Premierleague'de haftanın açılış maçları için en doğru tabiri Sinan Engin söylemiş: "Adamlar buldu mu acımıyorlar, atıyorlar" Nitekim birçok maçta gidişat atamayana atarlar ile özetlenebilir. Sezonun açılış maçında ilk 15 dakika mutlak baskı kuran Tottenham, iki pozisyondan yararlanamadıktan sonra, kendi kalesine attığı golle, United daha şut bile çekmemişken mağlup duruma düştü ve sonrasında bir daha da toparlanamadı.
Geçen hafta Community Shield'da oynadıkları için lige görece daha hazır girmelerini beklediğim Chelsea ve Arsenal bu yukarıdaki tabirin iki terse tarafında yer alıyorlar. Arsenal 22 şut çektiği maçta bir türlü golü bulamazken, duran toptan gelen golle geriye düştüler. Cech iki golde de hatalıydı. Tek maçlık bir süreç mi yoksa bir sezon boyunca neredeyse hiç oynamamanın etkisiyle henüz hazır değil mi göreceğiz. Bir de Digitürk'ten daha dersine çalışan spikerler bekliyoruz. İngiltere'de kimse Avrupa Ligi'ni sallamıyor, lige konstantrasyonu bozan lüzumsuz bir kupa olarak görüyorlar. Bilic de bu sebeple Avrupa Ligi'ne bırak yedek kadroyu, rezerv takım oyuncularından kurulu bi kadro ile maça çıkıp bir noktada Avrupa Ligi'ni "satmışken" çıkıp da spikerin "West Ham zayıf rakibine karşı Avrupa Ligi'nden elendiği için takımda moraller bir hayli bozuk, eleştiri okları Bilic'e yöneltildi" gibi abuk sabuk ahkam kesince maç çekilmez oluyor. Digitürkplay'de ne yazık ki yerel dil seçeneği yok. Keşke olsa da öyle izlesek.
Öte yandan Chelsea komple formsuz durumda. Swansea karşısında Hazard ve Costa sadece birer şut çekebildiler. Fabregas hiç ortalarda görünmüyor. Dahası şahane savunma yapıyor dediğimiz takım, kendi evinde Swansea'ye 10'u kaleyi bulan 18 şut çekmesine izin verdi. Chelsea iki şansa bulduğu golle maçtan puan çıkarmayı başardı ama Chelsea'nin şu haliyle bir City taraftarı olarak gelecek haftadan epey umutluıyum. City demişken ilk 24 dakikada çektiği 2 şutun da kaleyi bulup gol olduğunu dip not düşelim.
Diğer maçlarla devam ediyorum. Ligin iki yenisi Norwich ve Bournemouth'da sırasıyla çektikleri 17 ve 11 şut ve maçı domine etmelerine karşılık yenilgiyle ayrılan takımlar. İzlemeyenler için yukarıya Norwich - Palace maçının özetini koydum. Attıkları ikinci gol izlediğim en güzel çalışılmış korner organizasyonlarından bir tanesi. Geçtiğimiz sezon bana ve birçoklarına göre yılın menajeri seçilmesi gereken Alan Pardew'un takımı, Cabaye transferi ile önemli bir boşluğu doldurdu. Zaha, Puncheon, Bolasie gibi patlayıcı kuvveti olan oyuncuların yanına onları iyi yönetecek bir adam lazımdı ve Cabaye ile bu boşluğu doldurdular. Önlerinde zorlu bir fikstür var. Bu fikstürün ardından ligi ilk 10'da bitireceklerine dair bahis oynamak çok mantıklı bir hareket olacaktır.
