artık isyan etmek istiyorum. Şunlardan bıktım:

1. Hiçbir maç iyi oynayamamıza rağmen, bütün yorumcuların ve futbol camiamızın, millilerimizi neredeyse her takıma karşı favori göstermesinden:

Elinizi vicdanınıza koyun ve lütfen söyleyin: Türk milli takımının son 2-3 senedir, milli gururumuzu okşayan, göze hoş gelen, baştan sonra üstün oynadığı üst düzey bir maç izlediniz mi (hazırlık maçlarını saymayalım lütfen)? Bu gerçeği bilmemize rağmen göz göre göre İsviçre gibi takımlar karşısında millilerimiz kağıt üstünde favori. Nedenmiş? Bizim takımımız bireysel yetenek bazında onlardan daha iyiymiş. Ey akılsız! Sana hatırlatırım: biiiiirrr, Futbol bir takım oyunudur. İkiiii, senin takımın bireysel açıdan gözünde büyüttüğün gibi de değildir. Bizim en üst düzey oyuncularımız Emre, Nihat, bir de Halil&Hamit Altıntop kardeşlerdir. Tamam, iyi oyuncular ama bu saydığım dört ismin hiçbiri de Avrupa’nın birinci sınıf oyuncularından sayılamazlar. Sayılsalardı dördünden biri Chelsea, Man. United, Barcelona, Real, Bayern, Milan, Juve gibi dünya klasında kulüplerin birinde oynardı.

Şimdi gelin isterseniz İsviçre kadrosuyla Türkiye kadrosunu karşılaştıralım. Bizim iki senedir Avrupa’da final oynayan Milan’da hiçbir oyuncumuz oynamıyor. Ancak İsviçreli Vogel bu takımda oynuyor. Forvetleri Alexander Frei, Türkiye liginden 20 kat daha kaliteli ve şeffaf bir lig olan Fransa 1. Ligi’nde yıllardır Rennes forması altında gol krallığına oynamakta. Genç stoperleri Senderos’a bilemedin bir-iki yıl sonra Arsenal savunması Campbell’dan miras kalacak. Vonlanthen, Avrupa’nın en çok potansiyel vaat eden genç forvetlerinden. 4 Eylüll 2004'te İsviçre'nin Faroe Adalari'ni 6-0 yendiği maçta hat-trick yaparak Dünya Kupası elemeleri Avrupa ayağında bugüne kadar hat-trick yapan en genç oyuncu, 19 yaşında, geçen senenin Şampiyonlar Ligi yarı finalisti PSV’de oynuyor. Bu geceki maçta sol kanadımızı deşen Magnin, Stuttgart’ta oynuyor. Türkiye ilk 11’inde ise en iyi 2 adamımız Hamit ve Emre yok. Almanya’da gol kralı olmaya giden Halit yedekte, ahı gitmiş vahı kalmış Hakan Şükür oyunda. Tuncay, Ü. Özat, Selçuk, Serkan özverili oyuncular fakat kariyerlerindeki en büyük başarı Anelka’yla aynı sahada idman yapabilmek. Nihat milli takımda hiçbir zaman Sociedad’da oynadığı gibi oynamadı. İ. Toraman’ın bekçiliğini yaptığı BJK defansının durumu ortada. Volkan desen Schalke maçında yediği gol yeter. Alpay, Rüştü gibi isimler ise zaman zaman üst düzey performanslar göstermiş olmalarına rağmen profesyonellik kavramları eksik olduğundan kariyerlerinin her basamağında mutlaka bir aksaklık yaşıyorlar. İngiltere bizi Euro 2004’ün dışında bırakırken genç Rooney’i 17 yaşında oynatan Eriksson’u alkışlayan zihniyet, Nuri Şahin’in oynatılmamasına hiçbir ses çıkarmıyor.

Kulüp düzeyinde de İsviçre Türkiye’yle bence aşağı yukarı aynı düzeyde. UEFA’da şu anda 2 temsilcileri var: Basel ve Grasshoppers. Bizim 1: Beşiktaş. Şampiyonlar Ligi’nde temsilcileri olmaması bizi aldatmasın; Basel 2 sene önce Şampiyonlar Ligi’nde Fenerbahçe’nin hiç gidememiş olduğu kadar yol gidip çeyrek final oyamıştı.

Basında İsviçre için şöyle dendi: çok koşan, takım oyunu oynayan, ancak kabiliyeti sınırlı takım. Pekala İsviçre basınında da Türkiye için şu denmiş olmasın: Çalım atmaktan başka bireysel hiçbir kabiliyeti olmayan, teknik ama fizik gücü zayıf, sıcakkanlı, tehlikeli fakat takım olmayı becerememiş bir ekip?

