İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

28.12.2009

2016 ve Trabzon

1924 Paris Olimpiyatlarına giden iki sporcu, Kuğuzade Süleyman Rıza, Kelle İbrahim..

İkisi de Trabzonlu.

Kuğuzade Süleyman Rıza, Türkiye’de yazılan ilk futbol kitaplarından Asosyeşin Futbol’un da yazarı. Paris Olimpiyatları’nda sırıkla atlamada rekor kırıyor. İdmanocağı’nın eski bir futbolcusu Süleyman Rıza, gülle atma ve atletizm gibi sporlarda mücadele eden komplike bir spor adamı.

Kelle İbrahim, aynı şekilde Türkiye’nin katıldığı ilk olimpiyatlarda olimpiyat takımında yer alan diğer sporcu. Yaşamının büyük bir kısmı İstanbul Beykoz da geçse de Trabzonlu.

Türkiye’de futbolun, İstanbul, İzmir’den sonra en eski oynandığı kent. Sadece futbol mu? Cirit, atletizm, jimnastik, boks, hentbol. Hepsinin bu kent tarihinde yeri var.

Cumhuriyet’in ilanından önce Ankara’da futbolun ne olduğuna dair akıl yürütmeler yapılırken, Trabzon’un köylerinde formalı, çoraplı, takım olgusu içinde futbol turnuvaları düzenleniyor.

Bu kültür üzerinde yükselen Trabzon, 1970’lerin ikinci yarısında bu kez futbol iktidarına direniyor. Daha doğrusu futbol topunu iktidarların elinden alıyor. Bir ilk, İstanbul kulüpleri dışında Anadolu’dan da bir şampiyonun çıkıyor.

Am o Trabzon, 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası için belirlenen aday kentler içinde olamıyor. Aday kentlere bakıyorsunuz, bir de Trabzon’a…

Bugün Euro 2016’ya aday kentler içinde gösterilen Kayseri futbolda şampiyonluğa oynuyorsa, Trabzonspor şampiyon olduğu için.

Bursaspor, kent takımı kimliğini öne çıkarıyorsa, önünde Trabzon gibi bir rol model olduğu için.

Türkiye liglerinde amatöründen, en profesyoneline her ilde her takımda mutlaka bir Trabzonlu futbolcu olduğu gerçeğini söylemek istemiyorum bile.

UEFA’nın merkezine İsçivre’nin Zurich kentindedir. Oraya gittiğinizde, ülke haritaları ve haritalar üzerinde futbolda şampiyon takımların kentleri üzerinde ışıklar vardır ve o kentin isimleri yazar. Türkiye haritası üzerinde sadece iki kentin üzerinde ışık var:

İstanbul ve Trabzon…

Trabzon bu olaydan nasıl bir sonuç çıkaracak merak ediyoruz. Yine bağırıp çağıracak, sonra kavgalar, gürültülerle bu kazık da unutulacak.

Ey Trabzonlu, Trabzonsporlu..!

Bu ülke futboluna, sporcu ver, teknik direktör ver, spor adamı ver, yönetici ver, bakan ver, gençlik spor müdürü ver.

Ama sana bir şey yok.

Şampiyonluk yok.

Stadyum yok…

Organizasyon yok.

Galatasaray’a, Kayseri’ye, Urfa’ya var Trabzon’a yok.

Trabzonlu, yüzyılın başından yüzyılın sonuna neden Urfa ile Adana ile aynı kefeye konduğunu bir zahmet kendine soracak. Bu zemin kayması, bu mevzi kaybının ne anlama geldiğini Trabzonspor üzerinden düşünmek zorunda.

6.12.2009

Şenol Güneş'i Doğru Okumak

Herkes bu soruya cevap arıyor; Şenol Güneş, Trabzonspor’da başarılı olacak mı? Trabzonspor Asbaşkanı Ferguson modelinden bahsetti, Şenol hoca imzadan sonra bir takım açıklamalarda bulundu. Ben Şenol Güneş’in başarılı olup olmamasından çok, takip edeceği yöntemin ne olacağını merak edenlerdenim.

Yeniden yapılanma değil de, yeniden bir başarı tarifinden hareket eden yeni bir sistemi hayata geçirecek mi geçirmeyecek mi? Asbaşkanın Ferguson modeli söylemleri kulağa hoş gelen, uygulaması ise imkansız yaklaşımlardır.

Unutmayın, Ferguson Manu’dan üç kez gönderilip dördüncü kez getirilmemiştir. Gigs gibi sembol oyuncuları vardır. Ve taraftarı onu hiçbir maçta yuhalamamaktadır. Ferguson 1986, Gigs 1990’dan beri orada.

Hem hangimiz Manu başkanını Ferguson, Gigs kadar tanıyoruz. Adına Ferguson modeli değil de çağdaş futbol işletmeciği dersek, kitabın ortasında başkan ve yönetimlerin karar verici etkinliklerine sınırlandırma getirmek yazıyor. Şenol Güneş, bir ceo edasıyla bunları yapacak mı? Yöneticilerin yetkilerini ellerinden alacak mı? Trabzonspor’da kongre krizlerinin, tartışmalarının haber olmadığı zamanlar gelecek mi?

Yöneticileri sembolik olarak seçilen, bütün kararları, beş-altı kişilik bir icra kuruluna devreden bir yapıyı kurun bakalım kurabiliyor musunuz? Başına da ceo olarak Şenol Güneş’i getirin. Trabzonspor başkanı neden Hırvatistan’a oyuncu almaya gitsin ki? Transfer komiteleri neden yönetim kurulu üyelerinden oluşsun ki? Şenol Güneş’e tam yetki verdik deyip, istediği takımı sahaya çıkartma, on biri soyunma odasındaki tahtaya yazma yetkisinden bahsediliyorsa o zaman başka.

Burada yükün altına giren Şenol Güneş. Aslında bu camianın Şenol Güneş’e her zaman artı bir özür borcu vardır ve o baki kalacaktır. Neden derseniz, fotoğraf basın toplantısında var.

Atay Aktuğ zamanında da böyle şaşalı bir toplantıyla, yeni bir umut olarak gelmemiş miydi? Daha ligin dördüncü haftasında yalnız bir adam olarak gitmek zorunda kalmadı mı? Hem de ülkesinden, şehrinden çok uzaklara.

Trabzonspor’a dönmesi, imza atması için dua edenler, yalvaranlar, ‘Kurtuluş Şenol Güneş’ diyenler, yarın, ne zaman gideceğini bekleyenlerle aynı kişiler olacak. Bu realite on sene önce de böyleydi, şimdi de böyle. Sanmayın Trabzon’un huyları değişti. Trabzonspor camiası eskiye göre daha sabırsız. Oradaki o kalabalığın anlamı da bu zaten.

Fotoğraflardan, ‘Arkandayız, daha kalabalığız, ama daha sabırsızız’ mesajını yoksa almadınız mı?

Ben kişisel olarak Şenol Güneş’in başarısının yüzde yüz kendi elinde olmadığını düşünenlerden olmaya devam edeceğim. Ferguson modelinin nasıl başlayıp, nasıl devam ettiğini bilmeden, Trabzon şartlarını hesap etmeden böyle hayallere dalmanın mantığı yok. Trabzonlu, Trabzonsporlu Ferguson da gelse, Wayne Rooney’de olsa tabelaya bakmaya ve hemen şimdi şampiyonluk istemeye devam edecek. Bu ülkü için, futbolcu eskitmeye, yönetimleri değiştirmeye, öz evlatlarına kalem çekmeye, Şenol Güneş’leri yığınlarla karşılayıp, yalnız göndermeye devam edecek. Ferguson’un Manu’su, 1986 ile 1990 arasında yerlerde sürünürken, Ferguson orada kaldı, kongre krizleri yaşamadı. Taraftarı, altyapıdan çıkan oyuncularını protesto etmedi. Bunun için Şenol Güneş’in en büyük rakibi içerdeki Trabzon. Trabzonspor’u kimselerle paylaşmayan, acısını, sevincini, futbolcusunu, tesisindeki otuna kadar her şeyini kendisinin gören Trabzon’daki yapı ile Şenol Güneş arasında çetin bir mücadele yaşanacak. Ya da yaşanacak mı, bunu göreceğiz?

Yine de soruyorum; Şenol Güneş’li Trabzonspor, 2009 ile 2013 arasında yerlerde sürünürse, arkasında duracak adam olacak mısınız, arkasında duracak adam bulacak mısınız?

26.11.2009

Futbol Tarihinden Eğlenceli Notlar - 9

Gerçi çok uzun süre oldu burada karalamayalı ancak bu güzide bölümü de ihmal etmemeli.Son kez M.Ali Yılmaz Efendi’nin makine muhabbetinde kalmıştık orayı sonlandıralım İber Yarımadasına inelim.

Bask bölgesinin efsanesi Athletic Bilbao’ya ve kasabına dikkati çekelim.İsmini yazmak o kadar zor ki ekşi’den kopya çekmek zorundayım.Adıyla sanıyla Andoni Goikoetxea.Barcelona tarihine hiç oynamadan geçmeyi bilmiş bir adamdır kendisi.Bir maçta Barcelona’nın o zamanki yıldızı Bernd Schuster’in ayağını kırmıştır.Talih bu ya öteki senede Diego Armanda Maradona, Bilbao Kasabının kurbanı olmuştur.

1982 Dünya Kupasında İtalya zafere ulaşırken en önemli rol o zamanın şike şüphelisi Paolo Rossi’ye aittir.Ancak arkada kalan asıl kahramanlardan bir tanesi de Claudio Gentile’dir. Bu turnuvada eleminasyon turlarında öyle adamlara öyle savunmalara yapmıştır ki.Kimi sinmiş etkisiz kalmış kimi başarısız olmuştur.Maradona’da bu hazretin hışmına uğramış sinirlenip dellenip kırmızı kartı görmüştür.Gentile attığı kasıtlı tekmelerle meşhurdur ki adının anlamı İtalyanca’da sevimli hoş terbiyeli nazik kelimeleridir.

Yine 1982 Dünya Kupasında kupayı kazanan İtalya Milli takımı uçakla İtalya’ya dönerken milli takım antrenörü Enzo Bearzot ile o devrin İtalya Cumhurbaşkanı Alessandro Pertini kağıt oynamışlardır.

Malum ortalıkta domuz gribi virüsü ve haberleri dolaşıyor.Yakalananlara geçmiş olsun dileklerimle beraber Ancelotti’nin büyükannesinin gripten kurtulma formülünü veriyorum.Sıcak sütün içine kırmızı şarap koyup öyle içip öyle iyileşiyormuş Carletto efendi.Bizlere de öneriyor ayrıca.

