İstanbul'un hava durumunu bile hiç bu kadar sık
kontrol etmemiştim doğrusu. Oysa ki son bir haftadır sıklıkla tekrarladığımız
gibi Gardermoen havalimanında uçağın kalkmasını beklerken bile elimizde telefon
Trömsö'de kar yağıyor mu diye kontrol ediyoruz. Zira listede başka etkinlikler
olsa bile bu gezinin asıl amacı Kuzey Işıkları'nı görmek. Kuzey kutup
dairesinin 400 km kuzeyine gitmek "Aa hava yarın açık görünüyor, hadi
Boğaz'a gezmeye gidelim!" gibi diyeceğimiz bir şey değil. Yaklaşık bir ay
önce tüm rezervasyonlarımızı yaptırdık ve bir haftadır bizim Trömsö'de
bulunacağımız 2 gece de kar yağışlı görünüyor. Forumlarda Kuzey Işıkları'nı
görmenin nasıl da şans işi olduğunu okudukça iyice umudum azalıyor, Eda
ise beni evrene negatif sinyaller göndermekle suçluyor.
Benim, Galatasaray'ı Avrupa'da yenmesiyle öğrendiğim
Trömsö, dünyanın 50 bin nüfusa sahip en Kuzey şehri. Aynı zamanda dünyanın en
kuzeydeki üniversitesi de burada bulunuyor. Oslo'dan bile uçakla 1800 km ve 2
saat yolumuz var ve indiğimizde Kuzey Kutup noktasına sadece 2200 km mesafede
olacağız.
Son 4 yıldır dünyanın en iyi low-cost havayolu seçilen
Norwegian ile uçacağız. Pegasus'tan alıştığımız ucuz havayolu mantığının bir
tık ilerisindeler. Pegasus'ta sadece self check-in kioskunda boarding kartını
bastırırken, burada yanında bagaj kağıdını da veriyor ve bagaj kağıdımızı
valize yapıştırdıktan sonra, kendimiz kağıdı scan edip valizi, banta teslim
ediyoruz. Bu işlemler sırasında ortalıklarda tek bir görevli yok. Zira
Türkiye'nin yarısı kadar yüzölçüme sahip ülkede sadece 5 milyon kişi yaşıyor ve
bu sebeple işçilik çok pahalı. Eğer low-cost mantığı ile iş yapacaksan, önce
personel sayısının minimize edilmesi gerekiyor.
Norwegian hava yolu uçakta wifi hizmeti veren benim
kullandığım ilk havayolu. Hızı da gayet iş görür durumda. Uçak kalkmadan önce
itfaiye uçağa de-icing denilen antifriz ile uçağı yıkama işlemi uyguluyor.Belli
ki çok soğuğa gidiyoruz ve uçağın havada donma tehlikesi var. 2 saat boyunca
sürekli Kuzey'e tırmanırken ufka baktınca kararan, bulutlanan ve iyice
kasvetleşerek Mordor'u anımsatan bir hava karşılıyor bizi. Açıkçası geziyi
ayarlarken dikkat ettiğim nokta hava sıcaklığının kaç derece olacağıydı. -5
derece çok gözümü korkutmamıştı. Sonrasında Kyle'ın "Size 24 saat karanlıkta
iyi şanslar!" demesiyle ayıldım. Gerçekten, Kuzey Kutup dairesinde bu
mevsimde hava ne kadar aydınlık oluyordu ki? Kyle'ın bu mesajının hemen
ardından hızlı bir google ile Trömsö'de kasım sonundan ocak sonuna kadar ki 2
aylık sürede hiç Güneş'in doğmadığını sadece alacakaranlık olduğunu öğrenmem
ile zorlu şartlar altındaki deneyimimizin sadece soğuk hava ve kar
olmayacağını anladım. Zira öğlen saat 2'deTrömsö'de yoğun tipi altında
zifri kafanlık bir hava bizi karşılıyor.
Biz, içlik üzeri pantalonlar, çift kat çoraplar ve
sadece gözlerimiz açık kalacak şekilde yüzümüzü örterken şehirdeki yerel halk
kot pantolonla, beresiz bir şekilde dolanıyor. Hatta yetmezmiş gibi bu havada
kalın kar lastikli bisiklet sürenler bile var. Onlar bize, biz onlara ne kadar
garipler diye bakıyoruz. Otele yerleşip karnımızı doyurmaya çalıştığımızda
esasında otel ve ara ulaşımları ayarlarken karşımıza çıkan gerçeklik bir kez
daha yüzümüze çarpıyor: Burası aşırı derecede pahalı! 1960'lara kadar
Avrupa'nın en fakir ülkelerinden biriyken Kuzey Denizi'nde petrol ve doğal
gazın bulunmasıyla birlikte ülkenin refah düzeyi hızla yükseliyor ve bugün kişi
başına en yüksek gelirin olduğu ülkelerden biri haline geliyor. Örnek vermek
gerekirse bir margarita pizza 80; bir bigmac mönü 40 lira. İstanbul'dan
gelirken yanımızda kek falan getirmiştik ama keşke konserve de getirseymişiz.
