İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

9.02.2017

İnsanoğlu Kuş Misali

İş gezilerinin programı her daim maç programlayacak vakte gelmiyor elbette ki. Dünya Kupası üçüncülüğünden sonra bir türlü toparlayamayan Hollanda, bu kez hazırlık maçı da olsa Fransa’ya yenilirken o esnalarda ben ise Amsterdam Arena’nın birkaç km ötesinde acentelerle yemek yemekle meşguldüm. Ertesi gün akşam saatlerinde fuar için İtalya’ya geçmeden önce ise koca bir gün gezmek için bana aitti. Bu kanallar şehrine daha önce de geldiğim için bu defa rotamı şehrin dışına çevirdim ama nereye gideceğim konusunda açıkçası pek de hazırlık değildim. Bunun üzerine kalktım soluğu turist ofiste alıp fikir danıştım. Görevli kız, “Neden kuzeydeki ortaçağ kasabalarına gitmiyorsun?” deyince bu plan kafama yattı ve günlük otobüs bileti ile Volendam – Edam’a doğru yola düştüm.
Alabildiğince yeşil geniş düzlüklerden geçerken gerçekten de haritada görüldüğü gibi uçsuz bucaksız hayvan çiftlikleri var. Hayatımda hiç bu kadar fazla ineği birden gördüğümü hatırlamıyorum. Hayvancılık bu kadar gelişmişken hem et ucuz oluyor hem de birçok çeşit peynir üretiliyor. İşte, Hollanda’nın Ezine’si diyebileceğimiz Edam, Amsterdam’a 20 km mesafede ve kardeş köyü Volendam ile arasında 3 km var. Yazın güzel bir havada rahatlıkla yürünebilir ancak Kasım bunun için çok da elverişli değil. Esasında iki köy tarihsel olarak da birbirlerine bağlı olmasının yanı sıra yapısal olarak da içiçe geçmiş ve bugün tek bir belediye olarak yönetiliyor.  Her ne kadar bugün deniz kenarındaki Volendam’ın nüfusu Edam’ın üç katı büyüklüğünde  olsa da 1230 yılında kurulan Edam, ortaçağ döneminde daha güçlü bir konuma sahipmiş.
Eminim ki yazın haftasonları güzel havalarda bu kasabalar cıvıl cıvıl oluyordur ama bir Kasım salısı öğle vaktinde her yer in cin top oynuyor.  Ben de derin sessizliğin içinde iki yanı geleneksel evlerle çevrilmiş arnavut kaldırımlı sokakları arşınlarken kendimi Edam peynir pazarının kurulduğu meydanda buluyorum. 16. Yüzyıldan itibaren her hafta burada kurulan pazar 1922 yılında kaldırılmış ardından 1989’da turistik amaçlı olarak temmuz – ağustos aylarında her Çarşamba yeniden konulmuş.
Boş Edam sokaklarını arşınladıktan sonra tekrar otobüse binip Beemster’a doğru yola çıkyorum. Burası 1999 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan 72 km²lik bir alan. Esasında bir göl olan bu alan 16. yüzyılda 50 tane yeldeğirmenin 5 yıl süreyle suları çekmesiyle kurutuluyor ve parsellere ayrılıp oldukça verimli bir tarım arazisi haline geliyor. Bugün hala araziler aynı amaçla kullanılıyor ve üzerinde beş yüzyıllık müstakil çiftlik evleri var. Hal böyle olunca UNESCO çiftliklerin tarihi orijinal yapısına uygun bir şekilde korunması sebebiyle bu çiftlikleri koruma altına almış. Halk otobüsüyle çiftliklerin arasında dolandıktan sonra gerisi geriye Amsterdam’a döndüğümde artık iyiden iyiye acıkmış karnımı doyurmak için bir Türk dönerciye dalıyorum. Avrupa’daki Türk dönercilerde çok meşhur olan ama buraya bir türlü gelememiş bir akım var: Dürüm döneri lahmacuna sarmak. Bir et sever için bence süper bir lezzet. Neden buradaki fastfood dönercilerde bulunmuyor pek anlamıyorum. Bunlardan bir tanesini mideye indirip İtalya’ya doğru yola çıkıyorum.
