Kısıtlı günleri dolu dolu yaşayabilmek için sabah 7 uçağı ile Paris'e gelmek için kuşluk vakti uyanmışız. İndik, şehre geldik, otele yerleştik derken saat olmuş 12, açlıktan ölüyoruz. Foursquare'den otele yakın mesafede bu saat için gayet uygun sayılabilecek yüksek puanlı, fotoğraflarıyla karnımızı iyice guruldatan bir krepçi buluyoruz. Gel gör ki adam dükkanı saat 12.30’da açıyormuş bize “git yarım saat sonra gel” diyor. Dükkanda eksik birşey olduğundan değil, prensip meselesi! Mesela buna benzer bir hikayeyi bundan 10 sene önce Dijon’da yaşamıştım. Amerikalı ev arkadaşımla bir gün eve dönerken köşedeki pizzacıya girdik ben paket pizza istemiştim, ev arkadaşım ise lazanya. Karşılığında “yalnız lazanyayı paket yapmıyoruz” diye bir yanıt alınca kapitalizmin beşiğinden gelen Kevin, “alt tarafı lazanyayı bir kutuya koyacaksın!” diye çıldırmıştı. Mesela bebekler üzerine yapılan muhabbetlerde Fransız bebeklerinin ne kadar uslu olduğu, hiç ağlamadığından bahsedilir neden Türk bebeklerinin böyle olmadığı karşılaştırması yapılır. Fransızca'da "soyez sage!" diye bir komut vardır, yani "uslu ol!" Fransızlar daha bebekliklerinden itibaren beklemeye alıştırılır. O yüzden bu sıra bekleme konusu onlar için çok doğal olsa da "hemen olsun!" mentalitesi ile yetiştirilen Türkler için bu aşırı reaksiyon sebebi olabilir.
Paris’e Giriş 101 dersi kapsamında ilk olarak Eda’yı Seine nehrinde tekne turuna çıkartıyorum. Zira bütün önemli Avrupa şehirlerinde olduğu gibi Işıklar Şehri de bir nehrin etrafına kurulu ve kısa zamanda ne nerede göstermek için kanımca en iyi yol bu. Romalıların, Parisii diye adlandırdıkları Kelt kabilesi MÖ 3. yüzyılda Seine nehri kıyılarına kurulurken, bundan 2000 yıl sonra Charles Dickens’ın romanında anlattığı gibi dünyanın en önemli iki şehrinden biri haline geleceğini elbette düşünmüyorlardı. Gel zaman git zaman bu 2 bin yıl içersinde Seine’in kıyısına o kadar ikonik binalar inşa edilmiş ki 45 dakikalık bir nehir turunda kafamızı sağa sola çevirip, bunu günde 10 defa anlattığı için artık makine düzeyinde konuşan tur rehberini takip etmeye çalışmaktan helak olduk.
Tekne turu sonrasında soluğu Louvre’un bahçesinde alıyoruz. Esasında kraliyet sarayı olan Louvre, “Devlet Benim!” diyerek bugün bazı siyasilere rol modeli haline gelen 14. Louis’nin sarayı 1682’de Versailles’a taşımasıyla müze haline geliyor. Her ne kadar yıllık 7.8 milyon ziyaretçi ile dünyanın en çok ziyaret edilen müzesi olsa da 3 günlük bir tatil için Louvre’u gezmeye çalışmak pek de akıl karı bir iş değil. İçinde 38 bin parçanın olduğu, baştan aşağı dolaşmaya kalksan 18 km yürünmesi gereken bir müzeyi “bi bakıp çıkacam” tadında değerlendirmeye kalkmak sanırım müzeye hakaret olur.
