Kusura bakmayın iki aya yakın bir ara vermek zorunda kaldık. Bunda hem benim biraz yoğun olmam hem de zamanın su gibi akıyor olmasının payı var. Hemen bıraktığımız yere dönelim.
Çok sık tekrarlanan ama güzel bir klişedir; “futbolun meyvesi goldür”. Ve bu meyveyi Yeni Dünya’nın güneyindekiler çok daha fazla severler. Onun içindir ki bana göre Latin Amerikalı kaleciler, Avrupalı meslektaşlarına göre çok daha cesur bir seçim yapmışlardır. Onlar, meyve bahçesini koruyan bekçi olmayı ve o bahçenin talan edilişini izlemek isteyen 10 binlerce kişinin düşmanlığını kazanmayı göze alarak, biz eski kıtanın vatandaşlarına göre çok daha kahramandırlar. Tahmin ediyorum ki G. Amerika’daki küçük kaleciler bugün bile Avrupa’daki şanslı miniklere göre daha az imkana sahip bir eğitim sürecinden geçiyorlardır.
Yine de bazı isimler var ki, bütün bu olumsuz şartlara rağmen efsaneleşmeyi başarmışlardır. Bunlardan bugün hatırlayacağımız ilk isim Amadeo Carrizo, ya da “Tarzan” ya da “River’ın Elleri”. Bir önceki yazımızın kahramanı Sepp Maier gibi Carrizo da 20 yılı neredeyse kesintisiz olmak üzere tam 23 sene gibi uzun bir süre boyunca (1945-68) River Plate’in kalesini korumuş ve lakaplarından birinde olduğu gibi klubüyle özleşmiştir. Carrizo, River Plate’in “altın onyılı” olarak adlandırılan 50’lerde kalededir ve River, bu dönemde “Makine” lakabını alan takımıyla 1952-53-55-56 ve 1957’de Arjantin şampiyonluğuna ulaşmıştır. River Plate ayrıca 1.86 boyundaki Carrizo’nun yedek kaleci olduğu 1945 ve 47’sezonlarında da şampiyon olmuştur ama isterseniz bunları saymayalım.
Bu arada Arjantinlilerle ilgili duyduğum en ilginç tanımlamayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Birisi zamanında demiş ki: Arjantinliler; kendilerini İngiliz, yaşadıkları yeri Fransa zanneden, İspanyolca konuşan İtalyanlardır. Maksadım kesinlikle Arjantinlilere hakaret etmek değil, hatta zamanında bir Arjantinli arkadaşıma bunu söylediğim zaman kahkahalar içinde “biraz öyleyizdir” demişti. Peki bu lafı söylemem, işbu yazının bütünlüğü için mutlaka gerekli midir? Hayır.! Ama yazının ilerleyen kısımlarında bir gol atabilmek için bu ortayı şimdiden kesme fırsatını kaçırmak istemedim. Mazur görün efendim...
“Kalede olmayı tercih ettim çünkü onlar oyunu herkesten daha geniş bir bakış açısıyla görebilirler ve takımın güvenliği kaleden başlar. İyi bir kalecisi olan takım daha verimli oynar. En aptal ya da beceriksizin kaleye geçirildiği söylenir (bkz. ilk paragraf). Ama kaleci aynı zamanda takımın da bir oyuncusudur ve onun da görevi topu mümkün olduğu kadar rakip kaleye yaklaştırmaktadır. Ben de bunu yapmaya çalıştım, bazen kavgayla da olsa...”