İtalya’da ilk durak Rimini. Bu Adriyatik Kıyısı’ndaki tatil kasabasını rahatlıkla Antalya’ya benzetebilirim. Zira 15 km’lik plajıyla yazın iğne atsan düşmeyecek kadar kalabalık olan bu şehirde binin üzerinde otel var ve bu kadar büyük yatak kapasitesini kışın da kullanmak için aynı Antalya’da olduğu gibi fuar merkezi inşa edilmiş. Haliyle bu dönemde deniz ile işim olmayacağı için turistler tarafından genelde çok göz ardı edilen şehrin eski tarafı benim ilgi alanıma giriyor. Zira M.Ö. 268 yılında Romalılar tarafından kurulan şehir bir tatil kasabasından daha fazlasını ifade ediyor. Genel olarak Augustus takından başlayıp Tre Martiri ve Cavour meydanlarından geçerek Tiberius köprüsünde sonlanan bir kilometrelik Augustus caddesi  eski şehrin kalbini oluşturuyor. Burada hem Roma hem de rönesans zamanından kalan yapılar bulunuyor. Fuar öncesi bir tam günüm bulunuyor ve Rimini tren istasyonunun hemen karşısından kalkan otobüslere atlayıp tek yön 5 euroya  Avrupa’nın Vatikan ve Monaco’dan sonraki en küçük üçüncü ülkesine, San Marino’ya doğru yola çıkıyorum.
Efsane odur ki 257 yılında Riminili duvar ustası Marinus (hımm, duvar ustası, ilginç) Hıristiyanları idam eden Romalıların elinden kaçmak için Titius dağına tırmanır ve burada bir manastır topluluğu kurar. Aziz olan Marinus’un adıyla 301 yılında bu dağın tepesinde ülke kurulur. Esasında ülke Monaco’dan 20 kat daha büyük ama dağın tepesindeki eski şehir dışında her yer sanayi tesisleri olduğu için görülecek tek yer dağın tepesi. Uzaktan dimdik dağ büyüyor da büyüyor. Otobüs bile zorla tırmanırken,  dünyanın en eski Cumhuriyeti olan bu küçücük ülkenin 17 yüzyıldır nasıl hiç istila edilmediğini anlamak pek de zor değil. Zira ben de asker olsam etrafı üç kuleyle çevrilmiş bu kale şehre tırmanmaya üşenirim.  Zaten otobüs bile belli bir yere kadar geliyor sonra duvarların içine girmek için biraz merdiven tırmanmak gerekiyor. Duvarların içine girdikten sonra eski taş binaların hepsinin altı Çin’den gelmiş  birbirinin aynısı hediyelik eşyalar dükkanları ile sıralı. Sağa git, sola git zaten eski şehri gezmek hepi topu 15 dakika falan sürüyor. Önce turist ofise gidip 5 euroya pasaportuma hatıra vizesi bastırıyorum.  Hatıra diye gittiğim ülkelerden kendi evime posta kartı atmayı severim. Zira Çin’de yapılmış birbirinin aynısı hediyelik eşyalardansa üzerinde kendi el yazımın olduğu damgayla üzerinde tarih olan böylece daha kişisel bulduğum hem de çok çok daha ucuz kartpostalları göndermeyi tercih ediyorum. Dükkanların birinde çok ilginç birşeye rastladım. Fiyatlarının liret olarak yazıldığı 20 yıl öncesine ait San Marino pulları kartpostallara yapıştırılmış, gönderime hazır bir şekilde satılıyor. Her ne kadar önce kuşkuyla yaklaşsam da dükkan sahibi postanenin bu şekilde kabul ettiği konusunda beni ikna edince bir tane alıyorum. Birkaç hafta sonra kart elime ulaşmıştı. San Marino’da birkaç saat geçirdikten sonra tekrar otobüse atlayıp 10 km ötedeki ünlü İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin memleketine geri dönüyorum. Rimini’nin havalimanına da onun adı verilmiş zaten. Eve dönmeden önce son olarak uğrayacağım durak ise Milano. 

