Erasmus’un, dünya edebiyatına bıraktığı en güzel armağandır “Deliliğe Övgü” kitabı. Çocuklukta, yaşlılıkta, savaşlarda, bilimde, edebiyatta ve diğer örneklerle hayatın her alanında insana yaşama gücü veren şeyin delilik olduğunu anlatır. Ve kitaba göre gerçek bilgelik delilik, kendini bilge sanmak ise gerçek deliliktir. Belki de Erasmus’un bu kitabından sonradır ki delilik, geçmişe göre daha ciddiye alınmaya başlamış ve “delilikle, dahilik arasında ince bir çizgi olduğu”na kadar gelmişizdir…
Bilim ve spor, herhalde deliliğin en hoş görüldüğü iki alandan birisidir. Sporda ise “deli” nitelemesi herhalde en çok kaleciler için kullanılmıştır. Thomas Ravelli ise herhalde bu “deliliğin” en sevilesi hâli olarak karşımıza çıkar. Yoksa, ceza sahasındaki koğuşundan çıkıp, koca futbol sahasına; İsveç gibi futbolda çok da söz sahibi olmayan bir ülkeden çıkıp koca dünyaya nasıl damga vurabilirdi ki…
Felsefi bir giriş oldu sanırım. Ama şu an başka türlüsü aklıma gelmiyor. Zaten Ravelli’nin de sahadaki deliliğine inat bugün göğsünü gere gere kişisel gelişim konferansları vermesi de felsefik bir durum değil mi?
Erasmus’un kitabından tam 450 yıl ileri gidiyoruz. Bir yıl önce Pele’nin doğuşuna ev sahipliği yapan Dünya Kupası’nı düzenlemiş İsveç’in güneyinde, 2005 itibariyle 7.825 kişilik nüfusa sahip küçük Vimmerby kasabasındayız. Avusturya-İtalya kökenli Ravelli ailesi, 13 Ağustos 1959 günü bir yerine ikiz erkek çocuklarının sevincini yaşıyor (Thomas’ın ikiz kardeşine birazdan değineceğiz). Futbol kültürü çok ileri olmayan diğer ülkelerde yaşadığımız zorluk karşımıza çıkıyor ve Thomas Ravelli’nin çocukluğuna ve futbola ilk adım atışına ilişkin pek bir bilgi bulamıyoruz. Ailenin Vaxjö şehrine nasıl ve ne zaman taşındığını da bilmiyoruz. Ama Thomas ve ikiz kardeşi Andreas birer yıl (1979 ve 1978) arayla şehrin takımı Östers IF’de oynamaya başlıyorlar. Thomas, henüz ikinci sezonunda birinci kaleci pozisyonuna yükseliyor ve üst üste iki yıl (1980 ve 81) İsveç Ligi şampiyonluğu kazanıyor. Hele ikinci şampiyonluğa katkısı o kadar büyük ki, ülkede “yılın oyuncusu” seçiliyor ve milli takıma yükseliyor. 1981 yılının hemen başında Finlandiya’ya karşı oynadığı ve İsveç’in 2-1 kaybettiği maça çıkan Ravelli acaba 25 yıla ulaşacak kariyerinde milli formayı 142 defa daha giyeceğini hayal etmiş miydi.? Sanmıyorum. Zaten Ravelli’nin yarı-profesyonel bir klüp kariyeri vardır ve 1988 yılında, IFK Göteborg’a transfer olana kadar bugün 3 çocuklu olan ailesinin geçim kaynağı futboldan çok, elektrik kabloları pazarlamasından gelmiştir.