Bournemouth'un bu sezonun Burnley'si olmasını bekliyorum. Bırakın Premierleague'i, tarihlerinde Championship'te bile toplam 3 sezon mücadele etmiş, 11.700 kişilik stadı olan bu mütavazı takımın bu bütçelerle rekabete girmesi çok zor. Eğer ligde kalabilirlerse Eddie Howe kesinlikle yılın menajeri seçilmesi lazım. Yine de 2.28 oranla küme düşme bahsi fazlasıyla çekici duruyor. Kaldı ki, her ne kadar sezonun ilk maçı da olsa, yıllardır küme düşme ile flört eden, bu sezona da Vlaar - Delph - Benteke iskeletini kaybetmiş, ilk 11'inde 5 yeni transfer yapan Villa'ya evinde kaybedersen sezonun geri kalanında sana kolay gelsin. Ve lütfen artık Villa bu sezon küme düşsün. Newcastlle gibi bir dibe batıp, lüzumsuz oyunculardan kurtulup yeniden yükselmek onlar için en hayırlısı olacak.
11.08.2015
3.08.2015
Fantazi Premier League 2015/16
Bu haftasonu Premierleague'de perde açılıyor ve biz de artık bilmem kaçıncı geleneksel OrtaKafaGol fantazi premierleague'ine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Zaten daha önceden takımınız varsa takımınızı yenilediğinizde lige katılıyorsunuz. Yoksa eğer, buraya tıklayıp kadronuzu kurduktan sonra 5818-5284 koduyla lige katılabilirsiniz.
2.08.2015
Gökçeada
İstanbul’da araba kullanmak için tek ideal zamandır
haftasonu sabahları. Normalde işe giden yığınlar uyuyorken bomboş yollarda
araba kullanırken hep İstanbul’un nüfusu benim doğdum zamandaki kadar
kalabilseymiş derim. Kafamda bu
düşüncelerle, Cumartesi sabaha karşı gün daha ışımaya başlamadan düştük
yollara. Dikiz aynamda güneş yükselirken Tekirdağ’a varmıştık bile. Kabatepe
vapur iskelesine geldiğimizde ise dünyanın öteki ucunda, Yeni Zellanda’da hava
kararmış, U20 Dünya Kupası’nın finalinde Brezilya ile Sırbistan kapışmaya
başlamıştı bile. Hayret verici bir şekilde vapurdayken 3G kesilmemiş, maçı
rahatlıkla izleyebilmiştim. Turnuva başından beri bitiricilik sorunları yaşayan
Brezilya her ne kadar topa sahip olsa da pozisyon bulmakta zorlanıyordu. Vapur
Gökçeada iskelesine yanaşırken maçın normal süresi 1-1 sona eriyor ve benim
Brezilya 90 dakikada kazanamaz bahsim tutuyordu.Bahisi kazanmanın mutluluğu,
adaya ayak basmanın mutluluğuna karışarak başladık haftasonunun tatil
programına. Son zamanlarda çokça moda olan Bozcaada’ya zaten mayısta koşu için
gidince bu defa yönümüzü onun yanında biraz atıl kalan ama tek feribot ile
geçildiği için daha yakın olan Gökçeada’ya çevirdik. Zira en iyi şartlarda
Bozcaada vapuruna binmek 7 saati alırken, Gökçeada vapuruna 4 saatte varmıştık.
Hemen vapurdan iner inmez, çınarağacının ve rum evlerinin
sizi kucakladığı ufak Bozcaada sevimli bir kuzu ise, Gökçeada artık kocaman bir
koyun konumunda. Zira ada fazlasıyla büyük. Değil yayan, tepelik zemini
yüzünden bisikletle bile adaya gitmek hiç akıl karı değil. Mesela vapur
iskelesi, şehir merkezinden 8, şehir merkezinden plajlar ise 20 km mesafedeler.
O yüzden araba olmadan Gökçeada’ya gitmek çok mantıklı değil. Adada turistik
bir destinasyondan ziyade daha çok yazlık bir mekan. Bunu bilerek giderseniz, “ama ben böyle hayal etmemiştim” diye
bir hayal kırıklığı yaşamazsınız. Böyle
asmaların dış cepheyi kapladığı renkli Rum evlerinin yerine, mıcır yolun
kenarına dizilmiş ucuz pansiyonlar sizi karşılıyor. Belki de bu yüzden Bozcaada
aşırı turistik tesis rantlaşması tehlikesi yaşarken, burası kendi haline
bırakılmış.