Adriano efendi zamanında henüz çıldırmamış kafayı yememiş alkolik olmamışken çok etkili durdurulmaz bir santrafor idi.Gerek Şampiyonlar Ligi maçlarında gerekse Serie A’da çok etkili karşılaşmalar çıkartıyorlardı.Zamanın Valencia antrenörü Claudio Ranieri onun hakkında şunları söylemişti.Adriano’yu durdurmanın tek yolu stadın ışıklarını söndürmektir.

Futbolda en beğendiğim teknik adam olan Fabio Capello’nun bir sözüyle yazımı nihayete erdirmek istiyorum.Neden fazla hücum oynamıyorsunuz neden defansif futbolu tercihliyorsunuz eksenindeki sorulara verdiği bu cevap bence bir futbol klasiğidir.

Bir maçı 6-0 kazanmaktansa altı maçı 1-0 kazanmayı yeğlerim.

Arayı bu kez uzun tutmamak dileğiyle şimdilik hoşça kalınız.

Thierry Henry'nin Eli

Çarşamba günü oynanan maçtan sonra günlerdir tartışılan, politikacıların bile karşılıklı demeçlerine neden olan bir olay üzerine birkaç kelam etme ihtiyacını duydum…

Öncelikle olayı hatırlatalım… Geçen Cumartesi Dünya Kupası Elemeleri Play-off maçında Fransa, İrlanda’yı deplasmanda yendikten sonra Çarşamba günkü rövanş maçını İrlanda 1-0 ile kazandı ve maç uzatmaya gitti. Uzatmaların 102. Dakikasında Malouda’nın orta sahadan ortaladığı serbest vuruş oyun dışına doğru giderken Thierry Henry topu eliyle önüne çekti, orta yaptı ve Gallas golü attı, Fransa kupaya katılma hakkını kazandı.

Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Ortada çok açık bir ikiyüzlülük var! Özellikle Fransız medyası olayı günlerdir öyle abartıyor ve adeta ‘mağdur’ görünümüne girmeye çalışıyorlar.

Birşeyi hatırlatayım: Malum golden yaklaşık bir dakika önce ceza alanı içinde İrlanda kalecisi Given, Anelka’yı net bir şekilde yere düşürmüştü ve hakem pozisyonu es geçti. O pozisyondan sonra Fransa gol atamasaydı ve elenseydi, FIFA’nın ve hakem Hansson’un başı bugünkünden çok daha ciddi belaya girecekti. Fransız medyası, Henry’nin eli yerine Given’ın elinden bahsedecekti ve emin olun, en az beş kat daha fazla bahsedeceklerdi.

Thierry Henry olaydan sonra ne diyor? ‘’Evet, top elime değdi ama ben hakem değilim, hakemin oyunu durdurması gerekirdi.’’ Galatasaray Cafe Crown koçu da Cemal Nalga olayı için ‘’Milli hezeyana kapıldık.’’ Henry iyi ki onu dememiş! Henry sanki yirmi yaşında da oyundan haberi yok. Bugüne kadar asla böyle basitliklere kapılmadığı için daha çok sempati kazanan Henry bu hareketiyle ve daha sonraki açıklamasıyla bütün sempatisini kaybetmiştir. Ayrıca ‘top elime değdi’ nedir? Görüntülere bakarsak Thierry Henry’nin çok iştahlı bir şekilde elini topa doğru uzattığını ve hatta iki kere eliyle topu ittiğini görürüz.

Perşembe ve Cuma günleri tepkiler yükseliyor. İrlanda Adalet Bakanı ‘’Bence maç tekrarlanmalı.’’ Diyor, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy de ‘’İrlandalılar için üzgünüm.’’ Açıklamasını yapıyor. FIFA ‘’Maç tekrarlanamaz.’’ Diyor –ki bunu hepimiz beklerdik-. Ertesi günkü Fransız gazetelerini anlamak mümkün değil. Herkes ‘İrlandalılar’a haksızlık oldu, maç tekrarlansın.’ Diyor; en göze çarpan yorum ise Liberation’dan: ‘’Thierry Henry Dünya Kupası’na katılmasın.’’

Dünkü açıklamasında Thierry Henry de ‘’Bence en doğrusu maçın tekrar oynanması.’’ Demiş. Fransızlar çok iyi biliyorlar ki, bu maç asla ama asla tekrarlanmaz. Thierry Henry samimi olsaydı golün iptali için hakeme gider ve elimle attım derdi. Hadi onu geçtik, Henry samimi olsaydı dün çıkar ve ‘’Gitmiyorum Dünya Kupası’na.’’ Derdi. Henry bunların hiçbirini yapmadı ve kendisini affettirmek için hiç inanmadığı şeyler söylemeye başladı.

Bu maç asla tekrarlanmayacak ve bir süre sonra da unutulacak. Dediğim gibi, eğer gol olmasaydı ve Fransa elenseydi çok daha büyük bir kriz çıkacaktı. Bu golle adaletin bulunduğuna inanıyor muyum? Evet, inanıyorum. Ama lütfen, basit sözlerle bizi aptal yerine koyup saygısızlık yapmayın…

19.10.2009

Twente'nin Yeni Transferi Bryan Ruiz

Hollanda’nın son dönemlerde yaptığı genç oyuncu yatırımlarıyla gündeme gelen kulübü Twente , Gent takımından 5.5 milyon euro’ya genç Kosta Rika’lı futbolcu Bryan Ruiz’i kadrosuna kattı. O Bryan Ruiz de şimdi oynadığı futbol ve attığı gollerle daha şimdiden kendini göstermeyi başardı ve aldığı paranın hakkını verip Twente’den sonra önünün çok daha açık olduğunu gösterdi.

Peki kimdi bu Bryan Ruiz ?

1985 doğumlu Kosta Rika’lı oyuncu daha 12 yaşında fark edilerek Kosta Rika’nın köklü kulüplerinden Alajuelse takımıyla sözleşme imzaladı. Daha sonra kulübün alt yapısında gelişimini devam ettiren Ruiz 18 yaşında kulübüyle ilk maçına çıkma başarısını gösterdi. Takımı Alajuelse’ye 2004 ve 2005 yıllarında önemli başarılar kazandırdı. Önce CONCACAF Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Alajuelse daha sonra kulüpler kupasını da kazanarak büyük başarılara imza attı. Zaten bu noktadan sonra onlarda Ruiz’i artık ellerinde tutamayacaklarını biliyorlardı. Bu başarılarla beraber Ruiz’e Avrupa’dan önemli takımlardan teklifler gelmeye başladı. Ancak o sürpriz bir şekilde 2006 Temmuz’unda 21 yaşında kendini Gent’li yapan sözleşmeyi imzaladı.

Artık herkes Ruiz’in bir an önce patlama yapıp daha büyük kulüplerin ilgisini çekmesini bekliyordu.Ancak işler öyle olmadı. Gittiği ilk sezonunda Gent’in başında bulunan Leekens’ten fazla şans bulamadı. Zaten o dönem takıma adaptasyon süreci geçiriyordu. Bu sebeplerle beraber Gent takımında o sezon 16 maçta forma giyip 3 gol kaydetti. Ertesi sezon Leekens ile yollarını ayıran Gent takımı , takımın başına Norveçli Trond Sollied’i getirdiğinde Ruiz için her şey adeta yeni başlıyordu. Gittiği takımlara oynattığı 4-3-3 sistemiyle bilinen Sollied takımına oldukça ofansif bir oyun tarzı yerleştiriyordu.Bu oyun tarzı içerisinde de en önemli kozu Ruiz’di. Sollied ile Gent takımı adına o sezon 31 maçta 11 gol atıp 6 da asist yaparak takıma önemli katkıda bulundu. Daha sonra Sollied ile de istenen noktaya ulaşamayan Gent takımın başına Standard Liege’den şampiyonluk yaşayarak gelen Preud’homme’u getirdi. Preud’homme ile de Ruiz Belçika’daki zirvesini yaptı. O sezon 32 maçta 12 gol ve 13 asistle artık Belçika’daki misyonunu tamamladığını gösterdi. Zaten tekliflerde birbiri ardına geldi. Ve 2009 Temmuz’unda kendini Twente’ye bağlayan 4 senelik sözleşmeyi imzaladı Ruiz. Gent takımı ise bu transferden yaklaşık 5.5 milyon euro gibi hatırı sayılır bir transfer ücreti kazandı.

Ruiz’in oyun stilinden de bahsetmek istiyorum. Aslında tam bir santrafor diyemeyiz onun için. Tamam uzun boylu ve teknik bir oyuncu ama o daha çok dripling yaparak oynamayı seviyor. Bu sebeple hedef santraforun yanında 2. ya da 3. Hücum oyuncusu olarak görev yapıyor. Aslında Twente’ye transferi Ruiz için çok isabetli oldu. Çünkü Gent’ten sonra yine hücumu benimseyen bir takım olan Twente’nin stili Ruiz’e pek yabancı gelmedi ve o da alışma dönemini kısa sürede atlattı ve çıktığı 9 maçta 5 gol 3 asist yaparak daha şimdiden taraftarların gözüne girdi.

Yazımın sonlarına doğru gelirken bu Kosta Rika’lı yeteneği gerek Hollanda ligi özetlerinden gerekse UEFA kupasından takip etmenizi tavsiye ediyorum. Her 2 ayağını da kullanabilen yeri geldiğinde müthiş çalımlarla içeri kat eden, sürpriz hava toplarında gol bulabilen bu genç yeteneği ileriki dönemlerde daha iyi takımlarda göreceğimize eminim.

Bir Fakir Oğlan Hikayesi: Jean-Marie Pfaff

Naçizane yazarınız, yaşı gereği en iyi dönemlerini 1970’lerin sonu ile 1980’lerin ilk yarısında yaşamış futbolcuları ve de kalecileri hayal meyal figürler olarak hatırlar. Bu hayallerden en canlısı, yolu Fenerbahçe’den de geçen Schumacher olurken, en zayıflarından biriyse Jean-Marie Pfaff’tır. Günümüz şartlarında düşünürsek bu biraz garip gelebilir. Televizyon sağolsun her hafta bütün dünyadan futbol izleyebiliyoruz. Ama 1980’lerde söz konusu Belçika gibi dünya futbol kültürüne damga vurmuş ülkelerden değilse bekle ki bir uluslararası turnuvada boy göstermiş olsun, daha da önemlisi maçı senin yatağa kovalandığın bir saate denk gelmesin. Zaten Avrupa kupa maçları da hep geç başlardı.