Göteborg 1982 ve 87 yıllarında UEFA kupasını kazansa da bir üst kademe olan Şampiyon Klüpler Kupası’na (ve sonrasında Şampiyonlar Ligi) katılabilmek için İsveç Ligi’nin sahip olduğu tek bileti en son 1984 yılında alabilmiştir. Mavi-beyazlı takım, 1988 yılında ezeli rakibi Malmö’nün üst üste 4. şampiyonluğu sonrasında kadrosunu güçlendirmeye karar vermiş ve milli takımın kalesini çoktan tekeline almış Ravelli’yi transfer etmiştir. Ravelli ve Göteborg, 1989 yılında şampiyonluğu bir kez daha Malmö’ye kaptırır ancak, sonrasında 1990’ların özellikle ilk yarısı kendilerinin olacaktır. Takım, Ravelli’nin son sezonu olan 1997’ye kadar –dördü üst üste- altı şampiyonluk kazanır ve 1992-93 yılında Şampiyonlar Ligi’nde, Barcelona, Manchester United ve Galatasaray’ın olduğu grubu lider bitirerek 2. tura ulaşır. ŞL’de bir İsveç takımının bugün için bile ulaştığı en yüksek nokta olan 2. turda Göteborg’un rakibi Bayern Münih’tir ve Alman takımı turu, İsveç’te 2-2 biten maçta attığı deplasman gollerinin avantajıyla geçebilir (ilk maç 0-0). Ravelli, son olarak 1997 sezonunda Göteborg’da oynadıktan sonra 1998 yılını ABD Major League Soccer takımlarından Tampa Bay Munity’de geçirir. 1999 yılında Göteborg’a dönen Ravelli, tek maç oynamadığı bir yıl yedek oturduktan sonra futbolu bırakır. Kaleci sonraki yıllarda, kariyerine ilişkin az sayıdaki pişmanlıklarından birisi olarak, Avrupa’nın önemli takımlarından gelen teklifleri geri çevirerek ülkesinde kalmasını gösterecektir. Bu teklifleri ailesine çok bağlı olması nedeniyle reddettiğini belirten Thomas, aslında futbolu asla ciddi bir iş olarak görmediğinin işaretlerini vermektedir. Profesyonelliğin nankör bir yapısı olduğunu savunan Ravelli, futbolcunun kariyerini bitirdikten sonra başka hiçbir şey bilmediği için zorlanmaması gerektiğine dikkat çekiyor. Nitekim bugün de Yönetim Kurulu Üyesi olduğu Göteborg’da en çok önem verdiği konulardan birisi, oyuncuların futbol sonrası hayatlarına ilişkin eğitim programları hazırlanması. Ama futbolu ciddi bir iş olarak görmemesi, futbolu ciddiye almadığını manasına gelmez; “Kendimden istediklerim, her zaman için başkalarının benden istediklerinden daha fazla olmuştur. Cuma akşamından itibaren o haftanın maçına o kadar konsantre olurdum ki Pazar günü artık gözüm başka bir şey görmez olurdu. Futbolu da bu nedenle bıraktım. Artık kaldıramıyordum”. Thomas, kariyerinin son yılını neden ABD’de geçirdiğine ilişkinse net bir sebep söyleyemez. Ama, hem kendisi hem de ailesi ABD’de rahatça sokağa çıkıp gezebilmekten memnun kalmıştır.
İster istemez, Ravelli’nin klüp kariyerini bitirdik ama bu yazı bitti manasına gelmiyor (zaten benden ne zaman kısa bir yazı okuyabildiniz ki.!) çünkü onu 20. yy’ın en iyileri arasına sokan maçlara daha çok milli takımla imza atmıştır. Yukarılarda ilk defa 1981 yılında milli olduğunu ve milli formayı toplam 143 defa giyerek İsveç’in rekortmeni, dünyanın da en üstteki isimlerinden birisi olduğunu anlattık. Aslında Ravelli, İsveç Milli Takımı’ndaki kariyerinin ilk yıllarında da uluslararası sahnelerden uzaktı çünkü İsveç 1980’lerde, inişli çıkışlı futbol tarihinde yeni bir dip yapmaktaydı. 1950’lerde dünyanın önemli takımlarından olan ülke, kendi düzenlediği 1958 Dünya Kupası’nda finale kadar ulaşmış, ancak sonrasında 1970’lere kadar inişe geçmiştir. İsveç, 1970, 1974 ve 1978 Dünya Kupaları’nda kendi çapında başarılı sonuçlar almış ve ardından yeni bir düşüş başlamıştır. Ravelli’nin, milli takımdaki ilk 10 yılı olan 1981-90 yılları arasında İsveç hiç bir Dünya Kupası ya da Avrupa Şampiyonası’na katılamamıştır. Oniki yıl aradan sonra gidilen ilk Dünya Kupası olan İtalya 90’da ise gruptaki 3 maçını da 2-1 kaybedilerek eve erken dönülmüştür. Ancak 4 yıl sonrası hiç de öyle olmayacaktır. İsveç bu arada, ev sahipliği yaptığı 1992 Avrupa Şampiyonası’nda yarı final oynamayı başarır –ki bu hâlen ülkenin bu turnuvada ulaştığı en yüksek derecedir.
