Sıra beklemek… İlk defa Paris’e gelen Eda için 3 günü özetleyen kelime bu. Senede 45 milyon turistin ziyaret ettiği 12 milyon nüfuslu bir şehirde bu durum çok da sürpriz olmasa gerek ama fazlasıyla pratik insanlar olarak bizim için tahammül edilemeyecek Fransız Zihniyeti ile birleşince gerçekten insan zıvanadan çıkabiliyor. Örneğin Avrupa’nın birçok yerinde işçilik pahalı olduğu için restoranlarda garson sayısının az olmasına ve bunun sonucunda servisin Türkiye ile kıyasla yavaş olmasına alışığım. Ancak hesap istedikten 25 dakika sonra halen daha gelmeyince ayaklanıp patrona durumu izah ettiğimde “oh là là! Herşeye ben nasıl yetişebilirim ki!” diye zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışan garsonları ancak Fransa’da bulabilirsiniz. Ben 20 senedir bu anlayış ile baş etmek zorunda kaldığımdan Fransızlara karşı olan toleranssızlığımı Eda bu gezi ile anladı.
Kısıtlı günleri dolu dolu yaşayabilmek için sabah 7 uçağı ile Paris'e gelmek için kuşluk vakti uyanmışız. İndik, şehre geldik, otele yerleştik derken saat olmuş 12, açlıktan ölüyoruz. Foursquare'den otele yakın mesafede bu saat için gayet uygun sayılabilecek yüksek puanlı, fotoğraflarıyla karnımızı iyice guruldatan bir krepçi buluyoruz. Gel gör ki adam dükkanı saat 12.30’da açıyormuş bize “git yarım saat sonra gel” diyor. Dükkanda eksik birşey olduğundan değil, prensip meselesi! Mesela buna benzer bir hikayeyi bundan 10 sene önce Dijon’da yaşamıştım. Amerikalı ev arkadaşımla bir gün eve dönerken köşedeki pizzacıya girdik ben paket pizza istemiştim, ev arkadaşım ise lazanya. Karşılığında “yalnız lazanyayı paket yapmıyoruz” diye bir yanıt alınca kapitalizmin beşiğinden gelen Kevin, “alt tarafı lazanyayı bir kutuya koyacaksın!” diye çıldırmıştı. Mesela bebekler üzerine yapılan muhabbetlerde Fransız bebeklerinin ne kadar uslu olduğu, hiç ağlamadığından bahsedilir neden Türk bebeklerinin böyle olmadığı karşılaştırması yapılır. Fransızca'da "soyez sage!" diye bir komut vardır, yani "uslu ol!" Fransızlar daha bebekliklerinden itibaren beklemeye alıştırılır. O yüzden bu sıra bekleme konusu onlar için çok doğal olsa da "hemen olsun!" mentalitesi ile yetiştirilen Türkler için bu aşırı reaksiyon sebebi olabilir.
Sonunda elde ettiğimiz krep ise bu uzatmalı beklemeye değiyor. Bizde genelde krep daha çok tatlı olarak kabul edilir. İlla ki İstanbul’da da tuzlu krep yapılan yer vardır ama burada bizi esas şaşırtan hamuru oldu. Nası yapmış çözemedim ama hamurunu çıtır çıtır yapmayı başarmışlar.
Paris’e Giriş 101 dersi kapsamında ilk olarak Eda’yı Seine nehrinde tekne turuna çıkartıyorum. Zira bütün önemli Avrupa şehirlerinde olduğu gibi Işıklar Şehri de bir nehrin etrafına kurulu ve kısa zamanda ne nerede göstermek için kanımca en iyi yol bu. Romalıların, Parisii diye adlandırdıkları Kelt kabilesi MÖ 3. yüzyılda Seine nehri kıyılarına kurulurken, bundan 2000 yıl sonra Charles Dickens’ın romanında anlattığı gibi dünyanın en önemli iki şehrinden biri haline geleceğini elbette düşünmüyorlardı. Gel zaman git zaman bu 2 bin yıl içersinde Seine’in kıyısına o kadar ikonik binalar inşa edilmiş ki 45 dakikalık bir nehir turunda kafamızı sağa sola çevirip, bunu günde 10 defa anlattığı için artık makine düzeyinde konuşan tur rehberini takip etmeye çalışmaktan helak olduk.
