İnsanların markalar
üzerinde sosyal medyanın gücünü fark edip, “aha şuraya ‘ xx tarihli abc firması
rezaleti’ başlıklı bir topic açayım da benim şikayetimi ciddiye alsınlar”
düşüncesi ile ota boka entryler açılıp ekşisözlüğün artık iyice sikayetimvar.com’a
çevrildiği bir ortamda günün anlam ve önemine istinaden Madımak Oteli, Aziz
Nesin gibi entry başlıklarının arasında parıldıyordu beni ilgilendiren başlık:
2 Temmuz 2016 İpsala gümrük kapısı rezaleti! Her ne kadar her bayram döneminde
artık “gümrük kapılarındaki sıralar bilmem kaç kilometreye ulaştı” haberleri
klasikleşmişse de bu farklıydı. Yunanistan tarafındaki gümrükçüler tam da
bizim bayram haftamızda grev yapıyorlardı. Sözlükte yazanlar kapıdan 3 saatte
geçtiklerini söylüyorlardı. Biz mi ödüyoruz ulan paranızı, gidin paskalyada,
Noel’de yapın grevinizi çok istiyorsanız, bizim bayramımızdan ne istiyorsunuz?
Pazar sabahı işte bu
ekşisözlük entysini okuduktan sonra kara kara nasıl gitsek diye düşünmeye
başlıyoruz. İpsala’nın alternatifi Edirne tarafındaki Pazarkule’den geçmek.
Ancak oradan geçtikten sonra tekrar Dedeağaç’a inmek için 1 saat daha fazla yol
yapmak gerekiyor.
Yeni ehliyetlerin
Avrupa Birliği standartlarında olmasıyla artık arabayla Yunanistan'a geçmek
epey kolaylaştı. Artık tek gereken 67 avroya 15 gün geçerli yeşil kart adı
verilen trafik sigortasından almak. Bunu en azından İstanbul'daki büyük sigorta
şirketlerinden temin edilebileceği gibi, İpsala çıkışındaki Turing binasından
da alınabiliyor. Tam bayram arifesi olduğundan bütün sigorta şirketleri kapalı.
Haliyle önümüzde tek bir seçenek kalıyor o da ver elini İpsala.
Yolun üzerinde,
Tekirdağ’da daha önce gördüğümüz, uçağı restoran yaptıkları tesisteki molayla
beraber yaklaşık 4 saatte geliyoruz arabaların durduğu noktaya. Hazır söz
açılmışken şu restoran için de bir çift laf edeyim: Uçağın içini komple
boşaltıp restorana çevirmişler ama madem uçakta yiyeceksin o zaman bunun
bedelini öde diye bir mantık gütmüş işletme. Haliyle Tekirdağ'a gelmişken
Tekirdağ köfte yemek istiyoruz ama o ucuz olduğu için onu uçakta servis
etmiyorlarmış. İlla bonfile yiyeceksin o da aşağıda verdiğin fiyatın %20 daha
pahalısına. Paşa paşa aşağıda Tekirdağ köftesini yeyip yola kaldığımız yerden
devam ediyoruz.
Çanakkale dönüşünü
geçtikten sonra yol bozulmaya ve sağ şeritte bir tır kuyruğu oluşmaya başlıyor.
Çok geçmeden biz de durup kontak kapatıyoruz. Sadece gümrük sahasına girmemiz
bile 2 saatimizi alıyor. Normalde belki de insanların 15 dakikada geçip gittiği
için duty free dışında pek de bir tesisin olmadığı gümrük sahasındaki market
kıtlıktan çıkan insanlar tarafından yağmalanmış durumda, bildiğin korku filmi
modunda. Türkiye gümrük sahasından çıkarken 3,5 saati geride bırakıyoruz. Bir
tırcıya kaç gündür burada olduğunu soruyorum. Eliyle dört işareti yapıyor. Bu
sorudan gazı almış olacak ki bu defa başlıyor veryansına: “La ne işiniz var bu
gavurların memleketinde? Aha bak bu kadar bekletiyorlar sizi, siz gidiyorsunuz
para bırakıyorsunuz adamalara!”
