İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

27.12.2008

Her İki Kaleye Damga Vuran Adam: Jose Felix Chilavert

Bir maçta takımın kalesini emanet ettiğiniz kişiden öncelikle o maçı en az sayıda gol yiyerek tamamlamasını beklersiniz. Futbol için, gol atan kaleciler bir yerde “köpeği ısıran adam” gibidir, haber değeri taşır. Eğer bu kaleci, gol atmayı alışkanlık hâline getirmeye başlarsa dikkat çeker. Bir maçta 3 gol atan ilk kaleci olup bir dönem “dünyanın en golcü kalecisi” ünvanını taşırsa da tarihe geçer. Ama bütün bunlar, o kalecinin 20. yüzyılın en iyi 20 kalecisi içerisine girmesine yetmez. Ayrıca, G. Amerika futboluna 10 seneden fazla bir süre damga vurmanız da gerekir. Bütün bunların üzerine ateşli bir kişilik de eklenince o isme uygun lakap bile bulunamaz, kendi ismine başvurulmak zorunda kalınır. Huzurlarınızda; Jose Luis Chilavert Felix Gonzales ya da kısaca “El Chila”.

Brezilya’nın tek numune olduğu 1938 dışında Güney Amerika’dan (CONMEBOL) Dünya Kupası’na 2-6 arasında değişen sayıda takım katılmıştır ve bu takımların ikisi tam anlamıyla olağan şüpheliler olarak Arjantin ve Brezilya’dır. Diğer biletler içinse çoğunlukla belli başlı takımlar kapışır ve yakaladıkları jenerasyonlara bağlı olarak sırayla takılırlar: 1970’lere kadar ve 1980’lerde Uruguay, 1978-82’de Peru, 1990’larda Kolombiya gibi... 1998’den itibaren geçen 3 Dünya Kupası’nda ise kamber rolünü Paraguay oynamaktadır ve özellikle 1998 D.K. ülke futbol tarihinin zirve noktalarından birisini oluşturmuştur. Bu mevzuları daha ayrıntılı anlatacağım, burada söylemek istediğim şey bu dönemde Paraguay takımının belki de en önemli parçası ve hatta kimilerine göre ülkenin gelmiş geçmiş en iyi oyuncusu Chilavert olmuştur. Ama tabi her efsane gibi buna da bir başlangıç yapmak gerekir....

Arjantin ve Brezilya arasında yer alan Paraguay’ın, başkent Asuncion’un sadece 8 kilometre uzağındaki Luque şehrinde 27 Temmuz 1965 günü Chilavert ailesinin üçüncü çocuğu da erkek olarak dünyaya gelir. Baba Catalino ve anne Nicolasa Jose Luis adını verdikleri oğlanın günü gelip şehrin medar-ı iftiharı olacağını nerden bilsinler..!? Beş yaşına gelen oğlana, eldeki 3 inekten sağacağı sütü komşularına satarak aile bütçesine yardım etme görevi verilir. Her neyse efendim, yaşı ilerledikçe gürbüzleşen karaoğlan, Sportivo Luqueno altyapısında futbola başlar ve o kadar hızlı yükselir ki, o zamanlar Paraguay İkinci Ligi’nde mücadele veren A takımıyla ilk maçına çıktığında sadece 15 yaşındadır. Üç yıl burada oynadıktan sonra bir yıllığına, 1. ligdeki Guarani takımında forma giyer ve kariyerindeki ilk lig şampiyonluğuna ulaşır. Bir yandan da üniversiteye girmiş, ekonomi okumaktadır. Ancak 1985 yılı başlarında, G. Amerika’da ligler başlamadan hemen önce evinin kapısını çalan bir grup Arjantinli, Chilavert’i bu konuda bir seçim yapması için zorlayacaktır. Ya Paraguay’da kalacak ya da Arjantin’in San Lorenzo takımında oynayacaktır. Aslında El Chila neredeyse futbolu bırakmak üzeredir ancak ailesi ondan futbolun peşinden giderek yeteneğinin hakkını vermesini istemiştir.

Chilavert’in San Lorenzo’ya gelmesi, birkaç G. Amerika haber ajansı dışında dünyada yer bulmuş mudur bilmiyorum ama burası, El Chila efsanesinin önemli parçalarının şekillenmesine sahne olmuş. Chilavert burada öncelikle firikik yeteneğini geliştirmiş. San Lorenzo’nun teknik direktörü, henüz Dünya Kupası’na bir yıl olması nedeniyle klüp takımı çalıştırmakta olan Bora Milutinoviç’tir ve kendisi bir süre sonra Chilavert ile her antreman sonrasında kolasına (çok ciddiyim) firikik iddialarına girişecektir. Çoğunlukla kolaları genç kaleci almaktadır çünkü kendisi sadece sol ayakla firikik atabilirken, kurt hocanın ise birçok yerden yapılacak atışları ölümcül hâle getirecek iki ayağı vardır. Chilavert’İn San Lorenzo’da geçireceği 5 sezon ona hem Avrupa’nın hem de milli takımın kapılarını açacaktır.

1988-89 sezonunda Chilavert, İspanya’ya gelmiş ve Real Zaragoza’nın kalesine geçmiştir. Paraguaylı o sezon ve sonrasında İspanyol takımının kalesini bütün sezon boyunca korurken, 1989-90 sezonunda ilk resmî golünü de bir frikik’ten atar. Chilavet, bu arada milli formayı ilk defa 27 Ağustos 1989’daki Dünya Kupası eleme maçında Kolombiya’ya karşı giyer ve bu maçta da ilk milli golünü penaltıdan atıverir. Artık dünya yavaş yavaş Chilavert ismini tanımaya başlayacaktır ve 1990’lar kalecinin deyim yerindeyse G. Amerika kıtasını ele geçirişine sahne olacaktır.

1990-91 sezonun başlamasından sadece 8 maç sonra La Liga’dan ayrılan Chilavert, klüp kariyerinin zirvesine ulaşacağı Arjantin’in Velez Sarsfield takımına transfer olur. Bu takımla ulaştığı başarılar gerçekten etkileyicidir; Velez Sarsfield, 3 Clasura (1993, 96, 98) 1 Apertura (1995) Ligi Şampiyonluğu, Libertadores (1996) ve Kıtalararası Şampiyonluklar (1996) kazanırken, Chilavert ise 1995, 97 ve 98 yıllarında “Dünyada Yılın Kalecisi”, 1996 yılında ise Arjantin ve Güney Amerika’da “Yılın Futbolcusu” ödüllerini alır. Bu arada, toplam 10 sene ve 255 maçta oynamış ve toplam 36 gol atmıştır ki bu gollerin üçünü 1999 yılında Ferro Carril Oeste’ye karşı tek bir maçta tamamı penaltıdan kaydetmiştir.

Chilavert, kaleciliği ve gol atma becerisi dışında ateşli ve hatta kavgacı denilebilecek karakteriyle de dünya futbol tarihine geçmiştir. 1.92 boyundaki kalecinin vukuatları arasında 1989’da oynadığı bir milli maçta rakip Ekvador kalecisine saldırması, 1998 Dünya Kupası öncesinde Paraguaylı bir gazeteciyi dövmesi ve 2002 D.K elemelerinde oynadıkları Brezilya maçında Roberto Carlos’a tükürerek 3 maç ceza alması vardır. Bunun sonunda Chilavert G.Kore-Japonya’ya gitmeye hak kazanan Paraguay’ın ilk iki maçında tribünde oturmak zorunda kalmıştır. Futbolu bıraktıktan sonra kendisine bütün bunların bir rol olup olmadığı sorulduğu zaman önce gülerek “bu tiple, kötü bir adam imajı çizmek daha kolaydı” cevabını vermiş ama sonrasında ciddi olarak başkalarının kendisi hakkındaki düşüncelerine önem vermeyen içi-dışı aynı birisi olduğunu söylemiş. Buraya düşülmesi gereken bir not; Chilavert’in San Lorenzo günlerinden bu yana haftada bir saç traşı olmakta ve sakallarını karısı Marcela’nın beğendiği şekilde “iki günlük” bırakmaya özen göstermektedir. Ama Chilavert’in saha dışı yaşamına bakıldığı zaman, sahadaki canavarın aksi bir resim de karşımıza çıkıyor; özellikle çocukları içeren hayır işlerine yoğun bir şekilde katılan, dindar, mütevazi, sessiz hatta içine kapanık denilebilecek birisi. Bir başka ilginç not ise, Chilavert’in menajerlerden nefret etmesi ve kariyeri boyunca bütün transfer-ücret görüşmelerini kendisinin yürütmesi.

Velez ile kazandığı başarılar ve kendi ödüllerinde görüldüğü gibi Chilavert’in kariyerinin zirvesi 1990’ların ikinci yarısı olmuştur. Milli Takım kariyeri de benzer şekilde 1998 Dünya Kupası’nda zirve yapmıştır. Paraguay, CONMEBOL elemelerinde Arjantin’in ardından ikinci olarak (Brezilya son şampiyon olduğu için otomatikman katılıyordu) Fransa’ya D grubunda Nijerya, Bulgaristan ve İspanya‘nın rakibi olarak gelir. Aslında çoğu kimse, tutu İspanya ve Nijerya’nın geçeceğini düşünmekte ve Paraguay’a ikinci tur şansı vermemektedir ama “Büyük Kaptan” Chilavert’in takımı ilk iki maçında Bulgaristan ve İspanya ile berabere kalarak gruptaki bütün hesapları altüst eder. Son maçta ise rakip iki galibiyetle grup liderliğini şimdiden garantilemiş Milutinoviç’in çalıştırdığı Nijerya’dır ve Afrikalılar, Paraguay’a fazla zorluk çıkarmadan 3-1 ile yol verirler. Paraguay’ın ikinci turda Fransa’ya karşı oynadığı maç ise 1998 D.K’nın en üzücü hikayelerinden birisi olur.