Farkında mısınız bilmem ama bunlar 1950’lerde oynayan birisi için son derece modern bir felsefe. Nitekim Carrizo da bu felsefeyi yansıtacak bir şekilde, 3 direğin arasından topun oyuna sokulması konusunda daha önce pek görülmemiş işler yapmış. Zaten Carrizo’yla ilgili bulabileceğiniz her yazıda onun öncü ve yeni şeyler deneyen özelliğinden bahsediliyor. Hatta birileri zamanında “eğer kale icat edilmemiş olsaydı, Carrizo onu da yapardı” diye buyurmuş. Örneğin, kalesini korumak için ceza sahası dışına da çıkmayı akıl eden ilk isim olmuş, ya da seyirciler ilk kez onun oynadığı maçlarda hızlı bir degajla takımını kontratağa kaldıran bir kaleci görmüşler. Bazı kaynaklar, Carrizo’nun eldiven giyen ilk kaleci olduğunu bile iddia etmektedir. Kaleciliğin tarihini araştırırken, bu bilgiye ulaşabilmek için hiç abartmıyorum haftalar harcamıştım ama yine de buna hemen atlayamıyorum. İçimde bir şüphe yok değil ama, ben aksini ispatlayana kadar ilk eldivenleri Carrizo giymiştir.
12 Haziran 1926’da Arjantin’in Rufino (ya da Santa Fe) kentinde doğan Amadeo Raul Carrizo, daha 19 yaşını doldurmadan River Plate’in kalesindeki ilk maçına çıkar. Independiante’ye karşı 2-1 kazanılan Mayıs 1945’teki bu maçın ardından 1948 sezonuna kadar yedek kalecidir ve toplam 3 maçta oynar. Ama 1948’den itibaren -sakatlık nedeniyle hiç oynamadığı 1967 yılı hariç- 1969’a kadar River Plate’in 1 numarasıdır. 1968 yılındaki son sezonunda bir maçta iki rekor birden kırar: Arjantin Ligi’nde en çok maça çıkma (513) ve üst üste gol yemeden en uzun geçen maç serisi (8). 1969 ve 70 sezonlarında ise Kolombiya’nın Millionarios takımında oynadıktan sonra 44 (yazıyla KIRKDÖRT) yaşında futbolu bırakır.
“Futbolu bırakmamın üzerinden 30 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlen maçlara gittiğim zaman imza dağıtmak zorunda kalıyorum. Beni alkışlayan taraftarları asla unutmayacağım. Onlar bana hiç kötü tezarühatta bulunmadılar, hatalı goller yediğimde bile”.
Ancak klüpler düzeyinde bu kadar saygıdeğer bir performans gösteren Carrizo, milli takımlar düzeyinde bu kadar başarılı değildir. 1954-64 yıllarında sadece 20 kez milli formayı giyebilmiştir. Arjantin zaten 1950 ve 54 Dünya Kupalarına katılmamıştır. 1958’de ise, Almanya, K. İrlanda ve Çekoslovakya ile aynı gruba düşer. Sadece 1 galibiyet alabilen Arjantin’in son maçında Çekoslovakya’ya 6-1 yenilmesi Carrizo’nun Dünya Kupası’na vedasını da beraberinde getirir. 1962 yılında Şili’de yapılan Dünya Kupası’na Carrizo’nun neden katılmadığına dair bir bilgi bulamadım ama o sezon River Plate formasını da sadece 22 kez giymiş olması, sakatlık ihtimalini aklıma getiriyor.
1966 ve 1970 Dünya Kupaları’nda da Arjantin vardır ancak hâlen aktif futbol yaşamını sürdüren Carrizo yoktur. Herhalde Arjantinliler, kendilerini İngiliz zannetmelerine rağmen, Adalılar’ın eski olan her şeye gereğinden fazla değer verme huyunu almamışlar. Yoksa İngiltere’nin 41 yaşındaki Shilton’la İtalya 90’a gitmesi gibi Arjantin de sırasıyla 40 ve 44 yaşında olan Carrizo’yu kadroya alırdı. Veeee işte yazının başında kesmiş olduğum ortayı İngilizlere laf atarak sonuçlandırıyorum. Kusura bakmayın efendim ben de işte böyle kendi çapımda eğleniyorum...