Tabi bunu bir de Trabzonsporlu’lara sormak lazım; Türkiye 1. Ligi’ni sadece bir sene şereflendirmesine rağmen hâlen taraftar forumlarında zaman zaman özlenen ideal kaleci olarak Pfaff’ın ismi geçmektedir. Aslında 1988-89 ve 1989-90 sezonlarını kaleciler açısından ayrı bir yere koymak lazım. O zaman takımların sadece tek yabancı hakkı var ve Trabzonspor ile Fenerbahçe sağolsun, Avrupa’nın ve hatta belki de dünyanın o zamanlardaki en iyi (5 çok iddialı olur) 10 kalecisinden ikisi Türkiye Ligi’nde boy göstermiştir. Neyse, genel konsepti bozmayalım; Pfaff’ın Trabzon macerasına sonra döneriz.

Yukarıda söylediğim gibi Belçika denince dünyanın aklına ilk futbol değil nefis biralar, patates kızartması veya Ten Ten gelir. Yine de bu küçük ülke, 1930’daki ilk Dünya Kupası’na katılan 4 Avrupalı ülkeden birisi olma onurunu taşımaktadır. Belçika futbolu diyince aklımıza 1980’lerden bir çok isim takılabilir. Bütün bu isimlerin arasından ülkenin en önemli futbol idollerinden birisi olarak Pfaff öne çıkar. O kadar ki yakın zamanlarda Mastercard, tanıtım elçileri arasına katmak için bir Belçikalı seçmek amacıyla anket düzenlediğinde birinciliği açık ara Pfaff alır. Ayrıca Avrupa halkının % 90’ı da bu Belçikalıyı görünce tanımaktadır çünkü o futbolu bıraktıktan sonra da bir kenara çekilmemiş ve gündemde kalmayı başarmıştır.

Ama hikayenin başlangıcı bu kadar görkemli değildir. Pfaff, Belçika’nın hafif kuzey batısında yer alan Lebekke şehrinde 4 Aralık 1953 günü doğar. Babası seyyar bir halı satıcısıdır ve aile yaşamakta olduğu karavanda 11. çocuğa da yer bulmak zorunda kalır. Günümüzde Pfaff’ı anlatan yazarlar, onun halk arasında ve televizyonda bu kadar rahat olmasını, mahremiyete fazla izin vermeyen karavan yaşamına bağlıyor. Şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama Jean-Marie ismi de galiba komşu karavandaki çiftin isimlerinin birleşmesinden doğmuş.

Arada ne olduğuna dair fazla bilgi yok ama kendisi çalışma azmini sürekli mücadele hâlinde geçen çocukluk yıllarına bağlıyor. Futbola ne zaman başladığına dair de bir bilgi yok ama Belçika’da oynadığı ilk klüp olan Beveren’den içeri adım attığında yaşı 16’dır. Aslında ilk başta özellikle ellerinin büyüklüğü açısından kaleciliğe uygun olmadığı düşünülür ama o 1.80’lik boyuna eklediği refleksleri, sıçrama yeteneği ve konstantrasyon gücüyle eldivenleri kapmayı başarır. 1973-74 sezonundan itibaren de A takımının kalesinde Belçika Birinci Ligi’nde boy göstermeye başlar. Dokuz sezonunu geçireceği bu takım 1978 yılında Belçika Kupasını, 1978-79 sezonunda ise ligi kazanır. Kendisi de 1978 yılında ülkede yılın futbolcusu seçilecektir. Ancak Anderlecht ve Brugge gibi Belçika’nın büyük takımları bir kaleci için çelimsiz sayılabilecek cüssesi nedeniyle kendisini hâlen görmezden gelmektedir. Yine de Pfaff, 1976’dan itibaren milli takımın da kalesini korumaya başlar.

1976 Avrupa Şampiyonası elemelerinde 25 Nisan 1976 günü Hollanda, kendi evinde Belçika’yı 5-0’la feci benzetir ve bu yenilgi bizim müzeden Christian Piot’nun bir ay sonraki rövanş maçında yerini Pfaff’a bırakmasına neden olur. Ancak Jean-Marie Pfaff’ın milli takımın kalesini kalıcı olarak devralması için yaklaşık bir yıl daha geçmesi ve bir başka Hollanda yenilgisi gerekmektedir. Buraya ilginç bir not koyalım; Piot, Ocak 1977’de İtalya’yla oynanan özel maçın 85. dakikasındaki penaltıyı gole çevirerek Belçika milli takımı tarihinde gol atan tek kaleci olma ünvanına erişir (aynı maçta iki tane yemiştir, o ayrı).

1978 Dünya Kupası elemelerinde ezeli rakip Hollanda’nın gerisinde kalan Belçika milli takımı, ondan sonraki 10 sene içerisinde 1920 Olimpiyatlarındaki şampiyonluk (ki Zamora yazısından hatırlarsanız o da rakip Çekoslovakya’nın final maçında hakemi protesto ederek sahadan çekilmesiyle kazanılmıştı) ve 1972 Avrupa Şampiyonası üçüncülüğü sayılmazsa ülke futbol tarihinin en şanlı günlerini geçirecektir. İtalya’da düzenlenen 1980 Avrupa şampiyonası elemelerine üç beraberlikle başlayan Kırmızı Şeytanlar, 1979 sonbaharından itibaren uçuşa geçecek ve Haziran 1980’deki finallere kadar üst üste 7 maç kazanarak tarihlerinin en uzun serisini kaydedeceklerdir. Final grubunda da İtalya, İngiltere ve İspanya gibi 3 ekol ülkeyi geride bırakan Belçika, finallerde Almanya’ya 89. dakikadaki golüyle 2-1 mağlup olarak evine ikincilik madalyasıyla dönecektir. Bu arada Pffaf da başta Avrupa olmak üzere dünyanın dikkatini üzerine çekmeye başlamıştır.

Belçika, iki sene sonra İspanya’da düzenlenen Dünya Kupası’na da, hem de elemelerde 1980’lerin bir başka yükselen değeri Fransa’yı bile geride bırakarak katılma hakkı kazanır. Pfaff’ın yanı sıra, Gerets, Vandereycken, Vercauteren, Vanderbergh ve Ceulemans gibi yıldızlarıyla Belçika, DK’nın açılış maçında son şampiyon Arjantin’i de 1-0 yenerek ve hatta 3. gruptan lider olarak çıkarak büyük sükse yapar. İkinci tur grubunda ise, Polonya ve Sovyetler Birliği karşısında alınan yenilgiler eve dönüş biletini keser. Ancak Pfaff, Belçika’ya değil Almanya’ya gitmektedir. Bayern Münih’in teknik direktörü Pal Csernai, Pfaff’ı istemiştir ve Jean-Marie “herşeyden önce onu beğenmeyen Belçikalı teknik direktörlere ibret olması için” bu teklifi kabul etmiştir. Ama tabi önce hayatta kalması gerekmiştir, çünkü Dünya Kupası sırasında kaldıkları otelde arkadaşı olan bir gazeteci Pfaff’ı havuza itmiş ve yüzme bilmeyen kaleci zor kurtarılmıştır.

Aslında Pfaff’ın Bundesliga macerası çok talihsiz başlar. Daha ilk maçında Werder Bremen forveti Uwe Reinders’in uzun taç atışını kontrol edememiş ve içeri almıştır. Ama sonrasında bu olayı unutturacak performanslar ortaya koymaya başlayacak ve Bayern Münih’in 1985-87 yılları arasındaki 3 şampiyonluğu ile 1984 ve 1986 Almanya Kupası zaferlerindeki en önemli taşlardan birisi olacaktır. Bu arada 1987 yılında dünyada “Yılın Kalecisi” ödülünü kazanırken, 1983 ve 1984 yıllarında biri düet olmak üzere iki single müzik çalışması yapar (valla..!!)

Bayern Münih, Pfaff’lı yıllarında Avrupa’da ise eski günlerinden uzaktır. 1986-87 sezonu dışında takım katıldığı bütün kupalarda çeyrek final-yarı final çizgisinin ötesine geçemez. 1986-87 sezonunda ise Şampiyon klüpler Kupası’nda finale kadar gelirler ve yarı final ikinci maçı Pfaff’ın efsane performanslarından birisine sahne olur. Barnebeau’daki 100,000’in üzerinde taraftar o kadar ateşlidir ki maçın başlaması 5 dakika gecikir. Aslında Bayern, henüz 27. dakikada Santillana’nın golüyle 1-0 geriye düşer ve bu da yetmezmiş gibi 3 dakika sonra savunmanın belkemiği Augenthaler kırmızı kart görür. Bundan sonra hemen herkes Real Madrid’in daha fazla gol atarak ilk maçtaki 4-1’lik yenilgiye rağmen finale ulaşacağını düşünmektedir ama Pfaff başka gole izin vermez.

Finalde rakip Porto’dur ve Bayern Münih favori olarak gösterilmektedir. Nitekim 25. dakikada Kögl’ın golüyle öne de geçerler. Ancak futbolun güzelliği kendisini o gün Viyana’nın Prater Stadı’nda göstermeye karar verecek ve Porto 78’de Madjer’in meşhur topuk golü ile beraberliği yakayacaktır. Bayern daha ilk golün şokunu üzerinden atamadan ilk golün pasını veren Juary bu defa Madjer’in asistiyle 80. dakikada ikinci golü bulur. Bu, Porto’nun kazandığı ilk Şampiyon Klüpler Kupası (veya artık Şampiyonlar Ligi) olurken, Bayern 12 yıl sonra bir kez daha öne geçtiği finali son dakikalar (hatta saniyelerde) yediği gollerle Manchester United’a kaybedecektir.

Pfaff’ın klüp kariyerindeki son iki yıla tekrar döneceğiz, şimdi milli takım kariyerini tamamlayalım. Belçika, 1984’teki Avrupa Şampiyonası elemlerini kolayca geçer ancak çok da yakın olmasına rağmen Fransa’nın havası Belçika’ya kötü gelir ve final gruplarında 3. olunabilir. 1986 Dünya Kupası’nda ise yukarıda saydığımız oyunculara Schifo ve Cleamens’i da katan Kırmızı Şeytanlar için artık daha üst basamakları hedeflemektedir. Aslında Belçika 2. gruba çok kötü başlar ve bir üst tura ancak en iyi 3.’ler kontenjanından çıkabilir. Sonrasında ise ikinci turda kupanın favorilerinden Sovyetler Birliği’ni uzatmada 4-3, çeyrek finalde ise İspanya’yı 1-1 biten maçın sonunda penaltılarla 5-4 geçmeyi başarırlar. Yarı finalde ise rakip fırtına gibi esen Maradona ve Arjantin’dir ve Pfaff maçtan önce Maradona’nın “özel bir yanı olmadığı” gibi iddialı bir laf etmiştir. Maradona da bu lafın cezasını 2-0 biten maçtaki golleri atarak vermiş ve Belçika 3.’lük maçında Fransa’ya yenilerek, tarihindeki en başarılı Dünya Kupası’nı 4. olarak tamamlamıştır. Pfaff ise, milli takım kalesini yükselmeye başlayan yeni bir yetenek olan Preud’Homme’a (o da muhteşem bir kaleciydi) yavaş yavaş teslim etmeye başlamış ve 23 Eylül 1987’de Bulgaristan karşısına kaptan olarak çıkarak 64. ve son kez milli olmuştur.