İş arkadaşım Andrea ile işleri bitirdikten sonra bana nereye gitmek istersin diye sorduğunda hiç düşünmeden “İsa’nın Son Yemeği”ni görmek istiyorum deyince bana “onu görmek için 2 ay öncesinden rezervasyon yapman lazım” diye karşılık verdi. Bunun üzerine peki o zaman AC Milan’ın müzesine gidelim, deyiverdim. Zaten Milanlı olan Andrea teklifimi geri çevirmedi ve böylelikle soluğu Casa di Milan’da aldık.

Müzeye ilk girdiğimizde kronolojik bir koridor bizi karşılıyor. Burada 100 yıl öncesine ait formalar, toplar, belgeler, bulabildikleri ne varsa yerleştirilmiş. 1968’e geldiğimizde ilk videolu bölüme geliyoruz: Milan’ın ilk Avrupa Şampiyonluğu’nu kazandığı yıl. Bu videolu bölümler diğer Şampiyonlar Ligi şampiyonluklarında da devam ediyor. Daha sonra bizi Milan’ın tüm kupalarının sergilendiği sofa karşılıyor. Bir sonraki salonda ise Milan formasıyla yılın futbolcusu ödülünü kazanmış 6 oyuncu Rivera, Van Basten, Gullit, Weah, Şevçenko ve Kaka ile birlikte efsane iki kaptan Baresi ve Maldini onurlandırılıyor. İlginçtir, Şevçenko takımdan ayrılmayı kendi istemesine karşılık halen daha en azından müzede fazlasıyla kendine yer bulan bir futbolcu. Örneğin onun başrol aldığı bir hologram film müzede önemli bir yer kaplıyor. Ardından bizi geleceğin yıldızları diye bir bölüm karşılasa da haliyle Milan’ın şu an içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak burası müzenin en sönük kısmı kalıyor. Düşünün ki zamanında bu kadar yılın futbolcusu çıkartan kulüp, Delofeu’yü kiraladığına sevinecek duruma gelmiş. Bu küçük ve önemsiz bölümü hızlıca geçtikten sonra bizi Şampiyonlar Ligi müziği eşliğinde büyük bir salon karşılıyor. Haliyle 7 defa bu kupayı kazanınca kendini Şampiyonlar Ligi ile özdeşleştirebiliyorsun. Burada şampiyonluk formalarından, kazanan takımların formalarına kadar birçok ayrıntı mevcut. 
Müzenin çıkışında Milan’ın resmi mağazasından da geçtikten sonra artık yavaş yavaş İstanbul’a dönmek için havalimanına koyulabilirim. Esasında oradan oraya sürekli yollarda geçen bir iş seyahatinde aralara bu anıları da serpiştirebildiğim için mutlu bir şekilde uçağa atlayıp dönüyorum.

3.02.2017

Norveç

İstanbul'un hava durumunu bile hiç bu kadar sık kontrol etmemiştim doğrusu. Oysa ki son bir haftadır sıklıkla tekrarladığımız gibi Gardermoen havalimanında uçağın kalkmasını beklerken bile elimizde telefon Trömsö'de kar yağıyor mu diye kontrol ediyoruz. Zira listede başka etkinlikler olsa bile bu gezinin asıl amacı Kuzey Işıkları'nı görmek. Kuzey kutup dairesinin 400 km kuzeyine gitmek "Aa hava yarın açık görünüyor, hadi Boğaz'a gezmeye gidelim!" gibi diyeceğimiz bir şey değil. Yaklaşık bir ay önce tüm rezervasyonlarımızı yaptırdık ve bir haftadır bizim Trömsö'de bulunacağımız 2 gece de kar yağışlı görünüyor. Forumlarda Kuzey Işıkları'nı görmenin nasıl da şans işi olduğunu okudukça iyice umudum azalıyor, Eda ise  beni evrene negatif sinyaller göndermekle suçluyor.

Benim, Galatasaray'ı Avrupa'da yenmesiyle öğrendiğim Trömsö, dünyanın 50 bin nüfusa sahip en Kuzey şehri. Aynı zamanda dünyanın en kuzeydeki üniversitesi de burada bulunuyor. Oslo'dan bile uçakla 1800 km ve 2 saat yolumuz var ve indiğimizde Kuzey Kutup noktasına sadece 2200 km mesafede olacağız. 