Carrizo’nun milli takımdaki kariyeri çok parlak olmasa bile yine de görkemli bir şekilde sona erer. Yıl 1964, Uluslar Kupası adı verilen organizasyon Brezilya’da yapılmaktadır. Arjantin, ilk iki maçında Portekiz ve İngiltere’yi geçtikten sonra final maçında ev sahibinin karşısına çıkmıştır. Önceki iki maçında gol yemeyen Carrizo, final maçında efsaneleşir ve kurtardığı bir penaltının yanında, o zamanların (ve belki de tüm zamanların) en büyük hücum gücü olan Brezilya’ya da başka geçit şansı vermez. Maçı 3-0 kazanan Arjantin, tarihinin ilk önemli uluslararası kupasını kazanmış olur.
Carrizo için son sözlerimizi söyleyelim. Allah uzun ömürler versin hâlen 80 yaşında olan bu efsanevi kaleci, FIFA tarafından “20. y.y’ın En İyi G. Amerikalı Kalecisi” seçilmiş. Ve Carrizo’nun gölgesi hâlen G. Amerikalı kalecilerin üzerindedir. Bugün bile bir çok kaynak, yakın zamanda futbolu bırakan Paraguay’lı Chilavert ve Kolombiya’lı Higuita’nın, onlar daha 4-5 yaşındayken futbolu bırakan Carrizo’nun stilini yaşattığını yazıyorlar.
G. Amerika kıtasının doğusunu kaplayan iki kocaman ülkenin; Arjantin ve Brezilya’nın arasına sıkışmış minik bir ülkedir Uruguay. Hani nerdeyse bizim İç Anadolu Bölgesi kadar Ama bu küçük ülke, zaman zaman dünyanın daha fazla tanıdığı komşularına garip şekilde kafa tutar. Mesela, belki de en çok tanınan tango olan “La Cumparsita” (düğünlerde çalınan canım), bir Uruguaylı’nın bestesidir. Ya da Uruguay milli takımının 1950 Dünya Kupası’nda, ev sahibi Brezilya’ya attığı façayı hatırlayalım lütfen.
G. Amerika futbolunda Brezilya hep vardır. Uluslararası alanda sambacıların ekürisi ise 20. yy’ın ikinci yarısında giderek güçlenen bir şekilde Arjantin olmuştur, ancak futbolun klasik döneminde Uruguay, Brezilya’ya bile kök söktürmüştür. Ayaktopunun henüz gelişmekte olduğu bu dönemde, Uruguay halkı futbol sevgisini, milli gururla birleştirmiştir. 1930 Dünya Kupası’nın hikayesini bilmeyen var mı? 1924 ve 28 Olimpiyatlarında altın madalyayı kazanan Uruguay, kendisine burun kıvıran diğer ülkelere öyle hırs yapmıştır ki, bütün dünyanın ekonomik bunalım diye inlediği bir dönemde, 1 yıl gibi kısa bir sürede 100,000 kişilik Centenario Stadı’nı inşa etmiştir. Hatta stad, ilk Dünya Kupası’nın başlamasından sadece günler önce tamamlanmıştır. Uruguay, o Dünya Kupası’nın yanı sıra 1950’yi de kazanarak ilk 4 Dünya Kupasının ikisinin Latinlerde kalmasını sağlamıştır.
Ama sonrasında Uruguay futbolu yerini yavaş yavaş Arjantin’e bırakacaktır ve küresel arenadaki son büyük başarısı, 1970 Dünya Kupası’nda olacaktır. Meksika’daki Kupa’da Uruguay, efsanevi Brezilya’ya yarı finalde yenilerek, 4.’lükle yetinecektir. Ve o kupanın en iyi kalecisi, Uruguaylı Ladislao Mazurkiewicz Iglesias seçilecektir.