Pfaff, 1987-88 sezonunda Bayern’e de veda ederek ülkesine dönmüş ve Lierse formasını giydiği sezonda kendi hâlinde bir yıl geçirmiştir. Sonraki yıl ise, Schumacher’den bir sezon sonra Türkiye’ye gelerek bir sezon Trabzonspor’un formasını giymiştir. Belki daha da uzun kalacaktır bilinmez ama antreman sahasında basın mensuplarıyla etmiş olduğu kavga ve alkolle ilgili sorunlarına dair haberler Pfaff’ın Türkiye’de sadece bir sezon kalmasına neden olmuş ve sonrasında da futbolu bırakma kararı almıştır.

Jean-Marie Pfaff futbolu bırakır bırakmasına ama kendi hâlinde bir emeklilik geçirmeye hiç niyeti yoktur. Sonrasında geçen yıllarda önce bir bisiklet takımı kurar ve bu sporla uğraşmaya başlar. Bu arada kendi adına bir vakıf kurarak hayır işlerine girişir ve yine geliri vakfa ayrılmak üzere bisiklet turları başta olmak üzere çeşitli organizasyonlar düzenler. 2000’li yılların başında Paris-Dakar rallisine katılır. Bir yandan da Belçika’da bir idol olmasını her türlü reklam teklifini kabul ederek paraya çevirmeye devam eder. Son olarak, 2002 yılından bu yana Belçika televizyonlarında “Pfaffgiller” (De Pfaffs) adıyla yayınlanan ve karısı, kayınpederi, kızları, damatları ve torunları ile yaşadığı büyük çiftlik evindeki yaşamını kameraya alan çok başarılı bir reality show’un yıldızı olarak karşımıza çıkar.

Onunki tipik bir “çalışarak bir yerlere varan fakir oğlan” hikayesi. Ancak bugün Pfaff, mücadeleyle geçen yılları sayesinde önce Belçika gibi küçük ve futbol anlamında kendi hâlinde bir ülkenin en önemli uluslararası isimlerinden birisi olmanın ve sonra da bu başarısını yeşil sahaların dışına taşımayı başarmanın keyfini sürüyor.

Giderek sona yaklaşıyoruz. Bugün farkettim ki, 20. yüzyılın en iyi kalecileri listesinde sona bıraktığımız iki isim, alfabetik olarak da en sonda yer alıyorlar. En büyüğü en sona bırakıyoruz ve bir dahaki yazıda Walter Zenga’yı hatırlıyoruz.

10.10.2009

Premier Lig - Ekim 2009

İngiltere Premier Ligi'nde takımlar yedi-sekizer maçlarını geride bırakırken tablo da genellikle beklediğimiz gibi oluştu.



Tablonun üst kısmında yer almasını beklediğimiz sekiz takımdan yedisi ilk haftalarla beraber yukarıya çıkmış durumda. Yalnızca son iki sezonu beşinci sırada bitiren Everton maç eksiğiyle ilk sekizin dışında kaldı. Everton istikrarlı olarak sansasyonel bir kadro kurmaya çalışmasa da, istikrarlı teknik direktörleri David Moyes ve oturmuş kadrolarıyla her yıl ortalama bir yıldız futbolcu göndermelerine rağmen başarılı oluyorlar. Bu sezon da Everton'ın düşüş göstermeyeceğini ve beşincilik kadar iyi bir derece yapamasa da beş-on arasında bir yer bulacağına inanıyorum.



Ligin başında tablonun tepesinde hemen iki büyük takım yer aldı ve hala yer almaktalar. 8 maçın 7'sini kazanan Chelsea bu süreçte Liverpool ve Tottenham gibi zorlu rakiplerini de yenmeyi başardı. Tek mağlubiyetleri ise sürpriz bir şekilde Wigan deplasmanında gerçekleşti. Geçen sezon da iyi başlamasına rağmen şampiyonluğa ulaşamayan Chelsea yeni teknik direktörü Carlo Ancelotti ile bu sezon daha şanslı duruyor. Bunun birkaç nedeni var; Liverpool'un sansasyonel transferlerden uzak durması ve inkar etseler de Xabi Alonso'nun yokluğunu hissetmeleri, Man Utd'nin Cristiano Ronaldo'yu kaybetmesi -Tevez de eklenebilir-, Ancelotti'nin takımla müthiş bir uyum yakalaması ve daha da önemlisi Chelsea kadrosunun birbirini tanıyan süper yetenekli ve takım oyunu oynamayı bilen futbolculardan kurulu olması. Chelsea kadrosundaki yıldız futbolculardan en az bu takımda forma giyeni Nicolas Anelka'nın bile Ocak 2008'den beri bu takımda olduğunu ekleyelim. Takımda dengelerin böyle devam etmesi ve çok büyük talihsizliklerin yaşanmaması durumunda Chelsea bir numaralı favorim.



İkinci sıradaki Manchester United, 6 galibiyet-1 beraberlik almış durumda. Manchester United kendi sahasında Arsenal'i geriden gelip yenmeyi başardı, Tottenham'ı ise deplasmanda geriden gelip yenmeyi başardı. Şampiyonlar Ligi'nde de ikide iki yaptılar. Kısacası, Manchester United gazı hiç bırakmadı. Evet, Ronaldo ve Tevez yok ama Valencia'nın gelecek sezon Ronaldo'dan daha etkili olacağını düşünüyorum. Nani bu sezon önemli katkı yapıyor ve Giggs de kariyerinin en formda günlerini yaşamaya devam ediyor. Manchester United'ın çok sağlam bir savunma hattı var ve şu ana kadar kaleci Van der Saar'ın da sahaya çıkmadığını ekleyelim. Bu sezon Chelsea ile zirve mücadelesini kolay bırakmazlar ve Şampiyonlar Ligi'nde de en azından çeyrek final kapısı açık gözüküyor şimdiden.



Tottenham sekiz maçta 16 puan topladı. Kaybettikleri maçlar Man Utd ve Chelsea deplasmanı. Tottenham uyum sorunu yaşamıyor gibi, beklentileri cevaplıyorlar. Teknik direktör Harry Redknapp'ın istifa edebileceği konuşuluyor. Eğer öyle olursa, Tottenham düşüşe geçebilir.



Man City hepimizi şaşırtmış durumda. Yepyeni kadrolarıyla uyum sorunu yaşamalarını ve en azından Ocak'a kadar pek çıkış yakalayamamalarını bekliyorduk ama hiç de öyle olmadı. 7 maçta 16 puan toplamayı başardılar. Man Utd'ye deplasmanda son saniye golüyle yenildiler, kendi sahalarında Arsenal'i rahat geçtiler. Forvette Adebayor'un ve Bellamy'nin şu ana kadar dörder golleri var. Man City böyle devam ederse Şampiyonlar Ligi biletini zorlayabilir.



Arsenal de sezonun önemli çıkış yapan takımlarından. Her sezon öncesi düştü-düşecek yorumları yapılan Arsenal bence ortalama beklentinin de ötesinde çok iyi başladı. 7 maçta 15 puan topladılar ki, kaybettikleri maçlar da sıralamada kendilerinden üst noktada olan takımlara karşı oldu. Devre arasında yapılabilecek muhtemel Patrick Vieira transferi söz konusu. Thierry Henry'nin son açıklamalarına bakarsak, kendisi de Arsenal'e dönebilecek gibi konuşuyor. Bence bu iki transfer yapılırsa ve Ocak'a kadar takım bu form grafiğiyle giderse Arsenal zirve yarışına ortak olabilir.



Son olarak Liverpool ise yine kötü başladı. 8 maçta sadece 5 galibiyet alabildiler ve kalan maçların hepsini kaybettiler. Tottenham ve Chelsea deplasmanları dışında, Aston Villa'ya da içerde kaybettiler. Şampiyonlar Ligi'nde de Fiorentina'ya kaybettiler. Kazanılan maçların ise hepsi bol gollü ama hiçbir güçlü takımı yenemediler. En pozitif istatistik Fernando Torres'in sekiz gol atmış olması. Liverpool bir an önce seri galibiyetlere başlamazsa Şampiyonlar Ligi bileti kaçacak gibi...

21.09.2009

Temuri Ketsbaia ve Zico

Görülen o ki, kısa zamanda teknik direktör göndermek sadece Türkiye'ye has birşey değil. Kısa zamanı bırakın, çok başarılı bir teknik direktörü göndermek de Şampiyonlar Ligi'ne katılan bir takımda bile olabiliyor. Evet, Ketsbaia'nın takımı Olympiakos'tan gönderilmesi beni fazlasıyla rahatsız etti.

Gürcü Ketsbaia'yı ilk olarak FIFA'nın bir oyununda gördüm sanırım. Newcastle'ın parlak zamanlarında sol kanatta oynayan bir dazlak vardı. Kendisiyle iyi maçlar çıkardım ki, aklıma kazındı. 1994-2004 arasında AEK, Newcastle, Wolves, Dundee Utd. ve Anorthosis'te forma giydikten sonra 2004'te Anorthosis'in futbolcu/teknik direktörü oldu ve iki yıl da böylece devam etti. 2006'da ise futbolu bırakarak tam zamanlı işine başladı.

Ketsbaia Anorthosis ile 2005 ve 2008'te Güney Kıbrıs şampiyonluğu yakaladı ama daha da önemlisi Avrupa'daki mücadelesi oldu. Tamam, Avrupa'da olağanüstü işler yapmadı ama 2005'te Şampiyonlar Ligi üçüncü turuna çıkmaları -Trabzonspor'u elediler-, sonraki sezon da UEFA Kupası'nda birinci turda elenmeleri; en önemlisi ise 2008-09'da Şampiyonlar Ligi grubunda önemli işler başarmaları bana göre çok önemlidir. Anorthosis, Avrupa Şampiyonlar Ligi'ne ilk eleme turunda başladıktan sonra Pyunik, Rapid Wien ve Olympiakos'u eledikten sonra grupta Inter, Werder Bremen ve Olympiakos ile eşleşti. İlk dört maçında Pana'yı yenip, Bremen ile deplasmanda, Inter ile iç sahada berabere kalan Anorthosis gruptan çıkmaya çok yaklaşmıştı ama son iki maçta grubun dibine çöktüler.

