İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

31.08.2009

Şampiyonlar Ligi ve Beşiktaş

Şampiyonlar Ligi kuralarının çekilmesinden sonra gazetelerimiz Beşiktaş'ın rakiplerini değerlendirmişler ve genel kanı Manchester United dışındaki üç takımın eşit şanslara sahip olduğu, Beşiktaş'ın bu üç takım arasında bir adım öne çıktığı yolunda. Grubun mutlak favorisi Manchester United'ın menajeri Sir Alex Ferguson alışık olduğumuz açıklamasını yapmış ve ''Rakiplerimiz çok güçlü'' demiş. CSKA Moskova teknik direktörü Zico gerçekçi bir açıklama yaparak ''Man Utd dışındaki üç takımın da şansı %33'' demiş. Wolfsburg teknik direktörü Armin Veh de ''Şampiyonlar Ligi çok zor, diğer takımlar bizden daha tecrübeli'' demiş.

Beşiktaş'ın çok da kötü bir kur'a çekmediğini belirterek başlayayım. Beşiktaş bu gruptan çıkabilir mi? Elbette çıkabilir, çıkılmayacak bir grup değil ama maçları ciddi bir şekilde analiz ederek çok ciddi bir futbol oynamak lazım. Rakipleri analiz etmeden önce Beşiktaş'ı analiz edelim. Beşiktaş sezona hiç hazır değil. Teknik direktör Mustafa Denizli'nin ''Mahsus bizi kötülüyorlar.'' demesine bakmayın, Beşiktaş diğer iki takımın haricinde lige Bursaspor kadar bile hazır girmedi. Üst düzey futbolcu alacağız diye tutturduktan sonra Rodrigo Tabata'yı almak nedir? Tabata kötü bir futbolcudur demiyorum ama Şampiyonlar Ligi'nde iddialı olmak isteyen bir takım gidip Tabata'yı transfer etmez. Beşiktaş transfer sezonunu çok kötü geçirdi. Nihat-Ferrari-Fink 30'unu aşmış, Avrupa'da kendilerine kulüp bulamayan futbolcular; Avrupa başarısı arayan bir takım -tamam Nihat bir kenara- bu ikiliyi transfer etmez. Geçen sezonki Fabian Ernst gibi hamleler yapmaları gerekirdi.

Neyse, rakiplere bakalım. Bir kere, ''Man Utd Ronaldo'yu sattı, daha bişey olmaz.'' diyen insanları asla ama asla kaale almayalım. Bu iddiada bulunan kişilerin Charity Shield finalini izlemediğini ve Sir Alex Ferguson'u hiç tanımadığını varsayıyorum. Ronaldo'nun yerine transfer edilen Valencia'nın yanında Nani her an patlamaya hazır bir isim. Ayrıca, Giggs-Scholes gibi iki süper tecrübeli ismin bu takımda olduğunu unutmayalım. Park Ji-Sung da var, değil mi? Bir de bu takım ''ya Beşiktaş ya Galatasaray'' diyen Michael Owen'ı transfer etti. Kısacası, Manchester United'ın bu grupta zorlanmasını beklemek hayal olur.

Gelelim Beşiktaş'la çekişmesi beklenen diğer iki takıma...

Gruba ikinci torbadan giren CSKA Moskova son dört yılda Avrupa futbolunda önemli bir yer tuttu. 2005'te UEFA Kupası'nı kazanan CSKA Moskova, ertesinde iki yıl Rusya Ligi'ni kazandı ve UEFA'ya son 32'de veda etti. Geçen yıl UEFA'da son 16'ya kaldılar, Rusya Kupası'nı kazandılar ve Rusya Ligi'ni ikinci bitirdiler. Son dört yılda takımı çalıştıran Valeriy Gazzaev Dinamo Kiev'in başına geçti, bunun üzerine CSKA da daha önce Fenerbahçe'yi Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkaran Zico'yu takımın başına geçirdi. CSKA UEFA Şampiyonluğu'ndan beri kadrosunu pek değiştirmedi. Son olarak, Yuri Zhirkov Chelsea'ye gitti. Ivica Olic ve Jo da daha önce Avrupa futboluna yelken açmıştı. Takımın kaptanı genç kaleci Igor Akinfeev. Genç neslin tartışmasız en iyi kalecisi. Savunmada Berezutskiy ikizleri var. Orta alanda tecrübeli Evgeni Aldonin dışında iki yetenekli isim; Daniel Carvalho ve Milos Krasic var. Sol kanatta, en yeni transfer eski Liverpool'lu Mark Gonzalez var. İleride ise her yıl 'ha Türkiye'ye geldi ha gelecek' denen Vagner Love ve iki genç isim Çek Tomas Necid ile Nijer'li Ouwo Maazou var. CSKA için söyleyeceğimiz en önemli şeyler; Avrupa'da tecrübeli bir takım, büyük bir stadları ve iç saha maçlarında başarıları var, Zico gibi Avrupa futbolunda başarılı olmuş bir teknik direktöre sahipler ve hepsinden önemlisi beş yıldır takımın iskeletini koruyorlar.