Son 4 yıldır dünyanın en iyi low-cost havayolu seçilen Norwegian ile uçacağız. Pegasus'tan alıştığımız ucuz havayolu mantığının bir tık ilerisindeler. Pegasus'ta sadece self check-in kioskunda boarding kartını bastırırken, burada yanında bagaj kağıdını da veriyor ve bagaj kağıdımızı valize yapıştırdıktan sonra, kendimiz kağıdı scan edip valizi, banta teslim ediyoruz. Bu işlemler sırasında ortalıklarda tek bir görevli yok. Zira Türkiye'nin yarısı kadar yüzölçüme sahip ülkede sadece 5 milyon kişi yaşıyor ve bu sebeple işçilik çok pahalı. Eğer low-cost mantığı ile iş yapacaksan, önce personel sayısının minimize edilmesi gerekiyor. 
Norwegian hava yolu uçakta wifi hizmeti veren benim kullandığım ilk havayolu. Hızı da gayet iş görür durumda. Uçak kalkmadan önce itfaiye uçağa de-icing denilen antifriz ile uçağı yıkama işlemi uyguluyor.Belli ki çok soğuğa gidiyoruz ve uçağın havada donma tehlikesi var. 2 saat boyunca sürekli Kuzey'e tırmanırken ufka baktınca kararan, bulutlanan ve iyice kasvetleşerek Mordor'u anımsatan bir hava karşılıyor bizi. Açıkçası geziyi ayarlarken dikkat ettiğim nokta hava sıcaklığının kaç derece olacağıydı. -5 derece çok gözümü korkutmamıştı. Sonrasında Kyle'ın "Size 24 saat karanlıkta iyi şanslar!" demesiyle ayıldım. Gerçekten, Kuzey Kutup dairesinde bu mevsimde hava ne kadar aydınlık oluyordu ki? Kyle'ın bu mesajının hemen ardından hızlı bir google ile Trömsö'de kasım sonundan ocak sonuna kadar ki 2 aylık sürede hiç Güneş'in doğmadığını sadece alacakaranlık olduğunu öğrenmem ile zorlu şartlar altındaki deneyimimizin  sadece soğuk hava ve kar olmayacağını anladım. Zira öğlen saat 2'deTrömsö'de yoğun tipi altında zifri kafanlık bir hava bizi karşılıyor.

Biz, içlik üzeri pantalonlar, çift kat çoraplar ve sadece gözlerimiz açık kalacak şekilde yüzümüzü örterken şehirdeki yerel halk kot pantolonla, beresiz bir şekilde dolanıyor. Hatta yetmezmiş gibi bu havada kalın kar lastikli bisiklet sürenler bile var. Onlar bize, biz onlara ne kadar garipler diye bakıyoruz. Otele yerleşip karnımızı doyurmaya çalıştığımızda esasında otel ve ara ulaşımları ayarlarken karşımıza çıkan gerçeklik bir kez daha yüzümüze çarpıyor: Burası aşırı derecede pahalı! 1960'lara kadar Avrupa'nın en fakir ülkelerinden biriyken Kuzey Denizi'nde petrol ve doğal gazın bulunmasıyla birlikte ülkenin refah düzeyi hızla yükseliyor ve bugün kişi başına en yüksek gelirin olduğu ülkelerden biri haline geliyor. Örnek vermek gerekirse bir margarita pizza 80; bir bigmac mönü 40 lira. İstanbul'dan gelirken yanımızda kek falan getirmiştik ama keşke konserve de getirseymişiz.

 Trömsö'deki ilk sabahımızda balinaların peşine düşüyoruz. Visit trömsö web sitesinde bu işi yapan şirketlerin iletişim bilgileri, fiyatları ve birçoğunun online rezervasyon opsiyonu var. Buradan gözümüze çarpan bir firma balinalar için araştırma yaptıklarını ve gelirin bir kısmını buna harcadıklarını yazınca zaten hemen hemen fiyatları aynı olan seçeneklerden buna karar kılıyoruz. Rehberimiz Stephanie bir Kanadalı, balinalar üzerine uzmanlaşmış bir biyolog. Senelerce Peru'dan Yeni Zelanda'ya kadar birçok açık denizde petrol şirketleri adına çevreye uyum adına çalıştıktan sonra, kalbini kaptırdığı kaptanımızın peşinden Norveç'e gelmiş. Şimdi burada ufak, toplamda 6-7 kişinin anca sığdığı bir tekneyi işletiyorlar. 

