Bulutları delip alçalmaya başladığımızda Alpler halen daha
hiç kalkmamış karlı beyaz tabakasıyla bizi karşılıyor Zürih’e varırken. Halbuki
Ağustos’un sonundayız ve Zürih aksine oldukça sıcak. Hatta o gün Zürih nehrinde
yüzme yarışı varmış. Bütün yıl nehirde yüzmeye izin verilen tek gün o gün olsa
da Zürih’in etrafına kurulduğu Zürichsee ise Cumartesi olmasının verdiği
etkiyle cıvıl cıvıl. Biz de şehirde ilk iş olarak kendimizi şehir hatları
vapuruna atıyoruz. Ta gölün sonuna kadar giden vapurun dönmesi 2,5 saati
alıyor. Biz onun yerine yarı yoldan dönüp gölün iki yakasındaki duraklarda
yuvarlak yapan kısa vapurla meramızı gideriyoruz. Zaten vapurun büyük kısmı
bizim gibi turistik gezi yapanlar. Mavinin yeşille buluştuğu gibi klişe bir
reklam tabiri kullanmak istemiyorum ama gölün etrafında her tarafı ağaçlarla
çevrili - artık hangi İsviçreli bankacılara aitse - müstakil evlere hayranlıkla bakıyoruz.
Evlerin arasındaki yeşil alanlarda ise insanlar yeşilliklere serilmiş – hele ki
İsviçre için – yılın son güneşli günlerinin keyfini çıkartıp göle atlıyorlar.
Dönüşünde artık acıkmaya başladık ve karnımızı doyurabilmek
için sokakları arşınlayıp restoranların menülerine bakarken, çakısı, saati,
çikolatası gibi İsviçre’nin en büyük bilineni bir kez daha suratımıza tokat
gibi çarpıyor: Burası gerçekten çok pahalı. Hoş bu pahalılığı daha otel
bakarken anlamıştık. Tramvay ile şehir merkezine 15 dakika uzaklıktaki – ki
küçük bir şehir için hatırı sayılır bir mesafe – otelimize oda kahvaltı iki
kişi gecelik 120 avro veriyoruz ki bu bulabildiğimiz en ucuz otel. Seyahat
planını yaparken niyetim eski şehri UNESCO Dünya Mirası listesinde olan Bern’e
günübirlik bir gezi de sıkıştırmaktı ama gidiş dönüş tren bileti kişi başına
100 avro olunca bundan hızla vazgeçtim. Zira bizim İstanbul’dan Zürih’e gitmek
için verdiğimiz uçak parası bundan daha azdı.
Normalde turist kitaplarında baştan başa yürünmesi tavsiye
edilen caddenin internette pek sıklıkla görülebilecek balkonunda inek heykeli
bulunan otelin tam altındaki Raclette satan standında duruyoruz. Haşlanmış
patatesin üstüne racelette peynirini eritiyor. Bu da bir yerden sonra baymasın
diye yanında turşu ile servis ediliyor. Yoldan gelmişiz, açız, seçenek bol.
Diğer stantlara da dadanıyoruz. Buradaki parti yarın da devam edecek. Müzik,
bira, görece ucuz yemek… Daha ne isteyebiliriz ki! Elbette ki yarın tekrar
buraya geleceğiz.
Ertesi sabah yine güneşli bir gün karşılıyor bizi. Bilgi
dağarcığıma yeni bir bilgi daha katıyorum: Senelerdir Türk markası bildiğim
Migros meğerse İsviçreliymiş. Tren garının hemen yanındaki Migros’tan
yollukları alıp trene atlayıp Schaffausen’ın yolunu tutuyoruz. Zürih il sınırları
içinde olduğu için gidiş dönüş 26 franka yaklaşık 50 dakikalık mesafedeki
Schaffausen, Avrupa’nın en büyük şelalesine ev sahipliği yapıyor. Zamanında
kontun biri akıllılık yapmış ve tam da şelalenin ucuna güzelim bir şato dikmiş.
Karşı kıyıdan baktığında çok da güzel fotoğraflık bir mizansen sunuyor. Tekneye
atlayıp önce şelalenin ağzına kadar geliyoruz, ardından şelalenin tam
ortasındaki kayaya tırmanıyoruz. Elbette bir Niagara Şelalesi değil ama yine de
keyifli bir tecrübe. Ama benim için esas keyif buradan sonra başlıyor. Eda
sudaki kahverengi köpüklerden rahatsız olduğu için suya girmemeyi tercih
ediyor. Kıyafetlerimi Eda’ya teslim edip ilerideki köprünün altında buluşmak
üzere kendimi şelalenin debisi ile akıntısı iyice hızlanan nehrin tatlı
sularına bırakıyorum. Zaten yüzmeme gerek kalmadan su beni köprüye kadar
götürüyor.