2. Duran toplardan, özellikle de yan toplardan gol yememizden:

Hiç yan topları ve yatay ölü top organizasyonlarını (kenardan frikik, korner) savunmakta zorlanmayan bir Türk takımı gördünüz mü? Aslında bu soruyu, “savunma yapmayı becerebilren bir Türk ekibi gördünüz mü” diye de değiştirebiliriz. Her maç aynı hikaye. Adam paylaşımı sıfır... Zıplamadan yan top savunmaya çalışan Türk savunması... Bunu altyapıda ya da antrenmanlarda öğretmek bu kadar mı zor?

3. Korkak, temposuz, çirkin futboldan:

Kazanmak, kaybetmek bir yere kadar... Ama milli takımın oynadığı hiçbir maç izleyeni eğlendirmiyor. Psikolojik baskı mıdır, stres midir, artık bilemem. Milli takım maçlarında hem oyuncular, hem seyirciler hep tutuk. Okan ve Alpay dışında “tekmeye kafa sokacak oyuncu” yok. Derbilerde bas bas bağıran seyirci, milli takım maçında gık çıkarmıyor. Bir de Trabzon gibi yerlerde milli takıma küfrediliyor, orası ayrı. Kim bilir Şırnak’ta maç oynansa ne olacak? Hiçbir zaman yüksek tempolu bir oyun oynayamıyoruz. Hep yan paslar, hep yatay dripling vs vs... Oynadığımız tüm maçlarda takım olmamaktan kaynaklanan bir disiplinsizlik, bir uyumsuzluk. Tahminimce Türk oyuncusunun takım oyununa yatkın olmamasından ve profesyonel düşüncesinin olmamasından kaynaklanıyor. Yaratıcılık, güzel futbol, ille de Ronaldinho gibi 7 adamı birden geçip topu doksana takmak değildir. İyi kurulmuş bir pas üçgeni, iyi bir arapas, güzel uygulanmış bir ofsayt taktiği bile seyircinin yüzünü güldürebilir. Bizim milli takımda ise paslaşma, top kazanma, orta yapmak yok. Oyuncularımızın çoğu kalenin 2 metre yakınına gelene kadar şut bile atmaya korkuyor. İsviçre maçında kaleye 3’ten fazla şutumuz yoktur herhalde. En büyük yaratıcılığımız oyunun temposunu düşürmek pahasına adam çalımlamak. Nereye kadar?

Gerçek şu: milli takımımız iyi bir takım değil. Güzel oynayamıyor, kazanmasını beceremiyor. İsviçre’den iyi hiç değil. Doğru, İsviçre’yi İstanbul’daki maç sonrasında eleyebiliriz. Hiç de sürpriz olmaz. Ancak elesek de elemesek de şu 2002’deki Dünya üçüncülüğünün getirdiği at gözlüğünü atmamız gerek. Ne yani? Bulgaristan da 1994’te Düyna 3.’sü olmuştu. Bir de şu aptal gururu bırakıp da mütevazı olmak, çok çalışmak gerek. Milan imparatoru Fatih Terim başımızdaymış, bana ne? Tek bir teknik direktör futbol fakiri bir ülkeyi 3 ayda nasıl yola soksun? Devir kendiyle hesaplaşıp çok çalışanın devri. Çalışmayıp böbürlenene ne yazık ki ekmek yok.

12.11.2005

Bir Devrin Sonu: United'ın çöküşü

Şampiyonlar Ligi kuralarının çekildiği zaman Premierleague yazarı Can Özenç ile konuşuyorduk. Bir önceki yazımın sonunda da belirttiğim gibi çekilen şanslı kuralar sonucu Arsenal ve Manchester United’ın önünün açık olduğunu düşünüyordum. Ancak o zaman bana Can, “ bu iki takım fazla İngiliz futbolu oynuyor, bu adamlar kıta Avrupası futbolu ile karşılaştıklarında tökezlerler” demişti. Nitekim Can haklı çıktı. Akdeniz futbolunun karakteristik özelliğinin İngiliz futbol takımına ters geldiği bilinir. Ve Portekiz, İspanyol ve Fransız takımlarının arasında United sonuncu olarak bu görüşü bir kez daha kanıtladı. Elbette bu çöküşün tek sebebi bu ters takımlar değil. Ancak bu grup sonunculuğu artık United için bir dönemin kapandığını kanıtlar nitelikdeydi. Nitekim United 11 yıl sonra ilk defa ilk turda elendi.