Sezon sonunda ise Başkan görevden ayrılacağını belirtti, bunun üstüne Ketsbaia da ''Başkan yoksa ben de yokum.'' dedi ve kenara çekildi. Ketsbaia Mayıs ayında Yunanistan şampiyonu Olympiakos'un başına geçti. Olympiakos bu sezon çok iyi bir hazırlık dönemi geçirdikten sonra lige de iyi başladı ve Avrupa'da da Sheriff'i eleyip gruplara kaldı. Ketsbaia takımı ile ilk beş maçını kazandıktan sonra altıncı maçta 0-0'lık bir beraberlik aldı ve görevinden alındı.

İşte bu durum çok sinir bozucu birşey. Bir teknik direktörün kendisine zaman verilmeden görevinden alınmasını geçtim, nasıl olur da 6 maçta 5 galibiyet alan ve toplamda hiç gol yemeyen bir takımın teknik direktörü görevinden alınır? Ayrıca, bu takım Şampiyonlar Ligi'nde de mücadele etmektedir. Ketsbaia'nın yerine göreve Brezilyalı Zico getirildi.

Zico da bir hafta öncesine kadar bir diğer Şampiyonlar Ligi takımı CSKA Moskova'nın başındaydı. Görülen o ki, bundan sonra her Avrupa takımında görev değişikliği olduğunda Zico'nun adı anılacak. Zico Fenerbahçe'ye geldiğinde 'Kendisini ispatlamak isteyecek' yorumlarını duymuştuk ki, bunlar da haklıymış. Fenerbahçe ile Avrupa'da çeyrek final oynayan Zico önce CSKA, şimdi de Olympiakos'un başında. Bir sonraki takımını da merakla beklemekteyiz.

Bu arada, Ketsbaia'nın da kısa sürede yeni takım bulacağına ve başarılı olacağına inanmaktayım...

17.09.2009

Cesc Fàbregas

Arsenalli genç İspanyol’un futbol ve Barcelona sevgisini anne ve babası şöyle anlatıyor: “Yürümeye başladığı ilk günden beri oynamak istediği tek şey futbol topuydu. Özel günlerinde O’na farklı şeyler hediye etmeye çalışsak da en sonunda elimizde yine futbolla, özellikle de Barcelona ile ilgili bir şey oluyordu. Belki de bizi hediye derdinden kurtardığı için Barça Store’a bir teşekkür borcumuz var.”

Francesc Fàbregas Soler 4 Mayıs 1987 yılında İspanya’nın Katalunya Bölgesine ait Arenys de Mar’da dünyaya geldi. İlk maçına futbol aşığı dedesi ile birlikte henüz 9 aylıkken giden küçük Cesc, her Katalan çocuk gibi koyu bir Barcelona taraftarıydı. Bir süre CE Mataró’nun genç takımıyla antrenmanlara çıktıktan sonra, hayallerini süsleyen Barcelona’nın genç takımına transfer oldu. Burada defansif orta saha olarak görev yapmasına rağmen, sezonda 30’dan fazla da gol atıyordu. Genç takımda gösterdiği iyi performansa rağmen yaşının küçük olması sebebiyle Barcelona A Takımına yükselemeyen Fàbregas, kendisine yakın zamanda A Takım’da şans vermeyi planlayan Arsenal’e 2003 Eylül’ünde 2.25 milyon pound karşılığında transfer oldu.

Londra’daki ilk günlerinde oldukça zorlandığını belirten genç futbolcu sözlerine şöyle devam ediyor: “Her günüm birbirinin aynıydı. Antrenman veya İngilizce dersimin olmadığı zamanlarda bütün günü odamda geçiriyordum. Kaldığım odada sadece biraz kıyafetim, bir bilgisayarım ve PlayStation’ım vardı. O zamanlar en büyük eğlencem PlayStation’dı dersem yanlış olmaz. Senderos da benimle aynı yerde kalıyordu ve İspanyolca bildiğinden bana yardımcı olmaya çalışıyordu.”

Fàbregas, Arsenal A takımında forma şansını ilk kez 2003 Ekim’inde bir lig kupası maçında buldu ve böylece Arsenal’in tarihi boyunca A takımında oynamış en genç oyuncusu oldu. Bütün bir sezonu sadece lig kupası maçlarında oynayarak geçiren genç futbolcu, 2003-04 sezonu boyunca ligde yenilgi yüzü görmeyerek şampiyonluğu hak eden Arsenal adına madalya alamadı.

İlk lig maçına Manchester United karşısında 2004-05 sezonunda çıktı. Sonrasında Vieira, Edu ve Gilberto Silva’nın ardı ardına sakatlanması sebebiyle hem FA Cup’ta hem de Premier Lig ve Şampiyonlar Ligi’nde daha fazla forma şansı buldu ve aynı sezon FA Cup Finali’nde Manchester United’ı penaltılarla eleyerek şampiyon olan Arsenal’le birlikte kupa kaldırmanın heyecanını yaşadı.

2005-06 sezonunda Vieira’nın Juventus’a gitmesinin ardından gözler genç İspanyol’un üstündeydi. Vieira’nın aksine Fàbregas’ın daha dar bir alanda etkili olması ve sakin oyunu kimilerinin kafasında soru işareti yaratıyordu. Ancak O, özellikle Şampiyonlar Ligi maçlarında Real Madrid ve Juventus’a karşı ortaya koyduğu üstün performansla Fransız oyuncunun yerini hakkıyla doldurabileceğini göstermiş oldu ve özellikle İspanyol kulüplerin dikkatini üzerine çekti. 2006 Yaz transfer döneminde Fàbregas’la ilgilendiğini resmi olarak açıklayan Real Madrid’e Arsene Wenger’in cevabı gayet netti: “Cesc kesinlikle satılık değil; O, bu takımın geleceği. Bu yüzden gelen ve gelecek olan hiçbir teklifi değerlendirmeye almayacağız.”

Arsenal’deki ikinci yılında bu derece parlayan genç yıldızın İspanya A Milli takımında da değerlendirilmesi gerektiğine kanaat getiren Luis Aragones, Fàbregas’ı bir hazırlık karşılaşması kadrosuna dâhil etti. Maç sonrasında genç futbolcuyla ilgili yorumlar gayet olumluydu. Aragones tarafından 2006 Dünya Kupasına da çağrılan Fàbregas, böylece İspanya’nın dünya kupalarındaki en genç oyuncusu oldu. Bu kupadaki performansıyla Gillette’in sponsorluğunu yaptığı “En İyi Genç Oyuncu” ödülüne aday gösterildi ancak ödülün sahibi Lukas Podolski oldu.

Genç Arsenal’in yavaş yavaş tecrübelenmeye başladığı 2006-07 sezonunda ise Fàbregas, artık takımın kilit oyuncularından biri haline gelmişti. Tüm Premier Lig maçlarında forma giymiş ve yaptığı 13 asistle ligin en çok asist yapan 2. oyuncusu olmuştu. Her ne kadar Arsenal bu sezonu yine kupasız tamamlasa da, Fàbregas bireysel olarak TuttoSport tarafından verilen “Golden Boy” ödülüne layık görüldü. Bunun dışında UEFA tarafından hazırlanan “Yılın Takımı” kadrosunda yer aldı ve Arsenal taraftarları tarafından % 60’lık oy oranıyla “Sezonun En İyi Futbolcusu” seçildi.

Thierry Henry’nin Barcelona’ya gidişi ve Wenger’in de takımdan ayrılacağı yönündeki söylentiler sebebiyle 2007-08 sezonuna belirsizlik içinde giren Arsenal adına Fàbregas artık her zamankinden daha önemliydi. Beklentilerin farkında olan genç futbolcu ise zorluklarla en iyi şekilde mücadele edebileceğinden emin olduğunu belirtiyor ve Barcelona’ya transfer olacağı yönündeki söylentilere şöyle cevap veriyordu: “Bir Barcelona taraftarı ve eski bir Barcelona oyuncusu olarak bu transfer teklifinden gurur duydum ancak şu an tek isteğim Arsenal’de tüm kupaları kaldırabilmek.

13 gol ve 24 asistle Arsenal’deki en iyi sezonunu geçirmesine rağmen yine kupa kaldıramadan tamamladığı 2007-08 sezonun ardından Fàbregas, İspanya’nın şampiyonluğuyla sonlanan Euro 2008’in yolunu tuttu. Genç İspanyol Rusya’ya attığı golle A Milli Takım’daki ilk golünü kaydetti ve attırdığı goller ve turnuva boyunca gösterdiği çaba sayesinde “Turnuvanın En İyi Takımı” kadrosunda yer aldı.

Futbolunu geliştirmenin yanı sıra akademik hayatına da önem veren Fàbregas, boş zamanlarında mümkün olduğunca ders çalıştığını söylüyor: “İngiltere’ye geldiğimde henüz 16 yaşındaydım. Dersleri bir yana bırakıp futbola ve İngilizce’ye odaklanmak zorunda kaldım. Ancak şu an her şey kafamda daha net. Ne kadar antrenman yapmam ve dinlenmem gerektiğini biliyorum. Böylece matematik ve edebiyat çalışmaya da zaman ayırabiliyorum. Dürüst olmak gerekirse, PlayStation oynamayı tercih ederim ama bazen hoşlanmasanız da bazı şeyleri yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bunu kendim ve ailem için yapmam gerektiğine inanıyorum. Henüz 20 yaşındayım ve futbolda her an her şey olabiliyor. Futbolculuk kariyerinin de çok uzun sürmediğini göz önünde bulundurmak lazım. Küçükken Ronaldo’yu izlemek için Barcelona’nın maçına gittiğimi hatırlıyorum. O zaman daha henüz 20 yaşındaydı. Şimdi ise neredeyse kariyerinin sonlarında. Zaman biz futbolcular için çok hızlı ilerliyor.”

2008-09 sezonuna sakatlığı nedeniyle iki hafta geç başlayan Fàbregas, yeni sezonla ilgili umutlu ve iddialı konuşuyor: “Kimseden korkmuyoruz. Bundan önceki sezonlarda her takımı yenebileceğimizi gördük. Bir daha yenebileceğimize inanmamamız için de herhangi bir sebep yok. Kalitemiz ve deneyimimiz ortada. Artık yeni kupalar peşindeyiz.”

Futbol Extra dergisi 2008/10 Sayı: 43'te yayınlanmıştır.