Tarih 28 Haziran 1998, Fransa’nın Lens şehrinde normalde yazın ortasında ve saat 16:30’da oynanacak maç, Dünya Kupası maçı bile olsa aslında bir miktar cehennem azabı vaadetmektedir. Ancak ellerinde biletleriyle tribünlere giren 38,000’in üzerindeki seyiricinin büyük bir bölümü için bu sorun değildir. Çünkü maç “Les Bleus”ün maçıdır ve hemen herkes, diğer grubun ikincisi olarak gelen Paraguay’ın fazla zorlanılmadan geçileceğini düşünüyordur. Öyle ya, Zidane ve saz arkadaşları sadece bu maçın değil kupanın da favorisidirler. Ancak karşılarında hiç beklenmedik bir dirençle karşılaşırlar. Paraguay, Chilavert’in önceliğinde var gücüyle direnmektedir. Oyun büyük ölçüde Fransız hakimiyetinde geçmektedir ve Güney Amerikalılar’ın atakları dalga dalga gelen mavilerle karşılaştırıldığı zaman cılız kalmaktadır. Büyük ihtimalle Paraguay, savunma direncine ve dünyanın en büyükleri arasında yer alan kalecisine güvenerek kendisini uzatmalara veya penaltılara atmaya çalışıyordu. 120 dakikadan bir sağ çıkılsaydı tamamdı. Sonrasını, Chilavert’le karşı karşıya kalacak Fransızlar düşünecekti. İlk yarı ve 90 dakika golsüz biterek Paraguay’lıların planlarına uygun geçer. Uzatmaların ilk yarısında da gol yoktur ve artık Fransa’yı tutanlar dışında maçı izleyen dünya Paraguay’ın arkasında toplanmış dua etmeye başlamıştır. Onbeş dakika daha, sonrası: Chilavert, Fransızlara karşı. Dakikalar 113’e kadar gelmeyi başarmıştır. Pires’in soldan ortasına yükselen Trezeguet, topu savunmadan gelerek hücuma katılmış ihtiyar kurt Blanc’in önüne indiriverir ve o da gerekeni yapar (ağır çekime geçin lütfen) Devir altın gol devridir ve Adidas’ın, Fransa için özel hazırladığı Tricolore modeli top, Paraguay kale çizgisini geçtiği anda herşey bitmiştir. Zengin çocuk gene kazanmıştır, fakir ama gururlu gencin yıkılışı bütün dünyanın yüreğini dağlamaktadır. Bir süre deli gibi sevinen Fransızları çeken kameralar, daha sonra ilk Chilavert’e yönelir. Koca kaleci bir süre çöktüğü yerde kaldıktan sonra mağrur bir şekilde ayağa kalkar ve kaptanı olduğu takım arkadaşlarını teselli etmeye başlar.

Paraguay için 2002 Dünya Kupası’da benzer bir şekilde geçer; İspanya’nın ardından ikinci olarak ikinci tura çıkılır (ilk iki maçta Chilavert, cezalı olduğu için oynamamıştır bkz. Roberto Carlos ve tükürük vakası) ve bu defa Almanlar’a 88’de Neuville’nin attığı golle 1-0 yenik düşerek eve dönülür. Ancak bu defa Paraguay o kadar dramatik bir şekilde anılmaz, neden böyle hatırlamıyorum. Belki de biz kendi yürüyüşümüz ve hakem skandalları ile meşguldük… Ya da D. K. maçları gündüz saatlerine denk geldiği için izleyemiyoduk... Ya da cellatın, son dakikada maç kazanma uzmanı Almanlar olması vaziyeti normal olarak görmemize yol açtı... Her neyse konumuza dönelim.

Paraguay Milli Takımı Chilavert’in oynadığı dönemlerde Copa America’da da çeyrek finalden öteye geçemez ve Chilavert 2003 yılında Paraguay Milli Takımı’nın formasını son kez giyer. Milli formayla çıktığı 74 maçta -dört tanesi 2002 D. K. elemelerinde olmak üzere- sekiz de gol atmıştır. Kariyerinin boyunca resmî maçlarda attığı toplam 62 gol ise onu, 2006 yılında Brezilyalı Rogerio Geni tarafından geçilene kadar “Tarihin En golcü Kalecisi” ünvanının sahibi yapar.

Hızlıca Chilavert’in klüp kariyerinin son basamaklarını geçelim ve yazımızı bağlayalım. Velez Sarsfield’deki şanlı günlerinin ardından Paraguaylı kaleci 2000-01 sezonu ortasında Fransa’nın Strasbourg klübüne transfer olur ve hemen o sezon takımla birlikte Fransa Kupası’nı kaldırır. Strasbourg, ertesi sene küme düşer ve Chilavert 2003 sezon arasında Uruguay’ın Penarol takımına giderek, yarım sezonda bir lig şampiyonluğu da orada kazanır. Sonrasında, efsane olduğu Velez’e geri döner ancak 2003-04 yılında sadece altı maç oynadıktan sonra, bir de frikik golü attığı bir jübileyle aktif futbola veda eder. “İngiltere’de oynamak isterdim, orası benim tarzıma daha uygun. Ayrıca benim yolladığım toplardan bir sürü gol pozisyonu çıkardı”.

Chilavert, futbolu bıraktıktan sonra bir süre ailesiyle vakit geçirdiği bir dinlenme döneminin ardından futboldan kopmak istemediğine yönelik açıklamalar yapar: “Beckenbauer, Alman futbolu için neyse ben de Paraguay futbolu için o olmak istiyorum”. Daha sonra 2006 Dünya Kupası’nda yorumculuk yapar ve burada da hayalinin bir gün milli takımın başına geçmek olduğunu söyler. Chilavert henüz 43 yaşında ve büyük ihtimalle bu hedefine de bir gün ulaşacaktır.

Bu da böyle biter efendim… Chilavert ile birlikte 20. yy’ın en büyük 20 kalecisi serimizde G. Amerika’ya veda ediyoruz. Bundan sonra elimizde 5 tane Avrupalı kaldı. Başlangıç olarak bir dahaki yazıda İrlanda’nın yetiştirdiği en büyük kaleci olan Pat Jennings’e saygılarımızı sunuyoruz

25.12.2008

Bundesliga İlk Yarı Değerlendirmesi - 1

HOFFENHEİM

Karşımızda sadece Almanya için değil, bütün Avrupa’da yankı uyandıracak sürprizi yapan Hoffenheim takımı var. Geçen sezon ikinci ligde mücadele ederlerken, ben bu takımın 1. ligine çıkacağını ve geçen sezon Karlsruhe’nin yaptığı sürprizin daha iyisini yapacaklarını düşünüyordum. Ama ligin ilk yarısını şampiyonluk potasında ve lider olarak bitireceklerini açıkçası tahmin edemedim. Bazı kesimler bu takımı, kasaba takımı olarak görerek hafife alıyorlar. 1899 yılında kurulmuş bir takım. Başkanları Almanya’nın en zengin ilk 8 kişiden birisi ve teknik direktörleri Ralf Rangnick ise Almanya’da saygı duyulan ve değer görülen bir teknik adam. Kasaba takımı olabilir, ama ligde Bayern’den bile daha göze hoş ve iyi bir futbol oynuyorlar. Yaş ortalaması düşük genç bir takım. Tarihlerinde hiçbir kupa başarısı bulunmuyor. Lige iki galibiyetle başladılar. Leverkusen deplasmanında yedikleri 5 golden sonra ileri ki haftalarda puan kayıpları yaşasalar da, seri galibiyetler alarak kendilerini gösterdiler. Aslında bu takımı ben, bizim Sivas spora benzetiyorum. Hatırlarsanız, Sivas spor geçen sezon ligimizde şampiyonluk mücadelesi verirken, 3 büyükler karşısında aldıkları yenilgileri yüzünden şampiyonluğu kaybetmişti. Hoffenheim’da ligin ilk yarısında böyle bir portre çizdi. Ligin güçlü takımlarında sadece Hamburg’u yenebildiler. Eğer ikinci yarıda böyle bir grafik çizerlerse, şampiyon olmaları çok zor. Zaten ligin ilk 10 haftası çok önemli. Eğer 10 haftayı en az kayıpla ve şampiyonluk potasında girerlerse, o zaman bir mucize ile karşılaşma ihtimalimiz hayli fazla olacak. Gönlüm şampiyon olmalarında.

BAYERN MÜNİH

Sezona şampiyonluğun en büyük favorisi olarak giren Bayern, lige çok kötü bir başlangıç yapmıştı. Ligin ilk 7 haftasında beklenilmeyen sonuçlar aldılar. O haftadan sonra seri galibiyetler alarak ligin tek favorisi olduklarını bir kez daha gösterdiler. Zaten ligin ikinci yarısında onları şampiyonlukta Hoffenheim dışında başka bir takımın zorlayacağını sanmıyorum. Özellikle kale ve savunmaları bir büyük takıma yakışmayacak derecede hatalar yapıyor. Eğer ligin ikinci yarısında aynı hataları yaparlarsa şampiyonluğu kaybedebilirler. Kaleci Rensing’e hiç güvenmiyorum. Ribery faktörünü de söylemek istiyorum. Takım ona çok alışmış gibi görünüyor. Ribery’nin olmadığı bir maçta özellikle hücum yönünde aşırı derecede zorlanıyorlar. Takımın bu kadar bir oyuncuyu alışmaması lazım. Hatırlarsanız, Ballack Chelsea’ye gittiğinde Bayern 2006/2007 sezonunda kötü sonuçlar almış ve ligi ilk 3 arasında bile bitirememişti. Bayern, Ballack gittiğinde iyi bocalamıştı. Ribery’nin olası sakatlığında kötü sonuçlar alacaklarını düşünüyorum.

HERTHA BERLİN

Berlin takımı ise ligin ilk yarısını beklenilmeyecek bir derecede bitirdi. Onlar da ligi kötü başlangıç yapmıştı. Sonra ki haftalarda düzelen takım, özellik iç sahada seri galibiyetler aldı. İç sahada çok etkili oynayan ve iyi sonuçlar alan bir takım. Sezon ortasında Pantelic’in çıkardığı huzursuzlukları takımı fazla etkilemedi. Çünkü alternatif olarak Voronin vardı. Zaten Voronin geldikten sonra Pantelic’e bir şeyler oldu ve performansı geçen sezon gibi değil. Ligin ilk iki sırasındaki takımların sadece 2 puan gerisinde olmalarına rağmen şampiyonlukta pek şansları bulunmuyor. Bu sene şampiyon olabilecek kapasitelerinin olduğunu düşünmüyorum. Ligin ikinci yarısında yine iç sahada başarılı sonuçlar alacaklardır, ama dış sahada aynı şeyleri söylemem çok zor. Zaten dış sahadaki topladıkları puanların çoğunu şanslarının yardımıyla aldılar.