Soyadına bakarak, ailesinin kökenleri hakkında nokta atışı yapabileceğimiz Mazurkiewicz, 14 Şubat 1945 tarihinde Piriapolis’te doğar. Parmak eklemlerimin sağlığını düşünerek, kendisine buradan sonra bazı yerlerde arkadaşlarının taktığı lakapla hitap etmek istiyorum: Mazurka. Çocukluğunda, basketbolla da ilgilenir ancak, sonrasında futbol aşkı ağır basar. Racing ile gençler liginde dikkat çekmeye başladığında yıl 1962’dir. 1964 yılında ise artık mevcut kalecisi (ve Altıpasta Tekbaşına köşesinin “ismini ilk ve son defa duyacağınız isimler” müzesinin son sakini) Luis Maidana’nın yerine bir yedek arayan o zamanların efsane klubü Penarol, 19 yaşındaki Mazurka’yı transfer eder.
Sonrasında geçen bir yıl boyunca Ladislao, kendisini ispatlamak için bir fırsat bekler ve o fırsat karşısına Nisan 1965’in bir gecesi çıkar. Libertadores Kupası’nın yarı finalinde “kömürcüler” lakaplı Penarol’ün rakibi, Pele’yi de kadrosunda barındıran Brezilya’nın Santos takımıdır. Brezilya’daki ilk maçı Santos 3-2 kazanırken, Penarol maçın yanı sıra Maidana’yı da kaybeder (ya da Mazurka’yı kazanır). Centenarrio’daki rövanşı Penarol 2-1 kazanarak tur atlarken, Mazurkiewicz efsanesinin ilk satırları yazılmaya başlanır. Kömürcüler finalde Arjantin’in Independiente’sine mağlup olsalar da intikam için sadece 1 sene beklerler. Penarol, 1966 yılında sadece Libertadores’i kazanamakla kalmaz, hızını alamayıp Real Madrid’i de yenerek o yılın “Kıtalararası Şampiyon”u olur.
1.79 boyundaki Mazurka, çoğu efsanevi kaleci gibi reflekslerinin yanı sıra, kaledeki güvenli duruşu ve Carrizo’nun izinde giderek topu oyuna hızlı sokmadaki başarısı ile tanınır. Ayrıca, bu yazıyı paylaştığı Carrizo’ya göre uluslararası arenada daha başarılı olmuştur. İlk kez Dünya Kupası’nda boy gösterdiğinde henüz 21 yaşındadır ve yıl 1966’dır. O yılın Uruguay milli takımı Penarol ve ülkenin diğer bir büyük takımı Nacional ağırlıklıdır ve Dünya Kupası’nı bir kez daha kaldırma hayalini kuranlar hiç de az değildir. Ancak Uruguay ve Arjantin, kendi deyimleriyle “futbol tarihinin en büyük hırsızlıklarından birinin kurbanı” olmuşlardır. Elimden geldiği kadar objektif anlatmaya çalışacağım. Çeyrek finallerde ev sahibi İngiltere’nin rakibi Arjantin olurken, Batı Almanya’nın rakibi ise Uruguay’dır. Belki de iki ülke arasındaki nefret tohumlarının ilkinin atıldığı meşhur mücadele olan İngiltere-Arjantin maçına bir Alman hakem atanırken, Batı Almanya-Uruguay maçını ise bir İngilizin yönetmesine karar verilmiştir. G. Amerika’lıların itirazları sonuç vermez ve 23 Temmuz 1966 günü Londra ve Sheffield’de oynanan maçları İngiltere 1-0, Batı Almanya ise 4-0 kazanır. Bu arada Arjantin’in bir, Uruguay’ın ise iki futbolcusu oyundan atılmıştır. Vaziyetin muhakemesini sizlere bırakıp ben yeniden Mazurkiewicz’e döneyim. Mazurka, 1966 Dünya Kupası’nda oynadığı 4 maçta 5 gol yese de (4’ü Batı Almanya’dan, hatırlayalım) özellikle kupanın açılış maçında İngiltere ile 0-0 berabere kalınmasında büyük rol oynamış ve 1966’da İngiltere’nin karşısına çıkıp da gol yemeyen tek kaleci olmuştur. Ama Uruguaylı kalecinin dünyanın en iyi kalecileri arasında girdiği esas turnuva 1970 Dünya Kupası olacaktır.