Almanya Bundesliga'nın son şampiyonu Wolfsburg en önemli yıldızı teknik direktörü Felix Magath'ı kaybederek sezona başladı. Teknik direktörlüğe daha önce çalıştığı Stuttgart'ı şampiyon yapan ve daha sonra çıktığı Şampiyonlar Ligi'nde grup sonuncusu yapan Armin Veh'i getirdiler. Wolfsburg tarihinde hiçbir zaman Şampiyonlar Ligi'ne katılamadı, daha önce iki kez UEFA Kupası'nda mücadele ettiler. Bugünkü kadronun çoğunun mücadele ettiği geçen sezonki UEFA Kupası'nda son 32'ye kaldılar ve PSV'ye elendiler. Takım geçen sezonki kadrosunu korumayı başardı -ki en önemlisi Dzeko'yu Milan'a vermediler- ve üzerine Thomas Kahlenberg ve Obafemi Martins'i transfer ettiler. Wolfsburg'un niyetinin ilk turda Avrupa'ya veda etmemek olduğu görülüyor.

Beşiktaş'ın fikstürü kullanıma bağlı; çok iyi olabileceği gibi çok kötü de olabilir. İyi ihtimale göre; Beşiktaş İstanbul'da Liverpool'u yendiği gibi Man Utd'yi de yener, ikinci maçta da CSKA'ya deplasmanda kaybetmez ve sonra Wolfsburg'dan dört puan alır ve tur atlar. Kötü ihtimale göre ise ilk maçta Man Utd'ye kaybedilir. Moral bozukluğunun yanında ateşli Rus taraftarı da CSKA'nın kazanmasına neden olur. Almanya'da da kaybedilir ve tur şansı neredeyse sıfır olur.

Beşiktaş bu gruptan çıkabileceği gibi sonuncu da olabilir. Kuralardan sonra konuşan Kenan Öner ''Biz CSKA'dan güçlüyüz, Wolfsburg'la çekişiriz.'' demiş. Bir yöneticinin maçlar başlamadan böyle bir açıklama yapması çok talihsiz. Beşiktaş'tan zayıf olan CSKA kupasında bir UEFA Kupası barındırıyor ve o kupayı kazanan takımın en önemli oyuncuları da hala CSKA Moskova kadrosunda bulunuyor. Umarız Beşiktaş beklentilerimizi yanıltır ve Avrupa'da tarihinde ilk kez ciddi bir başarı sağlar.

14.08.2009

Deliliğe Övgü: Thomas Ravelli

Erasmus’un, dünya edebiyatına bıraktığı en güzel armağandır “Deliliğe Övgü” kitabı. Çocuklukta, yaşlılıkta, savaşlarda, bilimde, edebiyatta ve diğer örneklerle hayatın her alanında insana yaşama gücü veren şeyin delilik olduğunu anlatır. Ve kitaba göre gerçek bilgelik delilik, kendini bilge sanmak ise gerçek deliliktir. Belki de Erasmus’un bu kitabından sonradır ki delilik, geçmişe göre daha ciddiye alınmaya başlamış ve “delilikle, dahilik arasında ince bir çizgi olduğu”na kadar gelmişizdir…

Bilim ve spor, herhalde deliliğin en hoş görüldüğü iki alandan birisidir. Sporda ise “deli” nitelemesi herhalde en çok kaleciler için kullanılmıştır. Thomas Ravelli ise herhalde bu “deliliğin” en sevilesi hâli olarak karşımıza çıkar. Yoksa, ceza sahasındaki koğuşundan çıkıp, koca futbol sahasına; İsveç gibi futbolda çok da söz sahibi olmayan bir ülkeden çıkıp koca dünyaya nasıl damga vurabilirdi ki…

Felsefi bir giriş oldu sanırım. Ama şu an başka türlüsü aklıma gelmiyor. Zaten Ravelli’nin de sahadaki deliliğine inat bugün göğsünü gere gere kişisel gelişim konferansları vermesi de felsefik bir durum değil mi?

Erasmus’un kitabından tam 450 yıl ileri gidiyoruz. Bir yıl önce Pele’nin doğuşuna ev sahipliği yapan Dünya Kupası’nı düzenlemiş İsveç’in güneyinde, 2005 itibariyle 7.825 kişilik nüfusa sahip küçük Vimmerby kasabasındayız. Avusturya-İtalya kökenli Ravelli ailesi, 13 Ağustos 1959 günü bir yerine ikiz erkek çocuklarının sevincini yaşıyor (Thomas’ın ikiz kardeşine birazdan değineceğiz). Futbol kültürü çok ileri olmayan diğer ülkelerde yaşadığımız zorluk karşımıza çıkıyor ve Thomas Ravelli’nin çocukluğuna ve futbola ilk adım atışına ilişkin pek bir bilgi bulamıyoruz. Ailenin Vaxjö şehrine nasıl ve ne zaman taşındığını da bilmiyoruz. Ama Thomas ve ikiz kardeşi Andreas birer yıl (1979 ve 1978) arayla şehrin takımı Östers IF’de oynamaya başlıyorlar. Thomas, henüz ikinci sezonunda birinci kaleci pozisyonuna yükseliyor ve üst üste iki yıl (1980 ve 81) İsveç Ligi şampiyonluğu kazanıyor. Hele ikinci şampiyonluğa katkısı o kadar büyük ki, ülkede “yılın oyuncusu” seçiliyor ve milli takıma yükseliyor. 1981 yılının hemen başında Finlandiya’ya karşı oynadığı ve İsveç’in 2-1 kaybettiği maça çıkan Ravelli acaba 25 yıla ulaşacak kariyerinde milli formayı 142 defa daha giyeceğini hayal etmiş miydi.? Sanmıyorum. Zaten Ravelli’nin yarı-profesyonel bir klüp kariyeri vardır ve 1988 yılında, IFK Göteborg’a transfer olana kadar bugün 3 çocuklu olan ailesinin geçim kaynağı futboldan çok, elektrik kabloları pazarlamasından gelmiştir.