HAMBURG

Hamburg ise ligin güçlü takımlarının sezona kötü başlaması ve özellikle favori Bayern Münih’in kötü başlaması nedeniyle, ligi birkaç hafta lider götürdüler. Sezona yeni teknik direktörleri Martin Jol ile başladılar. Jol, takıma kendi sistemini oturtmaya çalışırken, takım göze hoş gelmeyen bir futbol oynamaya başladı. Oynadıkları futbolu açıkçası pek beğenmiyorum. Bir maçta Petric, diğer maçta Olic hem takımı, hem de Jol’ü kurtarıyor. Özelikle deplasmanlarda alınan kötü sonuçlar yüzünden iç sahada kazanılan puanların pek bir anlamı kalmadı. En son 1983 yılında şampiyon olan bu takımın, bu sezon şampiyonluk şansları matematiksel olarak yüksek görünse de, mantık olarak bunun çok zor olduğunu düşünüyorum. Ligin ikinci yarısının ilk maçını sahalarında Bayern’le oynayacaklar. Eğer Bayern karşısında galip gelirlerse, o zaman ligde çok şey değişebilir. Ligi 3. sırada bitirip şampiyonlar ligine katılmalarını bile başarı olarak görmeleri lazım.

BAYER LEVERKUSEN

Tarihlerin hiç şampiyonluğu bulunmayan bu takım, bu sezon şampiyonluk için ümitlenmişlerdi, ama beklenmedik kötü sonuçlar yüzünden bu sene de şampiyonluğun zor olduğunu bir kez daha gördük. Yine de Hamburg’un ne kadar şampiyonluk şansı varsa, bu takımın da o kadar şansı olduğunu düşünüyorum. Sezona teknik direktör Bruno Labbadia ile başladılar. Futbolculuk döneminde forvet olan Labbadia, takımını ofansif oynatarak cesur bir yönetim gösteriyor. Bazı maçlarda bu durum, takımın kolay gol yemesine sebep oluyor. Geçen sezonki Leverkusen ile bu sezon Leverkusen arasında en büyük fark ise takıma monte edilen Helmes olarak gösterebilirim. Kiessling ile iyi anlaşan Helmes, özellikle deplasmanlarda kontrataklarda çok etkili oluyor. Ligin ikinci yarısına çok zor fikstürle başlayacaklar. İlk 4 maçta alınacak sonuçlar, Leverkusen’in sezon sonunu nerede bitireceğini gösterecektir.

BORUSSİA DORTMUND

Ligde en son 2002 yılında şampiyon olan bu takım, taraftarlarının özlemini galiba bu sene de bitiremeyecekler. Sezona çok iyi bir kadro ile başlamışlardı. Ben, kadroyu görünce eski Dortmund’u görebiliriz diye düşündüm. Yeni teknik direktörleri Jürgen Klopp’u hiç hesaba katamadım. Korkak ve küçük düşünen Klopp yüzünden Dortmund ligin ilk yarısında istediği ve hak ettiği sonuçlara alamadı. Zaten Dortmund, son yıllarda ne kaybettiyse, yanlış seçim olan kötü teknik direktörler yüzünden istenilen başarıyı yakalayamadı. Bu teknik direktör yüzünden şampiyonluk şansları neredeyse yok gibi. Eğer bu takım ligi ilk 5’te bitiremezse, bu takıma çok yazık olur.

21.12.2008

Avrupa’da İlk Yarı

Bu sezon ortakafagol.com a genelde takımlarımızın Avrupa maceraları ve Almanya Ligi ile ilgili yazılar yazdım. Şimdi Avrupa’da ve Bundesliga’da tamamlanan ilk yarılar sonrasında, sırayla takımlarımızın Avrupa’daki ilk yarı değerlendirmelerini ve Bundesliga ilk yarı değerlendirmesini yazacağım. İlk olarak Avrupa ile başlıyorum.

Şampiyonlar Ligi’nde çok başarısız bir macera yaşayan Fenerbahçe ile başlayalım. Öncelikli olarak çok başarısız Şampiyonlar Ligi macerası ifadesini biraz açmalıyım. Şundan eminim ki Fenerbahçe 0 çektiği 2001-02 sezonunda bile bu sezondan iyiydi. Bunun nedenlerine gelince;

1- O sezonki grup ekstra zordu. Bu sezon ise kura çekildiğinde grubun denk olduğunu söylemiştim. Takımların da zorluk derecesinin ortada olduğunu düşünüyordum. Fakat yanılmışım. Şampiyonlar Ligi’nin en zevksiz gruplarından biriydi ve takımların kalitesi de(en azından performansları) düşüktü. Çok klişe olacak ama geçen yılki Fener olsa bu gruptan 12 puan civarı bir şey toplayabilirdi.

2- Fenerbahçe’nin gruptaki 2 puanını da 0-0 lık sonuçlarla alması, hiçbir maçta öne dahi geçememesi, taraftarını çıldırtan istatistikleriydi.

3- Oynadığı her maçtaki ruhsuz hava

Tüm bunları topladığımızda gerçekten 2001 den bile kötü bir performans olduğunu görüyoruz.

2003 yılında 6. olduğu sezondan sonra yeniden yapılanmaya girişen Fenerbahçe, ligde son beş yılı domine etti. Bu 5 yıl içinde 3 şampiyonluk kazanırken, 2 şampiyonluğu son anda(Denizli, Sami Yen) kaçırdı. Avrupa’da ise sürekli artan bir ivmeyle oynadı. Önce Şampiyonlar Ligi’nde 9 puanla 3. oldu, ertesi yıl güzel PSV-Schalke maçları izletti, sonraki yıl UEFA’da gruptan çıktı ve en nihayetinde geçtiğimiz yıl Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynadı. Bu beş yıllık süreçte Van Hoijdonk, Alex, Appiah, Anelka, Kezman, Tuncay vs. gibi Türkiye standartlarının üstünde oyuncular Fenerbahçe forması giydi. İsimler değişse de takımın başarılı performansı pek değişmedi. Bu durum, Fenerbahçe’nin forma ve kombine satışlarına hatta taraftar sayısına dahi yansıdı.

Fakat tüm bu güzel tablolarla birlikte ileriye giden bir kulübün bu yıl en azından sportif başarı anlamında ciddi bir geriye gidiş yaşadığını görüyoruz. 2008in Nisan ayında Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynarken, Aralık ayında 2 puanla grup sonuncusu olmak vahim bir durum. Bunun sorumlusu büyük oranda yönetim(ya da eğer gerçekten tek başına yönetiyorsa Aziz Yıldırım). Aslında yaz boyunca yapılan komik ve anlamsız hamleler işlerin kötüye gideceğinin sinyallerini veriyordu. Bunlara daha önce çok değindik, daha değinmeyeceğim.

Daha da vahim olan bir durum var. Yönetim eğer bu Ocak ayında düzgün hamleler yapıp, bir nevi yazın yaptığı hataları affetirmezse, 2008’in Nisan ayında Şampiyonlar Ligi çeyrek finali oynayan takım, 2009’un Nisan ayında ligde havlu atmış hatta Şampiyonlar Ligi vizesi alamamış dahi olabilir. İkinci yarıda derbileri deplasmanda oynayacağı ve rakiplerinin çokluğu düşünülürse bu hiç de şaşırtıcı olmaz.

Konuyla alakasız olacak ama yaptığım bir tespiti paylaşmak istiyorum. NBA’i takip edenler Detroit Pistons’ın son beş-altı yılını bilir. Her sene başarılı olamasa da güçlü kadrosuyla ligi domine etmiş ve hep zirvede olmuştu Detroit. Bu sezon ise kadrosu çok zayıflamasa da eski güçlerinde ve havalarında hiç gözükmüyorlar. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi NBA’de de bu sezon birçok zayıf takımın olması nedeniyle hala iyi bir oranda kazanıyorlar ve iddiaları var fakat güçlü rakipler karşısında tökezliyorlar. Ve en önemlisi maçlarda eski ruhlarını ve havalarını kaybetmiş görünüyorlar. Ben Fenerbahçe’yi bu saydığım nedenlerle biraz Detroit’e benzetiyorum.

Peki yönetim ne gibi hamleler yapmalı? Öncelikle yapabileceklerinin kısıtlı olduğunu söylemeliyiz. Yabancı sınırlaması var ve Fenerbahçe’nin Ocak ayında göndermek istediği yabancılarını göndermesi kolay olmayacaktır. Ayrıca gönderebilecek olsa bile yerine kimi alacak? İyi oyuncular pek kolay ara transferde yer değiştirmez. Değiştirecek olsalar bile Fenerbahçe’nin yaz aylarındaki popülaritesini kaybettiğini de unutmamalıyız.

Bu durumda Türklere yönelmek gerekiyor. En son yazımda da belirttiğim gibi Türkiye’deki en iyi Türk oyuncu kadrosu Galatasaray’da ve nitelikli, Fenerbahçe’ye direkt katkı yapabilecek yabancıları ezeli rakibine hediye etmez Galatasaray. Bir Ayhan, Mehmet Topal bulması zor olacaktır Fenerbahçe’nin. Sivasspor değerlendirilmesi gereken bir maden olarak görülüyor ve çoğu yerde de Fenerbahçe’nin Sivas’ın yıldızlarına yöneldiği söyleniyor. Ben de bu düşünceye katılıyorum. Yapılan Gökhan Emreciksin transferi de bence takımın ihtiyacı olmadığı bölgeye yapılsa da mantıklı bir transfer. İyi bir Türk oyuncu temeli oturtmak için yapılan uzun vadeli bir transfer gibi gözüküyor. Yalnız bu oyuncuları aldığı gibi oynatması da gerekiyor Fener’in. Bu şekilde Fenerbahçe’de oynayamadan dönen bir çok Türk oyuncuyu biliyoruz.

Mevkii olarak baktığımızda da Fenerbahçe’nin net bir önlibero ihtiyacı olduğunu görüyoruz. Bence sol açık ve stoper için de birer alternatif alınabiliyorsa alınmalı. Hatta bu sezonki bazı maçlardan sonra Volkan’ın da kalitesini sorgulamaya başladım. Devre arasında kaleci değişmeyecektir ama sezon sonunda sözleşmesi biten Volkan ile Fenerbahçe yollarını ayırırsa pek şaşırmam.