ABD’deki Dünya Kupası, genellikle unutulmak istenen “futbol fakiri” bir turnuva olarak tarihte yerini almıştır. FIFA, saat farkları nedeniyle en büyük pazar olan Avrupa’da millet akşamları rahatça izleyebilsin diye maçları Amerikan yazının göbeğinde öğlen saatlerine koymuştur. Ayrıca, dünyanın bütün ekol ülkeleri en iyi dönemlerinden uzak günler geçirmektedir. İsveçliler ise Dahlin, Brolin, Larsson, Anderson gibi yetenekleriyle, Ravelli’ye göre “son 20 yılın en iyi takımına” sahiptir ve ilk turda favori Brezilya’ya kök söktürerek beraberlik kopardıkları maçtan itibaren dikkat çekmeye başlamışlardır. Ravelli, 1-1 biten maçta sambacıların birçok atağını önlemiş ve ülkesinin 1 galibiyet, 2 beraberlikle ikinci tura çıkmasında büyük pay sahibi olmuştur. İsveç, ikinci turda, S. Arabistan engelini 3-1 ile kolaylıkla geçer ve çeyrek finalde Hagi’nin Romanya’sının karşısına çıkar. Ravelli bu maçta kelimenin tam anlamıyla bir tarih yazar (aşağıda göreceksiniz).
Tarih 10 Temmuz, 1994. San Fransisco’nun Stanford stadında yerel saatle 12:30’da başlayan maçta İsveç ve Romanya her iki tarafın da canını dişine taktığı bir oyun oynamaktadır ama ikinci yarının son bölümüne kadar gol yoktur. 78’de Brolin’in golüne, bitime iki dakika kalan Radiciou cevap verir. Rumen forvet, uzatmalarda da golünü atar ancak 115. dakikada Kenneth Anderson takımına tekrar beraberliği getirir. 120 dakikadır güneşin altında kavrulmakta olan iki takım yenişemez ve penaltı atışlarına geçilir.
Ravelli’nin Göteborg’dan da takım arkadaşı olan Hakan Mild, daha ilk penaltıyı kaçırır. Sonrasında gelen 5 penaltı ise gol olmuş, 3-3’lük eşitliği Romanya lehine bozabilmek için Petrescu topun başına geçmiştir. Ancak Ravelli bir efsane yazmaya karar vermiştir ve penaltıyı kurtarır. İki takım 5. penaltıları da gole çevirince seri penaltılar 4-4 biter. Artık “ani ölüm” zamanıdır.
“Kimileri, en iyi performansını kendisi ve çevresi huzurlu ve sakinken ortaya koyar. Ben ise kariyerime baktığım zaman en iyi performanslarımı her zaman için baskının en üst noktaya çıktığında ortaya koyduğumu gördüm. Bir anlamda ‘baskıya bağımlı”ydım. Hata yapmaktan korkmuyor muydum, hem de deliler gibi.! Çünkü bir kaleci olarak hatanızın telafisi neredeyse hiçbir zaman yoktur. Ama onu kabul ederek başlayan bir süreçte bu korkuyla baş etmesini de öğrendim”.
Stanford Stadı’nda, Belodedici topu penaltı noktasına dikerken, stres seviyesi tam da Ravelli’nin istediği gibi en üst seviyedeydi. “Hiç gergin değildim ama Belodedici çok gerilmişti”. Rumen oyuncu topa yaklaşırken, Ravelli sağa ya da sola değil ama ileri geri sallandı. “Köşe seçtiğini göstermezsen, penaltıyı atan oyuncu daha da geriliyor”. Ve vuruş anı; Belodedici topu sağa yollamıştır ama tam direğin dibine değil. Doğru köşeyi seçmiş olan Ravelli topu sol eliyle rahatça çıkarır. Ve zafer anı....