31.08.2009

Şampiyonlar Ligi ve Beşiktaş

Şampiyonlar Ligi kuralarının çekilmesinden sonra gazetelerimiz Beşiktaş'ın rakiplerini değerlendirmişler ve genel kanı Manchester United dışındaki üç takımın eşit şanslara sahip olduğu, Beşiktaş'ın bu üç takım arasında bir adım öne çıktığı yolunda. Grubun mutlak favorisi Manchester United'ın menajeri Sir Alex Ferguson alışık olduğumuz açıklamasını yapmış ve ''Rakiplerimiz çok güçlü'' demiş. CSKA Moskova teknik direktörü Zico gerçekçi bir açıklama yaparak ''Man Utd dışındaki üç takımın da şansı %33'' demiş. Wolfsburg teknik direktörü Armin Veh de ''Şampiyonlar Ligi çok zor, diğer takımlar bizden daha tecrübeli'' demiş.

Beşiktaş'ın çok da kötü bir kur'a çekmediğini belirterek başlayayım. Beşiktaş bu gruptan çıkabilir mi? Elbette çıkabilir, çıkılmayacak bir grup değil ama maçları ciddi bir şekilde analiz ederek çok ciddi bir futbol oynamak lazım. Rakipleri analiz etmeden önce Beşiktaş'ı analiz edelim. Beşiktaş sezona hiç hazır değil. Teknik direktör Mustafa Denizli'nin ''Mahsus bizi kötülüyorlar.'' demesine bakmayın, Beşiktaş diğer iki takımın haricinde lige Bursaspor kadar bile hazır girmedi. Üst düzey futbolcu alacağız diye tutturduktan sonra Rodrigo Tabata'yı almak nedir? Tabata kötü bir futbolcudur demiyorum ama Şampiyonlar Ligi'nde iddialı olmak isteyen bir takım gidip Tabata'yı transfer etmez. Beşiktaş transfer sezonunu çok kötü geçirdi. Nihat-Ferrari-Fink 30'unu aşmış, Avrupa'da kendilerine kulüp bulamayan futbolcular; Avrupa başarısı arayan bir takım -tamam Nihat bir kenara- bu ikiliyi transfer etmez. Geçen sezonki Fabian Ernst gibi hamleler yapmaları gerekirdi.

Neyse, rakiplere bakalım. Bir kere, ''Man Utd Ronaldo'yu sattı, daha bişey olmaz.'' diyen insanları asla ama asla kaale almayalım. Bu iddiada bulunan kişilerin Charity Shield finalini izlemediğini ve Sir Alex Ferguson'u hiç tanımadığını varsayıyorum. Ronaldo'nun yerine transfer edilen Valencia'nın yanında Nani her an patlamaya hazır bir isim. Ayrıca, Giggs-Scholes gibi iki süper tecrübeli ismin bu takımda olduğunu unutmayalım. Park Ji-Sung da var, değil mi? Bir de bu takım ''ya Beşiktaş ya Galatasaray'' diyen Michael Owen'ı transfer etti. Kısacası, Manchester United'ın bu grupta zorlanmasını beklemek hayal olur.

Gelelim Beşiktaş'la çekişmesi beklenen diğer iki takıma...

Gruba ikinci torbadan giren CSKA Moskova son dört yılda Avrupa futbolunda önemli bir yer tuttu. 2005'te UEFA Kupası'nı kazanan CSKA Moskova, ertesinde iki yıl Rusya Ligi'ni kazandı ve UEFA'ya son 32'de veda etti. Geçen yıl UEFA'da son 16'ya kaldılar, Rusya Kupası'nı kazandılar ve Rusya Ligi'ni ikinci bitirdiler. Son dört yılda takımı çalıştıran Valeriy Gazzaev Dinamo Kiev'in başına geçti, bunun üzerine CSKA da daha önce Fenerbahçe'yi Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkaran Zico'yu takımın başına geçirdi. CSKA UEFA Şampiyonluğu'ndan beri kadrosunu pek değiştirmedi. Son olarak, Yuri Zhirkov Chelsea'ye gitti. Ivica Olic ve Jo da daha önce Avrupa futboluna yelken açmıştı. Takımın kaptanı genç kaleci Igor Akinfeev. Genç neslin tartışmasız en iyi kalecisi. Savunmada Berezutskiy ikizleri var. Orta alanda tecrübeli Evgeni Aldonin dışında iki yetenekli isim; Daniel Carvalho ve Milos Krasic var. Sol kanatta, en yeni transfer eski Liverpool'lu Mark Gonzalez var. İleride ise her yıl 'ha Türkiye'ye geldi ha gelecek' denen Vagner Love ve iki genç isim Çek Tomas Necid ile Nijer'li Ouwo Maazou var. CSKA için söyleyeceğimiz en önemli şeyler; Avrupa'da tecrübeli bir takım, büyük bir stadları ve iç saha maçlarında başarıları var, Zico gibi Avrupa futbolunda başarılı olmuş bir teknik direktöre sahipler ve hepsinden önemlisi beş yıldır takımın iskeletini koruyorlar.

Almanya Bundesliga'nın son şampiyonu Wolfsburg en önemli yıldızı teknik direktörü Felix Magath'ı kaybederek sezona başladı. Teknik direktörlüğe daha önce çalıştığı Stuttgart'ı şampiyon yapan ve daha sonra çıktığı Şampiyonlar Ligi'nde grup sonuncusu yapan Armin Veh'i getirdiler. Wolfsburg tarihinde hiçbir zaman Şampiyonlar Ligi'ne katılamadı, daha önce iki kez UEFA Kupası'nda mücadele ettiler. Bugünkü kadronun çoğunun mücadele ettiği geçen sezonki UEFA Kupası'nda son 32'ye kaldılar ve PSV'ye elendiler. Takım geçen sezonki kadrosunu korumayı başardı -ki en önemlisi Dzeko'yu Milan'a vermediler- ve üzerine Thomas Kahlenberg ve Obafemi Martins'i transfer ettiler. Wolfsburg'un niyetinin ilk turda Avrupa'ya veda etmemek olduğu görülüyor.

Beşiktaş'ın fikstürü kullanıma bağlı; çok iyi olabileceği gibi çok kötü de olabilir. İyi ihtimale göre; Beşiktaş İstanbul'da Liverpool'u yendiği gibi Man Utd'yi de yener, ikinci maçta da CSKA'ya deplasmanda kaybetmez ve sonra Wolfsburg'dan dört puan alır ve tur atlar. Kötü ihtimale göre ise ilk maçta Man Utd'ye kaybedilir. Moral bozukluğunun yanında ateşli Rus taraftarı da CSKA'nın kazanmasına neden olur. Almanya'da da kaybedilir ve tur şansı neredeyse sıfır olur.

Beşiktaş bu gruptan çıkabileceği gibi sonuncu da olabilir. Kuralardan sonra konuşan Kenan Öner ''Biz CSKA'dan güçlüyüz, Wolfsburg'la çekişiriz.'' demiş. Bir yöneticinin maçlar başlamadan böyle bir açıklama yapması çok talihsiz. Beşiktaş'tan zayıf olan CSKA kupasında bir UEFA Kupası barındırıyor ve o kupayı kazanan takımın en önemli oyuncuları da hala CSKA Moskova kadrosunda bulunuyor. Umarız Beşiktaş beklentilerimizi yanıltır ve Avrupa'da tarihinde ilk kez ciddi bir başarı sağlar.

14.08.2009

Deliliğe Övgü: Thomas Ravelli

Erasmus’un, dünya edebiyatına bıraktığı en güzel armağandır “Deliliğe Övgü” kitabı. Çocuklukta, yaşlılıkta, savaşlarda, bilimde, edebiyatta ve diğer örneklerle hayatın her alanında insana yaşama gücü veren şeyin delilik olduğunu anlatır. Ve kitaba göre gerçek bilgelik delilik, kendini bilge sanmak ise gerçek deliliktir. Belki de Erasmus’un bu kitabından sonradır ki delilik, geçmişe göre daha ciddiye alınmaya başlamış ve “delilikle, dahilik arasında ince bir çizgi olduğu”na kadar gelmişizdir…

Bilim ve spor, herhalde deliliğin en hoş görüldüğü iki alandan birisidir. Sporda ise “deli” nitelemesi herhalde en çok kaleciler için kullanılmıştır. Thomas Ravelli ise herhalde bu “deliliğin” en sevilesi hâli olarak karşımıza çıkar. Yoksa, ceza sahasındaki koğuşundan çıkıp, koca futbol sahasına; İsveç gibi futbolda çok da söz sahibi olmayan bir ülkeden çıkıp koca dünyaya nasıl damga vurabilirdi ki…

Felsefi bir giriş oldu sanırım. Ama şu an başka türlüsü aklıma gelmiyor. Zaten Ravelli’nin de sahadaki deliliğine inat bugün göğsünü gere gere kişisel gelişim konferansları vermesi de felsefik bir durum değil mi?

Erasmus’un kitabından tam 450 yıl ileri gidiyoruz. Bir yıl önce Pele’nin doğuşuna ev sahipliği yapan Dünya Kupası’nı düzenlemiş İsveç’in güneyinde, 2005 itibariyle 7.825 kişilik nüfusa sahip küçük Vimmerby kasabasındayız. Avusturya-İtalya kökenli Ravelli ailesi, 13 Ağustos 1959 günü bir yerine ikiz erkek çocuklarının sevincini yaşıyor (Thomas’ın ikiz kardeşine birazdan değineceğiz). Futbol kültürü çok ileri olmayan diğer ülkelerde yaşadığımız zorluk karşımıza çıkıyor ve Thomas Ravelli’nin çocukluğuna ve futbola ilk adım atışına ilişkin pek bir bilgi bulamıyoruz. Ailenin Vaxjö şehrine nasıl ve ne zaman taşındığını da bilmiyoruz. Ama Thomas ve ikiz kardeşi Andreas birer yıl (1979 ve 1978) arayla şehrin takımı Östers IF’de oynamaya başlıyorlar. Thomas, henüz ikinci sezonunda birinci kaleci pozisyonuna yükseliyor ve üst üste iki yıl (1980 ve 81) İsveç Ligi şampiyonluğu kazanıyor. Hele ikinci şampiyonluğa katkısı o kadar büyük ki, ülkede “yılın oyuncusu” seçiliyor ve milli takıma yükseliyor. 1981 yılının hemen başında Finlandiya’ya karşı oynadığı ve İsveç’in 2-1 kaybettiği maça çıkan Ravelli acaba 25 yıla ulaşacak kariyerinde milli formayı 142 defa daha giyeceğini hayal etmiş miydi.? Sanmıyorum. Zaten Ravelli’nin yarı-profesyonel bir klüp kariyeri vardır ve 1988 yılında, IFK Göteborg’a transfer olana kadar bugün 3 çocuklu olan ailesinin geçim kaynağı futboldan çok, elektrik kabloları pazarlamasından gelmiştir.