Sabah 9.30 gibi en nihayetinde gün ışımaya başlıyor. Daha da kuzeye doğru, 70. enleme doğru yol alıyoruz. Bu sırada Stephanie bir powerpoint açarak bize balinaları anlatmaya başlıyor. Aynı zamanda gemimize de adını veren Pakicetus, balinaların atası olarak 50 milyon yıl önce yiyecek bulamadığı için karadan denize inmiş bir memeli ve sonradan balinaya evriliyor. Norveç kıyılarında 3 tür balina görmek mümkün. Bunlardan biri Özgür Willy filmine de konu olan, esasında yunus mu balina mı muamma olan Katil Balinalar, Orkalar. Bunlar daha çok anaerkil bir hayvan topluluğu ve klan adı verilen ailelerin içinde bile farklı bir iletişim dilleri var. Yaklaşık 1,5 saatlik yolun ardından ufukta martı sürüsü belirliyor. Anlıyoruz ki balinalara gelmişiz. Zira balinalar beslenmek için yükselirken balıkların da yüzeye çıkmasına yol açıyor ve martılar da bundan istifade ediyorlar. Bizim dışımızda birkaç tekne daha var. Bir de olabildiğince balinalara yaklaşmak için zodyakla gelmiş bir grup daha var. Orkaların arasında önce bir kambur balina görüyoruz. Esasında balina deyince aklımıza gelen kocaman ağızlı , büyük kuyruklu balina türü bu. Bu balinalar, Orkaların aksine ataerkil ve daha çok tek takılmayı seven bir tür. Öyle olunca da kalabalığa pek fazla tahammül edemiyor ve dalıp gözden kayboluyor. Biz de orkalarla başbaşa kalıyoruz. Açık denizde sağlam rüzgar, bize dalga olarak geri dönüyor ve fırtınalı havada sırılsıklam bir şekilde orkaları izliyoruz. Yaklaşık bir 20 dakika sonra orkalar da gözden kaybolunca meramızı dindirmiş aksine rüzgar ve soğuktan fazlasıyla yorulmuş bir şekilde içeriye kaçıp dönüş yolculuğuna geçiyoruz. Trömsö’ye dönerken saat 13.30’a geliyor ve artık hava kararmak üzere. Yine de gökyüzünde bulutlar dağılmış, bu da bizim yüzümüzde kocaman bir gülümsemeye yol açıyor: Bu akşam kuzey ışıklarını görmek için iyi bir şansımız var!

Sersemleten rüzgar, bizi sanki bütün gün denizdeymişiz gibi hissettiriyor. Havanın 13.30’da kararması da buna eklenince zaman kavramını tamamen yitiriyorum. Akşamki Kuzey Işıkları öncesi bir öğle uykusu iyi gelecek ama karanlıkta yatıp kalkılan bir uykuyu nasıl öğle uykusu diye nitelendirebilirim ki? Ya da saat 17.00’de yenilen yemeğe akşam yemeği denir mi? Tüm bu zamanın göreliliğini açıklyor mu acaba? Bildiğim tek birşey var: Yağış yok ve biz saat 18.00’de rehberimiz Roy ile buluşuyoruz. 
Roy’u yine visittrömsö aracılığı ile keşfettik, zira en ucuza kuzey ışıkları turu veren kendisiydi. Tripadvisor’da kendisinin ne kadar özverili bir şekilde hizmet verdiğini okuyunca ikna olduk. Roy bize ışıkları görmek için yaklaşık 70 km yol yapacağımızı ve Finlandiya sınırına doğru gideceğimizi aktardı. Yani uzun bir yol bizi bekliyor. Yollar kar içinde. İstanbul’da olsa arabayı çıkarmayayım diyeceğimiz bir yolda araçlar gayet vızır vızır gidiyorlar. Derken Roy arabayı sağ çekiyor. Fotoğraf makinesi ile gökyüzünü çekip makinedeki sarartıyı bize gösteriyor ve daha bu saatte bu kadar haraketlilik varsa gecenin çok güzel geçeceğini söylüyor. Biz ise bön bön bakıyoruz çünkü bizim gökyüzünde gördüğümüz beyaz bir bulut kıvamında bir aydınlık. Ne yani, bu mu şimdi kuzey ışığı? Hiçbir şeye benzemiyor. Esasında ne görmeyi ummamız gerektiğini de bilmiyoruz ya. Yolumuza devam ederken bu defa gerçekten ışık süzmesini görüyoruz. Bir barut fitili gibi gökyüzünde yanan bir ışık karşımızda belirince, dersteyken camdan kar yağdığını gören ilkokul çocuklarına dönüyoruz. 
Tur grubunda, iki Taylandlıyı saymazsak, İspanyol, İtalyan ve bizden oluşan tam bir umursamaz ve sorumsuz bir Akdenizli grubu var. Roy, ışıkları görebilmek için sağa çeker çekmez kendimizi arabanın dışına atıyoruz. Roy ise tam bir sorumluluk sahibi kuzeyli olarak bir anne edasıyla arkamızdan “yola çıkmayın, araçlar geçiyor” diye bağrıp, reflektör giydirmek için koşuyor. Bir rahat ol Roy ya, kuş uçmaz kervan geçmez dağın başındayız. Ne arabası, bırak ışıkların peşinde koşturalım. Karların içinde ışıklar dağın ardında kaybolana kadar ışıkları seyrettikten sonra tekrar ışıkların peşine düşmek için yola çıkıyoruz. Bu gördüğümüz gerçekten bize umut veriyor zira artık gerçekten ışıkları göreceğimize ikna olmuş durumdayız. 

