4 saatlik uçuşun ardından neredeyse yarım saattir uçağın
için havalimanında ilerliyoruz. Bir an için uçakla acaba şehir merkezine kadar
gidecek miyiz diye düşünüyorum. Gittikçe husursuzluğum artıyor. Zira
yılbaşındaki İtalya programının aksine bu sefer birçok aktivite bizi bekliyor
bu dört günlük Madrid tatilinde.
Biraz da Barcelona’nın deniz kenarı hayatını övmek için
niyeyse memlekette lüzumsuz bir benzetme vardır: “Madrid, Ankara’ya çok benizyor.” Ülkenin merkezinde birer başkent olmaları
dışında açıkçası ben pek bir benzerlik göremedim. Çok Ankara uzmanı sayılmam
ama bizim başkentte şu yandaki gibi Yunan sütunları ile bezeli, heykellerle
süslü bir Tarım Bakanlığı bildiğim kadarıyla yok. Gerçi hakkını yemiyelim bizim
başkentte de Transformers ve dinazor heykelleri var. Çok daha fütüristikler.
Passeo del Prado’ya yakın bir otelde kalıyoruz. Burası
Madrid’deki her yere yakın. İlk önce yönümüzü saraya doğru çeviriyoruz. Yol
üzerinde iki önemli meydan var. Puerto del Sol ve Plaza Mayor. İkincisi,
engizisyon mahkemesinin verdiği idam kararlarının uygulandığı tarihi bir öneme
sahip. Meydanın hemen çıkışında San Miguel pazarı bizi bekliyor. İşte burası
meşhur İspanyol tapaslarının tadına bakabileceğiniz yer. Şöyle bir turladıktan sonra açıkçası gözüm
dönüyor. Bir büfe peynirlere odaklanmışken, diğerinde deniz ürünleri, hemen
yanında etçi, sonra tatlıcı diye diye saymakla bitmiyor. Her bir tapas 2-3 avro
olunca ucuzmuş gibi görünüyor ama onu da deneyeceğim, bunun da tadına bakayım
derken iki kişi 40 avro bırakıp çıkıyoruz marketten. Ancak o kadar fazla
yemişiz ki akşam yemek yemeye ihtiyaç bile duymadık.
Buradan saraya geçiyoruz. 1931’de iç savaş sonrası Franco
dönemi başlayana kadar krallar burada yaşıyorlarmış. Günümüzde sadece müze
olarak kullanılıyor. Madrid’in tarihini tamamladıktan sonra bu defa ters tarafa
sanata yöneliyoruz. Madrid’deki üç sanat müzesi işin uzmanları tarafından
oldukça önemli kabul ediliyor. Biz yönümüzü akşam 18’den sonra ücretsiz olan
Prado müzesine çeviriyoruz. Girişte çok vakti olmayanlar için güzel bir
uygulama yapmışlar, bir saatiniz varsa hangi eserleri, iki saatiniz varsa hangi
eserleri görmeniz gerektiği konusunda bir broşür veriyorlar. Ama açıkçası ne
Eda ne de ben resimden anlamıyoruz. Bana göre yapılan iki tane resim türü var:
Birincisi, fotoğraf makinesi olmadığı için, “ya
abi bi resmi mi çiz de torunlara yadigar kalsın” mantığıyla yaptırılan
portreler; ikincisi “lan bu kilisede iyi
para var, iki Hz. İsa, Hz. Meryem resmi yapayım da yolumu bulayım” kafasındaki opportunist dini temalı resimler.
Açıkçası bize resimleri açıklayacak bir rehbere ihtiyacımız var ama twitter
çağında bir resmi 10 dakika anlatan audioguidelara da tahammülümüz yok. O
yüzden şöyle kabaca resimlere bakıp turumuzu tamamlıyoruz.
Günümüzde artık geziler; müze, saray görmekten ziyade bir
deneyim sunmayı amaçlıyor. Zaten esas anlatılacak şeyler de bu deneyimler.
Yukarıda anlattığım tapas deneyimi gibi. Bu konuda bizim gelmeden önce
planladığımız iki tane deneyimimiz var. Öncelikle Cuma akşamı bir flamenko
gösterisine gidiyoruz. İki abi gitar
çalıyor, Kibariye kılıklı bir teyze bir ağıt yakıyor, bir erkekle bir kadın da
gömlekleri terden sırılsıklam oluncaya kadar ayaklarını taka tuka vura vura
dans ediyorlar. Açıkçası erkek dansçı bana çamaşır yıkama dansı yapan Adnan
Şenses’i hatırlatıyor. Adamların payına flamenko düşmüş, bizimkisine ise
arabesk. Şans işte. Onlar “ole, ole” naraları eşliğinde dans
ederlerken biz de masalarımızda Sangria yudumluyoruz.