14 Haziran 1970, Mexico City’nin muhteşem Azteca Stadyumu… 1. Grup’tan lider olarak çıkan Sovyetler Birliği ile 2. Gruptan averajla ikinci çıkan Uruguay karşı karşıya gelecektir. Tüm zamanların en büyüğü Lev Yashin de sahaya çıkar ancak, 41 yaşındaki efsane artık yedek bankındadır. Aynı Yashin’inki gibi kariyerini tepeden tırnağa simsiyah kıyafetleri içerisinde geçiren ve sahaya da böyle çıkan isim ise Mazurka’dır. Sovyetler Birliği 1970 D. K.nın başaltı takımlarından birisidir ve maçın da favorisi olarak gösterilmektedir. Ancak, yakıcı Meksika güneşi altında Mazurkiewicz, 120 dakika boyunca Sovyetler’e geçit vermez ve tam herkes penaltı atışlarına hazırlanırken, Esparrago 116. dakikada maçın tek golünü atıverir. Yarı finalde ise Uruguay, ilk golü atmasına rağmen Brezilya fırtınası karşısında tutunamaz ve 3-1 mağlup olur. Üçüncülük maçında ise Batı Almanlar 4 yıl öncesinin rövanşını vermez ve Uruguay 1-0 yenilerek 4.lükle yetinmek zorunda kalır. Yine da Mazurka, 6 maçta sadece 4 gol yer ve turnuvanın “En İyi Kalecisi” seçilir. İşin ilginci Uruguay, bu altı maçta sadece 4 gol atabilmiştir ve biraz yukarıda bahsettiğim gibi bu, o minik ülkenin uluslararası arenadaki son hatırı sayılır başarısıdır. Uçuk mavi formalı bu ülke, Mazurkiewicz kaledeyken 1974 Dünya Kupası’na da katılır ama sonuç, 3 maçta yenilen 6 gol ve sadece Bulgaristan’a karşı alınan 1-1’lik beraberliğin kurtaramadığı grup sonunculuğudur. Daha sonraları futbol tarihçileri, Uruguay’ın özellikle grup lideri olan Hollanda ile ikinci İsveç’in hızlı futbolunun yanında demode bir oyun oynamaya çalıştığını yazarlar.
Bu arada Mazurkiewicz, Penarol’deki başarılı performansını sürdürmektedir. Takım 1967 ve 68 yıllarında Uruguay şampiyonu olurken Mazurka da 1967 yılındaki toplam 985 dakika (11 maç) boyunca gol yemeyerek bir rekor kırar. Diğer yandan Penarol, Libertadores Kupası’nda 1968 ve 69’da 3., 1970’de ise ikinci olur. Bu Ladislao’nun Penarol’dan 10 yıllık ayrılığının da başlangıcı olur. 1971-74 arasında önce Brezilya’nın Atletico Mineiro takımına gider ve burada kazanılan bir lig şampiyonluğunda büyük katkısı olur. Daha sonra 1974-75 sezonunu İspanya’nın Granada takımında geçirir ve 1975-1980 arasında Kolombiya’nın America de Cali takımında oynar. 1980 yılında Libertadores’te 4. olan takımda Mazurkiewicz oynamış mıdır bulamadım, ama bu tarihin hemen sonrasında Penarol’e döner ve 1981’de emekliye ayrılır. Ancak sonrasında da çeşitli antrenörlük ve danışmanlık görevlerini üstlenerek futboldan kopmaz.
Uzun ve yorucu bir yazının sonuna daha geldik ve bu defa yazıdan çıkış cümleleriyle uğraşmıyorum. Bir dahaki yazıda, kişisel torpilimle 20. yy’da dünyanın olmasa da Avrupa’nın en iyi 20 kalecisi içerisinde yer alan bir kaleciyi hatırlıyoruz. Çok fazla itiraz eden de olmaz sanırım: Toni Schumacher.