Avrupa’nın en büyük 2 turizim fuarından biri olan London World Travel Market’a Atlasjet olarak katılınca Kasım’da 5 gün için bana yine Londra yolları görünmüştü. İlk iş olarak tabiki maç biletlerine baksam da elim boş döndüm. Zaten büyük çoğunluğu kombine olan stadların kalan biletleri de öncelikle taraftar kartı olanlara ya da kulüp üyelerine satılınca elim bu defa boş kaldı.
Yine de en azından stadın çevresinde dolanayım, atmosferi
tecrübe edeyim de Batı Londra derbisi öncesi soluğu Stamford Bridge'de almak
için metroya atladım. Chelsea taraftarları sakin sakin giderlerken, “deplasmana
gitme” olgusu şehir içinde de olsa burada da geçerli ve QPR taraftarlarının
sesi çok daha fazla çıkıyor. Metrodan çıktığımızda atlı polisler stada giden
caddeyi trafiğe kapatmışlar. Metronun önünde kalabalığa karışmış karaborsacılar
var. Hemen birine yaklaşıyorum 250 pound diyor. Diğeri ise 180 pound. 60
poundluk gişe fiyatı bile TL’ye çevrince yeteri kadar can acıtıcıyken sıradan
bir lig maçına bu fiyatları ödemeyi düşünmüyorum. Maçın başlmasına daha 45
dakika var. Kendi kendime maç saatinde ben bu adamları tekrar bulurum 75-80
pounda bileti kapatırım diyerek yoluma devam ediyorum.
Sağlı sollu sosiçilerin, burgercilerin arasında stada doğru
giderken, aynı metroda olduğu gibi ev sahibi ve deplasman taraftarları birlikte
yürmeye ve bağırmaya devam ediyorlar. Ancak sanırım bu sıkıntısız ortam işin
içine alkol girince bozuluyor. Zira pubların girişinde “sadece ev sahibi takım taraftarları girebilir” diye bir ibare var.
Stadın önünde Peter Osgood’un heykeli bulunuyor.
Jose Mourinho bir gün onun yanına Frank Lampard’ın heykelinin dikileceğini
söylüyor. Bakalım haklı çıkacak mı?
Ben küçükken, EA sports, henüz Championship Manager’ın
üstünlüğünü kabul etmemişken, piyasaya menajerlik oyunu sürmüştü. Oyunda stadın
yanına otel falan dikebiliyordunuz. Chelsea’nin stad planını görünce bunun
nereden çıktığını anladım. Her ne kadar tabiki bu menajerin işi olmasa da
görüldüğü üzere Stamford Bridge kompleksinde stad dışında otel ve bar var.
Maç saati gelip o sokaktaki kalabalığın hepsi stada girip
sokaklar polislere kalınca tabiki o karaborsacıların hepsi sıvışmışlar. Bende
bunun üzerine bir bara giriyorum. İngiltere’de saat 3 maçları televizyondan
yayınlanmıyor. Bizim Ümit Aktan’ın programında olduğu gibi “şuradan gol haberi
var, şimdi oraya bağlanıyoruz” türü programlar açık barın televizyonlarında.
Bir bira içip dinlendikten sonra Portobello Road’a doğru yola çıkıyorum. 2000
yılında çekilen Julia Roberts’lı Hugh Grant’li Notting Hill filmi sonrası benim
jenerasyonumun kızları için Londra’da gidilmesi fiks olan bit pazarı
Cumartesileri kuruluyor. Kızlar için çok keyifli bir yer olabilir. Zira incik,
boncuk, antika bir dünya ıvır zıvır var. Benim gibi bunlara pek meraklısı
olmayan bir erkek içinse ucuza yemek yenilecek tahtakale kıvamında bir yer. Ama
allahı var hele ki akşam saatlerinde pazarın toplanmasına yakın yemekçiler
iyice fiyatları düşürüp 2-3 pounda karnımı doyurmamı sağladılar.