Trömsö'deki ilk sabahımızda balinaların peşine
düşüyoruz. Visit trömsö web sitesinde bu işi yapan şirketlerin iletişim
bilgileri, fiyatları ve birçoğunun online rezervasyon opsiyonu var. Buradan
gözümüze çarpan bir firma balinalar için araştırma yaptıklarını ve gelirin bir
kısmını buna harcadıklarını yazınca zaten hemen hemen fiyatları aynı olan
seçeneklerden buna karar kılıyoruz. Rehberimiz Stephanie bir Kanadalı, balinalar
üzerine uzmanlaşmış bir biyolog. Senelerce Peru'dan Yeni Zelanda'ya kadar
birçok açık denizde petrol şirketleri adına çevreye uyum adına çalıştıktan
sonra, kalbini kaptırdığı kaptanımızın peşinden Norveç'e gelmiş. Şimdi burada
ufak, toplamda 6-7 kişinin anca sığdığı bir tekneyi işletiyorlar.
Sabah 9.30 gibi en nihayetinde gün ışımaya
başlıyor. Daha da kuzeye doğru, 70. enleme doğru yol alıyoruz. Bu sırada
Stephanie bir powerpoint açarak bize balinaları anlatmaya başlıyor. Aynı
zamanda gemimize de adını veren Pakicetus, balinaların atası olarak 50 milyon
yıl önce yiyecek bulamadığı için karadan denize inmiş bir memeli ve sonradan
balinaya evriliyor. Norveç kıyılarında 3 tür balina görmek mümkün. Bunlardan
biri Özgür Willy filmine de konu olan, esasında yunus mu balina mı muamma olan
Katil Balinalar, Orkalar. Bunlar daha çok anaerkil bir hayvan topluluğu ve klan
adı verilen ailelerin içinde bile farklı bir iletişim dilleri var. Yaklaşık 1,5
saatlik yolun ardından ufukta martı sürüsü belirliyor. Anlıyoruz ki balinalara
gelmişiz. Zira balinalar beslenmek için yükselirken balıkların da yüzeye
çıkmasına yol açıyor ve martılar da bundan istifade ediyorlar. Bizim dışımızda
birkaç tekne daha var. Bir de olabildiğince balinalara yaklaşmak için zodyakla gelmiş
bir grup daha var. Orkaların arasında önce bir kambur balina görüyoruz.
Esasında balina deyince aklımıza gelen kocaman ağızlı , büyük kuyruklu balina
türü bu. Bu balinalar, Orkaların aksine ataerkil ve daha çok tek takılmayı
seven bir tür. Öyle olunca da kalabalığa pek fazla tahammül edemiyor ve dalıp
gözden kayboluyor. Biz de orkalarla başbaşa kalıyoruz. Açık denizde sağlam
rüzgar, bize dalga olarak geri dönüyor ve fırtınalı havada sırılsıklam bir
şekilde orkaları izliyoruz. Yaklaşık bir 20 dakika sonra orkalar da gözden
kaybolunca meramızı dindirmiş aksine rüzgar ve soğuktan fazlasıyla yorulmuş bir
şekilde içeriye kaçıp dönüş yolculuğuna geçiyoruz. Trömsö’ye dönerken saat
13.30’a geliyor ve artık hava kararmak üzere. Yine de gökyüzünde bulutlar
dağılmış, bu da bizim yüzümüzde kocaman bir gülümsemeye yol açıyor: Bu akşam
kuzey ışıklarını görmek için iyi bir şansımız var!
Sersemleten rüzgar, bizi sanki bütün gün
denizdeymişiz gibi hissettiriyor. Havanın 13.30’da kararması da buna eklenince
zaman kavramını tamamen yitiriyorum. Akşamki Kuzey Işıkları öncesi bir öğle
uykusu iyi gelecek ama karanlıkta yatıp kalkılan bir uykuyu nasıl öğle uykusu
diye nitelendirebilirim ki? Ya da saat 17.00’de yenilen yemeğe akşam yemeği
denir mi? Tüm bu zamanın göreliliğini açıklyor mu acaba? Bildiğim tek birşey
var: Yağış yok ve biz saat 18.00’de rehberimiz Roy ile buluşuyoruz.