Tekne turu sonrasında soluğu Louvre’un bahçesinde alıyoruz. Esasında kraliyet sarayı olan Louvre, “Devlet Benim!” diyerek bugün bazı siyasilere rol modeli haline gelen 14. Louis’nin sarayı 1682’de Versailles’a taşımasıyla müze haline geliyor. Her ne kadar yıllık 7.8 milyon ziyaretçi ile dünyanın en çok ziyaret edilen müzesi olsa da 3 günlük bir tatil için Louvre’u gezmeye çalışmak pek de akıl karı bir iş değil. İçinde 38 bin parçanın olduğu, baştan aşağı dolaşmaya kalksan 18 km yürünmesi gereken bir müzeyi “bi bakıp çıkacam” tadında değerlendirmeye kalkmak sanırım müzeye hakaret olur.
Kaldı ki gerek de yok. Zaten yürünen her adımda anlatılacak bir hikaye, bir tarih söz konusu. Elimden geldiğince Tuilieries Bahçesi’ni, aşağıdaki zafer takını, Concorde meydanında 16. Louis’nin kellesinin uçurulmasını, Mehtmet Ali Paşa’nın, Mısır’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını ilan etmesine yardım ettiği için koskoca Luxor obeliksini Fransa’ya hediye etmesini Eda’ya anlatıyorum da bu kadar bilgi bombardımanın ardından ne kadarı aklında yer etmiştir emin değilim. Eda’nın kafasında Eiffel’in tepesine çıkmak var. Hergün ortalama 30 bin kişinin ziyaret ettiği bir kulenin tepesine varmak hiç de kolay değil. Akşam vakti sıranın daha az olacağını düşünüyorum ama nafile. 1 saatimizi sıra bekleyerek geçiriyoruz ama sıranın ilerleyiş hızıyla daha en aşağı 2 saatimizi burada geçirmemiz gerektiğini bunun da kapanıştan önce olmayacağını fark edince vazgeçip zaten sabahın köründe başladığımız günü toplamda 16 km’lik bir yürüyüş ile tamamlıyoruz.
Kaldı ki ertesi gün sürekli sıra bekleyeceğimiz Disneyland için güç toplamamız lazım. O kadar ki Disneyland’ın vaat ettiği masalsı yolculuğa karşı saatlerce sıra beklendiği gerçeği okullarda pazarlama derslerinde vaka çalışması olarak örnek gösterilecek kadar meşhurdur. Bu yüzden bu geziye hazırlanırken en çok vaktimi harcadığım konu Disneyland’da en efektif şekilde vakit nasıl kullanılır üzerineydi. Gerçekten de buna kafa yorulmazsa bütün bir gün iki tane rollercoaster’a binip akşamı etmek içten bile değil. Girer girmez ilk yaptığımız iş fast pass’lerimiz ile Big Mountain Roller Coaster’a saat 16.00’ya randevu almak oluyor. Bunu yaptığımızda saat daha sabahın onu! Fast Pass’ı bir daha ancak 2 saat sonra kullanabiliyoruz ve işin özetinde bütün bu eziyetler hepi topu en fazla 2-3 dakika süren rollercoaster’lara binmek için. Mazoşist miyiz? İnsan 360 döndüğü, serbest düşüş yaşadığı bir trene binmek için neden saatlerce bekler ki? En sonunda elde ettiğimiz ise işte bu fotoğraftaki gibi ağzım yırtılacak kadar bağırmak.
Yanımıza kitap almadığımız için baya hayıflanıyoruz. Birçok büfe ve her büfede birçok kasa bulunmasına karşın yemek almak için bile yarım saat sırada bekliyoruz. Sorun çalışan sayısı değil, Disneyland gerçekten kalabalık! Saat 17.00’de karakterlerin geçit töreni sonrası sanki bir gün bitti havası oluşuyor ve artık Fransızların katı “akşam yemeği şu saatte yenmeli!” bakış açısından mıdır nedir, insanlar ayrılmaya başlıyor. Oysa ki mekan akşam 21.00’e kadar açık. Böylelikle sıralar azalıyor, yarım saatte rollercoasterlara binebilir hale geliyoruz. Alt tarafı bir eğelence parkında geçen günü yine 14 km yürüyüş ile tamamlıyoruz.