Göteborg 1982 ve 87 yıllarında UEFA kupasını kazansa da bir üst kademe olan Şampiyon Klüpler Kupası’na (ve sonrasında Şampiyonlar Ligi) katılabilmek için İsveç Ligi’nin sahip olduğu tek bileti en son 1984 yılında alabilmiştir. Mavi-beyazlı takım, 1988 yılında ezeli rakibi Malmö’nün üst üste 4. şampiyonluğu sonrasında kadrosunu güçlendirmeye karar vermiş ve milli takımın kalesini çoktan tekeline almış Ravelli’yi transfer etmiştir. Ravelli ve Göteborg, 1989 yılında şampiyonluğu bir kez daha Malmö’ye kaptırır ancak, sonrasında 1990’ların özellikle ilk yarısı kendilerinin olacaktır. Takım, Ravelli’nin son sezonu olan 1997’ye kadar –dördü üst üste- altı şampiyonluk kazanır ve 1992-93 yılında Şampiyonlar Ligi’nde, Barcelona, Manchester United ve Galatasaray’ın olduğu grubu lider bitirerek 2. tura ulaşır. ŞL’de bir İsveç takımının bugün için bile ulaştığı en yüksek nokta olan 2. turda Göteborg’un rakibi Bayern Münih’tir ve Alman takımı turu, İsveç’te 2-2 biten maçta attığı deplasman gollerinin avantajıyla geçebilir (ilk maç 0-0). Ravelli, son olarak 1997 sezonunda Göteborg’da oynadıktan sonra 1998 yılını ABD Major League Soccer takımlarından Tampa Bay Munity’de geçirir. 1999 yılında Göteborg’a dönen Ravelli, tek maç oynamadığı bir yıl yedek oturduktan sonra futbolu bırakır. Kaleci sonraki yıllarda, kariyerine ilişkin az sayıdaki pişmanlıklarından birisi olarak, Avrupa’nın önemli takımlarından gelen teklifleri geri çevirerek ülkesinde kalmasını gösterecektir. Bu teklifleri ailesine çok bağlı olması nedeniyle reddettiğini belirten Thomas, aslında futbolu asla ciddi bir iş olarak görmediğinin işaretlerini vermektedir. Profesyonelliğin nankör bir yapısı olduğunu savunan Ravelli, futbolcunun kariyerini bitirdikten sonra başka hiçbir şey bilmediği için zorlanmaması gerektiğine dikkat çekiyor. Nitekim bugün de Yönetim Kurulu Üyesi olduğu Göteborg’da en çok önem verdiği konulardan birisi, oyuncuların futbol sonrası hayatlarına ilişkin eğitim programları hazırlanması. Ama futbolu ciddi bir iş olarak görmemesi, futbolu ciddiye almadığını manasına gelmez; “Kendimden istediklerim, her zaman için başkalarının benden istediklerinden daha fazla olmuştur. Cuma akşamından itibaren o haftanın maçına o kadar konsantre olurdum ki Pazar günü artık gözüm başka bir şey görmez olurdu. Futbolu da bu nedenle bıraktım. Artık kaldıramıyordum”. Thomas, kariyerinin son yılını neden ABD’de geçirdiğine ilişkinse net bir sebep söyleyemez. Ama, hem kendisi hem de ailesi ABD’de rahatça sokağa çıkıp gezebilmekten memnun kalmıştır.

İster istemez, Ravelli’nin klüp kariyerini bitirdik ama bu yazı bitti manasına gelmiyor (zaten benden ne zaman kısa bir yazı okuyabildiniz ki.!) çünkü onu 20. yy’ın en iyileri arasına sokan maçlara daha çok milli takımla imza atmıştır. Yukarılarda ilk defa 1981 yılında milli olduğunu ve milli formayı toplam 143 defa giyerek İsveç’in rekortmeni, dünyanın da en üstteki isimlerinden birisi olduğunu anlattık. Aslında Ravelli, İsveç Milli Takımı’ndaki kariyerinin ilk yıllarında da uluslararası sahnelerden uzaktı çünkü İsveç 1980’lerde, inişli çıkışlı futbol tarihinde yeni bir dip yapmaktaydı. 1950’lerde dünyanın önemli takımlarından olan ülke, kendi düzenlediği 1958 Dünya Kupası’nda finale kadar ulaşmış, ancak sonrasında 1970’lere kadar inişe geçmiştir. İsveç, 1970, 1974 ve 1978 Dünya Kupaları’nda kendi çapında başarılı sonuçlar almış ve ardından yeni bir düşüş başlamıştır. Ravelli’nin, milli takımdaki ilk 10 yılı olan 1981-90 yılları arasında İsveç hiç bir Dünya Kupası ya da Avrupa Şampiyonası’na katılamamıştır. Oniki yıl aradan sonra gidilen ilk Dünya Kupası olan İtalya 90’da ise gruptaki 3 maçını da 2-1 kaybedilerek eve erken dönülmüştür. Ancak 4 yıl sonrası hiç de öyle olmayacaktır. İsveç bu arada, ev sahipliği yaptığı 1992 Avrupa Şampiyonası’nda yarı final oynamayı başarır –ki bu hâlen ülkenin bu turnuvada ulaştığı en yüksek derecedir.