Göteborg 1982 ve 87 yıllarında UEFA kupasını kazansa da bir üst kademe olan Şampiyon Klüpler Kupası’na (ve sonrasında Şampiyonlar Ligi) katılabilmek için İsveç Ligi’nin sahip olduğu tek bileti en son 1984 yılında alabilmiştir. Mavi-beyazlı takım, 1988 yılında ezeli rakibi Malmö’nün üst üste 4. şampiyonluğu sonrasında kadrosunu güçlendirmeye karar vermiş ve milli takımın kalesini çoktan tekeline almış Ravelli’yi transfer etmiştir. Ravelli ve Göteborg, 1989 yılında şampiyonluğu bir kez daha Malmö’ye kaptırır ancak, sonrasında 1990’ların özellikle ilk yarısı kendilerinin olacaktır. Takım, Ravelli’nin son sezonu olan 1997’ye kadar –dördü üst üste- altı şampiyonluk kazanır ve 1992-93 yılında Şampiyonlar Ligi’nde, Barcelona, Manchester United ve Galatasaray’ın olduğu grubu lider bitirerek 2. tura ulaşır. ŞL’de bir İsveç takımının bugün için bile ulaştığı en yüksek nokta olan 2. turda Göteborg’un rakibi Bayern Münih’tir ve Alman takımı turu, İsveç’te 2-2 biten maçta attığı deplasman gollerinin avantajıyla geçebilir (ilk maç 0-0). Ravelli, son olarak 1997 sezonunda Göteborg’da oynadıktan sonra 1998 yılını ABD Major League Soccer takımlarından Tampa Bay Munity’de geçirir. 1999 yılında Göteborg’a dönen Ravelli, tek maç oynamadığı bir yıl yedek oturduktan sonra futbolu bırakır. Kaleci sonraki yıllarda, kariyerine ilişkin az sayıdaki pişmanlıklarından birisi olarak, Avrupa’nın önemli takımlarından gelen teklifleri geri çevirerek ülkesinde kalmasını gösterecektir. Bu teklifleri ailesine çok bağlı olması nedeniyle reddettiğini belirten Thomas, aslında futbolu asla ciddi bir iş olarak görmediğinin işaretlerini vermektedir. Profesyonelliğin nankör bir yapısı olduğunu savunan Ravelli, futbolcunun kariyerini bitirdikten sonra başka hiçbir şey bilmediği için zorlanmaması gerektiğine dikkat çekiyor. Nitekim bugün de Yönetim Kurulu Üyesi olduğu Göteborg’da en çok önem verdiği konulardan birisi, oyuncuların futbol sonrası hayatlarına ilişkin eğitim programları hazırlanması. Ama futbolu ciddi bir iş olarak görmemesi, futbolu ciddiye almadığını manasına gelmez; “Kendimden istediklerim, her zaman için başkalarının benden istediklerinden daha fazla olmuştur. Cuma akşamından itibaren o haftanın maçına o kadar konsantre olurdum ki Pazar günü artık gözüm başka bir şey görmez olurdu. Futbolu da bu nedenle bıraktım. Artık kaldıramıyordum”. Thomas, kariyerinin son yılını neden ABD’de geçirdiğine ilişkinse net bir sebep söyleyemez. Ama, hem kendisi hem de ailesi ABD’de rahatça sokağa çıkıp gezebilmekten memnun kalmıştır.

İster istemez, Ravelli’nin klüp kariyerini bitirdik ama bu yazı bitti manasına gelmiyor (zaten benden ne zaman kısa bir yazı okuyabildiniz ki.!) çünkü onu 20. yy’ın en iyileri arasına sokan maçlara daha çok milli takımla imza atmıştır. Yukarılarda ilk defa 1981 yılında milli olduğunu ve milli formayı toplam 143 defa giyerek İsveç’in rekortmeni, dünyanın da en üstteki isimlerinden birisi olduğunu anlattık. Aslında Ravelli, İsveç Milli Takımı’ndaki kariyerinin ilk yıllarında da uluslararası sahnelerden uzaktı çünkü İsveç 1980’lerde, inişli çıkışlı futbol tarihinde yeni bir dip yapmaktaydı. 1950’lerde dünyanın önemli takımlarından olan ülke, kendi düzenlediği 1958 Dünya Kupası’nda finale kadar ulaşmış, ancak sonrasında 1970’lere kadar inişe geçmiştir. İsveç, 1970, 1974 ve 1978 Dünya Kupaları’nda kendi çapında başarılı sonuçlar almış ve ardından yeni bir düşüş başlamıştır. Ravelli’nin, milli takımdaki ilk 10 yılı olan 1981-90 yılları arasında İsveç hiç bir Dünya Kupası ya da Avrupa Şampiyonası’na katılamamıştır. Oniki yıl aradan sonra gidilen ilk Dünya Kupası olan İtalya 90’da ise gruptaki 3 maçını da 2-1 kaybedilerek eve erken dönülmüştür. Ancak 4 yıl sonrası hiç de öyle olmayacaktır. İsveç bu arada, ev sahipliği yaptığı 1992 Avrupa Şampiyonası’nda yarı final oynamayı başarır –ki bu hâlen ülkenin bu turnuvada ulaştığı en yüksek derecedir.

ABD’deki Dünya Kupası, genellikle unutulmak istenen “futbol fakiri” bir turnuva olarak tarihte yerini almıştır. FIFA, saat farkları nedeniyle en büyük pazar olan Avrupa’da millet akşamları rahatça izleyebilsin diye maçları Amerikan yazının göbeğinde öğlen saatlerine koymuştur. Ayrıca, dünyanın bütün ekol ülkeleri en iyi dönemlerinden uzak günler geçirmektedir. İsveçliler ise Dahlin, Brolin, Larsson, Anderson gibi yetenekleriyle, Ravelli’ye göre “son 20 yılın en iyi takımına” sahiptir ve ilk turda favori Brezilya’ya kök söktürerek beraberlik kopardıkları maçtan itibaren dikkat çekmeye başlamışlardır. Ravelli, 1-1 biten maçta sambacıların birçok atağını önlemiş ve ülkesinin 1 galibiyet, 2 beraberlikle ikinci tura çıkmasında büyük pay sahibi olmuştur. İsveç, ikinci turda, S. Arabistan engelini 3-1 ile kolaylıkla geçer ve çeyrek finalde Hagi’nin Romanya’sının karşısına çıkar. Ravelli bu maçta kelimenin tam anlamıyla bir tarih yazar (aşağıda göreceksiniz).

Tarih 10 Temmuz, 1994. San Fransisco’nun Stanford stadında yerel saatle 12:30’da başlayan maçta İsveç ve Romanya her iki tarafın da canını dişine taktığı bir oyun oynamaktadır ama ikinci yarının son bölümüne kadar gol yoktur. 78’de Brolin’in golüne, bitime iki dakika kalan Radiciou cevap verir. Rumen forvet, uzatmalarda da golünü atar ancak 115. dakikada Kenneth Anderson takımına tekrar beraberliği getirir. 120 dakikadır güneşin altında kavrulmakta olan iki takım yenişemez ve penaltı atışlarına geçilir.

Ravelli’nin Göteborg’dan da takım arkadaşı olan Hakan Mild, daha ilk penaltıyı kaçırır. Sonrasında gelen 5 penaltı ise gol olmuş, 3-3’lük eşitliği Romanya lehine bozabilmek için Petrescu topun başına geçmiştir. Ancak Ravelli bir efsane yazmaya karar vermiştir ve penaltıyı kurtarır. İki takım 5. penaltıları da gole çevirince seri penaltılar 4-4 biter. Artık “ani ölüm” zamanıdır.

“Kimileri, en iyi performansını kendisi ve çevresi huzurlu ve sakinken ortaya koyar. Ben ise kariyerime baktığım zaman en iyi performanslarımı her zaman için baskının en üst noktaya çıktığında ortaya koyduğumu gördüm. Bir anlamda ‘baskıya bağımlı”ydım. Hata yapmaktan korkmuyor muydum, hem de deliler gibi.! Çünkü bir kaleci olarak hatanızın telafisi neredeyse hiçbir zaman yoktur. Ama onu kabul ederek başlayan bir süreçte bu korkuyla baş etmesini de öğrendim”.

Stanford Stadı’nda, Belodedici topu penaltı noktasına dikerken, stres seviyesi tam da Ravelli’nin istediği gibi en üst seviyedeydi. “Hiç gergin değildim ama Belodedici çok gerilmişti”. Rumen oyuncu topa yaklaşırken, Ravelli sağa ya da sola değil ama ileri geri sallandı. “Köşe seçtiğini göstermezsen, penaltıyı atan oyuncu daha da geriliyor”. Ve vuruş anı; Belodedici topu sağa yollamıştır ama tam direğin dibine değil. Doğru köşeyi seçmiş olan Ravelli topu sol eliyle rahatça çıkarır. Ve zafer anı....

1994 Dünya Kupası’na tekrar döneceğiz ama önce bir flash-forward (flash back’in tersi) yapıyoruz. Yıl 2001. Telefon ve internet yoluyla oy kullanan 100,000’e yakın İsveçli, ülkenin spor tarihinin en önemli anını seçmiştir. Teniste Björn Borg, kayakta Ingemar Stenmark, yüzmede Gunnar Larsson ve 1950’lerin efsane futbolcuları ve daha birçok ismi geride bırakan ise 1994’te kurtardığı bu penaltıyla Thomas Ravelli olmuştur. O gün 41 yaşındaki oyuncu, ödülünü kazanmış olmanın verdiği şaşkınlıkla ve gözyaşları içinde alır.

Tekrar ABD 94’e dönüyoruz. Romanya’yı saf dışı bırakan İsveç, yarı finalde bir kez daha Brezilya’nın karşısına çıkar. İsveç’i 1958 Dünya Kupası finalinde yenen Brezilya bu defa da Romario’nun 80. dakikada gelen akıl dolu vuruşuyla final biletini alır. İskandinavlar ise teselliyi, Bulgaristan’ı 4-0 yenip üçüncü olmakta bulur. Ravelli ise, Dünya Kupası’ndaki performansıyla 1994 yılında “dünyada yılın kalecisi” oylamasında Belçika’lı Preud’Homme’un ardından ikinci olur. İsveçli kaleci 1995 yılında ise bu sıralamada 3.’lüğü alacaktır. 1994 Dünya Kupası ayrıca, Ravelli’nin milli takımlar düzeyinde büyük bir turnuvada oynadığı son yıldır. İsveç, 1994 yılında FIFA sıralamasında ikinciliğe kadar yükseldikten sonra 1996 Avrupa Şampiyonası ve 1998 Dünya Kupası’nı kaçırır. Ravelli de 11 Ekim 1997’de, İsveç’in Estonya’yı 1-0 yendiği maçla birlikte milli takım kariyerini noktalar.