Gelelim Galatasaray’a. Galatasaray hakkında fazla yazmayacağım. Beni şaşırttığını söylemeliyim. Laf olsun diye oynanan Metalist maçı dışında üçte üç yaptı Galatasaray. Gruptan ikinci çıktı fakat gelen Bordeaux kurası sonrası bu ikinciliğin çok sıkıntı olmadığını düşünüyorum. Bence Galatasaray eleyebileceği bir takımla eşleşti, hatta elemesi gerekir. Tek sorun maçların Şubat’ta olması. Anlayamadığım bir nokta da bu. Hem Şampiyonlar Ligi’nde hem de UEFA’da bu tarz takvimlerin amacı nedir? Şimdi çekilen bir kurayı Galatasaray niye iki ay sonra oynuyor? Şu form durumları itibariyle Galatasaray, Bordeaux’yu eler, fakat Şubatta ne olacağı hiç bilinmez, bir de arada transfer dönemi var. Kısacası verilen bu inanılmaz uzun aranın futbolseverleri soğuttuğu gibi haksızlık da olduğunu düşünüyorum. İyi durumda olan takımlar ile kötü durumdaki takımlar arasındaki farkın kapanması için adeta süre tanıyor UEFA. Bu süre zarfında da doğru hamleler yapan takımlar(ayrıca da sakatları iyileşenler) avantaj sağlıyor. Ben şu form durumu ile Galatasaray’ın UEFA’da bir-iki tur daha oynamasını isterdim.

Galatasaray’ın grubuyla ilgili çok ilginç bir nokta da maçlar başlamadan önce yapılan tahmini sıralamanın tam tersinin oluşması: 1. Metalist, 2. Galatasaray, 3, Olympiakos, 4. Hertha, 5. Benfica…

Peki Galatasaray nereye kadar gider? Başta hiç ihtimal vermiyordum, sürpriz grup performansı sonrası belki iyi yerlere gelebilir demeye başladım. Finali her Galatasaraylı içten içe istiyor ama şu an için dillendirmekten kaçınıyor, ben de kaçınıyorum. Fakat Galatasaray tuhaf bir takım. Bordeaux eşleşmesinde Leverkusen gibi olursa da şaşırmam. Fakat Bağış Erten’in dediği gibi eğer öndeki hattı gününde olursa Avrupa’nın en güçlü takımlarına bile çok zor anlar yaşatabilirler. Galatasaray’a başarılar, herkese de iyi yıllar diliyorum.

15.12.2008

Futbol Tarihinden Eğlenceli Notlar 8

Nerede kalmıştık

En son Anders Frisk’in façasından bahsetmiş ve hakemliğini bitirdiğinden söz etmiştik. Şimdi Ada’ya gidelim.

Trevor Sinclair bir ara İngiltere Milli takımında da yer almış aslında vasat bir orta alan oyuncusudur. Pozisyon olarak birkaç mevkide oynayabilmesi sebebiyle çokça da işlevseldir. Buraya konuk olma sebebi ise şudur.

Bir Manchester derbisi öncesi City oyuncusu olan Sinclair derbiden gol atmak seks yapmaktan daha zevklidir der. Tesadüfe bakın ki Sinclair bu maçta bir kez fileleri havalandırır. Çok büyük mutluluk yaşar Trevor. Bu sözü de derbilerin yalnızca taraftarlar için değil oyuncular içinde çok önemli olduğunu gösterir niteliktedir.

Gelelim Cassano’ya ve yediği nanelere. Antonio Cassano inanın yeteneğini tam kullanabilip istikrarı ve disiplini yakalayabilseydi kesinlikle şu an daha büyük bir kulüpte oynuyor olurdu. Gerek sinirliliği gerek disiplinsizliği gerekse ciddiyetsiz oluşu kendi kariyerinin çok inişli çıkışlı olmasına sebep oldu.

Son marifeti ise çıkardığı kitabı ve içinde söyledikleri. Bilmem kaç kadınla yattım muhabbetlerini gereksiz olduğu için aktarmayacağım ama Capello’ya söylediği sen Monopoly’deki paralardan da daha sahtesin sözü futbol tarihine geçebilecek bir kelime öbeği olmuş. Ki şu andaki takımı Sampdoria’daki başarısının sebebini güzel Genoa kızlarına bağlayarak basını bir kez daha üzerine çekmişti.

Aranızda Giovinto Plasmati’yi tanıyan birisi var mı. Lafı bile olmayacak bir kariyere sahip olan oyuncu, 1.99 luk boyuna rağmen hiçbir takımda dikiş tutturamamış Serie C’de bile bir sezonda 10 golü zor bulmuş biri. Bu sezonda Catania’da maçların son on dakikasında oynamaktadır.

Sorabilirsiniz tabi ki be adam o zaman niye yazıyorsun bu kadar cümleyi diye. Yazma sebebim şu; Bu arkadaş 17 Kasım tarihinde oynanan Catania Torino maçında öyle bir harekete imza attı ki bu hareket mutlaka tarihe geçecektir. Ama iyi yönde değil.

Maçta son dakikalar oynanmaktadır ve durum beraberedir. Catania serbest vuruş kullanacaktır ve Torinolular barajı kurar. Bu çok akıllı kardeşimizde barajın arkasına geçer tam takım arkadaşı Mascara topa vuracakken hızlı bir hareketle şortunu indirir. Maksat kalecinin dikkatini dağıtmaktır. Torino kalecisi Sereni olaya dikkat etmediğini söylemiştir ama Plasmati hedefine ulaşmış top ağlar ile kucaklaşmıştır. Tabi golün sebebinin bu olduğu söylemek zor çünkü kaleci doğru yere yatmış ancak kurtaramamıştır topu. İtalya’da kazanan haklıdır Machiavelli yine kazanan olmuştur.

Ve ülkemizde bir kez görülen ırkçılık vakasına imza atan Mehmet Ali Yılmaz ile yazımızı bitiriyoruz. Trabzonspor yeni sezona golcü transferi ile girer ancak bu arkadaş bir türlü gol atamaz gönderilecek olduğunda da M.Ali Yılmaz’ın tarihe geçen şu sözü yankılanır.

Yahu biz adamı gol makinası diye aldık, adam çamaşır makinası çıktı.

Bir dahaki yazıda görüşmek üzere

11.12.2008

EPL’de alt ve üst


Premier Lig bütün heyecanıyla devam ederken hem üst sıralar hem de alt sıralar için bu seneki mücadele geçen senekinden daha çetin geçecek gibi gözüküyor. Bu durumun en önemli sebebi olarak lige yeni çıkan takımların geçen senekilere oranla daha iyi takımlar kurmalarını gösterebiliriz ve hakikaten de baktığımızda beşinci olan Aston Villa ve sonuncu olan W.B.A’in arasında sadece dokuz puan fark var.
Lige yeni çıkan takımların en azından şu ana kadar başarılı olmalarındaki temel sebep, başındaki menajerlerin başarıyı elde etmiş kadro iskeletini çok bozmamaya çalışmalarından kaynaklanıyor. Gerçi Hull City bu takımların arasından sıyrılıyor biraz ancak onların da yaptıkları Geovanni, Boateng ve Cousin transferleri hakikaten çok yerinde. Özellikle Geovanni transferi Phil Brown’un tam bir fırsat avcısı olduğunu gösterir nitelikte. Geovanni geçen sene Manchester City’ye Sven Goran Eriksson tarafından getirilmiş ama ilk 11e adını bir türlü yazdıramamıştı. Yine de oynadığı maçlarda yeteneğini sergilemiş ve ismini özellikle alt sıra ekiplerinin transfer listesine yazdırmıştı.
Başka önemli bir nokta da Stoke City ve W.B.A’in kalelerini ligin önemli kalecilerinden olan Thomas Sorensen ve Scott Carson’a emanet etmiş olmaları. Şu ana kadar bu ikili de takımları için çok iyi performans sergilemiş durumdalar. Her ne kadar çok çekişmeli geçecek gözükse de ben Stoke City ve W.B.A’in düşeceğini tahmin ediyorum. Yine de taçtan attıkları gollerle de olsa (Rory Delap’ın bu seneki tüm Stoke City maçlarında 6 taç asisti var) iki takımın da  lige geçen seneki Derby County’den daha fazla renk ve heyecan getirecekleri kesin.

Şampiyonluk mücadelesine gelecek olursak yine orada da sezonun son maçına kadar sürebileceğini düşündüğüm bir çekişme olacak gibi. Özellikle Liverpool’un Robbie Keane transferini Benitez’in şampiyonluğu istediği bir hamle olarak görüyorum. Hatta Gareth Barry’yi de kadroya alsa benim gözümde şampiyonluğun en büyük adayı olurdu Liverpool. Agger’in dönüşü, Arbeloa’nın ve Aurelio’nun uyum sağlaması, Alonso ve Mascherano’nun da oynadıkları zaman göz kamaştırmaları ve Kuyt’un parmak ısırtan performansı Liverpool’u şu ana kadar zirveye ortak etmiş durumda. Torres’in dönüşüyle birlikte daha da güçlü olacaklar ve Gerrard kaptanlığında ilk kez bu kadar ciddi bir şampiyonluk havasına girecekler. Yine de Chelsea ve Manchester’ı unutmamak lazım. Lampard’ın kariyerinin son beş senesini Chelsea’de geçirecek olması ve geçen seneki ayrılıp ayrılmama kararsızlığından kurtulması “The Machine”in hem şampiyonlar liginde hem de ligde fırtına gibi eseceğinin bir göstergesiydi benim için ve şu ana kadar göstermiş olduğu muhteşem performansı da bunu doğruluyor. Ayrıca Anelka’nın da özellikle son haftalarda göstermiş olduğu performanslar da yıllardır beklenen büyük patlamayı göstereceği şeklinde yorumlanabilir. Bosingwa ve Deco transferleri, sakatlıklarından çıkmalarıyla takımlarına büyük katkı sağlayacaklarını düşündüğüm Essien, Ballack ve Drogba gibi oyuncularla da Chelsea hakikaten şampiyonluğun en önemli favorilerinden.
Manchester United içinse Berbatov transferiyle beraber yine şampiyonluğun en büyük adayı olacağını söylemiştim ama bu sefer hakikaten karşısında kendisini çok zorlayacak iki güçlü rakip var ve bu yüzden çok zevkli bir şampiyonluk mücadelesi izleyeceğimizi düşünüyorum. Arsenal’i bu kadroya eklememeyi düşündüm çünkü ortasahada bariz bir defansif orta saha eksikliği var ve Denilson bu açığı kapatacak özellikte ve deneyimde bir oyuncu değil. Fabregas’ın performansındaki düşüşün en büyük nedeni yanında Flamini gibi defansif özellikleri iyi olan ve Fabregas’ın orta sahadaki yükünü hafifleten bir oyuncu olmamasından kaynaklanıyor. Adebayor, Van persie ve Nasri’nin performansları her ne kadar iyi olursa olsun defansif sıkıntıları bulunan Arsenal’in bu üçlüyü zorlayabileceğini tahmin etmiyorum. Ancak ve ancak bu üçlüyü sıkı bir şekilde takip edeceklerinden şüphem yok ama Arsenal’in onlara yetişebileceğini, yetişse bile orada çok durabileceğini sanmıyorum. Orta sıra takımlarını içeren kapsamlı bir yazıyı yakında yazacağım.