ABD’deki Dünya Kupası, genellikle unutulmak istenen “futbol fakiri” bir turnuva olarak tarihte yerini almıştır. FIFA, saat farkları nedeniyle en büyük pazar olan Avrupa’da millet akşamları rahatça izleyebilsin diye maçları Amerikan yazının göbeğinde öğlen saatlerine koymuştur. Ayrıca, dünyanın bütün ekol ülkeleri en iyi dönemlerinden uzak günler geçirmektedir. İsveçliler ise Dahlin, Brolin, Larsson, Anderson gibi yetenekleriyle, Ravelli’ye göre “son 20 yılın en iyi takımına” sahiptir ve ilk turda favori Brezilya’ya kök söktürerek beraberlik kopardıkları maçtan itibaren dikkat çekmeye başlamışlardır. Ravelli, 1-1 biten maçta sambacıların birçok atağını önlemiş ve ülkesinin 1 galibiyet, 2 beraberlikle ikinci tura çıkmasında büyük pay sahibi olmuştur. İsveç, ikinci turda, S. Arabistan engelini 3-1 ile kolaylıkla geçer ve çeyrek finalde Hagi’nin Romanya’sının karşısına çıkar. Ravelli bu maçta kelimenin tam anlamıyla bir tarih yazar (aşağıda göreceksiniz).

Tarih 10 Temmuz, 1994. San Fransisco’nun Stanford stadında yerel saatle 12:30’da başlayan maçta İsveç ve Romanya her iki tarafın da canını dişine taktığı bir oyun oynamaktadır ama ikinci yarının son bölümüne kadar gol yoktur. 78’de Brolin’in golüne, bitime iki dakika kalan Radiciou cevap verir. Rumen forvet, uzatmalarda da golünü atar ancak 115. dakikada Kenneth Anderson takımına tekrar beraberliği getirir. 120 dakikadır güneşin altında kavrulmakta olan iki takım yenişemez ve penaltı atışlarına geçilir.

Ravelli’nin Göteborg’dan da takım arkadaşı olan Hakan Mild, daha ilk penaltıyı kaçırır. Sonrasında gelen 5 penaltı ise gol olmuş, 3-3’lük eşitliği Romanya lehine bozabilmek için Petrescu topun başına geçmiştir. Ancak Ravelli bir efsane yazmaya karar vermiştir ve penaltıyı kurtarır. İki takım 5. penaltıları da gole çevirince seri penaltılar 4-4 biter. Artık “ani ölüm” zamanıdır.

“Kimileri, en iyi performansını kendisi ve çevresi huzurlu ve sakinken ortaya koyar. Ben ise kariyerime baktığım zaman en iyi performanslarımı her zaman için baskının en üst noktaya çıktığında ortaya koyduğumu gördüm. Bir anlamda ‘baskıya bağımlı”ydım. Hata yapmaktan korkmuyor muydum, hem de deliler gibi.! Çünkü bir kaleci olarak hatanızın telafisi neredeyse hiçbir zaman yoktur. Ama onu kabul ederek başlayan bir süreçte bu korkuyla baş etmesini de öğrendim”.

Stanford Stadı’nda, Belodedici topu penaltı noktasına dikerken, stres seviyesi tam da Ravelli’nin istediği gibi en üst seviyedeydi. “Hiç gergin değildim ama Belodedici çok gerilmişti”. Rumen oyuncu topa yaklaşırken, Ravelli sağa ya da sola değil ama ileri geri sallandı. “Köşe seçtiğini göstermezsen, penaltıyı atan oyuncu daha da geriliyor”. Ve vuruş anı; Belodedici topu sağa yollamıştır ama tam direğin dibine değil. Doğru köşeyi seçmiş olan Ravelli topu sol eliyle rahatça çıkarır. Ve zafer anı....

1994 Dünya Kupası’na tekrar döneceğiz ama önce bir flash-forward (flash back’in tersi) yapıyoruz. Yıl 2001. Telefon ve internet yoluyla oy kullanan 100,000’e yakın İsveçli, ülkenin spor tarihinin en önemli anını seçmiştir. Teniste Björn Borg, kayakta Ingemar Stenmark, yüzmede Gunnar Larsson ve 1950’lerin efsane futbolcuları ve daha birçok ismi geride bırakan ise 1994’te kurtardığı bu penaltıyla Thomas Ravelli olmuştur. O gün 41 yaşındaki oyuncu, ödülünü kazanmış olmanın verdiği şaşkınlıkla ve gözyaşları içinde alır.

Tekrar ABD 94’e dönüyoruz. Romanya’yı saf dışı bırakan İsveç, yarı finalde bir kez daha Brezilya’nın karşısına çıkar. İsveç’i 1958 Dünya Kupası finalinde yenen Brezilya bu defa da Romario’nun 80. dakikada gelen akıl dolu vuruşuyla final biletini alır. İskandinavlar ise teselliyi, Bulgaristan’ı 4-0 yenip üçüncü olmakta bulur. Ravelli ise, Dünya Kupası’ndaki performansıyla 1994 yılında “dünyada yılın kalecisi” oylamasında Belçika’lı Preud’Homme’un ardından ikinci olur. İsveçli kaleci 1995 yılında ise bu sıralamada 3.’lüğü alacaktır. 1994 Dünya Kupası ayrıca, Ravelli’nin milli takımlar düzeyinde büyük bir turnuvada oynadığı son yıldır. İsveç, 1994 yılında FIFA sıralamasında ikinciliğe kadar yükseldikten sonra 1996 Avrupa Şampiyonası ve 1998 Dünya Kupası’nı kaçırır. Ravelli de 11 Ekim 1997’de, İsveç’in Estonya’yı 1-0 yendiği maçla birlikte milli takım kariyerini noktalar.

