21.05.2014
20.05.2014
ESPN Dünya Kupası Bracket
Dünya Kupası'nı oyunsuz geçirmeyelim istedik. Basit bir oyunumuz var. ESPN'de kimin gruplardan çıkacağını, sonrasında da çapraz eşleşmelerden kimin çıkacağını seçe seçe şampiyona kadar gidiyoruz. Tek yapmanız gereken buraya tıklayarak kaydolmak.
Herkese iyi şanslar.
19.05.2014
Spor Ahlakı üzerine
Türkiye'de spor sevgisi ya da etiğinin olmadığı zaten malum da gene karşıma bunun bir örneği çıkınca insan tekrar yazmadan edemiyor. Hali hazırda 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor bayramı da gelmişken, yazı için zamanlama baya manidar oldu. Dün akşam Barcelona - Atletico Madrid maçı bittikten sonra Barcelona tribünlerinin şampiyon Atletico'yu alkışladığına şahit olduk. Bunu yapanlar az önce şampiyonluğu kaybeden taraftı. Bahsettiğim taraftar kitlesi İsveç, Norveç gibi kuzey ülkelerinden değil gayet de daha önce aynı tribünlerden Figo'ya domuz kafasının atıldığı tutkulu bir yerdi.
Ama işte tutku, nefret vb. kavramların yanında bizim hiç sahip olmadığımız saygı da var bu insanların lugatında. Üç sene önce aynı konumdaki Fenerbahçe - Galatasaray maçında stadda ve hatta sonrasında zorunlu olarak sahanın ortasındaydım ve o maçta neler olduğunu tekrar hatırlamam gerek yok sanırım. Üç sene sonra devran döner bu sefer öteki takım şampiyon olur tek değişen şey öfkeyle küfretmek yerine neşeyle küfretmek olur. Ay başında Facebook'ta şunları yazmıştım:
"Büyük çoğunluk, spor sever ya da futbol sever fln değil. Onlar sadece "taraf"tar. Tek bildikleri şey bir "taraf" olmak. Biz, tek bir maç görüntüsü olmadan yapılan futbol geyiği programlarının saatlerce izlendiği ama futbolun izlenmediği, esasında futboldan da pek anlamayan bir "taraf" olmanın getirdiği aidiyet duygusunu seven bir toplumuz. Sevmesini bilmediğimiz için sevinmesini de bilmeyen, sevinmekten anladığı tek şey karşı "taraf"a küfretmek olan bir toplumuz. Şampiyon olmuşuz, nası sevineceğimizi bilmediğimiz için en iyi bildiğimiz şey olan karşı tarafa küfretmekten ötesine geçemiyoruz. Şampiyonluğu kutlarken, "i.ne galatasaray" diye bağırmak güruhun en keyif aldığı slogansa diyecek birşey bulamıyorum."Cuma günü Real Madrid - Barcelona, Euroleague final four maçında Soma'da ölenler için saygı duruşunda bulunuldu. Koca salonda 3 kişiden ses çıktı ve ne yazık ki bunlar "her yer Taksim, her yer direniş" diye bağıran Türklerdi. İşimize gelince "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" edebiyatını yapar ama saygı duymaya gelince gavurun bize gösterdiği saygıyı, biz kendimize gösteremeyiz.
Tüm bu problemlerin doğduğu nokta esasında yukarıda koyduğum fotoğrafta gizli. Büyükşehir Belediye çocuklara spor yaptırmanın amacını şampiyon yetiştirmek olarak belirtmiş. Bu işin temelinde sağlık, beden eğitimi, spor sevgisi gibi olması gereken kavramlar bizim için ne yazık ki fazlasıyla soyut. Her üç kişiden birinin obez olduğu ülkede sporu sadece profesyonel olarak yapılması gereken bir iş olarak gösteriyoruz. Hal böyle olunca evet belki şampiyon yetişiyor ama sporcu ahlakına sahip olmayan Batuhan Karadeniz, Sercan Yıldırım, Semih Erdenler yetişiyor. Daha sporcuya spor ahlakını veremedikten sonra, taraftardan bu ahlakı beklemek fazla saflık olur.
Herkesin 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayram'ı tekrar kutlu olsun.