Kaldı ki gerek de yok. Zaten yürünen her adımda anlatılacak bir hikaye, bir tarih söz konusu. Elimden geldiğince Tuilieries Bahçesi’ni, aşağıdaki zafer takını, Concorde meydanında 16. Louis’nin kellesinin uçurulmasını, Mehtmet Ali Paşa’nın, Mısır’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını ilan etmesine yardım ettiği için koskoca Luxor obeliksini Fransa’ya hediye etmesini Eda’ya anlatıyorum da bu kadar bilgi bombardımanın ardından ne kadarı aklında yer etmiştir emin değilim. Eda’nın kafasında Eiffel’in tepesine çıkmak var. Hergün ortalama 30 bin kişinin ziyaret ettiği bir kulenin tepesine varmak hiç de kolay değil. Akşam vakti sıranın daha az olacağını düşünüyorum ama nafile. 1 saatimizi sıra bekleyerek geçiriyoruz ama sıranın ilerleyiş hızıyla daha en aşağı 2 saatimizi burada geçirmemiz gerektiğini bunun da kapanıştan önce olmayacağını fark edince vazgeçip zaten sabahın köründe başladığımız günü toplamda 16 km’lik bir yürüyüş ile tamamlıyoruz.
Yanımıza kitap almadığımız için baya hayıflanıyoruz. Birçok büfe ve her büfede birçok kasa bulunmasına karşın yemek almak için bile yarım saat sırada bekliyoruz. Sorun çalışan sayısı değil, Disneyland gerçekten kalabalık! Saat 17.00’de karakterlerin geçit töreni sonrası sanki bir gün bitti havası oluşuyor ve artık Fransızların katı “akşam yemeği şu saatte yenmeli!” bakış açısından mıdır nedir, insanlar ayrılmaya başlıyor. Oysa ki mekan akşam 21.00’e kadar açık. Böylelikle sıralar azalıyor, yarım saatte rollercoasterlara binebilir hale geliyoruz. Alt tarafı bir eğelence parkında geçen günü yine 14 km yürüyüş ile tamamlıyoruz.
Fransa’nın üç ilkesinden ikisi olan kardeşlik ve eşitlikten mütevellit Fransızlar’ın oldum olası Sosyalizm’e yakınlığı olmuştur. Epey bir zaman uzaktan uzaktan Sovyetler Birliği’ndeki yapıya hayranlıkla bakanlar, demir perdenin gerisindekilerin ülkeye iltica etmesiyle Sosyalizm’in ne menem birşey olduklarını anlasalar da atalarından gelen devrimci protest güç hiç değişmedi. Fransa’da yaşadığım süre boyunca ha bire greve giden demiryolu işçilerinden dolayı ha bire gezi programlarım sekteye uğramıştı. Tüm bunları bilmeme rağmen 1 Mayıs İşçi Bayramı günü sokakların bu şekilde in cin top oynayacağını hayal bile edememiştim. Kaldığımız mahallaedeki tüm kafeler, fırınlar her biri kapalıydı. Bir tek uzakdoğulu birinin şarküterisi açıktı. Şaşırdım mı? Çok kalıba sokmuş olacağım ama böyle bir günde anca uzakdoğuluların ya da Türkler’in çalışmasına şaşmamak gerek.
Daha önceden bilmediğim ise 1 Mayıs’ın aynı zamanda Fransızlar için ortaçağdan kalma bir kutlama günü olduğuydu. Hikaye odur ki 1560 yılında Charles IX , annesiyle Güneydoğu Fransa’yı ziyarete giderken, oradaki soylulardan birisi kralın annesine bir demet müge takdim eder. Annesi çiçeğin kokusundan çok etkilenince kral hemen fermanı hazırlar: Gelecek yıldan itibaren 1 Mayıs’ta herkes sevdiklerine bir demet müge vere! Tabiki 21. yüzyılın kapitalist düzeninde çiçek lobisinin oraya buraya özel gün yaratma çabaları halen daha bu geleneği ayakta tutuyor. 1 Mayıs günü sokaklarda kimse yoksa bile demetini 2 avrodan satan çocuklar ve çingeneler bu sayede cep harçlıklarını çıkarmaya çalışıyorlar.
Böylelikle üç günde toplamda 40 km’nin üzerinde yürüyerek Paris’i bu kısa sürede ne kadar dolaşabilirsek o kadar dolaşarak tamamlıyoruz. 2 hafta bu defa Fransa’nın güneyindeyim. Portföye bir de Stade Louis II deneyimi ekleyeceğim.