Roy’u yine
visittrömsö aracılığı ile keşfettik, zira en ucuza kuzey ışıkları turu veren
kendisiydi. Tripadvisor’da kendisinin ne kadar özverili bir şekilde hizmet
verdiğini okuyunca ikna olduk. Roy bize ışıkları görmek için yaklaşık 70 km yol
yapacağımızı ve Finlandiya sınırına doğru gideceğimizi aktardı. Yani uzun bir
yol bizi bekliyor. Yollar kar içinde. İstanbul’da olsa arabayı çıkarmayayım
diyeceğimiz bir yolda araçlar gayet vızır vızır gidiyorlar. Derken Roy arabayı
sağ çekiyor. Fotoğraf makinesi ile gökyüzünü çekip makinedeki sarartıyı bize
gösteriyor ve daha bu saatte bu kadar haraketlilik varsa gecenin çok güzel
geçeceğini söylüyor. Biz ise bön bön bakıyoruz çünkü bizim gökyüzünde
gördüğümüz beyaz bir bulut kıvamında bir aydınlık. Ne yani, bu mu şimdi kuzey
ışığı? Hiçbir şeye benzemiyor. Esasında ne görmeyi ummamız gerektiğini de
bilmiyoruz ya. Yolumuza devam ederken bu defa gerçekten ışık süzmesini görüyoruz.
Bir barut fitili gibi gökyüzünde yanan bir ışık karşımızda belirince,
dersteyken camdan kar yağdığını gören ilkokul çocuklarına dönüyoruz.
Tur
grubunda, iki Taylandlıyı saymazsak, İspanyol, İtalyan ve bizden oluşan tam bir
umursamaz ve sorumsuz bir Akdenizli grubu var. Roy, ışıkları görebilmek için
sağa çeker çekmez kendimizi arabanın dışına atıyoruz. Roy ise tam bir
sorumluluk sahibi kuzeyli olarak bir anne edasıyla arkamızdan “yola çıkmayın,
araçlar geçiyor” diye bağrıp, reflektör giydirmek için koşuyor. Bir rahat ol
Roy ya, kuş uçmaz kervan geçmez dağın başındayız. Ne arabası, bırak ışıkların
peşinde koşturalım. Karların içinde ışıklar dağın ardında kaybolana kadar ışıkları
seyrettikten sonra tekrar ışıkların peşine düşmek için yola çıkıyoruz. Bu gördüğümüz
gerçekten bize umut veriyor zira artık gerçekten ışıkları göreceğimize ikna
olmuş durumdayız.
Bir süre daha arabayla gittikten sonra bir gölün kıyısında
iki dağın arasında ışıklar bizi tekrar karşılıyor. Bu defa çok daha panoromik,
çok daha göz kamaştırıcı. Ekip olarak büyülenmiş gözlerle ışıklara bakıyoruz.
İspanyol kızlar birbirlerine sarılıp sevinçten zıplıyorlar. Roy herkes memnunsa
burada kamp kuruyoruz diyor. Çok değil, sadece 10 dakika içersinde -15 derecede
ayaklarımızı hissetmeyecek konuma gelince Roy’dan ekstra kıyafet ve bot
kiralamaya karar veriyoruz. 2 saat boyunca kamp yaptığımızı düşününce o
kıyafetler olmasa asla dışarıda duramazdık. Işıklar oradan oraya dans ederken
Roy kamp ateşini yakıp elimize şişleri tutuşturuyor ve dondurulmuş köfte ve
balık eşliğinde akşam yemeğimizi Kuzey Işıkları eşliğinde ediyoruz. Gece 2’de
otelimize vardığımızda adeta bir görevi tamamlamanın mutluluğunu yaşıyorduk.
Ertesi sabah için ilk programımızda ren
geyikleri ile kızak vardı ama ilgili çiftlik zemin buzlu, ren geyikleri için
tehlikeli olur diye iptal edince biz de son dakikada yönümüzü köpekle kızağa
çevirmek zorunda kaldık. İlk tercihimiz 90 dakikalık kızak sunan Arctic
Adventure Tours idi ancak son dakikaya kalınca yer bulamadık. Böylelikle Trömsö
Villmarkssenter’den yer ayırdık. Burada da iki opsiyon var. Ya kızağa oturup
bir sürücü bizi gezdirebilir, ya da kendi kızağımızı kendimiz kullanabiliriz.