Yazıya başlarken, güya Ravelli’nin deliliğini övecektik ama sonrasında futbola daldık. Bunun iki sebebi var. Birincisi, lise ve üniversitedeyken kafayı basketbolla kırmış olduğum için, Ravelli’nin zirve yıllarında bırakın onu, doğru dürüst futbol bile izlemiyordum. E hâl böyle olunca onun saha içi deliliklerini kendim görmeden yazdığım zaman çok samimi olmazdı. İkinci ve daha önemli sebep ise, geçtiğimiz yıllarda severek takip ettiğim ve kapanmasına üzüldüğüm “f” dergisinin bir sayısında Ali Ece, Ravelli’ye ve deliliğine öyle bir güzelleme yazmıştı ki, benim yazabileceklerim en fazla onun kötü bir taklidi olabilirdi. Yazıyı bugün Ali Ece’nin blog sayfasında da bulabilirsiniz: http://aliece.blogspot.com/2008/06/kalecilik-bal-bana-bir-deliliktir.html

Ravelli madem bu kadar deliydi, bugün nasıl oluyor da takım elbisesiyle kişisel gelişimle ilgili konferanslar verebilen bir bilge olabiliyor: “Sahada yaptıklarımın hiç biri planlı değildi. İyi bir şey yapmış olmanın doğurduğu, tamamen anlık tepkiler veriyordum. Spontanlık, kendine güvenin bir göstergesidir. Kendinizden emin değilseniz duygularınızı gösteremezsiniz”. “Yaptığım işte eğlenmek, hayatımda en önemli şeylerden birisidir”. Futbolu bıraktıktan sonra neden TV’lerin yorumculuk teklifini kabul etmeden kendi hâlinde bir yaşamı seçmişti peki ?: “Yorumlayacağım oyuncuların çoğu, zamanında yan-yana ya da karşı-karşıya oynadığım isimlerdi ve onları eleştirme fikri bana çok garip geldi”.

Deli mi, bilge mi? Erasmus’a göre bilge. Peki Martin Dahlin’e göre: “Delinin teki. Soyunma odasına geldiğinizde iç çamaşırlarınızı delik deşik kesilmiş bulabilirdiniz”.


Listemizde giderek sona yaklaşıyoruz. Sadece 3 isim kaldı. Bir dahaki sefere, yolu bizim topraklardan geçmiş bir efsane olan Jean-Marie Pfaff’ı anlatalım efendim....

6.08.2009

Top 10 : Maradona’nın Veliahtları

Diego Armando Maradona ismi futbolla biraz ilgilenmiş hemen herkesin ezbere bildiği sözcük öbeklerinden biridir.1986’da Meksika Dünya Kupasıyla birlikte adını futbol tarihine altın harflerle yazdırmış,Napoli gibi sıradan bir takımı İtalya gibi en zor liglerden birinde en üste taşımış,gelmiş geçmiş en iyi futbolcular sıralamasında sürekli Pele ile birlikte zirvede yer almış,sahada kendisi dışında kalan 21 futbolcuyu çalımlayıp gol atabilme potansiyeline sahip bir isimden bahsediyoruz.Arjantin futbolu Maradona’nı futbolu bırakmasının ardından düştüğü boşluğu büyük yıldıza veliahtlar yaratmaya çalışarak doldurmaya çalıştı ama,bu yıldız adaylarının çoğu Diego isminin altında ezilmekten kurtulamadılar.Şimdilerde bir isim onu yakalamaya hatta geçmeye çok yaklaşmış görünse de adıyla değil hala yeni Maradona olarak anılıyor.Bu yazıda Maradona’nın yerine konmaya çalışılan oyunculardan bahsedeceğim ..



10 Diego Latorre

Arjantin futbolunun ilk “Yeni Maradona”sı Diego Latorre 1987 yılında Boca formasıyla çıktığı ilk maçta,ardından Milli takımla ilk golünü Brezilya’ya karşı kaydedince hemen ülkenin yeni futbol tanrısı ilan edildi.Başarılı performansı onu Fiorentina’ya kadar taşısa da bu noktadan sonra kariyeri sert bir düşüşe geçen Latorre İtalya’da çıktığı 2 maçın ardından seyyah gibi dolaşmaya başladı ve son olarak Guetemala liginde emekliye ayrıldı.İlk ve en kötü Maradona veliahtı olaraktarihin tozlu sayfalarında yerini almış durumda.

9 Andres D’alessandro

Bir pizzacıdan futbolculuğa transfer olan Andres ,River altyapsının Saviola birlikte piyasaya sürdüğü yıldızlardan biri.Arjantinde düzenlenen gençler şampiyonasında sergilediği performansla Yeni Maradonalar arasına adını yazdıran D’alessandro kulüp tarihini en büyük transfer bedellerinden biriyle Wolfsburg’a transfer oldu.Bundesliga tarihindeki 4000. Golü atmak onun kariyerinde ki en büyük başarı olarak görülüyor şimdilik.Diego isminin laneti onu da çabuk köreltti ve kariyeri tepetaklak düşmeye devam ediyor.