29.11.2008

Fenerbahçe’ye Reçete

Salı oynanan Porto maçıyla Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi macerası bu sezonluk sona erdi. Hala süren bir UEFA kupasına devam etme şansı bulunuyor ancak şu futbolla Kiev deplasmanında galip gelmeye inanmak biraz hayalperestlik olur kanımca.

Dünkü maça Fenerbahçe aslında oldukça iyi başlamıştı. İlk on dakikada bulunan pozisyonların ardından Porto oynamaya başladı ve golleri geldi. Kazım’ın şans golüyle Fenerbahçe umutlansa da daha sonra golü bulacak pozisyonları bile bulamayan Fenerbahçe sahadan mağlubiyet ile ayrıldı.

Fenerbahçe’deki eksiklikleri sizlere yorumlamadan evvel bu yazıyı tamamen tarafsız olarak yazdığımı belirtmek isterim.

Bir kere Fenerbahçe’de o eski ruh yok. Oyuncuların hepsi birbirine saha içinde küfür eder bağırır çağırır olmuş. Bu bir takım için en son istenebilecek şeylerden birisi. Ayrıca taraftarında takıma tepkisi olumsuz. Dün Volkan ile taraftar arasındaki muhabbet hiçte hoş değildi.

Taraftar demişken şunu da eklemek istiyorum. Ne yazık ki Türk taraftarlar şu Nostalji şarkılarından ve enteresan söylemlerden vazgeçmediler. Yok, efendim beraber yürüdük biz bu yollarda vay efendim bu forma kutsaldır herkese nasip olmaz. Ben böyle tezahüratların oyuncuya ve takıma pozitif bir şeyler kattığını düşünmüyorum. Taraftar dediğin tribün dediğin takımını ateşlemeli moral vermelidir. Ya İngiliz taraftarlar gibi oturduğu yerde oturup çekilen şuta auuu gibi enteresan tepkiler vereceksin ya da gaz vereceksin arkadaş. Gelip Müslüm Baba şarkılarıyla kaybeden insanların mantığıyla takımını sahada yermeye hakkın yok ister genç FB ol istersen emekli FB fark etmez.

Düşünsenize bu metni yazmış olan yazar 3 sene önce bir Denizlispor karşılaşmasına gidiyor. Denizlispor’un rakibi Gaziantepspor ancak kendisini fanatik olarak tanımlayan bir grup çapulcu aralıksız 45 dakika o sezon ikinci ligde olan Göztepe’ye ana avrat düz gidiyor. Yahu arkadaş rahatsız mısın? Git takımı destekle ateşle gaz ver ne diye elin ikinci lig takımına sövüyorsun bu nasıl bir kin bu nasıl taraftarlık.

Gelelim saha içine. Bir kere sahada kimin nerede oynadığı kimin kimi tutacağı hiçbir şey belli değil. Amiyane tabirle katakulli bir futbol oynuyor Fenerbahçe. Bunun en güzel örneği de Alex ile paslaşarak Carlos’un 40 metreden abandığı pozisyon. Arkadaş ne bu böyle mahalle maçında mısınız? O pozisyonda yapılabilecek pek çok faydalı şey varken Carlos’un gelip o mesafeden topa direk asılması takımda dirliğin düzenin yok olduğu anlamına gelir.

Birde Alex meselesi var pek tabii. Günümüz futbolunda artık on numara mevkisinin yeri kalmadı değerli futbolseverler. Sadece bizim ülkemizdeki büyüklerde var birer tane on numara. Fenerbahçe’de Alex Galatasaray’da Lincoln Beşiktaş’ta Delgado. Ve bu oyuncular bence takımlarının sırtında bir kambur. Gerek savunmaya yardıma gelmemeleri gerek durarak oynamaları gerekse kırılgan olmaları sebebiyle bence bulundukları takımı bir kişi eksik oynatıyorlar.

Dünyada şu anda bu mevki ölmüş durumda. Bu oyuncuların yerini orta sahanın ortasında oynayan hücuma destek verebilen savaşçı kuvvetli Lampard gibi Gerrard gibi Pirlo gibi oyuncular aldı. Teknik ve hücum yönü güçlü oyuncular ise artık bizdekiler gibi durarak değil kanatlara doğru yayılarak hızlı oynuyorlar ve adam eksiltiyorlar. Bence bu dönemde Avrupa’da başarı istiyor isek bu on numara fetişinden vazgeçmemiz gerekiyor.

Gelelim evlere şenlik Fenerbahçe orta sahasına. Kanatların göbeğe göre çok daha iyi olduğu bu bölgede kenarları daha çok Deivid Uğur Boral ve Kazım kullanıyor. Bu üç oyuncudan Deivid dışındaki ikisi istikrarsız oyuncular. Ne zaman ne yapacakları belli değil. Ama reziller içindeki göbekten onlar ile ilgilenmeye vakit bulamıyoruz.

Selçuk, Maldonado, Deniz, Josico aynı kalıptan çıkmış dört tane ürün. Bu oyuncuların pas menzili en fazla 2 metre. Yaratıcılıkları sıfır devamlılıkları da tartışılır. En iyi yaptıkları şey ise toplu aldıktan sonra kendileri ile aynı meridyendeki oyunculara topu yuvarlamak ki bunda da perfect değiller. Savunmadaki oyuncularınız da oyun kuramayan tipler olduğu için artık Fenerbahçe’nin oyun kurması ya Carlos’un şişirmelerine ya Gökhan’ın driplinglerine ya da Alex’in savunmaya kadar gelip topu almasına kalıyor. Alex’in de bu görevi yapması zaten düşük olan kondisyonunun daha çabuk düşmesi sebep oluyor böylece hazretleri yetmişinci dakikadan itibaren sahada gezmeye başlıyor.

Savunmada Edu ve Lugano iyi ve uyumlular ancak Luis paşanın bunlara bir düzgün yedek üretemeyişi enteresan. Niye inatla Yasin’i deniyor anlayabilmiş değilim. Hele ki kulübede Önder varken.

Kaleci Volkan’da istikrarsızlık sembollerinden birisi. Bir türlü düzgün bir dikiş tutturamıyor. Bir maç çok iyi bir maç çok kötü böyle giderse Fenerbahçe Volkan’ın yerine de bir ayarlama yapmak zorunda kalabilir.

Gelelim kulübeye. EURO 2008’i seyrederken Aragones’in değişikliklerine dikkat etmiştim. Hepsi aynıydı. Villa çık Guiza gir. İniesta çık Fabregas gir hep aynı. Hala da aynı değişiklikler. Burak gir Kazım gir falan. Bir kere de oyun şablonunu değiştirecek bir değişiklik yapmıyor Sayın Aragones. Yemeği değiştirmiyor sürekli dolma yeniyor, ilk devre patlıcan ikinci devre kabak. Durum böyle olunca Fenerbahçe’de artık kabak tadı veriyor.

Hoca sen bir saattir söylüyorsun ama bir de ne yapılacak onu söyle diyenler olabilir. Yapılacak şeyler uzun süreli ve meşakkatli ancak yapılmazsa hastamızın kurtulma şansı yok gibi.

İlk evvel dediğim gibi Fenerbahçe’nin Alex’ten kurtulması gerekiyor. Sezon sonunda Alex gönderilerek bir devir kapatılabilir. Tabii sözleşmesi biten Lugano’nun tutulması gerekiyor ama bu bence biraz zor olacak.

İkincisi orta sahanın ortasına iki yönü de oynayabilen oyuncular bulunmalıdır. Yani Selçuk ve Josico gibi olmayan Alex’te olmayan iki yönlü çift bıçaklı bir adam lazım Fenerbahçe’ye ancak o zaman Fenerbahçe iyi bir duruma getirilebilir. Bu orta sahayla ileri uca değil Guiza, İbrahimovic’i getirmenizde bir şey elde edemezsiniz.

Fenerbahçe’nin bu sezonki en büyük eksiklerinden biri olan Bench yani yedek sıkıntısının da çözümlenmesi gerekir. Takımda yedekten gelip patlayıcı güç verecek oyunu değiştirebilecek yarım oyuncu bile yok. Bu gerçekten önemli bir eksiklik.

Ve kulübeye de başarıya aç ama tecrübeli bir teknik direktör getirilmeli bu teknik direktörün disiplinli olması da şart.

Fenerbahçe için nacizane iyileşme önlemlerimiz bunlardır. Yazıda bahsetmediğim Semih’i çok takdir edip beğendiğim için Guiza’yı daha tam çözemediğim için Emre’ye de bir şey diyemeyeceğim için zikretmedim. Umarım sıkıcı bir yazı olmamıştır.

22.11.2008

Hoffenheim

Takımlar arasındaki puan farkının yine pek fazla olmadığı Bundesliga’da geçen 13 hafta sonunda Hoffenheim fırtınası esiyor. 13 maçta 9 galibiyet 1 beraberlik ve 3 mağlubiyetle 2. sıradalar ki birinci Leverkusen de aynı galibiyet oranına sahip. Anlayacağınız averajla ikinci Hoffenheim..

Ben de uzun zaman sonra yazdığım bu Bundesliga yazısını, Hoffenheim’a ayırdım.