Futbol dünyasının en çok kar eden kulübü ne yazık ki, Glazer’in başa geçmesi ile bu kaynaklarını kullanamıyor. Hatırlarsanız daha önce de yazdığımız gibi kulübün yeni sahibi Malcolm Glazer, Roman Abramovich’in tam tersine United’ı bir şirket gibi yönetiyor. Uzun süredir Wayne Rooney dışında önemli bir yıldız katılmadı. C.Ronaldo’yu unuttuğumu sanmayın. Takıma geldiğinde bu çocuğu sadece Portekiz U21 maçlarından biliyorduk, yoksa yıldız falan da değildi. Ki kaldı ki bana göre hala da değil. Ortasahanın ortasında ciddi problemleri var United’ın. Butt’ın yazın satılması, Keane’in sözleşmesinin feshedilmesi sonucunda zaten çok kısıtlı olan kadro iyice daraldı. Giggs ve Scholes’un artık yaşlarının iyice ilerlediğini göz önünde bulundurmamız lazım. Flatcher gibi alttan yetişenler de takımı kurtarmaya yetmiyor. Ancak görünen o ki United’ı çok daha zor günler bekliyor. Business Week’in haberine göre takımın anasponsoru Vodafone desteğini çekmeye hazırlanıyor. Bu durumda United mali sıkıntıya girecektir.



Diğer takımlara kısaca değinecek olursak, şanslı kuralar çeken Arsenal, Barcelona ve Inter gruplarında fazla zorlanmadan birinci sırayı aldılar. Ancak, Chelsea ve Bayern’in gruplarını ikinci sırada bitirmesi yüzünden hiçbir grup lideri takımın teknik direktörünün kuralar çekilene kadar grup liderliği keyfini yaşayabileceğini düşünmüyorum.



Bu sezon en çok sevindiğim konulardan biri de Porto’nun sonunculuğu oldu. 2 sezon önce şampiyon olarak şu an ikinci sınıf kadrosu ile cepten yiyen Porto geçen yıl şanslı bir kura ile gene yine bir üst tura çıkmıştı. Bu yıl ise Artmedia, Porto’ya gereken ayarı çekerek erkenden Avrupa’ya veda etmesini sağladı.



Geçen yıl Fenerbahçe’nin grubunda iken izlediğimiz ve gayet kötü bir takım olan Sparta Prag, eğer öneleme oynasaydı bu yıl katiyen kupaya katılamazdı. Doğrudan kupaya katıldı ve sonuncu oldu, benim beklediğim bir sonuçtu.



Herkesin gözü Barcelona, Juventus, Chelsea gibi takımların üzerindeyken çaktırmadan en baba topu oynayan takım yine Lyon. Rahat bir şekilde grup lideri oldular. Fransa’da açık ara liderler. Olası bir Bremen eşleşmesinde yine geçen yıl ki tarifeyi yapacaklarından eminim.



Hollanda’nın iki temsilcisi de yollarına devam etmesini bildi. Bunun dışında İtalya diğer bir başarılı ekip oldu. Juventus, Milan ve Inter gruplarını lider bitirirken Udinese yoluna UEFA Kupası’nda devam edecek. En başarısız ülke ise Yunanistan oldu. 2. torbadan kuraya giren Panathinaikos ve 3. torbadan giren Olimpiakos gruplarında sonuncu olarak kupaya veda ettiler.



Benden şimdilik bu kadar. Kuralar bi çekilsin, şubata kadar gene konuşuruz.

10.11.2005

Bundesliga'da Neler Oluyor - 1 - Ağır Toplar

Bir baktım ki en son 5 Eylül de yazmışım Bundesliga hakkında. O zaman bu zaman neler oldu bir bakalım. Bir kere Bayern aldı gidiyor. Hamburg deplasmanı dışında pek durmadılar ve şu an Werder Bremen’in 5 puan önünde liderler. Şampiyonlar ligindeki performanslarına da bakılırsa geçen sene başlayan Magath-Bayern birlikteliği iyi gidiyor. Hatta iyiden de öte; Bayern ligde ezici bir üstünlük kurmayı başardı. Hamburg deplasmanında kaybettiler, Schalke deplasmanında ise son dakikada yedikleri penaltı golüyle galibiyeti kaçırdılar. Onun dışında çelme takabilen olmadı Bavaryanlara. Kalede Kahn iyi bir sezon geçiriyor. Bence en önemli takviyeleri Ismael oldu. Lucio ile birlikte çok iyi bir ikili oluşturdular ve Kahn’ı da eklediğinizde görüyorsunuz ki orası sağlam bir kale duvarı olmuş. Orta saha zaten Ballack, Demichelis, Deisler, Ze Roberto, Jeremies, Scholl, ve Schweinsteiger(daha da var ama saymak bile zor) ile çok güçlü. Forvette ise bana göre dünyanın en iyi 5 forvetinden biri olan Makaay’a sahipler. Onun dışında kadro genişlikleri-özellikle orta saha ve forvette- imrenilecek düzeyde. Kahn, Lucio, Ismael üçlüsünden biri ciddi bir sakatlık yaşamazsa bu sene Bundesliga’nın tozunu atarlar gibi duruyor. Ama Lucio, Ismael ikilisinin bozulması takıma zarar verebilir, pek de alternatifleri yok o bölgede.