Ben her ne kadar ikincisini tercih etsem de yine son dakikaya kalınca buna da
rezervasyon yaptıramadık. Türkiye’de servis sektöründe yeteri kadar bağırırsan
her işi çözebilmeye alıştığımız için burada da bunu deneyip kendi kızağımı
kendim kullanmak istiyorum diye çıkıştım. Zira ikisinin de fiyatı aynıydı. Böyle
bir müşteriyle daha önce karşılaşmamış sarışın ergen resepsiyondaki kız yüzüne
ışık tutulmuş tavşana döndü. Köylü güzelinin elinden gelen ise “bakın bu bizim
en iyi sürücümüz” diyerek bizi 56 yaşındaki kadının eline teslim etmek oldu. 9
tane Husky’nin bağlı olduğu kızakla yola çıkıp sürücümüzle muhabbete
başladığımızda esasında kadının çiftliğin sahibi olduğunu, aktif olarak
yarıştığını, Finnmarkt adlı 1000 km ve 1 hafta süren yarışa bilmem kaç defa
katıldığını, kişisel rekorunun Alaska’da 1800 km olduğunu öğrenip ağzımız bir
karış açık bir şekilde dinledik. Bu sırada hayvanlar deli gibi koşturuyor,
sürücümüz de gee (sol) ve haw (sağ) komutlarıyla rotaya sokmaya çalışıyor. Bu
komutlar Eskimo dilinden geliyormuş ve 18. yüzyıldan itibaren genel eğitim dili
kabul edilerek hayvanlar küçüklükten itibaren bu şekilde yetiştiriliyormuş.
Eda
küçücük hayvanların bu şekilde kullanılmasından rahatsız. Zira geyikler büyük
baş hayvan olduğundan onlarla kızak yapmak kabul edilebilir ama bu kadar küçük
hayvanlara bunu yapmak onda biraz pişmanlık duygusu yaratıyor. Oysa ki sonradan
çiftlikte yetiştiricileri ile vakit geçirdiğimizde, onların bize söyledikleri
şey hayvanların küçük yaştan itibaren bu amaçla yetiştirildikleri tam tersine
koşmazlarsa bundan rahatsız oldukları ve sıkıldıkları yönünde. Buradan konuyu
alfa köpeklerine getiriyorum. Sürücümüz net bir şekilde “Alfa benim!” diye
yanıt veriyor. Köpeklerin net bir şekilde kimin patron olduğunu bilmesi
gerektiğini, eğer bir hayvanın diğerlerine göre baskın olursa diğerleriyle
kavga edip hatta öldürebildiğini belirterek alfa köpek kavramına yer olmadığını
söylüyor. Kızak sonrası çiftlikteki köpeklerle biraz oynadıktan sonra Trömsö’ye veda etme vakti geliyor. Günler bu
kadar kısa olmasına rağmen yapılabilecek bütün etkinlikleri gerçekleştirip
Trömsö’nün gerçekten de hakkını verdikten sonra Oslo’ya geri dönüyoruz.
Havalimanıdaki check-inde yaşadığımız kendi
işlemini kendi yap mentalitesi ile bu defa otelde karşılaşıyoruz. Otelin
resepsiyonu yok! Otelin girişinde bir bankomat, rezervasyon kodunu gir, kredi
kartınla ödeme yap, al sana oda anahtarı. Bitti, gitti! Trömsö’den sonra
Oslo’ya gelmek sanki farklı bir ülkeye gitmek gibi. Zira her ne kadar hava hala
çok soğuk olsa da kar yok, güneş doğuyor. 25 Aralık’ın yaklaşmasıyla birlikte
Noel Pazarları çoktan kurulmuş. Karl Johans Gate’den saraya doğru yürürken
kışlık bir lunapark kurulmuş. Açıkçası daha çok transit bir geçiş noktası
olarak kullandığımız, kanımca pek de birşey bulunmayan Oslo’da aklımda kalacak
tek şey bu lunaparkta atlıkarıncaya binmek oldu.
Ertesi sabah yolculuğumuz sabah 8’de
Bergen’e giden tren ile başladı. Bu tren “Norway in a nutshell” diye geçen
esasında tamamen toplu taşıma araçlarından oluşan fjord turunun ilk ayağı ve
bizi Myrdal’a ulaştırıyor. Bu trenden gelen yolcuları alıp 863 metre
yükseklikten aşağıdaki fjord’a indirecek bizim Taksim’deki nostaljik tramvaya
benzeyen Flam trenine geçiyoruz. 1927 yılında yapımına başlanan ve 20 tane
tünelden geçen bu 20 km’lik tren hattı zarar ettiği gerekçesiyle 1991’de
kapatılmış. Ancak 2005’te Naerofjord’un UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne
girmesiyle bilet fiyatlarının bir toplu taşıma aracı değil turistik eğelenceye
göre fiyatlandırılmasıyla tekrar seferler başlamış. Bu haliyle de Norveç’in en
çok talep gören üçüncü turistik etkinliği haline gelmiş. Özellikle yaz aylarında
çok önceden bilet alınmazsa yer bulmak pek mümkün olmuyor.