8 Pablo Aimar

1997 yılında ülkenin yetiştirdiği en iyi genç oyunculardan biri olarak River altyapısına dahil olan Pablo Aimar,2001 yılında Valencia’ya transfer olup orada harikalar yaratmaya başladığında,veliahtı olduğu Maradona’nın da övgü dolu sözlerine nail olmuş ve bizzat hazret tarafından veliaht ilan edilmişti.Palyaço lakaplı oyuncu milli takımda da iyi performanslar verse de hiçbir zaman bir takımı taşıyabilecek kadar sorumluluk alamadı ve hep bütün içinde ki performansıyla sivrilmeye çalıştı.2006’da henüz 27 yaşındayken kariyerinin düşüşe geçmesi ve Arjantin’den son dönemde çıkan yıldızların fazlalığı onunda Diego gölgesinden kurtulmasını engelledi.







7 Juan Sebastian Veron

Listede adı büyük ustayla en az anılan isimlerden biri olan Veron,gerek oynadığı mevki,gerek futbol stili ve anlayışı olarak,Maradona’dan oldukça ayrılıyor olmasına rağmen zamanında ona alternatif olabilecek yegane imsilerden biri olduğu için istemeyerekte olsa veliaht ilan edildi.Kariyeri başarılarla dolu olan Veron,’un tek eksiği milli takımla yakalayamadığı başarı.Belki de bu dünya kupası onun için son şans olacak.





6 Ariel Ortega

Ülkemizde ki futbol severlerinde yakından tanıdığı Ortega 1994 yılında Maradona’lı Arjantin Milli takımında yer almış bir isim.El Diego’nun ardından 10 numaralı Arjantin formasını sırtına geçiren “Küçük Eşşek” mükemmele yakın top sürme kabiliyetiyle her daim en fazla inanılan veliahtlardan biri olarak hafızalara kazındı.Amerika kıtası dışında bir türlü kendisinden bekleneni veremeyen Ortega alkolizminde etkisiyle istenilen seviyeye ulaşmayı başaramadı.El Diego’nun tahtını sarsma fırsatını kullanamayan isimlerden biri olarak futbolunun son demlerini yaşıyor.





5 Carlos Tevez

Boca’lı her genç yıldıza olduğu gibi Tevez’ede Yeni Maradona yakıştırılmalarının yapılması fazla uzun sürmedi.Apachi lakaplı Tevez aslında mevki olarak Maradona’dan çok farklı bir şekilde en uçta santrafor olarak görev yapıyor olması onu da veliahtlar arasında ayrı bir noktaya koyuyor.Kariyeri kupalarla dolu olan Tevez Arjantin Milli takımında olsa da yer aldığı dönemde takım arkadaşlarının gölgesinde kalmaktan kurtulabilmiş değil ve her daim 2.planda kalmaktan muzdarip bir oyuncu.



4 Javier Saviola

Cm severlerin her zaman favori oyuncularından biri olmuştur Javier Saviola.Tavşan Lakaplı genç yıldız,kıvraklığı çabukluğu dripling ve bitiriciliğiyle River’deki ilk senesinde çok önemli bir oyuncu olacağının sinyallerini vermişti.2001 yılında gençler şampiyonasında herkes onun Maradona gibi takıma önderlik etmesini bekliyordu.Beklenen oldu ve Saviola gençler şampiyonasında gösterdiği performansla sonunda Yeni Maradona beklentilerini karşılayan isim olmayı başardı.Ustasının izinden Barca yolunu tutan Saviola’nın kariyeri de Avrupa’da çöküşe geçti.Arjantin sınırları dışında başarılı olamayınca tahtı çabuk kaybetti.



3 Juan Roman Riquelme

Boca taraftarlarının gönlünde en az Maradona kadar büyük bir yere sahip olan Riquelme,son dönemlerde ustasıyla yaşadığı tartışmayla gündemde.El Diego’nun milli takımda ona yer vermemesi,Boca’daki ilahlığını bile tartışılır hale getirdi.Yıllar sonra Maradona’nın yuhalanmasına sebep olacak kadar çok sevilen bir oyuncudan bahsediyoruz.Boca’nın bir türlü dolduramadığı Maradona boşluğunu dolduran Riquelme’nin 10 numaralı forma dışında halefiyle pek ortak noktası olmasa da taraftarları heyecanlandıran , takıma bağlı ve liderlik özelliklerinin üst seviyede oluşu onun Diego ile kıyaslanmasına yetti de arttı.



2 Sergio Agüero

Maradona’nın gerçek veliahtı diyebileceğimiz bir isim varsa oda Agüero.Bunun sebebi ise futbolun çok dışında olan bir sebep.Genç yıldız Maradona’nın kızıyla evli ve Diego’nun torununun babası.Bununla birlikte yeşil sahalarda gösterdiği performansta onun kayınpederiyle kıyaslanma sebeplerinden biri.Genç yaşında rekor bir ücretle Indipendiente’den Atletico’ya geçen Agüero,Avrupa’da başarılı olabilen nadir veliahtlardan biri.Arjantin formasıyla da bir olimpiyat şampiyonluğu bulunan Kun’un ileride Maradona’nın tahtına oturmasının önündeki tek engel 1 numaradaki isim.