14.05.2014
Oxford
Sabah odanın perdelerini açtığımda karşımda geniş bir alanda
veletler kriket oynuyorlar. Büyük bir alan okulun spor sahası olarak ayrılmış.
“İstanbul’da olsa buraya kaç bina sığdırılır?” hesabı yapıyorum artık ne zaman
geniş bir şehir içi boşluğu görsem. Yeşile olan özlem Facebook hesabımdaki like
sayılarından belli oluyor. Stonhenge fotoğrafımdan sonra en çok like’ı boylu
boyunca çayır çimenın olduğu fotoğraf alıyor.
Oxford’da günüm bu şekilde başlıyor. Dünyanın en tanınmış
üniversitelerinden birine ev sahipliği yapan bu şehir kelimenin tam anlamıyla
“üniversite şehri”. Zira, Lonely Planet
gibi rehber kitaplarını karıştırdığınızda karşınıza çıkan şehirde gezilip
görülecek yerler listesinin tamamı üniversite ile ilgili binalardan
oluşuyor.Haliyle şehri anlamak için öncelikle üniversiteyi anlamak lazım.
İngiltere’den Paris Sorbonne’a okumaya giden öğrencilerin
sayısı artınca 1167 yılında Kral’ın, “gidin şuraya bir üniversite kurun” emrini
vermesiyle Oxford Üniversitesi kuruluyor. Gel zaman git zaman, mektepli kesim
ile orada yaşayan köylü kesim arasından sürtüşmeler yaşanmaya başlanıyor.
1300’lerin başına gelindiğinde iki kesim birbirinin gırtlağına sarılıyor. İki
günlük kavganın ardından Kral’ın askerleri olaya el koyuyor. Kavganın sonucunda
67 öğrenci hayatını kaybediyor.
Bu olayın ardından Kral, köylülerin üniversiteye her yıl,
ölen öğrenci başına 1 şilin bağışta bulunmasına hükmediyor. Üniversitelilerin
de kendi arasında büyük bir birliğe sahip olmaması için de kolejlere
bölünmesine karar veriyor. İşte okulun karmaşık yapısı da burada başlıyor. Zira
bu kolej sistemi nedir anlamak iki günümü aldı.
İşin özünde Oxford Üniversitesi derslerden ve sınavlardan
sorumlu. Bunun altında yer alan 38 kolej ise bünyesindeki öğrencilerin,
barınma, yemek, ibadet, kütüphane, bar,
birebir etüd gibi ihtiyaçlarını karşılıyor. Bir gün içinde yedi tane
koleje girdim. Genellikle 14 – 16. Yüzyıllar arasında inşa edilen kolejler 700
sene önceki hallerini koruyorlar. Dört yaka halinde inşa edilen binaların
ortasında bir avlu bulunuyor.
Haliyle o dönemde
din, sosyal hayatta çok önemli bir yere sahip olduğu için “Corpus Christi
College”, “Christ Church College” gibi kardinaller tarafından kurulan kolejler var.
Bütün kolejlerin hala aktif çalışan şapeli var. Christ Church aynı zamanda
Harry Potter filminin çekildiği yer. Film sayesinde turistik bir yer hale
gelmiş ve böylece filmin çekildiği avluyu, yemekhaneyi görmeye gelen
turistlerden para kesmeye başlayıp, yollarını yapmayı başarmışlar.
Okulun devam eden geleneklerinden biri de Cuma akşamları
yapılan resmi akşam yemekleri. Takım elbise ile gelmek mecburi. Yemek
başlamadan önce kolej başkanının gelmesiyle ayağa kalkma, yemekten önce latince
dua okunması gibi ritüeller devam ediyor.
Yanlış hatırlamıyorsam İngiltere’de geçen yıl bir kamuoyu
yoklaması yapılmış ve meşrutiyetten vazgeçilip Cumhuriyet’e geçilsin mi diye
bir araştırma yapılmıştı. Her ne kadar kraliyet ailesinin, vergi mükelleflerine
ciddi masrafları olsa da – evet, bunlar Türkiye’de soyut kavramlar, biliyorum –
halkın büyük çoğunluğu geleneklere sahip çıkıp kraliyetin devamından yana
oldukarını belirtmişlerdi. Bu kadar gelenekçi halkın, klasik İngiliz
kahvaltısı, 5 çayı, pub kültürü gibi gelenekleri hala devam ediyor. Bir
İngiltere seyehatinde bunlar kesinlikle
yapılması gerekenler listesinde yer almalılar.