Neden yaz ayları
olduğunu trene binince gayet iyi anladık. Zira bu güzel olması gereken
manzaranın tadı ancak yazın çıkar. Örneğin bir şelalenin orada fotoğraf
çekilmek için mola verdik ama eksi olan hava sıcaklığında şelale donmuş. Ortada
akan bir su yok. Muhtemelen çiçeklerin, yeşilliklerin olduğu yerler şu an için
yaprakları dökülmüş kahverengi dal parçalarından ibaret. Flam’da bir saat yemek molası verdikten sonra
Dünya Mirası listesindeki fjordu görmek için vapura biniyoruz. Tren için
geçerli olan fjord için de geçerli: Buraları ziyaret etmek için yanlış
mevsimdeyiz. Bir daha Norveç’e mi geleceğiz, gelmişken hepsini gezelim
mantığıyla buralara geldiğimizde mevsimsel şartlar dolayısıyla hayal kırıklığı
içerisindeyiz. Zira yağmur da etkisini iyice hissettirmeye başlamışken yazın
yemyeşil cıvıl cıvıl olabileceğini hayal ettiğimiz dağlar şu anda sadece kara
topraktan ibaret. Vapurdan indiğimizde otobüse binip Voss’a oradan tekrar
Bergen trenine binip akşam saatlerinde varıyoruz Norveç’in ortaçağdaki
başkentine.
“Dağların arasındaki çayır” anlamına gelen
isminin hakkını veriyor Bergen. Zira dağlar yüzünden yükselemeyen bulutlar
şehrin üzerine çökmüş, sicim gibi yağmur eşliğinde bizi karşılıyor Norveç’in en
büyük ikinci şehri. Bu Bergenliler için sıradan bir durum zira yılda ortalama
202 gün yağmur yağıyor. Bu ıslak şehrin
tarihi 1070 yılına dayanıyor ve 18. Yüzyıla kadar Hansa birliği içindeki deniz
ticareti konumu sayesinde ülkenin başkenti görevini üstleniyor. 1750 yılında
Hansa birliğinin buradaki ofisini kapatmasıyla şehir önemini kaybetmeye
başlıyor ve bu şaşalı dönemden geriye Hansa ticaret binalarının bulunduğu,
kelime anlamı liman olan Bryggen kalıyor.
Sabah yine yağmur eşliğinde Bryggen’den
başlıyoruz Bergen’i dolaşmaya. Ahşap oldukları için birçok defa yanan binalar
her bir defasında aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Bugün hala 300
yıldır ayakta olan binalar var. Bryggen’in çevresi yine arnavut kaldırımlı
sokakların etrafına sıralanmış eski tip binalarla bezenmiş. Arnavut
kaldırımları bizi ördeklerin bulunduğu parka çıkartıyor. Parkta önde ve arkada
birer öğretmen aralarında elele tutuşturulup buddyleştirilmiş muhtemelen
anaokulu çağındaki çocuklar yürüyorlar. Hava soğuk ve yağmurlu, Türkiye’de olsa
anneler öğretmenlere “çocuğum hasta olacak bu soğukta!” diye öğretmenleri döver
ama işte burada al yanaklarıyla çocuklar parkta oynuyorlar.
Sağa gittik sola gittik ama Bergen dediğin
yeri bitirmek hepi topu 2 saatimizi aldı. Başta dediğim gibi memleket ateş
pahası. “Hadi bari şurada oturayım da bir kahve içeyim, keyif yapayım” da
diyemiyorsun. Yoğun geçen bir haftanın ardından ardından dönüş vakti geldi. Bir
daha Norveç’e gelir miyim? Dünyada gezip görecek o kadar çok yer varken, bu
kadar pahalı bir yere kolay kolay geleceğimi sanmıyorum. Olur da fırsat olursa
belki bu defa yazın 24 saat gün ışığını tecrübe etmeye gelebilirim. Bu defa
Svalbard’ı listeye alırım. 80 derece Kuzeyde, normal bir ticari uçakla
gidilebilecek en kuzey noktasına gitmek de çok değişik bir tecrübe olacaktır.
Gerçi forumlarda kutup ayısı görmek için kışın gitmek gerektiğini, yazın
havanın kutup ayıları için çok sıcak olduğunu yazıyor ama bir daha kışın daha
karanlığa daha soğuğa gitmek çok da akıl karı olmayacak.