1 Lionel Messi

Arjantinliler artık Yeni Maradona’nın geldiğinden kesinlikle eminler.Henüz 22 yaşında Avrupa’da kazanılmadık başarı bırakmayan Arjantin Milli takımının yeni 10 numarası,Ustanın tahtını hızla sarsmaya devam ediyor.Maradona’nın efsane gollerine benzer attığı goller,fiziksel yapısı oyun anlayışı ile veliahtlar içinde en fazla sivrilen isim.Hatta Arjantin’le bir Dünya Kupası kazanabilirse artık Yeni Maradona devri kapanacak,yeni Messi devri açılacaktır.

5.08.2009

Manchester City Ne Yapmalı?

2008’in Eylül ayında Arap şeyh Mansour Bin Zayed tarafından satın alındıktan sonra yapmaya çalıştığı transferler ile sürekli gündemde olan ama tüm bu denemelerde başarısız olan Manchester City bu yaz da transferin en çok konuşulan takımlarından biri. John Terry’i almak için bütün bir yaz uğraştılar ve inanılmaz paralar teklif ettiler fakat transferi başaramadılar.

Kaka ve John Terry örneklerinden yola çıkarsak şunu diyebiliriz: Man City transferde öyle bir yol izliyor ki gerek kulüpler gerekse oyuncular üzerinde transferin olmaması için ciddi bir kamuoyu baskısı oluşuyor. Eski Türk filmlerinden örnek verirsek; transfer edilmek istenen oyuncu güzel kız, Man City zengin ama şımarık genç, oyuncunun kulübü Tarık Akan, kulübün taraftarları ve diğer sporseverler ise filmi izleyen duygusal Türk halkı oluyor. Sonuç itibariyle tüm futbol kamuoyunun istediği oluyor ve film mutlu sonla bitiyor: Oyuncu kulübünde kalıyor.

Bu zengin ve şımarık genç profili Manchester City’e ciddi anlamda bir itibar kaybettiriyor. Artı kulübün sahibinin bir Arap olması ve Arapların özellikle Hıristiyan ülkelerde hiç sevilmemesi de bu antipatiyi arttıran diğer etken.( Müslüman bir ülke olmamıza rağmen bizde de ciddi bir Arap antipatisi vardır)

Oysa Manchester City’nin izlemesi gereken yol belli. Önünde de güzel bir örnek var: Chelsea Abramovic tarafından satın alındığı zaman ilk başta Dünya’nın büyük yıldızlarını kadrosuna dahil edememişti . Kaldı ki Chelsea o zaman da Man City’e oranla çok daha önemli bir geçmişe ve konuma sahipti.  Fakat örneğin almayı çok istedikleri Gerrard’ı alamadılar. Robben,  Drogba,  Carvalho,  Essien gibi ismini duyurmuş ama henüz Dünya çapında yıldız olmamış isimlerle başarılı oldular. Ne zaman ki başarılı oldular, takıma çok faydası olmasa da Ballack, Shevchenko gibi isimleri kadrolarına katabildiler. Tabii tüm bunları yaparken başlarında Jose Mourinho vardı. Önce menajeri doğru seçtiler sonrasında bu menajerin yaptığı doğru hamlelerle başarıyla ulaştılar.

Manchester City’nin şu anki durumu 2003’deki Chelsea’nin de gerisinde . Man City gidip de Kaka’yı getiremez, daha az para veren Real Madrid getirir. Man City öncelikli olarak takımı doğru menajere teslim etmeli.(o isim Mark Hughes mıdır bilemem)  Yapılacak doğru transferler ile Premier Lig şampiyonu olamasa bile 2-3 sene üst üste Şampiyonlar Ligi’ne kalmalı, orda başarılar elde etmeli. İşte o zaman Dünya’nın büyük yıldızlarına daha ciddi yaklaşabilirler. Bu şekilde devam ederlerse bir çok ikinci sınıf futbolcuya ederinden fazla paralar ödeyerek kısa zamanda düşüşe geçerler.

2.08.2009

Top Yuvarlaktır Ama Parası Olan Kazanır …

Tarih 1997.İngiltere’nin en büyük mağaza zincirlerinden birinin sahibi Mohammed El Fayed,tarihinin en kötü günlerini yaşayan Londra’nın Siyah- Beyazlı klübünü satın aldığını ve klübü 5 senede Premier Lige çıkarmak istediğini açıklamıştı.5 senede bunu başarabilmek için iyi oyunculara, menajere ve yöneticilere,doğal olarak bu maliyetleri karşılayabilmek içinde bolca para harcamaya ihtiyacı vardı.Bu hareketinin sonrasında günümüzde artık iyice moda haline gelmiş bir akım başlattığının farkında değildi büyük ihtimalle sadece kendini mutlu etmek isteyen zengin bir futbolseverdi sadece.

11 senelik periyotta İngiltere’de çok şeyler değişti.Bugün İngiltere’de Aston Villa,Portsmouth,Man Utd,Chelsea,Liverpool ve tabiki son örnek Man City gibi pek çok klüp yabancı sermaye tarafından satın alınmış durumda.Bu klüpleri satın almak için milyar dolarlarını bağlayan bu kadar insanın ortak düşüncesi,dünyanın en yaygın sporunun,futbolun popülaritesinden çıkar sağlamak olduğu açık.