Karnımı da doyurduktan sonra saat 17 – 17.30 gibi havai
fişek ve panayır için Blackheat’e doğru yola çıktım. Bu da tam maç bitiş saatine denk geldi.
Londra’nın altısı Premierleague’de olmak üzere 13 tane profesyonel futbol
takımı var ve bizdeki 3. Lige tekabül eden League 1 takımı Leyton Orient bile
maçlarını ortalama 5 bin kişinin üzerinde bir seyirciyle oynuyor. Hal böyle
olunca maç çıkışında evlerine dönmeye çalışan taraftarlar ile özellikle hat
değiştirilen büyük metro istasyonları tam bir renk cümbüşü haline geliyor.
V for Vendetta’yı izleyen bilir. 5 Kasım 1605’te Guy Fawkes,
Westminister Sarayı’nı patlatmak üzereyken yakalanır.Fawkes’ın yakalanmasını
propaganda amacıyla kullanmak isteyen İngiliz Hükümeti o dönemlerde 5 Kasım’ı
kutlama gününe çevirirken, günümüzde artık bu kutlamalar siyasi bir amaçtan
ziyade kapitalist düzenin bir eğelence aracı haline germiş durumda. Birçok havai fişek gösterisi paralı iken Blackheat’te
yapılan ücretsiz ve her yıl 100 bin kişinin katıldığı iddia ediliyor. Panayırda havai fişekleri izleyip basketbol
yeteneğimi konuşturarak boyum kadar ayıyı kazandıktan sonra, ayımı kucaklayarak
şehre geri dönüp günü sonlandırıyorum.
4,5 metrelik perdesi, halıfleks zemini, koltuk – kanape
takımlarıyla, klasik bir pub arayan ben daha ziyadesiyle bir oturma odası ile
karşılaştım. Yine de hızlı servisi ile keyifli bir mekandı. Öncesinde İspanya
ligi Pazar erken maçında basklılar ile birlikte Athletic Bilbao – Sevilla’yı
izledik. Maç bitince onlar kalktı, yerine yenileri geldi oturduk Manchester
derbisini izledik.
Haftaiçi’nde ise Şampiyonlar Ligi maçları vardı. Arsenal
içeride Anderlecht ile oynuyordu. Böyle olunca Salı akşamı soluğu yerel pub’ta
Arsenalliler ile maçı izlemek için Highbury’de aldım. Şehrin kuzeydoğusuna düşen semt Türkler’in ve
diğer göçmenlerin yaşadığı görece daha fakir bir semt. “Buradaki
Türkler, Arsenal’i tutarlar çünkü renkleri kırmızı-beyaz” sözü ne kadar
doğrudur bilemem ama eğer tutuyorlarsa yaşadıkları semt ile de alakalı
olabilir.
Eski Highbury stadı, sokağın ortasında evlerin arasında bir
stadmış. Zaten yeni stad inşa edilince de dış çephe aynen korunup, tribünler
700 daireden oluşan bir siteye çevrilmiş. Sahanın olduğu yer ise park olmuş.
Eski stadın önünden geçtikten sonra Ömer’in bana söylediği Arsenal pub’ını buluyorum. Zengin
Batı Londra’nın publarından sonra buradaki publar daha bir kahvehane
kıvamındalar. Bara yemek var mı diye soruyorum. “Yok ama benden bira alırsan, dışardan yemek getirmende benim için bir
sakınca yok” yanıtını alıyorum. Barın hemen karşısındaki Türk dönerciden
kocaman bir dürüm döner alıp geri dönüyorum. Arsenal 3-0 öne geçtiği maçı
veriyor. Pubdakiler duygusal sebeplerden, ben ise bahsim yandığı için
kahrolarak geceyi tamamlıyorum. Neyse en azından burada dönerci de, pub da Batı
Londra’ya kıyasla daha ucuz.
Böylelikle iş için geldiğim Londra’da futbola da bol vakit
ayırarak eve dönüyorum. Sıradaki Kuzeydoğu İtalya var.