Ligin kralı bu durumda peki rakipleri kim olabilir? Bence en ciddi rakipleri Werder Bremen. Thomas Schaaf ile istikrarı yakaladılar. Karşı yarı sahada topu o kadar estetik ve yararlı kullanıyorlar ki izlemeyi en sevdiğim takımlar. Ama daha transfer sezonunda söylediğim gibi defanslarını tamamen değiştirmek zorunda kaldılar ve bu her takımın kaldırabileceği bir yük değil. Ismael’i ne kadar tutmak isteseler de Bayern istediği zaman alıyor biliyorsunuz. Onlar da Naldo’yu alarak defansta bir tane uzun boylu Brezilyalı stoper bulundurma furyasına katıldılar. Genelde bu tip oyuncular takımın ofansif gücünü arttırsa da hepsi Lucio kadar sert ve mücadeleci oyuncular olmuyor. Eğer bu teknik Brezilyalı defansın yanında mücadeleci ve müdaheleci, sert bir stoper olmazsa takımın defansif gücünü azaltıyor. (Luciano’nun Tomas ile uyumunu örnek verebilirim. Burda Naldo Luciano oluyor ama yanındakilerde Tomas tarzı bir oyuncu pfofili göremiyoruz.) Ismael’in gidişi bu açıdan takıma çok zarar verdi. Onun dışında orta saha ve hücum hattı konusunda pek sıkıntıları yok. Klasnic ve Klose birlikte oynamaya alışmışlar. Orda da tek sorun alternatif eksikliği. Micoud’un liderliğinde 3.senesine giren Werder karşı yarı sahada topla oynarken izlemeye kesinlikle değer. Zaten 12 maçta attıkları 32 gol bunu açıkça kanıtlıyor. Klose de en iyi sezonlarından birini geçiriyor, 12 maç sonunda 12 golle krallık yarışında zirvede.

Burdan geçiyorum Hamburg’a. Bayern hazretlerini yenebilen tek takıma bir başka deyişle. Van der Vaart transferiyle bu sene takımın bir üst seviyeye çıkıp CM diliyle, “title challenge” hedefinde olacağını herkes tahmin etmişti. Ben Intertoto kupasında oynamış olmaları gerekçesiyle erken form tuttuklarını ve sezonun bir noktasında ciddi bir düşüş yaşayacaklarını düşünüyorum. Son 4 haftada sadece 1 galibiyetleri var. UEFA Kupasında da ciddi sınavlar verdiklerini ve bu tempoya alışık olmadıklarını düşünerek bu senenin en iyi serisini artlarında bıraktıklarını ve bundan sonra daha zor ve kötü günlere gireceklerini söylüyorum. Umarım beni yanlış çıkarırlar ve lige renk katmaya devam ederler. Van der Vaart şu ana kadar 9 maçta attığı 6 golle takımın en etkili ismi ve beklentileri boşa çıkardığı kesinlikle söylenemez.