Bu örnekler içerisinde ikisi diğerlerinden oldukça ayrılıyor.Sizinde tahmin edebileceğiniz gibi onlar Chelsea ve Manchester City,bu değişimden en fazla etkilenen takımlar oldu.2007 yılında öncelikli hedefi Liverpool’u almak olan eski Tayland Devlet Başkanı Thaksin Shinawatra tarafından satın alınan Man City’de uzun bir aradan sonra yüksek hedefler belirlendi ve bu amaç doğrultusunda klüpte yapılan ilk iş,Avrupa’nın en kariyerli teknik direktörlerinden Sven Goran Ericsson’u takımın başına getirmek oldu.Bu süreç içerisinde Petrov,Bojinov,Elano,Kompany,Gelson gibi pek çok yetenekli ismi kadrosuna katan City’de , para etkisini çabuk gösterdi.Mükemmel ilk yarı performansının ardından 19 maçlık periyodu lider tamalayan Ciy,2.yarıda performansını yeni bir takım olmasnınında etkisiyle kaybetti ve beklenen başarı sezon sonunda gelmeyince Shinawatra ilk ve tek hatasını taraftarın sevgilisi Ericsson’u kovarak yaptı.Klübü 16 senelik Premier League tarihinde en üst derecesine ve aynı zamanda yıllar sonra Avrupa’ya taşıyan menajerlernini gönderilme şekli City taraftarlarını oldukça huzursuz etti.Bu olayın ardından inanılmaz yoğunlaşan taraftar baskısı ve ailevi sebeplerle City’i devretmeye karar veren Taylandlı klübü satışa çıkarttığını açıkladı. Uzun süredir Premier League klüpleri ile ilgilenen ve bu pazara el atmak isteyen Arap sermayesi fırsatı kaçırmadı ve Abu Dhabi grup henüz açıklanmayan bir bedelle Shinawatra’nın hisselerini devraldı.

Dünyada şu anda bu kadar büyük bir likiditeye sahip ender Şirketlerden olan Abu Dhabi Group,büyük açıklamalar ve beklentilerle İngiltere’ye adımını attı. City’i,Avrupa’nın en büyük klübü haline getireceklerini iddaa eden çılgın Araplar’ın transfer borsasına girişide aynı derecede şaşalı oldu.Drogba,Santa Cruz,Alex,Kolo Toure,Buffon,Casillas,Villa,Kaka,Tevez ve Diego gibi pek çok yıldız futbolcuya teklif götürdüler.Alabildikleri tek oyuncu ise Real Madrid’den 30 m pound karşılığı kadroya katılan Robinho oldu. City'nin yeni yönetiminin Robinho ile yetinmeyeceğinin herkes farkındaydı... Sezona yapılan kötü başlangıcı kadro yetersizliğine bağlayan Araplar Ocak ayınada fırtına gibi girmekten çekinmediler. Beklenen teklif bir başka Brezilyalı Kaka için Milan'a geldi.

Rakam inanılmazdı, 100 milyon Euro'dan başlayan teklif, "Kaka, Milan'da yaşlanmak istiyor" haberinden sonra 120 milyon euro sınırına dayanmıştı bile.Yıllardır kendine özgü kuralları bulunan belirli bir düzen içerisinde işleyen futbol ekonomisi ve transfer borsasında, futbol dışında kazanılan paranın bu ekonomiye girişiyle, mevcut şartların değişmesi kaçınılmaz bir hale geldi.

Olayın taraflarından Kaka’nın 7 sülalesini hatta bir Afrika ülkesini 1 sene açlıktan kurtaracak bu parayı reddetmesinin altında yatan sebep, Milan’a ve Milano’ya olan aşkımı yoksa kariyerini Kupalar kazanması muhtemel bir takımda devam ettirmesi mi?Peki Milan gibi bu parayla yaşlanan kadrosunu baştan aşağıya yenileyebilecek bir klübün bu transferden vazgeçmesinin sebebi,patron Berlusconi’nin oluşan ortamdan siyasi çıkar sağlamasımıydı?

Her sene farklı istatistik ve finans kurumları tarafından yapılan en zengin klüpler listesinde 2006 yılında toplam 90.1 milyon Euro geliri bulunan Manchester City,dünyada 17. sırada yer alıyordu. Fakat Arap sermayesinin işin içine girmesiyle City bu bütçesinin 30 m pound üstündeki bir miktarı bir futbolcuya ayırabilir hale gelmesi çok enteresan bir durum.Bu hamle ile Uefa’nın yıllardır,uğraştığı gelir gider dengeleme sistemi,futbol klüplerinin ekonomisini düzeltme,batan klüpleri kurtarma ve klüpleri arası denklik operasyonu da büyük darbe almış durumda.Dünya futbolu tabiî ki Araplar’ın umurunda değil.Onlar bir an önce Kupaları kazanmak ve buradan tanınırlık oranlarını dünya çapında arttırarak koyduklarının fazlasını almanın peşindeler.Herkes Kaka kadar karakterli(yada ne olduğuna siz karar verin) olamayacağından ötürü,2-3 sene içerisinde City iyi bir menajerle futbolun zirvesine kurulabilir.Buda bir kez daha paranın futbolu evine puansız göndermesi anlamına gelecektir.

Bu transferin gerçekleşmemesinin altında ki sebep ne olursa olsun,dünya futbolunun bir süre daha nefes almasını ve bazı şeylerin sadece para ile elde edilemeyeceğini göstermesi açısından önemli.Kendi liglerini yaratmaya çalışan Milyarderlere her ne sebeple olursa olsun dur denmediği taktirde futbol dinamiklerinin,yakın zamanda F1’in yaşadığı gibi bir krize sebep olacağı ortada.Biraz daha dayan futbol,Man City bu kadar kötü oynamaya devam ederse Araplar sıkılıp başka hobiler deneyebilirler.