Bir süre daha arabayla gittikten sonra bir gölün kıyısında iki dağın arasında ışıklar bizi tekrar karşılıyor. Bu defa çok daha panoromik, çok daha göz kamaştırıcı. Ekip olarak büyülenmiş gözlerle ışıklara bakıyoruz. İspanyol kızlar birbirlerine sarılıp sevinçten zıplıyorlar. Roy herkes memnunsa burada kamp kuruyoruz diyor. Çok değil, sadece 10 dakika içersinde -15 derecede ayaklarımızı hissetmeyecek konuma gelince Roy’dan ekstra kıyafet ve bot kiralamaya karar veriyoruz. 2 saat boyunca kamp yaptığımızı düşününce o kıyafetler olmasa asla dışarıda duramazdık. Işıklar oradan oraya dans ederken Roy kamp ateşini yakıp elimize şişleri tutuşturuyor ve dondurulmuş köfte ve balık eşliğinde akşam yemeğimizi Kuzey Işıkları eşliğinde ediyoruz. Gece 2’de otelimize vardığımızda adeta bir görevi tamamlamanın mutluluğunu yaşıyorduk.

Ertesi sabah için ilk programımızda ren geyikleri ile kızak vardı ama ilgili çiftlik zemin buzlu, ren geyikleri için tehlikeli olur diye iptal edince biz de son dakikada yönümüzü köpekle kızağa çevirmek zorunda kaldık. İlk tercihimiz 90 dakikalık kızak sunan Arctic Adventure Tours idi ancak son dakikaya kalınca yer bulamadık. Böylelikle Trömsö Villmarkssenter’den yer ayırdık. Burada da iki opsiyon var. Ya kızağa oturup bir sürücü bizi gezdirebilir, ya da kendi kızağımızı kendimiz kullanabiliriz. Ben her ne kadar ikincisini tercih etsem de yine son dakikaya kalınca buna da rezervasyon yaptıramadık. Türkiye’de servis sektöründe yeteri kadar bağırırsan her işi çözebilmeye alıştığımız için burada da bunu deneyip kendi kızağımı kendim kullanmak istiyorum diye çıkıştım. Zira ikisinin de fiyatı aynıydı. Böyle bir müşteriyle daha önce karşılaşmamış sarışın ergen resepsiyondaki kız yüzüne ışık tutulmuş tavşana döndü. Köylü güzelinin elinden gelen ise “bakın bu bizim en iyi sürücümüz” diyerek bizi 56 yaşındaki kadının eline teslim etmek oldu. 9 tane Husky’nin bağlı olduğu kızakla yola çıkıp sürücümüzle muhabbete başladığımızda esasında kadının çiftliğin sahibi olduğunu, aktif olarak yarıştığını, Finnmarkt adlı 1000 km ve 1 hafta süren yarışa bilmem kaç defa katıldığını, kişisel rekorunun Alaska’da 1800 km olduğunu öğrenip ağzımız bir karış açık bir şekilde dinledik. Bu sırada hayvanlar deli gibi koşturuyor, sürücümüz de gee (sol) ve haw (sağ) komutlarıyla rotaya sokmaya çalışıyor. Bu komutlar Eskimo dilinden geliyormuş ve 18. yüzyıldan itibaren genel eğitim dili kabul edilerek hayvanlar küçüklükten itibaren bu şekilde yetiştiriliyormuş. 