Geldim tuttuğum takıma, Gelschenkirchen’in Kral Mavileri Schalke04’e. Türk futbol kamuoyunun en yakından tanıdığı Alman takımı bu sene Schalke. Fenerbahçe’ye karşı oynadıkları 2 maçta da iyi takım olduklarını gösterdiler bize. Geçen sene çok etkili ve bence uyumlu olan Ailton-Sand-Asamoah üçlüsünü aradıklarını düşünüyorum. 12 maçta 14 gol atmaları bu kadar ofansif görünümlü bir takım için düşündürücü. Soren Larsen çok iyi bir oyuncu ancak Sand ile özellikleri benzer. Sand’ın yakında bırakacağını düşünürsek Larsen çok önemli bir parçası olacak Schalke forvetinin. Sağda Asamoah(Rafinha’nın gelmesi ile Hamit de oraya kaymaya başladı.) oynarken solda benzer pozisyonda oynayabilen solak Ailton’u kapatacak oyuncuya sahip değiller. Kuranyi dribbling konusunda daha becerikli Larsen ve Sand’a nispeten, ama geçen sene Ailton’un açık alanda oynadığı oyunun benzerini ortaya koyması tarzına ters. Ragnick yeni transferleri sistemine uydurmaya çalışarak benim sevmediğim bir tutum ortaya koydu aslında. Bunun yerine 4 lü orta sahaya dönüp Larsen-Kuranyi ikilisini kullansa daha iyi ederdi diye düşünüyorum. Sand ne kadar iyi bir oyuncu olsa da, ona olan saygımı çok az oyuncuya göstersem de karşı gelinemeyecek tek faktör olan zaman onu da zayıflattı. Asamoah-Ernst-Lincoln-Kobiashvili orta sahası(yedekte de Hamit-Poulsen-Bajramovic… ufff be kadroya bak) bence daha efektif olurdu. Bu sayede takımda alternatif sayısını da arttırmış olurdu. Bence elindeki kadroyu yeterince efektif kullanamadı şu ana kadar Ragnick. Tabi bu sene Şampiyonlar Ligi’nde oynuyor olmaları da onları muhakkak zorluyordur. Takımda bu tempoya alışık az oyuncu var. Onlar geçen sene Werder Bremen’in yaşadıkları sorunun bir benzerini yaşıyorlar ve kanımca aynen Bremen gibi Şampiyonlar Ligi grup maçları sonrası Bundesliga performansları artacak.

İlk olarak bu seneki ağır toplar olarak gördüğüm Hamburg, Bayern, Schalke ve Werder’i değerlendirdim. İkinci bölümde Stuttgart, Hertha, Leverkusen, Wolfsburg, Dortmund ve Gladbach gelecek.

Das Genie Daum

Christoph Daum 24 Kasım 1953 Doğu Almanya doğumlu. Henüz yedi yaşındayken Batı Almanya’ya kaçıyor.



* Dikkat etmemiz gereken yönler burada başlıyor. Daum yedi yaşındayken ne kadar bilinçliydi bilmiyoruz ama en azından ailesi için şunu söyleyebiliriz.”Azimliler, kendilerine sunulanla yetinmiyorlar ve daha iyilerine ulaşmak için zorlukları göze alabiliyorlar.



Berlin üstünden yapılan yolculuk sonunda Daum Köln’de spor eğitimi alıyor. Yalnız çoğu zaman dile getirdiği gibi sanat okumak da istiyor ama spora yöneliyor. Sanat daha sonra hayatına giren kadınlar ile ilk sohbet konusu oluyor.



* Özellik iki: Entelektüel, çekici ve kadınların dikkatini çekebilen bir erkek. Bir erkek olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ilk bakışta dikkat çekici olabilmek başka bazı şeylere bağlıyken sohbet aşamasına geçildiğinde zeki olmak kadınların erkeklerde hoşlandığı özelliklerin başlıcasıdır. Buraya bir demecini eklemek kendisinin görüşü açısından çok şey ifade ediyor. “Bende güzellikten öte bir şey var, Güzellikten daha önemli, derin”. Şimdi o şeyin ne olduğu ya da Daum’un ne kastettiği üstüne derin konuşmaya gerek yok ama bunun kesinlikle sarı saçları olmadığı kesin.



Daha sonra 1981-1985 yılları arasında Köln genç takımını çalıştırıyor. Daha sonra 1986-1990 yılları için Köln’de terfi görüyor ve A takımı çalıştırıyor. 1990-1993 yıllarını Stutgart antrenörü olarak geçiriyor. 1994-1995 yılarında Beşiktaş’ın başında Herr Daum. 1997-2000 yıllarında Bayer Leverkusen antrenörü olarak ülkesine geri dönüyor. Sonra Avustria Vienna ve arkasından Fenerbahçe’nin başında.Bu süreçte 92’de Stutgart ile Almanya şampiyonu, 94’te Beşiktaş ile Türkiye kupası 95’te lig ve Cumhurbaşkanlığı kupası kazandı. 2003’te Vienna ile Avusturya Şampiyonluğu ve yine aynı yıl Avusturya kupasını kazandı. Leverkusen ile ligi 3 kez ilk ikide bitirdi. Leverkusen onun döneminde klasik Alman takımı havasından Avrupa’da adı geçen kulüp seviyesine terfi etti. Tüm bunlar zaten Daum’un bilinen başarıları ve onun iyi antrenör olduğunu en azından başarılı sayılacağının göstergeleri. Ama biraz irdelendiğinde altında başka şeylerin yattığını ve biraz dram ve komedinin iç içe olduğu bir Türk filmi havası var.