1994 Dünya Kupası’na tekrar döneceğiz ama önce bir flash-forward (flash back’in tersi) yapıyoruz. Yıl 2001. Telefon ve internet yoluyla oy kullanan 100,000’e yakın İsveçli, ülkenin spor tarihinin en önemli anını seçmiştir. Teniste Björn Borg, kayakta Ingemar Stenmark, yüzmede Gunnar Larsson ve 1950’lerin efsane futbolcuları ve daha birçok ismi geride bırakan ise 1994’te kurtardığı bu penaltıyla Thomas Ravelli olmuştur. O gün 41 yaşındaki oyuncu, ödülünü kazanmış olmanın verdiği şaşkınlıkla ve gözyaşları içinde alır.
Tekrar ABD 94’e dönüyoruz. Romanya’yı saf dışı bırakan İsveç, yarı finalde bir kez daha Brezilya’nın karşısına çıkar. İsveç’i 1958 Dünya Kupası finalinde yenen Brezilya bu defa da Romario’nun 80. dakikada gelen akıl dolu vuruşuyla final biletini alır. İskandinavlar ise teselliyi, Bulgaristan’ı 4-0 yenip üçüncü olmakta bulur. Ravelli ise, Dünya Kupası’ndaki performansıyla 1994 yılında “dünyada yılın kalecisi” oylamasında Belçika’lı Preud’Homme’un ardından ikinci olur. İsveçli kaleci 1995 yılında ise bu sıralamada 3.’lüğü alacaktır. 1994 Dünya Kupası ayrıca, Ravelli’nin milli takımlar düzeyinde büyük bir turnuvada oynadığı son yıldır. İsveç, 1994 yılında FIFA sıralamasında ikinciliğe kadar yükseldikten sonra 1996 Avrupa Şampiyonası ve 1998 Dünya Kupası’nı kaçırır. Ravelli de 11 Ekim 1997’de, İsveç’in Estonya’yı 1-0 yendiği maçla birlikte milli takım kariyerini noktalar.
Yazıya başlarken, güya Ravelli’nin deliliğini övecektik ama sonrasında futbola daldık. Bunun iki sebebi var. Birincisi, lise ve üniversitedeyken kafayı basketbolla kırmış olduğum için, Ravelli’nin zirve yıllarında bırakın onu, doğru dürüst futbol bile izlemiyordum. E hâl böyle olunca onun saha içi deliliklerini kendim görmeden yazdığım zaman çok samimi olmazdı. İkinci ve daha önemli sebep ise, geçtiğimiz yıllarda severek takip ettiğim ve kapanmasına üzüldüğüm “f” dergisinin bir sayısında Ali Ece, Ravelli’ye ve deliliğine öyle bir güzelleme yazmıştı ki, benim yazabileceklerim en fazla onun kötü bir taklidi olabilirdi. Yazıyı bugün Ali Ece’nin blog sayfasında da bulabilirsiniz:
http://aliece.blogspot.com/2008/06/kalecilik-bal-bana-bir-deliliktir.htmlRavelli madem bu kadar deliydi, bugün nasıl oluyor da takım elbisesiyle kişisel gelişimle ilgili konferanslar verebilen bir bilge olabiliyor: “Sahada yaptıklarımın hiç biri planlı değildi. İyi bir şey yapmış olmanın doğurduğu, tamamen anlık tepkiler veriyordum. Spontanlık, kendine güvenin bir göstergesidir. Kendinizden emin değilseniz duygularınızı gösteremezsiniz”. “Yaptığım işte eğlenmek, hayatımda en önemli şeylerden birisidir”. Futbolu bıraktıktan sonra neden TV’lerin yorumculuk teklifini kabul etmeden kendi hâlinde bir yaşamı seçmişti peki ?: “Yorumlayacağım oyuncuların çoğu, zamanında yan-yana ya da karşı-karşıya oynadığım isimlerdi ve onları eleştirme fikri bana çok garip geldi”.
Deli mi, bilge mi? Erasmus’a göre bilge. Peki Martin Dahlin’e göre: “Delinin teki. Soyunma odasına geldiğinizde iç çamaşırlarınızı delik deşik kesilmiş bulabilirdiniz”.
Listemizde giderek sona yaklaşıyoruz. Sadece 3 isim kaldı. Bir dahaki sefere, yolu bizim topraklardan geçmiş bir efsane olan Jean-Marie Pfaff’ı anlatalım efendim....