Yazıya başlarken, güya Ravelli’nin deliliğini övecektik ama sonrasında futbola daldık. Bunun iki sebebi var. Birincisi, lise ve üniversitedeyken kafayı basketbolla kırmış olduğum için, Ravelli’nin zirve yıllarında bırakın onu, doğru dürüst futbol bile izlemiyordum. E hâl böyle olunca onun saha içi deliliklerini kendim görmeden yazdığım zaman çok samimi olmazdı. İkinci ve daha önemli sebep ise, geçtiğimiz yıllarda severek takip ettiğim ve kapanmasına üzüldüğüm “f” dergisinin bir sayısında Ali Ece, Ravelli’ye ve deliliğine öyle bir güzelleme yazmıştı ki, benim yazabileceklerim en fazla onun kötü bir taklidi olabilirdi. Yazıyı bugün Ali Ece’nin blog sayfasında da bulabilirsiniz: http://aliece.blogspot.com/2008/06/kalecilik-bal-bana-bir-deliliktir.html

Ravelli madem bu kadar deliydi, bugün nasıl oluyor da takım elbisesiyle kişisel gelişimle ilgili konferanslar verebilen bir bilge olabiliyor: “Sahada yaptıklarımın hiç biri planlı değildi. İyi bir şey yapmış olmanın doğurduğu, tamamen anlık tepkiler veriyordum. Spontanlık, kendine güvenin bir göstergesidir. Kendinizden emin değilseniz duygularınızı gösteremezsiniz”. “Yaptığım işte eğlenmek, hayatımda en önemli şeylerden birisidir”. Futbolu bıraktıktan sonra neden TV’lerin yorumculuk teklifini kabul etmeden kendi hâlinde bir yaşamı seçmişti peki ?: “Yorumlayacağım oyuncuların çoğu, zamanında yan-yana ya da karşı-karşıya oynadığım isimlerdi ve onları eleştirme fikri bana çok garip geldi”.

Deli mi, bilge mi? Erasmus’a göre bilge. Peki Martin Dahlin’e göre: “Delinin teki. Soyunma odasına geldiğinizde iç çamaşırlarınızı delik deşik kesilmiş bulabilirdiniz”.


Listemizde giderek sona yaklaşıyoruz. Sadece 3 isim kaldı. Bir dahaki sefere, yolu bizim topraklardan geçmiş bir efsane olan Jean-Marie Pfaff’ı anlatalım efendim....

6.08.2009

Top 10 : Maradona’nın Veliahtları

Diego Armando Maradona ismi futbolla biraz ilgilenmiş hemen herkesin ezbere bildiği sözcük öbeklerinden biridir.1986’da Meksika Dünya Kupasıyla birlikte adını futbol tarihine altın harflerle yazdırmış,Napoli gibi sıradan bir takımı İtalya gibi en zor liglerden birinde en üste taşımış,gelmiş geçmiş en iyi futbolcular sıralamasında sürekli Pele ile birlikte zirvede yer almış,sahada kendisi dışında kalan 21 futbolcuyu çalımlayıp gol atabilme potansiyeline sahip bir isimden bahsediyoruz.Arjantin futbolu Maradona’nı futbolu bırakmasının ardından düştüğü boşluğu büyük yıldıza veliahtlar yaratmaya çalışarak doldurmaya çalıştı ama,bu yıldız adaylarının çoğu Diego isminin altında ezilmekten kurtulamadılar.Şimdilerde bir isim onu yakalamaya hatta geçmeye çok yaklaşmış görünse de adıyla değil hala yeni Maradona olarak anılıyor.Bu yazıda Maradona’nın yerine konmaya çalışılan oyunculardan bahsedeceğim ..



10 Diego Latorre

Arjantin futbolunun ilk “Yeni Maradona”sı Diego Latorre 1987 yılında Boca formasıyla çıktığı ilk maçta,ardından Milli takımla ilk golünü Brezilya’ya karşı kaydedince hemen ülkenin yeni futbol tanrısı ilan edildi.Başarılı performansı onu Fiorentina’ya kadar taşısa da bu noktadan sonra kariyeri sert bir düşüşe geçen Latorre İtalya’da çıktığı 2 maçın ardından seyyah gibi dolaşmaya başladı ve son olarak Guetemala liginde emekliye ayrıldı.İlk ve en kötü Maradona veliahtı olaraktarihin tozlu sayfalarında yerini almış durumda.

9 Andres D’alessandro

Bir pizzacıdan futbolculuğa transfer olan Andres ,River altyapsının Saviola birlikte piyasaya sürdüğü yıldızlardan biri.Arjantinde düzenlenen gençler şampiyonasında sergilediği performansla Yeni Maradonalar arasına adını yazdıran D’alessandro kulüp tarihini en büyük transfer bedellerinden biriyle Wolfsburg’a transfer oldu.Bundesliga tarihindeki 4000. Golü atmak onun kariyerinde ki en büyük başarı olarak görülüyor şimdilik.Diego isminin laneti onu da çabuk köreltti ve kariyeri tepetaklak düşmeye devam ediyor.







8 Pablo Aimar

1997 yılında ülkenin yetiştirdiği en iyi genç oyunculardan biri olarak River altyapısına dahil olan Pablo Aimar,2001 yılında Valencia’ya transfer olup orada harikalar yaratmaya başladığında,veliahtı olduğu Maradona’nın da övgü dolu sözlerine nail olmuş ve bizzat hazret tarafından veliaht ilan edilmişti.Palyaço lakaplı oyuncu milli takımda da iyi performanslar verse de hiçbir zaman bir takımı taşıyabilecek kadar sorumluluk alamadı ve hep bütün içinde ki performansıyla sivrilmeye çalıştı.2006’da henüz 27 yaşındayken kariyerinin düşüşe geçmesi ve Arjantin’den son dönemde çıkan yıldızların fazlalığı onunda Diego gölgesinden kurtulmasını engelledi.







7 Juan Sebastian Veron

Listede adı büyük ustayla en az anılan isimlerden biri olan Veron,gerek oynadığı mevki,gerek futbol stili ve anlayışı olarak,Maradona’dan oldukça ayrılıyor olmasına rağmen zamanında ona alternatif olabilecek yegane imsilerden biri olduğu için istemeyerekte olsa veliaht ilan edildi.Kariyeri başarılarla dolu olan Veron,’un tek eksiği milli takımla yakalayamadığı başarı.Belki de bu dünya kupası onun için son şans olacak.





6 Ariel Ortega

Ülkemizde ki futbol severlerinde yakından tanıdığı Ortega 1994 yılında Maradona’lı Arjantin Milli takımında yer almış bir isim.El Diego’nun ardından 10 numaralı Arjantin formasını sırtına geçiren “Küçük Eşşek” mükemmele yakın top sürme kabiliyetiyle her daim en fazla inanılan veliahtlardan biri olarak hafızalara kazındı.Amerika kıtası dışında bir türlü kendisinden bekleneni veremeyen Ortega alkolizminde etkisiyle istenilen seviyeye ulaşmayı başaramadı.El Diego’nun tahtını sarsma fırsatını kullanamayan isimlerden biri olarak futbolunun son demlerini yaşıyor.





5 Carlos Tevez

Boca’lı her genç yıldıza olduğu gibi Tevez’ede Yeni Maradona yakıştırılmalarının yapılması fazla uzun sürmedi.Apachi lakaplı Tevez aslında mevki olarak Maradona’dan çok farklı bir şekilde en uçta santrafor olarak görev yapıyor olması onu da veliahtlar arasında ayrı bir noktaya koyuyor.Kariyeri kupalarla dolu olan Tevez Arjantin Milli takımında olsa da yer aldığı dönemde takım arkadaşlarının gölgesinde kalmaktan kurtulabilmiş değil ve her daim 2.planda kalmaktan muzdarip bir oyuncu.



4 Javier Saviola

Cm severlerin her zaman favori oyuncularından biri olmuştur Javier Saviola.Tavşan Lakaplı genç yıldız,kıvraklığı çabukluğu dripling ve bitiriciliğiyle River’deki ilk senesinde çok önemli bir oyuncu olacağının sinyallerini vermişti.2001 yılında gençler şampiyonasında herkes onun Maradona gibi takıma önderlik etmesini bekliyordu.Beklenen oldu ve Saviola gençler şampiyonasında gösterdiği performansla sonunda Yeni Maradona beklentilerini karşılayan isim olmayı başardı.Ustasının izinden Barca yolunu tutan Saviola’nın kariyeri de Avrupa’da çöküşe geçti.Arjantin sınırları dışında başarılı olamayınca tahtı çabuk kaybetti.



3 Juan Roman Riquelme

Boca taraftarlarının gönlünde en az Maradona kadar büyük bir yere sahip olan Riquelme,son dönemlerde ustasıyla yaşadığı tartışmayla gündemde.El Diego’nun milli takımda ona yer vermemesi,Boca’daki ilahlığını bile tartışılır hale getirdi.Yıllar sonra Maradona’nın yuhalanmasına sebep olacak kadar çok sevilen bir oyuncudan bahsediyoruz.Boca’nın bir türlü dolduramadığı Maradona boşluğunu dolduran Riquelme’nin 10 numaralı forma dışında halefiyle pek ortak noktası olmasa da taraftarları heyecanlandıran , takıma bağlı ve liderlik özelliklerinin üst seviyede oluşu onun Diego ile kıyaslanmasına yetti de arttı.



2 Sergio Agüero

Maradona’nın gerçek veliahtı diyebileceğimiz bir isim varsa oda Agüero.Bunun sebebi ise futbolun çok dışında olan bir sebep.Genç yıldız Maradona’nın kızıyla evli ve Diego’nun torununun babası.Bununla birlikte yeşil sahalarda gösterdiği performansta onun kayınpederiyle kıyaslanma sebeplerinden biri.Genç yaşında rekor bir ücretle Indipendiente’den Atletico’ya geçen Agüero,Avrupa’da başarılı olabilen nadir veliahtlardan biri.Arjantin formasıyla da bir olimpiyat şampiyonluğu bulunan Kun’un ileride Maradona’nın tahtına oturmasının önündeki tek engel 1 numaradaki isim.



1 Lionel Messi

Arjantinliler artık Yeni Maradona’nın geldiğinden kesinlikle eminler.Henüz 22 yaşında Avrupa’da kazanılmadık başarı bırakmayan Arjantin Milli takımının yeni 10 numarası,Ustanın tahtını hızla sarsmaya devam ediyor.Maradona’nın efsane gollerine benzer attığı goller,fiziksel yapısı oyun anlayışı ile veliahtlar içinde en fazla sivrilen isim.Hatta Arjantin’le bir Dünya Kupası kazanabilirse artık Yeni Maradona devri kapanacak,yeni Messi devri açılacaktır.