Bir beyaz yakalı eleştirisi Mezeleri Güzel’de Erdem
Aksakal’ın “yurtdışı gezisi çıktı mı hemen maç fikstürüne bakar” diye tasvir
ettiği şahsiyette benden feyz aldığına eminim. Bu referansın hakkını vermek
için, Paris fuarı ufukta belirdiğinde hemen Paris St. Germain’in maç takvimini
açtım. Her ne kadar geçen seneki gibi şampiyonlar ligi maçı haftası olmasa da
yine de şanslıydım çünkü PSG’nin yine de evinde bir lig maçı vardı ve beni
oldukça romantik bir karşılaşma bekliyordu: Dijon!
2007’de 4 ay süreyle yaşadığım Dijon’un kale arkası tribünü
bulunmayan, sadece iki yan tribünlü Gaston Gerard stadında birkaç maça
gitmiştim. 2. Ligde oynayan takım o sezonu küme düşme hattının ancak bir puan
üstünde tamamlayarak, kıl payı amatör kümeye düşmekten kurtulmuştu. O takım
sonrasında 2011’de tarihinde ilk defa Ligue 1’e çıkma hakkı kazanmış, bir sene
sonrasında da gerisi geriye düşmüşlerdi. Hardal memleketinin takımı bu yıl
ikinci kez Ligue 1’de oynuyor.
Bu bağ sayesinde elbette ki deplasman tribününe gidecektim.
O kadar senedir buz hokeyinden yüzmeye, beyzboldan tenise kadar birçok spor
dalını izlemeye gitmiş biri olarak daha önce hiç deplasman tribününe gitmemiştim,
bu bile benim için yeni bir deneyim olacaktı. Öncelikle daha maç biletini
alırken bile bilmediğim bir süreç vardı, zira PSG’nin internet sitesinde
deplasman tribününe bilet satışı yoktu. Neyse ki Dijon kulübü e-mailime yanıt
verdi ve maç günü gişeden 20 avroya bilet alabileceğimi söyledi.
Bir Kadıköy ya da Beşiktaş meydanı gibi Parc des Princes’e
gitmek için toplu taşımların hepsi stada yaklaşık 700 metre mesafedeki Porte de
St. Cloud meydanına varıyorlar. Otobüsten indiğimde meydanı çevreleyen cafelerden
maç öncesi millet demlenmeye başlamıştı bile. Güzel, ince bir ayrıntıyla
meydanda stad bilgilendirme kioskları vardı ve gitmek istediğim kapıya nasıl
ulaşacağımı oradaki görevliler bana tarif ettiler. Parc des Princes beni
öncelikle ışıltılı ve cıvıl cıvıl bir meydanla karşıladı. Sonrasında deplasman
tribününü bulmaya çalıştıkça o ışıltı kayboldu, sokaklar karanlıklaşıp
izbeleşti ve “gerçekten deplasman tribünün girişi buradan mı?” tereddütleri ile
sanki yasadışı bir yere giriyormuşum izlenimi veren bir kapıdan geçip stada
girdim. Esasında buna pek stada girmek denilemez. Zira 4-5 basamak çıkıp
kendimi stadın alt çapraz köşesindeki tribünde buldum. Bize sağlanan imkânlar
tesisin içinde bile değildi. Stadın dışında konteynırdan yapılma bir içecek satan
mekân ile iki tane portatif tuvalet bize sağlanan olanakardı. Bu mu yani Paris
misafirliği? Hoş, tribünde hepi topu 61 kişiydik. Son 3 sezonda Fransa’daki 12
kupanın 11’ini kazanan PSG karşısında bir kişi daha olsa belki şapkadan tavşan
çıkartabilirdik ama bu halimiz ile “Bize her yer Dijon”dan daha öteye
gidemedik.
Bu 11 kupa bile Arapların iştahını kesmemiş, Şampiyonlar
Ligi’nde istenilen başarı bir türlü gelmediği için Laurent Blanc’ın bileti
kesilmiş yerine Sevilla ile Avrupa Ligi’ni kazanmış Unai Emery PSG'nin başına gelmişti. Daha önce var mıydı bilmiyorum ama motto olarak kendine "daha fazlasını hayal et"i seçmiş takım için anlaşılabilir, daha da önemlisi taraftarı kandırabilir bir hamle olmuş. Zaten bu şartlarda tek
amacı ligde kalmak olan Dijon ile PSG arasındaki kalite farkı daha ilk
dakikadan belli oldu ve ancak 14 dakika dayandıktan sonra Rabiot ile ilk gol
geldi. Golden sonra bizim tribün sessizleşti. Bu üzüntü niye ki, gerçekçi olmak
gerekirse bu maçtan ne bekliyorlardı ki? 33. Dakikada Dijon’un kaleyi bulan ilk
şutu geldiğinde skor 2-0 olmuştu bile.
Hafta içi, yerel saatle 21.00’de, gayet dandik bir takıma
karşı bile PSG tribünleri son derece doluydu. Dahası kale arkasındaki iki
tribün de daha önce gittiğim Chelsea, Man. City ya da Atletico maçlarıyla
karşılaştırılmayacak kadar bağırıyorlardı. Muhtemelen Paris’teki Kuzey Afrikalı
ve Siyahi getto kültüründen gelenler bu durumda önemli pay sahibiydiler.
Buradaki tribün kültürü İngiltere’den ziyade bize daha çok benziyor. Örneğin ev
sahibi takım taraftarlarıyla aramızda güvenlik görevlileri yerine robocop
polisler tampon vazifesi gördüler ve PSG taraftarları sokakları tamamen
boşaltana kadar stattan ayrılmamıza izin vermediler.
Neyse ki sadece üç tane yiyerek Paris deplasmanından
sıyrılmayı başardık. Oysaki PSG daha 4 gün önce Caen’i 6-0 ile aşağılamıştı.
Zaten maç sonunda bir iyimserlik hakimdi, zira küme düşme potasındaki
rakiplerden Lille, kendi evinde Toulouse’a yenilmişti. Maç sonunda takım
tribünlere geldi, onları tebrik ettik. Sonrasında Dijon’dan gelen bir otobüs
dolusu insan yola çıkarken geriye kalan 20 kişilik Paris’teki Dijonlular olarak
bizler de sokaklara dağıldık.