Tam Alman milli takımının başına gelecekken başına gelenler, kadınlar kokain ve dahası. Daum biraz kırdan kente gelen; orda nüfus tabelasına artı 1 yazan, dönerken yazdığını silen, tekrar bir tabela bulup oraya +1 yazan, tam artık oralı olacakken eski ve tutkulu olarak bağlı olduğu sevgilisi tarafından çağrılan ve bir türlü ona kavuşamayan bir aşık gibi. Bunu Karl Marx özetlemiş “Sevginiz karşılığında bir sevgi doğurmuyorsa talihsizliktir”. Daum hep Almanya’yı sevdi ama Almanya ona bir türlü yüz vermedi.Ama onu tam olarak reddetmedi de. Nazlı bir sevgili gibi sürekli ona umut verdi ama onun sevgisinin yarısını verenlere sattı kendini. Daum Türk filmlerinde emrahın kızkardeşi rolündeydi. Belki de kendiside böyle düşünürken başladı kokaine. Kim bilir ? Bir insanı kokain gibi bir belaya çoğu zaman çaresizlik, nadiren zevk sürükler. Adamımız Daum şöyle düşünüp kokainin kucağına düşmüş olabilir.





“Was soll uns denn dasewig schaffen “Neden bu anlamsız yaratılış

Geschaffens zunichts hig weg zwaffen” Yok olacaksa bir gün her yaratılmış”

GÖTHE (Faust)





* Bu noktada Daum’un özelliklerine bir yenisini ekleyebiliriz. Tamam her düştüğünde yeniden kalkmasını bildi ama düşüşlerinde kanuni sayılmayan yollara da başvurmaktan kaçınmadı. Bu noktada en önemli destekçisi Alman basınına göre Angelica Camm. Bu kadın Daum’un hayatına Mallorca’da ev alması sırasında girdi ve aldığı evin emlakçısının karısı. Yani zaaf bir olarak kadınları ekleyebiliriz. Bu kadın için Daum eşi ve çocuklarını bıraktı Angelica’da kocasını. Kokaine Angelica sayesinde alıştığı Alman tabloid gazetelerinin sayfalarını süsledi. Türkiye’de de Daum’un kadınlarla ilişkileri gazete sütunlarına taşındı ve Daum bunlarla ilgili olarak sadece şu yorumu yaptı “hakkımda yazılan hikayeler”. Oya Aslı Başarır Daum’dan hamile kaldığını Daum’un baskısı sonucunda kürtaj olduğunu iddia etti. Herkesin hayatta zaafları var ve bunları gizlediğimiz sürece toplumda saygın bir rol edinebiliyoruz ama Daum bunları gizlemekte biraz başarısız herhalde. Ayrıca adamımızın bir zaafı da yalan olsa gerek ve bunu inkar etmiyor kendi ağzından söyledikleri bunu önemli göstergesi. “Unutmamak lazım, insanlar para ve seks konusunda her zaman yalan söylerler.”





Tüm bunlar yaşanırken Daum tam tutkulu aşkına kavuşacakken ortaya çıktı bu kokain olayı ve komplo olduğunu söyleyip kendisinin bir doğu alman olduğu için bu olayların başına geldiğini anlatmaya çalıştı. Ama testler Doğu-Batı ayırımı yapmıyordu ve gerçekler adamımızın kokain kullandığı doğrultusundaydı. Peki bundan sonra kahramanımız ne yaptı. Tekrar düştüğü yerden kalkmasını bildi. Kriz yönetimini en iyi şekilde başardı ve “kalça ağrılarım için birkaç kez kullandım” dedi. Yalancı damgası biraz ağır ama yadsınamaz bir gerçek olsa gerek. Tüm bunlardan sonra Beşiktaş Daum’a kucak açtı.



Daum’un en iyi yaptığı şeylerden biri ise (ki bunu bence zekası ile açıklamak mümkün) çalıştığı ülkelerin yerel değerlerine saygı duymak ve ona güvenen insanları mahcup etmemek için çalışmak. Televole muhabirlerine verdiği cevap bunun en önemli göstergesi. Kapadokya gezisinde kendisine uzatılan feshi “Atatürk’ün yasakladığı şeyi ben takmam” diyerek kibarca reddetti.



* Artık bu noktada kimsenin reddedemeyeceği bir özelliğini altı çizili rahatça yazabilirim. Adamımız çok zeki.