Eda küçücük hayvanların bu şekilde kullanılmasından rahatsız. Zira geyikler büyük baş hayvan olduğundan onlarla kızak yapmak kabul edilebilir ama bu kadar küçük hayvanlara bunu yapmak onda biraz pişmanlık duygusu yaratıyor. Oysa ki sonradan çiftlikte yetiştiricileri ile vakit geçirdiğimizde, onların bize söyledikleri şey hayvanların küçük yaştan itibaren bu amaçla yetiştirildikleri tam tersine koşmazlarsa bundan rahatsız oldukları ve sıkıldıkları yönünde. Buradan konuyu alfa köpeklerine getiriyorum. Sürücümüz net bir şekilde “Alfa benim!” diye yanıt veriyor. Köpeklerin net bir şekilde kimin patron olduğunu bilmesi gerektiğini, eğer bir hayvanın diğerlerine göre baskın olursa diğerleriyle kavga edip hatta öldürebildiğini belirterek alfa köpek kavramına yer olmadığını söylüyor. Kızak sonrası çiftlikteki köpeklerle biraz oynadıktan sonra  Trömsö’ye veda etme vakti geliyor. Günler bu kadar kısa olmasına rağmen yapılabilecek bütün etkinlikleri gerçekleştirip Trömsö’nün gerçekten de hakkını verdikten sonra Oslo’ya geri dönüyoruz.