Nihayet Türk
tarafından geçip, Meriç nehrinin üzerindeki köprüden geçtiğimizde hava
kararmaya başlıyor. Kırmızı beyaz parmaklıklarla başlayan köprünün tam ortasına
geldiğimizde kırmızının yerini mavi alıyor. Böyle betimlemelere geçtiğime
bakmayın, zira hikaye burada sonlanmıyor. Yunan çeltik tarlalarının üzerinde
tam da sınır kapısının önünde bir kez daha kontak kapatıyoruz. İşte şimdi bunca
saat neden beklediğimizi anlıyorum. Zira paşalar gidiyor 3 aracı geçiriyor,
sonra çay molası veriyor, yarım saat moladan döndükten sonra yine 3 araç geçirip
bu döngüyü devam ettiriyor. Çentik tarlalarının sinekleri dışarıya çıkmayı
imkansız kılıyor. Zaten artık 5 saat olmuş iyice fenalıklar basmışken nihayet
sıra bize geliyor. Sadece pasaport ve sigortaya baktıktan sonra grevdeki amca
arabaya bakmaya bile tenezzül etmeden gönderiyor bizi Yunanistan otobanına.
Hakkını verelim otoban
güzel. Orta refüj çalılarla örülü karşı şeritteki araçların farları gözümü
rahatsız etmiyor. Tekirdağ’dan itibaren sürekli yamalı yollarda gittikten sonra
cillop gibi asfallta Dedeağaç, İskeçe diye sırayla Batı Trakya şehirlerini
geride bırakıp en sonunda 5 saatlik bekleyişle birlikte 11 saati bulan
yolculuğumuzun ardından ara mola yerimiz Kavala’ya varıyoruz.
Öncesinde çok da bir
yerleşimin bulunmadığı Kavala, Kanuni zamanında su kemeri çekilip temiz su
tedariği sağlanmasıyla önemli bir liman kenti haline gelmiş. Başta İstanbul’dan
gelenler tarafından bayram zamanı istila edilip Kuzey Ege’deki üçüncü Türk
adasına çevrilen Taşöz’e geçiş de Kavala limanından yapılıyor. Geniş, top sahası
büyüklüğündeki balkonları ve güneşi engellemek için konulmuş tenteleri ile
Kavala şehir merkezindeki evler fazlasıyla Alsancak kordonunu andırıyor.
Üzerinde kalenin olduğu tepeye doğru giderken her yerde Türkçe tabelalar
belirmeye başlıyor: Kavala kurabiyesi bulunur. Bu damla sakızlı kurabiyeler
istisnasız buraya gelen her Türk’ün eşe dosta götürdüğü hediye olduğu için Türk
Lirası bile kabul eden bu kurabiyeciler ardı ardına sıralanıyor. Antalya’da çat
pat Rusça konuşan esnaf misali Arnavut kaldırımlarından tepeye doğru
tırmanırken sürekli Rum aksanıyla bir “Merhaba, hoşgeldiniz!” sesleri
duyuyoruz. Kalenin en tepesine çıkıp Kavala kanatlarımın altında dedikten sonra
bu şirin şehir ile ilgili meramımızı tamamlayıp esas hedefimize, Halkidi’ye
doğru yola çıkıyoruz.