Değinmek istediğim noktalar Daum’un özel yaşamından kesitlerle Daum’u biraz daha anlamaktı. Yoksa kişisel görüşüm Daum’un çok iyi bir antrenör olduğu değil ama bazı yadsınamaz gerçekler ortadayken Daum’a deli demenin de doğru olmadığı açıkça ortada. Ama Daum’a futbol açısından Dahi demekte çok kolay değil.Pierre ve Alex ile yaşadığı sorunlar, Avrupa başarısızlıkları, Türkiye’nin genç yeteneklerinin kadro derinliğinde boğulması olumsuz yönleri. Tamamen kişisel görüşüm ise Fenerbahçe’nin Daum ile devam etmesidir. Hedefi Avrupa’da kabul görmek olan bir kulüp en azından yıldızları ve antrenörü ile Avrupa seviyesinde olmalı ki en azından yurtdışında ilk hatırlanılan kulüp aşamasına gelsin.Burada biraz etinden sütünden ve yününden faydalanma mantığı var ama bu işler biraz böyle ilerliyor.

Fakat Atilla Kıyat’ın görüşüne de kayıtsız kalmak mümkün değil. Türk gençliğine bundan kötü bir örnek sunmak biraz zor. Şimdi kimse bunlara deyinmiyor adamımızda işine bakıyor ama Fenerbahçe biraz kötü gitmeye başlarsa medyamız et kokusunu alan sırtlanlar gibi Daum’un üstüne saldıracak ve bel altı vurarak Daum’un kokain olayına gireceklerdir ve bu hakikaten gençlik için iyi bir örnek değil. Ama şu aşamada Fenerbahçe’nin sırf bu yüzden Daum’dan vazgeçmeyeceği de açıkça ortada. Keşke bu seviyede futbola bakabilsek ama ne yazık ki bizim bakışımız bundan çok daha ilkel. Daum Fenerbahçe’ye lig şampiyonluğu hediye ettiği müddetçe tam olarak bilmemekle beraber Daum rahat yaşantısına devam edecek. Ta ki sevgilisi “Aşkım sen benim tek gerçeğimsin. Geçmişi unutup tekrar beraber olalım” diyene kadar.





Yazının yazılışı sırasında AKTÜEL dergisi ve Ayşe Arman röportajlarından yararlanılmıştır.

1.11.2005

Ada'da Değişen Bir Şey Yok

İngiltere’de 2 hafta öncesinden beri değişen pek bir şey yok. Bu yazıda işte o değişen iki-üç şeye değinmeye çalışacağım.

Değişen en önemli şey ligde Chelsea’yi zorlayabilecek tek takım oldğunu iddia ettiğim Manchester Utd’ın bu yükü kaldıramayacağını kanıtlamasıydı. 22 Ekim’de Tottenham’la Old Trafford’da 1-1 berabere kalan Şeytanlar, bu hafta Middlesborough’ya deplasmanda 4-1 gibi ağır bir skorla yenilince hem güvenlerini kaybettiler hem de camia karıştı. Premier League’in kurulduğu 1992 senesinden beri ligi adeta domine eden United, bu sene de şampiyon olamazsa, bu sene zarfındaki şampiyonluksuz geçirdikleri en uzun dönem olacak. Daha anlaşılır bir şekilde söylemek gerekirse, bu takımın 13 senedir şampiyonluklarının arasındaki maksimum süre 2 yıl. Sir Alex Ferguson döneminde yazılmış bu destan, şu anda usta koçun başına roket gibi geri tepmiş durumda. Başarıya alıştırdığı camia artık hep daha fazlasını beklediğinden, artık ihtiyar teknik direktörün istifasının geldiği konuşulur oldu. Rooney, C. Ronaldo, Henize ve Fletcher gibi genç isimlerle yeniden yapılanmaya çalışan United, 3 senedir bu işi bir türlü beceremedi desek yeridir. Denenen isimlerden, büyük ümitlerle alınan Djemba-Djemba, Kleberson, A. Smith, Saha gibi oyuncular bir türlü bekleneni veremedi. Daha da ileriye gidersek, Cristiano Ronaldo da dahil olmak üzere, Rooney ve Heinze dışındaki tüm yeni oyuncuların (yeni derken, son 3 sene zarfında kulübe dahil edilmiş olan) hiçbiri, istikrarlı ve bir United oyuncusuna yakışan performansı sergileyemedi.