Hoffenheim Almanya’nın güneybatısında Baden – Wüttenberg eyaletinin Sinsheim şehrinin küçük bir kasabası. Futbol takımı dışında bir numarası yok, futbolda da bu son birkaç yıla kadar bir numarası yoktu.

Alman yazılım firması SAP’ın kurucularından, eskiden Hoffenheim’ın genç takımında oynamış(kısacası futbol oynamasını bilmeyen) Dietmar Hopp 1990 yılından beri takımın mali destekçisi. Dünya’nın en zengin 100 adamından biri olduğu iddia edilen bu şahsiyetin takıma desteği aslında en başlarda laf olsun diye. 90 yılından 2006 yılına kadar takımın bulunduğu en iyi yer 3. Lig. Fakat 2006 yılında takımı hala çalıştıran, 2005 yılında Schalke’den hatırlayacağımız Ralf Ragninck ile anlaşıyorlar. Bundesliga tecrübesi olan ve halen kadroda bulunan Seitz ve şu anda takımın yardımcı antrenörlüğünü yapan Maric gibi isimleri de katıyorlar kadrolarına. Tabii Şampiyonlar Ligi’nden 3. lige antrenör getirdiğinizde başarı da geliyor. Önce 2. lig ardından, Bundesliga. Hikayenin buraya kadarı gayet olası fakat kolay da değil. Zaman zaman böyle yatırımların başarısızlık ve hüsranla karşılaştığını da görürüz. En yakın örnek, Etimesgut Şekerspor…

Bu sezon Ragninck ile yola devam eden Hoffenheim’ın an itibariyle geldiği nokta elbette şaşırtıcı. Geçtiğimiz hafta Hertha Berline’e yenilmeselerdi, liderlerdi hala. Kadroları zayıf, Hopp denilen adam takıma Ronaldo’yu, Kaka’yı getirmedi sonuçta. Takımın yıldızı PSG’den hatırlayacağımız(ya da hatırlamak istemeyeceğimiz) Boşnak golcü Ibisevic. 14 golle de açık ara ligin sürpriz gol kralı. Yaptığı açıklamada “14 gol atabileceğimi hiç tahmin etmiyordum” demiş. Ne yalan söyleyeyim, ben de etmiyordum.

Ibisevic dışındaki dikkat çeken oyuncular Salihovic, Carlos Eduardo , Demba Ba ve Obasi. Hatta biraz altta bahsedeceğimiz gibi bu beşli muhteşem bir hücum takımının oluşmasını sağlamış durumdalar.

Bu oyuncuları ve başarısını izlediğinizde FM/CM oynuyor gibi hissedebilirsiniz kendinizi. Nijeryalı Obasi, 22 yaşında, Real Madrid ve Chelsea’ nin listesinde olduğu söyleniyor. Salihovic, Ibisevic gibi Boşnak. O biraz yaşlı, 24 yaşında(!). 2006’daki yapılanmadan beri takımın yıldızı. Forvet arkası Carlos Eduardo ise 87’li. Daha 18 yaşındayken Real Madrid’in gündemine gelmiş, fakat yetersiz bulunduğu için alınmamış. Güney Amerika futbolunu takip edenler onu Gremio ile 2007’de Copa Libartadores’de final oynadığını hatırlar, kendisini ta o günlerden tanır. O yaz Gremio’dan henüz o aralar Alman 2. Ligi’nde bulunan Hoffenheim’a 8 milyon avroya transfer oldu. Son maçlarda formunu arttırdı. Gelecekte ne fiyata nerelere gider merak konusu. Ibisevic’ten sonra takımın Obasi ile birlikte en golcü ismi Senegalli Demba Ba da henüz 23 yaşında.

İşte bu tanınmamış, genç beşli attıkları gollerle Hoffenheim’ı zirveye taşıyorlar. Atılan 34 golün 32sini bu beşli atmış durumda (Ibisevic 14, Ba ve Obasi 6, Salihovic 4, Eduardo 2) Demek ki böyle şeyler sadece menajerlik oyunlarında olmuyor.

Bu yazıyı okuyan herkese sporx.com dan Hoffenheim maçlarının özetlerini izlemelerini tavsiye ederim. Hoffenheim hücum hattının ne kadar hızlı ve göze hoş gelen bir oyun oynadıklarını her futbolseverin görmesi lazım. Benim favori oyuncum, Obasi. Favori gollerim ise Bochum ve Wolfsburg maçlarındaki üçüncü goller...

Takımdaki ciddi sıkıntı, Bremen, Leverkusen, Hertha ve Stuttgart gibi zor maçlarından toplam 1 puan çıkarabilmiş olması. Onu da gol yemedikleri(ne hikmetse) Stuttgart karşısında aldılar. Bremen ve Leverkusen 5 attı bu takıma.

İstatistiklerle devam ediyoruz. 7 maçta 19 puanla iç sahada lig lideri, 13 maçta 34 golle ligin en çok gol atan takımı durumundalar. Maç başına üçe yakın(!)… Arkalarından 31er golle Bremen ve Leverkusen geliyor ki onlar da bu gollerin altıda birini Hoffenheim’a attılar. 19 da gol yemişler. Averajlarını siz hesaplayın.

Yazıyı bitirirken şu ekstra notu vereyim: Dietmar Hopp, şu an Rhein-Neckar Arena denilen bir 30.000 kişilik(fazlasını dolduramazlar zaten) bir stadyum inşası çabasında. 2009’da bitmesi bekleniyor. Stadyum hakkında daha fazla bilgi için http://www.dkexe.de/rnarenade/

Son bir not: Bayern Münih toparlandı…

18.11.2008

Orada bir City var uzakta!!!

Manchester City, sezona flaş bir değişiklikle girdi ve kulüp, yasaklı ve aranan başkan Thaksin Shinawatra tarafından Abu Dhabi grubuna satıldı. Gün geçmeden Robinho transfer edildi ve zaten öncesindeki Kompany, SWP ve Zabaleta gibi transferlerle güçlenmiş olan City’yi Robinho’nun bir üst seviyeye taşıyacağı öngörüldü. Ancak çoğu teknik adam ve kulüp sahibi bunun zaman alacağını Chelsea örneğiyle verdiler ki City’nin şu andaki durumu da bunu doğrular nitelikte. Robinho’nun inanılmaz performansına rağmen City 13.sırada ve kesinlikle kadrosunun hakkını vermiyor. Hatta Stephen Ireland dahi bu sene müthiş bir performans sergiliyor ve ligin en çok gol atan takımlarından biri City.

Ancak defansif anlamdaki başarısızlık City’nin istediği noktaya çıkmasına engel oluyor. Bu başarısızlıktaki en büyük pay bana göre Mark Hughes’a ait. Yaptığı gereksiz Ben Haim transferiyle Richard Dunne’ın özgüvenini sarsan teknik adam Robinho, SWP, Elano ve Ireland gibi hücumcu ortasahalarla oynarken ortasahayı sadece Kompany’ye emanet etti. Önceki sezonların en sağlam bölgesi olan defansı bu seçim kevgire çevirmeye yetti de arttı bile. Öyle ki dört sene üst üste kulübün en değerli oyuncusu seçilen Dunne’ı dahi taraftarlar protesto etmeye başladı. Kompany’nin beş sarı kart görmesi, Gelson’un bu hafta üst üste iki sarı kart görmesi ortasahadaki defansif oyuncuların orta sahada her yere koşamayacağını gösterir gibi. UEFA kupasına ilk kez katılmaları tecrübesizliklerini gösterebilir ancak grup maçlarına kalırken dahi adı sanı duyulmamış FC Midtjylland’ı penaltılarla geçebildi.

Martin Petrov’un, Bojinov’un, Michael Johnson’ın ve bu hafta düzelen Vassell ve Benjani’nin sakatlıklarının önemli ölçüde etkisi oldu ancak şu ana kadarki izlediğim City maçlarındaki hem dizilişlerin hem de oyuncu değişikliklerinin yerinde olmadığını düşünüyorum. Dunne, Richards, Onuoha, (sezon öncesi) Corluka gibi dört kaliteli stoperi ve takımda o zamanlar önemli bir şekilde sol bek ve sağ kanat problemi varken Ben Haim gibi sıradan bir defans oyuncusunu alması hakikaten çok saçma bir karar.

Daha önce de dediğim gibi bu olayın Dunne’ı etkilediği bariz çünkü daha önce defansın belkemiği olan Dunne şimdi inanılmayacak hatalar yapmaya başladı . Yani Hughes sadece bir transferle geçen senelerin en başarılı bölgesi olan defansın yapısını allak bullak etti. Yine haftalardır SWP’in performansında bariz bir düşüş var çünkü takımın yıldızı şu anda Robinho. Halbuki SWP transfer edildiğinde takımın liderinin ve yıldızının o olacağı düşünülüyordu haklı olarak. Bunun sebebiyse SWP’in ayrılırken takımın yıldızı olarak ayrılmasıydı.

Robinho transfer olduktan sonra gün geçtikçe takımdaki etkinliğini ve performansını arttırırken, SWP’in haftalardır performansı pek iç açıcı değil ne yazık ki. Belki bunda Abu Dhabi grubunun bir etkisi vardır ancak menajer olarak Hughes, Robinho transferinin daha sonraya ertelenmesini savunmalıydı. Çünkü şu andaki dengesizliğin en büyük nedeni takımdaki görev dağılımının belli olmaması. Zaten menajer de bu dengeyi ayarlayacak kişi olmalı. Takım şu anda tamamen bireysel yeteneklere bakıyor ve istatistikler de bunu doğruluyor.

Açıkçası Hughes takımın başında kaldıkça da City’nin çok daha ilerilere gideceğine ihtimal vermiyorum. City eğer dünya çapında bir kulüp olmak istiyorsa aynı Chelsea’nin yaptığı gibi dünya çapında bir teknik direktör getirmeli.

14.11.2008

Şampiyonlar Ligi: Sürprizler ve Hayalkırıklıkları

Şampiyonlar Ligi'nde tur atlayanlar ve diğer sıraların belirli olacağı son iki maç gününe doğru giderken bir değerlendirme yapmanın doğru olacağı inancındayım. Geçen sezon ikinci tur yapan takımlardan sadece ikisi ilk iki torba dışından gelmişti. Bu sezon da durumun değişmesini beklemek fazla iyimserlik olur.