Oxford Üniversitesinin arkeoloji bölümü tarafından 17. Yüzyılda
kurulan Ashmolean Müzesi aynı zamanda
İngiltere’nin en eski müzesi olma ünvanını taşıyor. Londra, Berlin, Paris, New
York ve daha nice kent müzelerinde bulabileceğiniz gibi eski Anadolu,
Mezopotamya, Yunanistan, Çin, Hindistan gibi medinyetlerin çanak çömleklerini
görebilirsiniz. Artık buralardan ne kadar fazla arkeolojik kalıntı çıktıysa
bütün dünya müzelerine yetecek kadar bulunuyor.
İkinci gün yolumuza Blenheim Sarayı ile devam ediyoruz.
Oxford’un yaklaşık 10 km dışında yer alan bu saray ve bahçeleri UNESCO Dünya
Mirası Listesi’nde yer alıyor. 1709’da Napoleon bütün Avrupa’yı işgal ederken
bir İngiliz komutasındaki ordu Almanya, Blenheim’da Napoleon’un ordularını
yener. Komutanı mükafatlandırmak isteyen Kraliçe Anne, komutana Marlborough dükü ünvanını ve 25 hektar arazi
verir. Dük, arazisine Blenheim Sarayı’nı
inşa ettirir. Bugün hala 11. Dük sarayda yaşamaktadır.
Tıknaz yapısı, kırmızı burnuyla baya halk adamı gibi görünen
Winston Churchill esasında bu aileye mensup bir soyludur, amcası 7. Düktür ve
Winston Churchill de bu sarayda dünyaya gelmiştir. Sarayın kendisi ve güzel
bahçeleri ile buraya bir gün ayırmaya değer.
Üçüncü gün ise araba kiralamaya karar veriyoruz. Zira
Stonhenge’e toplu taşıma yok. Ancak, tur operatörlerinin kaldırdığı otobüsler
ile ulaşılabilir. Bunun yerine sağdan direksiyonlu arabayı alıp hem de
yakındaki görmeye değer kasabaları da ziyaret etmeyi tercih ediyoruz. Düz yolda
giderken sağdan direksiyonu kullanmak çok zor gelmiyor ama kavşağa geldiğimde
aptala bağlıyorum.
Bundan 5000 yıl önce ilk temelleri atılan alan esasında bir
mezarlık. Yaklaşık 1000 yıl sonra, M.Ö. 2000 yıllarında Galler tarafından
getirilen her biri 65 ton ağırlığındaki kayalar ile bir tapınak inşa ediliyor.
O zamanın şartlarında bu taşların 200 km öteden nasıl getirildiği ve sonrasında
nasıl üstüne dizildiği bugün halen daha gizemini koruyor ve bir bakıma
Stonhenge bu gizem sayesinde bugün bu kadar ünlü.
Hazır araba kiralamışken yolumuzun üzerindeki 2 ortaçağ
kasabasına uğruyoruz. Bunlardan ilki Winchester. Henüz daha Londra başkent
olmadan önce Winchester, İngiltere’yi yöneten kavimlerin başkentiydi. İlk hali
7. Yüzyılda yapılan katedralde taç giyme törenleri olurdu. Sonrasında
Avrupa’nın her ortaçağ kasabası gibi, başkent ünvanını kaybedince kasaba en
ufak bir ilerleme kaydetmeden o zamanki haliyle kalmış.
İkinci kasabamız Salisbury’i de aynı Winchester gibi bir
katedrali ile meşhur ortaçağ kasabası. Burayı meşhur yapan ise İngiltere’nin en
yüksek kulesine sahip olması ve Magna Carta’nın bugüne kalmış 4 kopyadan
birinin bu katedralde sergilenmesi.
Şanslıyız ki Cumartesi günleri Pazar meydanında Pazar kuruluyor. Ucuza
bir şeyler yiyip bira içerek bu yorucu günü artık sonlandırıyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)