Bu noktada kişisel görüşüm, Sir Alex’in bu “yeniden yapılanma” sürecinde, bildiği metodları kullanması ya da takımı bırakması gerektiği yönündedir. Ferguson Manchester’ı altyapıdan, ada kökenli transferlerden, veya İskandinavya’dan gelen oyuncularla Manchester yaptı. Son 15 senenin Man Utd’lı efsane futbolcularına bakalım: Schmeicel, Irwin, Pallister, Beckham, Keane, Giggs, Sheringham, Scholes, Yorke, Cole, Johnsen vs vs... Tamam Yorke belki Tirinidad&Tobago’lu fakat uzun süredir İngiltere’de yaşıyordu. Gelmek istediğim nokta şu: Manchester, Londra kadar kozmopolit bir şehir değil. Her ne kadar yetenekli olursa olsun, İngiltere’ye uyum sağlamakta güçlük çekecek, İngilizce bilmeyen oyuncuları getirirken bir daha düşünmekte fayda var. Premier League’e son 3 senedir akmakta olan Latin oyuncların çoğu bu yüzden harcanıyor. Chelsea bunu başarabiliyor çünkü başındaki Mourinho Portekizce, İspanyolca ve İngilizce biliyor. Koçluk kariyeri boyunca 3 ülke gezmiş ve yardımcıları da çokuluslu. Arsenal desen takım zaten Fransız kolonisi gibi. Kaldı ki, Kuzey Fransa’dan gelenlerle Güney Fransa’dan gelenler arasında bile dağlar kadar uyum süreci farkı oluyor. Ada’da başarılı olmuş Fransızlar’ın çoğu Orta ve Kuzey Fransa’dandır. Liverpool da hızla İspanyol kolonisi olma yolunda ilerliyor. Eğer Ferguson bu süreci başarıyla tamamlayamazsa daha nice Veron’lar, Kleberson’lar, Djemba-Djemba’lar harcanacak.

Peki United için hiç iyi şeyler yok mu? Eh, var bi iki tane... Van der Sar takıma çok iyi uyum sağladı mesela. Bir de Rooney & van Nistelrooy ikilisi müthiş güzel oynamakta. Son olarak da O’Shea’nin sürekli artan formu onlar için sevindirici olabilir. Ama o kadar... Daha fazlası değil.



Bir de uyanan devin uyanması misali yavaş yavaş silkinen Newcastle var. Ligin ilk 4 maçında bırakın galip gelmeyi, gol bile atamayan Newcastle, son 6 maçta 4 galibiyet aldı. Souness bu çıkışlarını, takım kimyasının yavaş yavaş oturmasına ve Emre’yle Owen’ın sakatlıklarının tam olarak düzelmesine bağlıyor. Bense kolay fikstüre ve takımın birbirini yavaş yavaş tanıyor olmasına bağlıyorum. Kaldı ki, sezonun flaş ekibi, şu anda lig 2.’si olan Wigan’a da 3 hafta önce 1-0 yenildiler. Son iki maçları WBA ve Sunderland’leydi ve saydığım bu iki takım şu anda ligin en dibindeki iki takım. Owen’in son 5 maçta 4 gol atması, Emre’nin harika oynamaya başlaması tabii ki onlar adına sevindirici. Üstüne üstlük artık emektar gol makinası Shearer’ı da sürekli yedek soyunduruyorlar. Yerine Ameobi başlıyor. Bu hafta WBA karşısında kulübü adına 197. golünü kaydeden efsane forvet, Milburn’ün elinde olan 200 gollük kulüp rekorunu kıracak gibi. Zaten şu anda kariyeri boyunca İngiltere liginde en çok gol atan oyuncu unvanını ele geçirdi. Yine de, bu hafta basına verdiği “Yedek oynatılmamı anlayışla karşılıyorum. 35-36 yaşında bir forvet için bu lig fazla hızlı. Kaldı ki ben Ameobi’nin benim için önceden yıprattığı bir defansın işini bitirdim.” diyerek müthiş bir profesyonellik sergiledi. Ben yine de Newcastle’in üzerindeki bu havanın dağılacağını düşünüyorum. Takımda halen Bramble, Ramage gibi üst düzey futbola yakışmayacak oyuncular varken ne yapsalar boştur bence.



Bunların dışında son 2 haftanın en ilginç olayı, Henry’le Pires’in penaltıyı paylaşarak (!?) kullanma çabasıydı. Onu benim anlatmam doğru kaçmaz isterseniz foruma gidip ShadoW’un yazdığı yazıyı okuyun ama tercihen pozisyonun videosunu felan download edin.



Unutmadan, bir de eski GS’li Abel Xavier’in doping skandalı var. Sağ bek bu sene M’Borough’da oynamaktaydı taa ki doping testi pozitif çıkıncaya kadar. Üstelik doping testini yapan ve sonucu FA’e belirten de kulübün ta kendisi. M’borough’u bu tavrından dolayı kutluyoruz.