Tamamlıyoruz derken daha bunun akşam yemeği var. Kurt gibi açız. Her ne kadar Lyon, Fransa’nın gastronomi başkenti olarak kabul edilse de Paris’e yemek konusunda laf eden çarpılır. Zaten kısıtlı olan öğün sayımızı en optimum düzeyde değerlendirmeye çalışıyoruz. İlk akşamımızda Bruxelles de Leon’da midyeleri löp löp indirdikten sonra bu akşam için niyetim Bouillon Chartier’ye gitmekti. Ucuza geleneksel Fransız yemekleri vaat eden restoranın önüne geldiğimizde ise bu turumuzun malumu bizi bekliyordu: Kocaman bir sıra! Neyse, onun yerine girdiğimiz yer de ukala garsonlarını saymazsak istridye, salyangoz ve küflenmiş peynirleriyle yeteri kadar Fransızdı. Ha keza her kadar über turistik olsa da hepi topu 10 avroya iki kişi karnımızı doyurduğumuz Saint Germain’deki peynir fondücüsü de gayet tatmin ediciydi.
Fransa’nın üç ilkesinden ikisi olan kardeşlik ve eşitlikten mütevellit Fransızlar’ın oldum olası Sosyalizm’e yakınlığı olmuştur. Epey bir zaman uzaktan uzaktan Sovyetler Birliği’ndeki yapıya hayranlıkla bakanlar, demir perdenin gerisindekilerin ülkeye iltica etmesiyle Sosyalizm’in ne menem birşey olduklarını anlasalar da atalarından gelen devrimci protest güç hiç değişmedi. Fransa’da yaşadığım süre boyunca ha bire greve giden demiryolu işçilerinden dolayı ha bire gezi programlarım sekteye uğramıştı. Tüm bunları bilmeme rağmen 1 Mayıs İşçi Bayramı günü sokakların bu şekilde in cin top oynayacağını hayal bile edememiştim. Kaldığımız mahallaedeki tüm kafeler, fırınlar her biri kapalıydı. Bir tek uzakdoğulu birinin şarküterisi açıktı. Şaşırdım mı? Çok kalıba sokmuş olacağım ama böyle bir günde anca uzakdoğuluların ya da Türkler’in çalışmasına şaşmamak gerek.
Daha önceden bilmediğim ise 1 Mayıs’ın aynı zamanda Fransızlar için ortaçağdan kalma bir kutlama günü olduğuydu. Hikaye odur ki 1560 yılında Charles IX , annesiyle Güneydoğu Fransa’yı ziyarete giderken, oradaki soylulardan birisi kralın annesine bir demet müge takdim eder. Annesi çiçeğin kokusundan çok etkilenince kral hemen fermanı hazırlar: Gelecek yıldan itibaren 1 Mayıs’ta herkes sevdiklerine bir demet müge vere! Tabiki 21. yüzyılın kapitalist düzeninde çiçek lobisinin oraya buraya özel gün yaratma çabaları halen daha bu geleneği ayakta tutuyor. 1 Mayıs günü sokaklarda kimse yoksa bile demetini 2 avrodan satan çocuklar ve çingeneler bu sayede cep harçlıklarını çıkarmaya çalışıyorlar.
Eiffel’e çıkamayınca bari Paris’e bir başka tepeden bakalım deyip son günün sabahında soluğu Paris’in en yüksek tepesinde, Montmarte’da alıyoruz. Funikülerden indikten sonra ilk iş Sacre Coeur’e girmeyi deniyoruz ancak dışarıda sonsuza kadar sürecekmiş gibi görünen bir sıra var. Fransa son zamanlarda fazlasıyla terör saldırılarına maruz kalınca turistik yerlerin girişinda çanta kontrolü koymuşlar. Sıra hızlı ilerliyor ancak istediği kadar çabuk olsunlar o sıra fazlasıyla kalabalık. Sacre Coeur’u pass geçip Montmarte’ın Arnavut kaldırımlı sokaklarında kaybolup kendimizi Pigalle de buluyoruz. Esasında bu gezideki niyetlerimden biri de Moulin Rouge ya da muadili bir kabareye gitmekti. Ama muhtemelen uzakdoğulu iş adamlarının yoğun ilgisiyle arz talep fiyat dengesi kendisini 110 avroda bulmuş. Sağolun almayayım, ben Nicole Kidman’ın filmiyle idare ederim.
Böylelikle üç günde toplamda 40 km’nin üzerinde yürüyerek Paris’i bu kısa sürede ne kadar dolaşabilirsek o kadar dolaşarak tamamlıyoruz. 2 hafta bu defa Fransa’nın güneyindeyim. Portföye bir de Stade Louis II deneyimi ekleyeceğim.