Her ne kadar Pazar kalabalığı olsa da Schaffausen’a Pazar
günü gittiğimiz için şanslıyız zira Pazartesi sabahı yağmur ile uyanıyoruz.
Hava sıcaklığı bir günde 10 derece birden düşüyor. Nehir kenarı dışında pek
gezme fırsatını bulamadığımız Zürih için başlangıç noktası olarak aldığımız Paradeplatz’a
vardığımızda şanslıyız ki yağmur duruyor. Biraz Google edince hemen karşımıza
çıkan Sprüngeli çikolatacısı tramvaydan iner inmez bizi karşılıyor. İçeri
girdiğimizde bize denemek için çikolata ikram ediyorlar. Sağ olsunlar böylece
çikolatanın tadına bakıyoruz, zira her şeyde olduğu gibi burada çikolata da
pahalı. Cimrilik yapmıyorum. Herhangi bir duty free de ya da Metro markette
bile bulabileceğiniz Lindt çikolataları burada Türkiye’dekinin 3 katı fiyatına
satılıyor.
Çikolatacıdan çıktıktan sonra meydandan tren garına kadar
uzanan Bahnhofstrasse caddesinde IWC’den Patek Phillippe’e Swatch’tan Tissot’ya kadar
ne kadar saat markası varsa hepsinin mağazası sıralanıyor. Mağazalara baka baka
caddenin sonuna geldiğimizde en ince heykellerine kadar ayrıntılarıyla düşünülmüş
neoklasik mimarisiyle tren garı bizi karşılıyor.
Garın oradan sola dönünce 4 katlı büyük bir Migros var. En üst kat ise bizim
IKEA’dan alıştığımız şekilde bir restoran. İşte burada fiyatlar makul. 4 gün
boyunca restoran yemeği diyebileceğimiz tek yemeği burada 2 kişi toplamda 22
frank vererek yiyoruz.
Tam ters istikamette gardan sağa,
bu defa festivalin alanının karşı kıyısına doğru nehir tarafına ilerleyince
Arnavut kaldırımlarıyla döşeli eski şehrin sokaklarını arşınlıyoruz. Geniş
meydanda iki tane gotik yapıda kilise var. Kirche Fraumünster ücret istiyor.
Daha önce de dediğim gibi San Pietro’ya para vermediysem eğer hiçbir kilisenin
girişine para vermem. Onun yerine günlük ayin saatinde giderim, ayine
katılacağım deyip ücretsiz girerim olur biter. Ama bu İsviçrelilerin dinle pek
alakası olmadığı için de bu kilisede sadece Pazar ayini düzenleniyorumuş. Grossmünster ise ücretsiz. Zaten buraya girince iyi ki ötekine
girmemişiz diyoruz zira dediğim gibi adamlar oldum olası diyanete para
ayırmadıkları için kilisenin içinde görülecek hiçbir şey yok.
Dedik ya tam da festival
mevsimindeyiz diye. Zürih’te 15 gün süren Zürcher Theater Spektakel diye bir yaz festivali var. Şehir merkezinden 2 durak ve 5
dakikalık bir otobüs yolculuğu ile akşam soluğu festival alanında alıyoruz. Burası
tabi daha uzun soluklu bir yer olduğu için sokak stantlarından ziyade prefabrik
kurulumlar var. Bir pizza ile bir biraya 23 frank verip paylaştık. Ana
sahnedeki gösteriler için bilet satılıyor – ki bu biletler çok önceden bitmişti
bile – öte yandan açık alanda sokak sanatçıları bahşiş karşılığı
illüzyonistlikten cambazlığa kadar çok güzel gösteriler yapıyorlar ki biz gece
11’de gösteriler bitene kadar oradan oraya dolanıp son derece keyifli vakit
geçirdik.
Ertesi gün artık dönüş vakti gelip
de düşündüğümüzde mevsimin de verdiği canlılıkla çok keyifli vakit geçirmiştik
bu açıdan şanslıydık. Ancak fiyatları düşününce, her ne kadar İsviçre’de
görülebilecek daha çok yer varsa da kısa vadede turistik açıdan bir daha
geleceğimizi düşünmüyoruz.