A Grubu'nda birinci torbadan gelen Chelsea turu hemen hemen garantilemiş durumda. İkinci torbadan gelen Roma da kötü başlamasına rağmen gruptan çıkmaya yakın. Bordeaux Cluj'u iki maçta da yenmeyi başararak grubu Cluj'un üstünde bitirmeyi hemen hemen garantiledi.

B Grubu'nda birinci torbadan gelen Inter liderliğe çok yakın. Grubun hayal kırıklığı Werder Bremen oldu. İkinci torbadan çıkmasına rağmen grubun sonuncusu durumunda, yine de ikinci olma şansları var. Şampiyonlar Ligi'nin en büyük sürprizi olan Anorthosis Famagusta ikinci durumda, sonuçlar dışında gösterdikleri performanslarla Avrupa'da yola devam edecek gibi gözüküyorlar.

C Grubu'nda sürpriz yok. Sporting-Barcelona maçı lideri belirleyebilir. Shakthar Donetsk'in ikinciliği zorlamasını beklerdim ama bu sene de olmadı, UEFA'ya gidecekler gibi gözüküyor.

D Grubu'nda son torbadan gelmesine rağmen genelde beklendiği gibi Atletico Madrid grubun zirvesinde. Atletico-Liverpool ikilisi gruptan çıkacak, PSV-Marseille'den biri de UEFA'ya kalacak. Son iki maçta liderin ve üçüncünün kimler olacağını göreceğiz.

E Grubu'nda da sürpriz yok. Man Utd ve Villarreal ilk ikiyi kaptılar, Celtic ile Aalborg da gerideler. Villarreal-ManUtd maçının galibi zirveyi alacak, Aalborg ise kendi sahasında Celtic'i yenebilirse sürpriz bir şekilde UEFA Kupası'na kalabilir.

F Grubu'nda Lyon ile Bayern aynı puanda zirvedeler. Fiorentina geride kalmasına rağmen son iki maçta sürpriz yapıp gruptan çıkabilir. Diğer taraftan, Steaua ile oynacakları son maç UEFA biletini de kaçırmalarına neden olabilir.

G Grubu'nda Arsenal lider bitirmeye yakın. Kalan üç takımın da gruptan çıkma şansı var. İkinci torbadan gelen Porto tura en yakın olan ekip. Son torbadan gelen Dinamo Kiev son maçta Porto'yu içeride yenmiş olsaydı çok büyük bir avantaj sağlamış olacaktı.

H Grubu'nda Juventus Real Madrid'i iki kez yenerek liderliği eline aldı. Zenit biraz da şanssızlık sonucu beklendiği kadar zorlayamadı üsttekileri. Yine de gruptan çıkacak son takımı Real Madrid-Zenit maçının sonucunun belirlemesi muhtemel.

Birkaç ilginç istatistik verelim. Grupların en iyisi olarak gözüken Barcelona ortalama %63 ile topla oynuyor. Son grubun parlayan takımı Juventus ile %42 gibi çok düşük bir yüzdeyle topla oynuyor.

En golcü futbolcular dört gol atan dört futbolcu: Dimitar Berbatov, Lionel Messi, Steven Gerrard ve Alessandro Del Piero. Görüleceği üzere Berbatov dışındaki üçlü klasik santrafor olarak tarif ettiğimiz oyuncular değil. Grupların en az gol atan takımı ise sadece bir gol ile Celtic.

Şahsi fikrim, Şampiyonlar Ligi'nde grupların bu sezon geçtiğimiz sezonlara oranla daha az çekişmeli geçtiği. Umarım, gelecek turlarda aynı şey olmaz, geçtiğimiz yıllardaki gibi müthiş mücadeleler izleriz. Yarı finalde yine üç İngiliz'in olacağını düşünüyorum. Onlara katılan takım ise Barcelona veya Inter olabilir.

12.11.2008

Güzelleme yapılacak takım: Barcelona

12 Temmuz 2008 tarihinde La Liga'daki transferleri içeren bir yazı yazmışım ve Barcelona ile ilgili olarak ''Sakatlık gibi sorunlar yaşanmazsa 2005-06 benzeri bir sezon yaşamalarını beklemek hayal değil.'' ifadesini kullanmışım. Neyse, mesele benim birkaç ay sonra Barcelona'nın olacağı yeri tahmin etmem veya etmemem değil. Önemli olan Barcelona'nın durumunu iyi tahlil etmek ve gözlemlemek.

Barcelona lige kötü başladı. Sezonun ilk maçında ligin yeni ekiplerinden Numancia'ya yenildiler, ikinci maçta ise Racing'i kendi sahalarında yenemediler. Teknik direktörlüğe tecrübesiz Guardiola'yı getiren, Ronaldinho ve Deco'yu gönderen Barcelona ile ilgili soru işaretleri beklendiği gibi çoğaldı. Barcelona bu iki maçı kazanamamasına rağmen muhteşem bir futbol oynadı ve iki rakibini de oyun olarak ezmeyi başardı.

Barcelona iki maç sonra yükselişe geçti ve arka arkaya dokuz lig maçı, üç Şampiyonlar Ligi maçı kazandı; İspanya Kupası'nda tur atladı. Şampiyonlar Ligi'nde grubunu lider bitiren Barcelona ligde son iki maçında Sevilla ve Valencia gibi ilk dört iddiası bulunan iki takımı adeta yerle bir etti, zirvedeki yerini sağlamlaştırdı. Barcelona ligde 14 maçta 44 gol atıp sadece 9 gol yedi. Kazandığı on maçın yedisinde en az üç fark attı. Zor maçlar serisine girdiğinde; Sevilla'yı deplasmanda 3-0, Valencia'yı Nou Camp'ta 4-0 ile geçti.

Barcelona genel olarak 4-3-3 sistemiyle oynuyor. Geri dörtlüyü Abidal-Puyol-Marquez-Dani Alves oluşturuyorlar. Dani Alves yeni gelmesine rağmen müthiş bir uyum sağladı ve gerçek bir şampiyon gibi oynuyor. Kaptan Puyol her maçı ölüm kalım maçı gibi oynuyor. Öyle bir savunma kurgusu ki, Pique gibi bence son derece vasat bir savunma oyuncusu bile rahatlıkla forma giyebiliyor. Orta üçlüde Xavi-Iniesta-Yaya Toure üçlüsü var gibi gözükse de Xavi dışında herkes değişiyor. Iniesta yaklaşık bir aydır sakat. Yedek oyuncuların Gudjohnsen, Seydou Keita ve Aliaksandr Hleb olduğunu da hatırlatalım. Barcelona'nın ileri üçlüsünde Thierry Henry-Samuel Eto'o ve Lionel Messi üçlüsü var. Bu üçlüden Thierry Henry geçen sezon biraz eksik kalmıştı ki, bu sezon tam uyumu sağladı. Samuel Eto'o gol atmada üzerine düşeni yapıyor. Lionel Messi de gereğinden fazla gelişti. Yedekte Bojan Krkic gibi önemli bir silahın olduğunu da belirtelim.

Barcelona'yı özel kılan her zaman ama her zaman keyif veren futbol oynama özellikleri olmuştur. Bu sezon ise bu özelliklerini biraz daha fazla öne çıkarıyorlar. Valencia maçını izleyenler görmüştür ki; futbolcular işlerini yaparken müthiş bir keyif alıyorlar ve bu keyfi seyirciye de yansıtıyorlar. İlk golde Yaya Toure kendisinden hiç beklenmeyecek bir şekilde orta sahanın ortasında aldığı topu ceza alanındaki Thierry Henry'nin tam ayağına düşürdü ve golü attırdı. İkinci golde ise Dani Alves kendi ceza alanının önünde aldığı topu ileriye taşıdı, Hleb topuk pası yaptı, Henry golü attı. Barcelona kazanamadığı maçlarda bile topa %60-%70 arasında bir yüzdeyle sahip oluyor ve rakibine sahayı dar ediyor.

Tam zamanında form yakalayan Barcelona bu haftayı en yakın rakibinin altı puan önünde tamamladı. Gelecek hafta El Clasico'da Real Madrid'i ağırlayacaklar, daha sonra ise Villarreal maçına çıkacaklar. Barcelona bu maçlarda rakiplerini yenerse puan farkı iyice açılacak. Barcelona için sorun geçen sezonlarda Lyon'un başına geldiği gibi aşırı rehavet nedeniyle form düşüklüğü olabilir. Dikkat diyorum, Barcelona'dan beklentim sadece lig şampiyonluğu değil...

7.11.2008

Çap Sorunu

İki takımımız da Avrupa’da haftayı karlı kapattı ama çoğu kişinin gözünden kaçan bazı noktalar takımlarımızın çapı ve gidebilecekleri yer hakkında tahminde bulunmamızı sağladı.

Galatasaray’dan başlayalım. Benfica deplasmanında 2-0 harika sonuç.. Gelin görün ki Galatasaray öndeyken maçın bilmem kaçıncı dakikasında az sayıdaki Galatasaray taraftarından biri bir pankart açtı: N.F.V.A.S… Açılımını herkesin bilebileceği bu pankartı o anda açmanın mantığı nedir? Senin takımının “Avrupa Fatihi” lakabı var. Yıllar sonra bu sezon iddialı bir kadro kurmuş, Uefa’da gruplara 2 de 2 ile başlamış, büyük ihtimalle lider çıkacak grubundan. Nedir bu çapsızlık hala? Ne olacak Fener’e küfür etsen? Maalesef Galatasaray taraftarında 2007’deki “şişeli” Fenerbahçe maçıyla doruk noktasına vardığını gördüğümüz anlaşılmaz bir Fenerbahçe antipatisi oluştu. Ezeli rakibini sevmemek normal ama olayı bu boyuta getirmek senin camianı küçültmekten başka bir işe yaramaz.

Maça gelirsek, klasik bir Galatasaray maçıydı. Yine hücum ve savunma arası koordinasyon sıfırdı Galatasaray’da. Bu oyunuyla Galatasaray’ın her maçı basket maçı gibi geçer, geçiyor da zaten. Rakip Benfica da Galatasaray’a çok benzeyen bir yapıya sahip. Onların da hücum hattı çok güçlü ama takımın diğer bölgeleriyle uyum problemi var. Galatasaray Mehmet Topal ve Barış’ın dönmesiyle daha güçlü olacaktır ve Avrupa’da ilerleyebilir. Şimdilik bu oyunla 2 galibiyet(ve yüzde doksan gruptan çıkmış olmak) mükemmel.