Halkidi yarım adası üç
tane parmaktan oluşuyor. En doğudaki parmak otonom bir bölge olarak kabul
edilmiş ve kutsal sayılan Athos dağının eteklerindeki manastırlarda yaşayan
keşişler bulunuyor. Kadınların girmesi yasak. Hatta zamanında bir kadın
milletvekili parlamentoda “böyle ayrımcılık olur mu, ben nasıl Yunanistan
toprağına giremem” diye atarlansa da avucunu yalamış. Ben araştırmadım ama
internette yazdığı kadarıyla bölgeye girmek için Selanik’ten özel bir vize
alınması gerekiyormuş. En batıdaki parmak Selanik’e yakınlığı sebebiyle daha
gelişmiş ve büyük kasabaların olduğu yer. Biz ise tercihimizi ortadaki
Sitonia’dan yana kullanıyoruz. Zira Tripadvisor’a göre en yüksek puanlı 10
plajın 8 tanesi bu parmakta yer alıyor.
Booking.com’dan bulduğumuz
Elizabeth House ile e-mail yoluyla iletişime geçip, booking.com’dan rezervasyon
yapmazsak kaça olur pazarlığına girmiş böylece geceliğine 10 avro indirim
almıştım. Sitonia’ya vardığımızda babaannesinin evini dört odalı bir otele
çeviren bizim yaşlarımızdaki Elizabeth bizi karşılıyor. Booking.com’a sadece
bir odasını rezervasyona koyuyormuş. Zira booking.com müşterileri anlamsız
kaprislerini bak bunu yapmazsan sana düşük puan veririm diye tehdit ederek
yaptırdıkları için booking.com’dan gelen müşterileri sevmiyormuş. Sadece bedava
reklam olsun diye bir odasını koyuyormuş. Hazır booking.com mevzusu istim
üzerindeyken bu anektodu da koymak istedim. Bunun dışında zaten “rekabet
edemiyorsak kapattıralım” mantığından başka bir şeye hizmet etmeyen bu yasağa
diyecek başka bir sözüm yok. Bizden başka bir Türk çift daha kalıyor otelde.
Cihangir’de bir tango okulu işleten bu çift de birçoğumuz gibi göç etmenin
yollarını arıyor ve kararlarını İstanbul’a en yakın olan büyük şehir Selanik
olarak vermişler. Bir yandan sevdiklerine yakın kalmayı başarıp öte yandan da
buradan kendini dışarıya atmayı başarmak da oldukça mantıklı bir yaklaşım.
Her ne kadar biz trip
advisor’dan dersimize çalışmış olsak da Elizabeth elindeki bölge haritasında
güzel plajları yuvarlak için alıp haritayı bizim elimize tutuşturuyor. Bunun
dışında yolda giderken zaten turkuaz denizi gördüğümüz yerde sağa çekip kendimizi
suya atıyoruz. Yine de bazı plajlar için hiçbir tabela yok bildiğin köy
yollarının ardından bizi uzun bir kumsal karşılıyor. Birkaç tane özel beach var
ama biz zaten arabanın arkasında şemsiyemiz ve sandalyelerimiz ile gezdiğimiz
için hiç gerek duymadık. En kötü zaten plajlarda illa ki birkaç ağaç oluyor.
Gölgesine yat uzan. Etrafta tahmin ettiğimden çok daha az Türk var. Artık
onlarda da mı tatildir nedir bilmiyorum ama Halkidiki Sırp plakalı araçların
istilası altında.
Buradaki en sevdiğim
uygulamalardan biri “Cantina” adı verilen içinde sac ızgarası, buzdolabı olan
kamyonetler. Adam sabah plaja gelip kamyoneti kuruyor. Jeneratörü çalıştırıp
buzdolabını bağlıyor. Sac ızgarayı yakıyor. Sonra da akşam toparlanıp gidiyor.
2 avroya tavuk şiş sandviç, 1,5 avroya bira. Öğle yemeği için gayet ideal bir
çözüm. Bütün bir gün o plaj senin bu plaj benim diye dolandıktan sonra akşam
soluğu deniz kıyısındaki tavernalarda alıyoruz. Kumsalın üzerinde gün batımına
karşı atmışız masamızı. 20’lik uzo 6 avro, bir porsiyon sardalye 6,5 avro.