Plaj olarak önce daha büyük olan Aydıncık koyuna
gidiyoruz. Burası konaklama tesislerinin de bulunduğu bir koy. Konaklama tesisi
derken, tatil köyü falan değil tabi ki, bahsettiğim birkaç bungalowdan ibaret. Yine
de bir süre sonra kalkıp sağlı sollu kekik otlarının güzel kokusuyla bezenmiş
bir yol ile Laz koyuna geçiyoruz. Başı
boş bırakılmış koyunlar kendilerini kekik yemeye vermişler. Sanırım koyunların kime
ait olduğunu belirlemek için koyunlar boyanmış. Kurbağa kıvamında yeşil
koyunlar bile var. Kekik ile beslenmeleri acaba etlerinin tadına da sirayet
eder mi? Arabanın amortisörlerini parçalayan bir patikadan geçerek Laz koyuna
ulaşıyoruz. Hepi topu bir tane büfesiyle
burası gerçekten kuş uçmaz kervan geçmez bir şekilde sap sarı kumlara sahip
keyifli bir yer. Gökçeada’nın denizi malumunuz soğuktur, bunu tekrar
hatırlatmakta fayda var.
Türkiye’nin en batı ucunda, yılın en uzun gününde güneşi
batırdıktan sonra akşam yemeği için bir Rum köyü olan, Tepeköy’e Barba Yorgo’ya
doğru yol alıyoruz. Açıkça söylemek gerekirse, yolda giderken kafamda, “ya artık orada rum kalmamıştır, Türk
işletmecinin bir tanesi restoranına Rum ismi vererek dikkat çekmeye çalışıyor” diye
düşünmüştüm. Köye girişte arabamı
parkedip, köy meydanına yürüdüğümde karşılaştığım manzara ile ne kadar
yanıldığımı anladım. Kiliseden çıkmış siyah elbiseleri ile oturan teyzeler ile
birlikte köy meydanından sadece Rumca yükseliyordu. Gördüğüm birkaç çocuk
haricinde hepsi çok yaşlı nüfustu. “Bunlar da öldükten sonra burada artık Rum
da kalmaz” şeklindeki düşüncemi ise Barba Yorgo’nun Gökçeadalı garsonu
düzeltti. Lise zamanı geldiğinde buradan ya İstanbul’a ya da yurtdışına göçen
Rumlar emekliliklerinde tekrar köylerine dönüyorlarmış. Zira buradaki azınlık
statüsünü kaybetmek istemeyen Yunanistan bu insanlar bu köylerde yaşasınlar
diye ayrıca maaş veriyormuş. Güzel keyifli bir hayat tabiki. Restoranın vadiye
bakan güzel bir manzarası var. Döne döne sürekli zorba çalıyor. Peynir, salata,
oğlak yiyip, kendi yaptıkları şaraptan içiyoruz. Hepi topu 2 kişi alkol dahil
85 lira verip çıkıyoruz Barba Yorgo’dan.
Akşamın sonunda ise soluğu Kaleköy limanında alıyoruz.
Burası adanın, deniz kıyısındaki tek yerleşim yeri. Sıra sıra balıkçı
restoranlarının da dizildiği yerde içerisi tamamen boş olan, bir gitaristin
canlı müzik yaptığı 2. Sınıf bir bar da var. Yazlıkçı havası buraya da tamamen
sirayet etmiş. Birkaç incik boncuk satan masa, bir seyyar midyeci ve bir
dondurmacı ile birlikte mizansen tamamlanıyor.
Keyifli ve sakin bir haftasonu geçirdikten sonra Pazar akşamı
Tekirdağ’dan itibaren birkez daha kendimizi İstanbul trafiğinde buluyoruz. Bir
sonraki durağımızda İtalya’nın güneyine, Napoli ve Amalfi kıyılarına gidiyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)