Bu maçla ilgili bir başka not da artık Ayhan gerçeğinin anlaşılması gerektiği. Mehmet Aurelio’nun da yurtdışına gitmesiyle tartışmasız ülkedeki en iyi orta saha oyuncusu oldu. Hem hücum yönü hem de defansif yönü olan ideal bir orta saha. Çok iyi.

Fenerbahçe’ye geçersek. Emre Belözoğlu hafta içi Aragones’e “ Beni Arsenal’e karşı oynatma, Galatasaray’a hazırlanıyorum” demiş. Haberin yalan olma ihtimali var. Zaten benim amacım da Emre’yi suçlamak değil. Haber doğruysa Emre’nin, yalansa medyanın çapsızlığı.

Sorun anlayışta. Henüz geçtiğimiz yıl Avrupa’da çeyrek final oynamış takımın yıldızı(!) veyahut medyası Arsenal maçını önemsiz, Galatasaray’a karşı oynanacak derbiyi önemli görüyor. Arsenal maçını kesin kaybedilmiş bir maç olarak görüyor, hedefi Galatasaray olarak belirliyor. Bu Fenerbahçe için 6-7 yıl önce yaşanan bir durumdu. Fakat o zamanlar Fenerbahçe’nin Avrupa’da başarısı yoktu, şimdiki gibi bir kadrosu ve ekonomik gücü de yoktu. Ama artık çok şey değişti. Geçtiğimiz yıl Fenerbahçe lig şampiyonluğunu kaybetse de çoğu Fenerbahçe taraftarı takımlarının harika bir sezon geçirdiğini biliyordu. Şimdi tekrar hedef küçültmek düşündürücü.

Maç da tam bu anlayışla başladı. Fenerbahçeli oyuncular mağlubiyeti kabullenmiş gözüküyorlardı ve sanki “bir an önce yenilsek de gitsek” havasındalardı. Fakat dakikalar hızla geçip Arsenal golü bulamayınca Fenerbahçe bu maçta puan ya da puanlar alabileceğinin farkına vardı. Ve güzel bir direniş gösterip Arsenal’e ikinci yarıda ciddi bir pozisyon vermedi. Dakikalar daha da geçtikçe ben de Fenerbahçe’nin puan alabileceğini, puanlar almasının ise imkansız olacağını anladım. Çünkü Alex olmadığı zaman Fenerbahçe’nin hücum gücü çok zayıflıyor.

Öyle kolay kolay Emirates’de 5 yiyecek bir takım değil Fenerbahçe. Bunu İngiliz medyası bilemeyebilir ama Türk medyası ve Fenerbahçeli oyuncular bilmeli.

Hafta sonu iki takım da muradına eriyor. Derbide karşılaşacaklar. FB-GS maçları öyle bir hal aldı ki bu iki guzide kulübümüz nerdeyse bütün yatırımlarını bu maçlar için yapacaklar yakında. Galatasaray stressiz, yenilse de fazla taş yerinden oynamaz. Fenerbahçe stresli, yenildiği anda sezon çöpe gidebilir fakat yıllardır olduğu gibi en kötü döneminde Galatasaray’ı yenip düzlüğe çıkmak da var. Fenerbahçe iç sahada, avantajı bu. Galatasaray’ın avantajı ise hücum hattı hızlı ve teknik, Fener defansının en çok sorun yaşayacağı tarzda oyunculara sahip. İki takımın da orta sahası kötü. Yıllardır Kadıköy’de yenemiyor olsa da sanki Galatasaray bir adım önde, göreceğiz.

27.10.2008

Avrupa Maceraları

Bu hafta temsilcilerimizin Avrupa haftasıydı. Biri üzülürken, diğeri sevindi.

Arkadaşın evinde oturmuş Fener-Arsenal maçını beklerken, tv kanallarını dolaşıyordum. Tesadüfen izlememiş olduğum Kocaeli maçının özetini yakaladım. Maçın 90 +6ncı dakikasında gol atan Fenerbahçe’de gol atan Semih dahil kimsede ciddi bir sevinç yoktu. Sanki uzatmanın son anlarında gol atıp maç kazanan bir takım değil de 15. dakikada deplasmanda öne geçen bir takım gibi sevindi Fenerli oyuncular.

Bu tabloyu gördükten sonra kafamdan verdiğim “Arsenal karşısında Fenerbahçe’nin kazanma ihtimali” daha da düştü. Kadroları gördükten sonra biraz olsun belki dedim. Çünkü ileride Alex – Semih – Guiza üçlüsünün varlığı arkalarında ise Uğur Boral’ın önlibero gibi başlaması ile orta sahanın biraz daha dirençli tutulması Fenerbahçe’nin kendi sahasındaki bu maçta şansının olabileceğini düşündürdü bana.

Fakat maç başladıktan sonra anladım ki Fener’in sorunları çok farklı. Aurelio, Deivid, Aziz Yıldırım’ın transfer politikası, Aragones vs. tabii ki önemli ama öncelikle Fenerbahçe’nin Kocaeli maçında son dakikada gelen galibiyet golüne sevinmesi gerekli.

Kan değişikliği şart gibi. Camianın içinden gelen ve taraftarın sevgilisi olacak bir teknik adam(Rıdvan) veya ünlü bir başka yabancı isim tekrar takıma hava getirebilir. Belki sistemde yapılacak bir değişiklik, üçlü defans oynamak da olabilir bu kan değişikliği.

Fener’in elinde iyi bir kadro var. Tek sıkıntı(ki o da çok büyük bir sıkıntı) kadronun darlığı. Rotasyon imkanı yok. İlk onbir oyuncuları ile yedekler kesin çizgilerle ayrılmış durumda. Sanki farklı takım oyuncuları gibi. Devre arasında Türkiye liglerinden ve lejyonerlerden yapılacak birkaç ekleme ile kadro güzel bir hale getirilebilir. Yoksa geçen sene kahraman olan Volkan, Gökhan, Lugano, Uğur vs. gibi oyuncular birden kötü oyuncu olmadı.

İş işten geçti mi? Avrupa’da evet diyebiliriz. Ligde ise ilk yarı sonuna kadar Fener ne kadar kötü olursa olsun herhangi bir takım farkı açamayacak gibi. Fenerbahçe’nin lig şampiyonluğunda tekrar güçlü bir aday olması yönetimin bir an önce gerekli hamleleri yapmasıyla olacaktır.

Taraftarın ise şu tablodaki tutumu gerçekten çok başarılı. Az kişiden gelen “I love you Zico” sözleri dışında pek bir tepki yok gibi. Samandıra falan basılmıyor. Daha önce Fenerbahçe dahil olmak üzere birçok takımımızda gördüğümüz tepkileri artık Fenerbahçe taraftarının göstermemesi bence alkışlanmalı. Bu sıkıntılı ortamda Fenerbahçe taraftarı bence camianın parlayan yüzü. En çok kombine alan taraftar, en çok forma alan taraftar, en az küfür eden taraftar, sahaya en iyi etki yapan taraftar. Ve takım rezalete doğru gitse de sahip çıkmaya çalışan taraftar. Maldonado, Volkan ve Burak’a yapılan ufak tepkiler de son derece normal. Her zaman belli başlı günah keçileri vardır. Bunlar genelde medyanın sürekli ezdiği adamlar ya da tarzıyla antipatik gelen isimlerdir. Volkan, Maldonado ve Burak da maalesef günah keçisi oldular. Stadda falan değildim ama tvden anladığım kadarıyla onlara gösterilen tepki de çok abartılı değildi. Her maç Maldonado ile başlayıp fark yiyince Maldonado’yu 50. dakikada oyundan çıkaran ve taraftara yuhalatan Aragones düşünsün bunları biraz.

Perşembe günü ise Galatasaray’ın maçı vardı. Galatasaray Olympiakos’u çok ezici bir oyunla yendi. Skorun 1-0 olması kimseyi yanıltmamalı. Galatasaray 5 yapabilirdi bu maçı.

Takımın istekli ve baskılı oyunu, taraftarın coşkusu, Olympiakos’un 1-0 mağlupken bile Galatasaray kalesine gelememesi uzun zamandır özlenen tablolardı.

Bu maç şunu anlamak açısından iyi oldu ki Galatasaray yaptığı yatırımların karşılığını bir parça da olsun almış. En azından Olympiakos gibi Avrupa’nın sıradan takımlarını rahatlıkla yenebiliyor.

Galatasaray takımında bu sezon yabancılar öne çıksa da asıl kahramanlar yine Türkler. Servet, Sabri, Ayhan, Arda gibi oyuncuların takıma kattığı enerji yadsınamaz. Özellikle Arda gibi bir süper yeteneğin saha içindeki ekstra mücadelesi gerçekten herkesi şaşırtıyor ve sevindiriyor.

Bu isimlere Hakan Balta ve şu an sakat olan Barış ile Mehmet Topal’ı da ekleyebiliriz. Eğer Galatasaray bu harika Türk oyuncu iskeletini koruyabilirse ileride çok başarılı olacaktır.
Takımın artan performansındaki bir başka etken de Lincoln. Ben dahil herkes ona karşı güvensiz olduğumuz için söyleyemiyoruz ama Lincoln hakikaten çok iyi oynuyor. Ve direkt skora etki yapıyor.

Fakat yine de Galatasaray’da sıkıntılar var. Meira ön libero değil. Olympiakos maçında böyle değildi ama 4-2-3-1 oynayan takım saha içinde çoğu zaman “6 defans 4 hücum” gibi oynuyor. Gerideki oyuncular ile ilerideki oyuncular arasında koordinasyon problemi var. Kewell formsuz ve sanki Arda ve Lincoln’ün varlığında 35 yaşındaki bu yaşlı vücut kenardan gelen bir koz olsa daha etkili olacak gibi. Kaldı ki kendisi sağ açık değil ve o ya da Arda sağda oynadı mı verimleri düşüyor. Barış ve Hasan sakat olduğuna göre takıma Aydın monte edilebilir.

Kimse bahsetmiyor fakat Uğur, Hasan, Mehmet Topal ve Barış’ın sakatlıkları da çok önemli bence. Bu isimler sakat olmasaydı Galatasaray’ın şu an bulunduğu yer farklı olurdu. Çok daha dirençli bir takım haline gelirdi.