Mezesi şusu busu iki kişi 25-30 avro fiyata masadan kalkıyoruz. Hal böyleyken
kim Bodrum'a gitmek ister ki?
Havanın kapalı gösterdiği
bir gün ise yönümüzü Selanik’e çeviriyoruz. Yunanistan’ın ikinci büyük şehri
3000 yıllık bir geçmişe ve Roma döneminden kalan UNESCO Dünya Mirası listesinde
yer alan birçok yapıya sahip. Bu Roma
yapıları ve Bizans kiliselerinin bulunduğu eski şehir birbirine oldukça yakın
ve Aya Demetrios’dan sahildeki Beyaz Kule’ye kadar 2 km’lik bir diyagonal
içerisinde yer alıyor. Arabayı Sezar Galerius’un sarayının kalıntılarının oraya
park edip eski Zeus tapınağı Rotunda’dan gezmeye başlıyoruz. Bir yanda eski Roma
İmparatorluğu kalıntıları, diğer yanda 1500 yıllık Bizans kiliseleri ile şehir
bir bakıma bana Roma’yı hatırlatıyor.
Selanik dünyada kişi
başına en çok bar kafenin düştüğü şehir, hal böyle alınca iki adımda bir soğuk
frappuccino satan kafelerin arasından geçtikten sonra mekanlar demleme çay
satan kahvelere dönüşmeye başlayınca Atatürk’ün evine yaklaştığımızı anlıyoruz.
Haliyle Türkler’in yoğun ziyaret ettiği bu bölgedeki işletmeler de menülerini
bizlere yönelik oluşturmuşlar. Atatürk’ün
evi 1933 yılında Türk hükümeti tarafından satın alındıktan sonra 1953’te müze
olarak açılmış aynı zamanda Türk elçiliğinin içinde yer alıyor.
Son olarak kendimizi
sahil tarafına atıyoruz. Burada bizi şehrin simgesi sayılan Beyaz Kule
karşılıyor. Kule 1430’da Osmanlı tarafından alındıktan sonra hapishane olarak
kullanılmış ve birçok infazın gerçekleşmesiyle halk arasında kulenin ismi Kızıl
(Kanlı) Kuleye çıkıyor. 1912’de Selanik Yunanların eline geçince ise kulenin
temizlendiğinin sembollenmesi adına kule beyaza boyanıyor ve ismi de Beyaz Kule
olarak değiştiriliyor. Kule 4,5 km’lik sahil şeridinin tam ortasında yer
alıyor. Biraz yürüdükten sonra daha fazla dayanamayıp kendimizi sahildeki lokantalardan
birine atıyoruz. Yine greek saladlı, Mythos biralı ucuzundan bir yemek sonrası
tekrar Halkidi’ye dönüyoruz.
Bizim kaldığımız yere
yakın orta büyüklükte Nikiti kasabası var. Uzun geniş bir kordon boyunda “Merhaba”
diyerek bizi mekanlarına çekmeye çalışan birçok restoran ve iki de büyük
süpermarket bulunuyor. Dönüş yolunda markete girip İstanbul'a erzak
depoluyoruz. Zira burada 70’lik uzoyu 9 avroya alıyoruz. Tekrarlıyorum, duty
free’de değiliz, yazlık bir bölgedeki süpermarket fiyatından bahsediyorum.
Yaklaşık 4 saat sonra İpsala sınır kapısındayız. Artık grev bitmiş, bir saatte
sınır geçişini tamamlayıp memlekete giriyoruz. Açıkçası bu fiyatları gördükten
sonra kış tatilinde Bulgaristan’a, yaz tatiline Yunanistan’a gitmemek kanımca
aptallık. Zaten bu deneyimin ardından iki ay sonraki Kurban Bayramı’nda tekrar
yönümüzü Yunanistan'a bu defa Sakız'a çeviriyoruz.