Havalimanıdaki check-inde yaşadığımız kendi işlemini kendi yap mentalitesi ile bu defa otelde karşılaşıyoruz. Otelin resepsiyonu yok! Otelin girişinde bir bankomat, rezervasyon kodunu gir, kredi kartınla ödeme yap, al sana oda anahtarı. Bitti, gitti! Trömsö’den sonra Oslo’ya gelmek sanki farklı bir ülkeye gitmek gibi. Zira her ne kadar hava hala çok soğuk olsa da kar yok, güneş doğuyor. 25 Aralık’ın yaklaşmasıyla birlikte Noel Pazarları çoktan kurulmuş. Karl Johans Gate’den saraya doğru yürürken kışlık bir lunapark kurulmuş. Açıkçası daha çok transit bir geçiş noktası olarak kullandığımız, kanımca pek de birşey bulunmayan Oslo’da aklımda kalacak tek şey bu lunaparkta atlıkarıncaya binmek oldu.
Ertesi sabah yolculuğumuz sabah 8’de Bergen’e giden tren ile başladı. Bu tren “Norway in a nutshell” diye geçen esasında tamamen toplu taşıma araçlarından oluşan fjord turunun ilk ayağı ve bizi Myrdal’a ulaştırıyor. Bu trenden gelen yolcuları alıp 863 metre yükseklikten aşağıdaki fjord’a indirecek bizim Taksim’deki nostaljik tramvaya benzeyen Flam trenine geçiyoruz. 1927 yılında yapımına başlanan ve 20 tane tünelden geçen bu 20 km’lik tren hattı zarar ettiği gerekçesiyle 1991’de kapatılmış. Ancak 2005’te Naerofjord’un UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmesiyle bilet fiyatlarının bir toplu taşıma aracı değil turistik eğelenceye göre fiyatlandırılmasıyla tekrar seferler başlamış. Bu haliyle de Norveç’in en çok talep gören üçüncü turistik etkinliği haline gelmiş. Özellikle yaz aylarında çok önceden bilet alınmazsa yer bulmak pek mümkün olmuyor. 
Neden yaz ayları olduğunu trene binince gayet iyi anladık. Zira bu güzel olması gereken manzaranın tadı ancak yazın çıkar. Örneğin bir şelalenin orada fotoğraf çekilmek için mola verdik ama eksi olan hava sıcaklığında şelale donmuş. Ortada akan bir su yok. Muhtemelen çiçeklerin, yeşilliklerin olduğu yerler şu an için yaprakları dökülmüş kahverengi dal parçalarından ibaret.  Flam’da bir saat yemek molası verdikten sonra Dünya Mirası listesindeki fjordu görmek için vapura biniyoruz. Tren için geçerli olan fjord için de geçerli: Buraları ziyaret etmek için yanlış mevsimdeyiz. Bir daha Norveç’e mi geleceğiz, gelmişken hepsini gezelim mantığıyla buralara geldiğimizde mevsimsel şartlar dolayısıyla hayal kırıklığı içerisindeyiz. Zira yağmur da etkisini iyice hissettirmeye başlamışken yazın yemyeşil cıvıl cıvıl olabileceğini hayal ettiğimiz dağlar şu anda sadece kara topraktan ibaret. Vapurdan indiğimizde otobüse binip Voss’a oradan tekrar Bergen trenine binip akşam saatlerinde varıyoruz Norveç’in ortaçağdaki başkentine.
“Dağların arasındaki çayır” anlamına gelen isminin hakkını veriyor Bergen. Zira dağlar yüzünden yükselemeyen bulutlar şehrin üzerine çökmüş, sicim gibi yağmur eşliğinde bizi karşılıyor Norveç’in en büyük ikinci şehri. Bu Bergenliler için sıradan bir durum zira yılda ortalama 202 gün yağmur yağıyor.  Bu ıslak şehrin tarihi 1070 yılına dayanıyor ve 18. Yüzyıla kadar Hansa birliği içindeki deniz ticareti konumu sayesinde ülkenin başkenti görevini üstleniyor. 1750 yılında Hansa birliğinin buradaki ofisini kapatmasıyla şehir önemini kaybetmeye başlıyor ve bu şaşalı dönemden geriye Hansa ticaret binalarının bulunduğu, kelime anlamı liman olan Bryggen kalıyor.
Sabah yine yağmur eşliğinde Bryggen’den başlıyoruz Bergen’i dolaşmaya. Ahşap oldukları için birçok defa yanan binalar her bir defasında aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Bugün hala 300 yıldır ayakta olan binalar var. Bryggen’in çevresi yine arnavut kaldırımlı sokakların etrafına sıralanmış eski tip binalarla bezenmiş. Arnavut kaldırımları bizi ördeklerin bulunduğu parka çıkartıyor. Parkta önde ve arkada birer öğretmen aralarında elele tutuşturulup buddyleştirilmiş muhtemelen anaokulu çağındaki çocuklar yürüyorlar. Hava soğuk ve yağmurlu, Türkiye’de olsa anneler öğretmenlere “çocuğum hasta olacak bu soğukta!” diye öğretmenleri döver ama işte burada al yanaklarıyla çocuklar parkta oynuyorlar.


Sağa gittik sola gittik ama Bergen dediğin yeri bitirmek hepi topu 2 saatimizi aldı. Başta dediğim gibi memleket ateş pahası. “Hadi bari şurada oturayım da bir kahve içeyim, keyif yapayım” da diyemiyorsun. Yoğun geçen bir haftanın ardından ardından dönüş vakti geldi. Bir daha Norveç’e gelir miyim? Dünyada gezip görecek o kadar çok yer varken, bu kadar pahalı bir yere kolay kolay geleceğimi sanmıyorum. Olur da fırsat olursa belki bu defa yazın 24 saat gün ışığını tecrübe etmeye gelebilirim. Bu defa Svalbard’ı listeye alırım. 80 derece Kuzeyde, normal bir ticari uçakla gidilebilecek en kuzey noktasına gitmek de çok değişik bir tecrübe olacaktır. Gerçi forumlarda kutup ayısı görmek için kışın gitmek gerektiğini, yazın havanın kutup ayıları için çok sıcak olduğunu yazıyor ama bir daha kışın daha karanlığa daha soğuğa gitmek çok da akıl karı olmayacak.