Geçen yılın Şampiyonlar Ligi finalini oynamış iki takımın şehrine
gelmişken futbol maçına gitmemezlik edeceğimi düşünmüyordunuz sanırım. Şehrin
eflatun beyazlıları haftayı deplasmanda geçirirken, bizim de payımıza Atletico
- Elche maçı düştü. Metro çıkışında
kırmızı beyaz formalıları takip ederek Vicente Calderon’u buluyoruz. Altından
otoban geçen 50 yıllık bu stadı Atletico 2016’da terkedecek. Bunu da hesaba
katarsak ileride tekrarlayamacağımız bir deneyim yaşıyoruz. Tam santra
çizgisinin hizasında oturuyoruz. Bulunduğumuz yerin lugatımızdaki karşılığı
kapalı tribün ama sorun şu ki üstü kapalı değil. Bir yağmur patlatsa ayvayı
yiyeceğiz. Ali Sami Yen’den bu yana bu kadar döküntü ve eski bir stad
görmemiştim. Ancak Atleticolular için bu pek de sorun değil. Zira tribünler
tamamen dolu. Bulunduğumuz tribünü gibi birşey olmalı zira her tarafımızda 4-8
yaş aralığında çocuklar var. Bizdeki çekirdek çitlemenin yerini burada cips
almış. Haftaiçi Şampiyonlar Ligi’nde kırmızı kart gören Arda maçta yedek. İlk
yarıda Torres dünyaları eziyor ama ikinci yarıda Griezmann kilidi açmasını
biliyor. İlk yarı boyunca tezahürat yapmayan, oturduğu yerden maçı izleyen
taraftarlar golle birlikte stadda olduklarını hatırlıyorlar. Ayağa kalkıp
zıplamaya başlıyoruz. Bu sırada “Zıpla, zıpla, zıplamayan realli” mi diyorlar
bilmiyorum. İkinci golle birlikte iyice keyifler yerine geliyor ve Meksika
dalgasına başlıyoruz. Atletico maçı üç golle kazanırken, saat 9’u geçmesine
rağmen maç bittiğinde daha hava kararmamışken passoligi protesto ettiğim için
bu sezon gittiğim tek futbol maçından şehre geri dönüyorduk.
Madriddeki trafik ve korna sesleri size sürekli büyük bir şehirde
olduğunuzu hatırlatıyor. Bundan kaçmanın en kestirme yolu Retiro Park. Burası
zamanında bir saray kompleksinin bahçesiymiş. Saray yıkılmış geriye bu büyük
şehir parkı kalmış. Parka girdikten birkaç adım sonra ağaçlar o trafiğin tüm
gürültüsünü kesiyor. Sessiz sakin
yerlerde yürüdükten sonra parkın daha hareketli yerine yapay gölüetin olduğu
tarafa doğru yürüyoruz. Göletin kenarında Cha-cha çalan sokak çalgıcıları
ortama güzel bir arka fon katıyor. Göletteki kiralık kayıklardan birini de biz
alıp suya açılıyoruz. 45 dakikası 5-6 avro mu ne. Parkın keyfini çıkarmak için
gayet güzel bir araç.
Elbette ki parkta bir dünya insan koşuyor spor yapıyor.
Bizim gittiğimiz hafta sonu Madrid yarı maratonu ve maratonu koşuluyordu.
Bizdeki gibi 10 km yok, en kısa mesafe 21 km ve katılım son derece yüksek.
Zaten bu tip spor kültürü olan ülkelerde katılım başvuruları birkaç saat
içersinde doluyor. Biz de Puerto del Sol’daki pastane La Mallorquina’da cam
kenarında bir masaya kurulup kahvaltı eşliğinde koşanları izledik. Burası,
Madrid’in belki de en turistik ve popüler pastanesi. Girişte masaya oturmak
için numara alıyorsunuz. Neyse ki şansımıza fazla beklemeden oturduk. Envai
çeşit hamur işi seçeneği mekan ününün hakkını veriyor.
Parkın devamında ise Atocha tren istasyonu var. Burası
güneye doğru giden trenlerin kalkış noktası. Muhtemelen çatısının camdan
olmasıyla sera etkisi yapmasından mütevellit, istasyon içinde kaplumbağların da
olduğu bir botanik bahçesini andırıyor. Kocaman ağaçların altında kurulmuş
butik stantların arasından geçerek Toledo trenine doğru yol alıyoruz. İspanya’daki
tren istasyonlarındaki güvenlik, havalimanı ayarında. Trene binmeden önce
bagajları x-ray’den geçirip Toledo trenine biniyoruz.
Avrupa’daki birçok ortaçağ şehrinde olduğu gibi Toledo’nun
hikayesi de aynı. 16. Yüzyıla kadar başkentlik görevi yapan ve dönemin önemli
şehri olan Toledo’nun şaşlı günleri, başkent Madrid’e taşınınca sona ermiş ve
böylelikle tarihi kültür dokusu korunmuş.Toledo’da yapılacak en iyi şey dar
sokakları yürüyerek arşınlamak. Şehrin ortasında görkemli bir gotik katedral
var. Giriş 8 avro ama arkada bir girişi daha var. Burası demir parmaklıklarla
ayrılmış bir dua etmek için kullanılan bir şapelin girişi. Buradan da pekala
neredeyse katedralin tamamını görebiliyorsunuz. En azından biz öyle yaptık. Madrid’de tapas
yemekten fırsatını bulamadığımız paella’yı burada yedikten sonra tekrar Madrid’e
dönüyoruz. Sözün özü zaten hızlı trenle yarım saatte vardığınız UNESCO dünya
mirası listesinde yer alan Toledo’ya sabah erken saatlerde bir 3-4 saat
ayırsanız gayet yeterli.
Segovia ise yarım günlüğüne gezmeye gittiğimiz bir diğer
kasabaydı. Aynı Toledo gibi UNESCO dünya
mirası listesindeki bu şehir de 17. Yüzyıldan sonra önemini kaybetmiş. Trenle
yarım saatte gittikten sonra, istasyondan şehre gitmek için de bir 10-15
dakikalık otobüs yolculuğu yapıyoruz. Şehrin girişinde MS 1. Yüzyılda yapılmış
Roma dönemi su kemeri bizi karşılıyor. Uzun ince bir yapıdaki şehrin ana
caddesi bizi önce ana meydana ve katedrale, sonrasında ise bir uçurumun
kenarına inşa edilmiş Alcazar’a çıkartıyor. Castilla Kraliçesi Isabel burada
tacını takmış. Alcazar’a giriş kişi başı 5 avro. Ne yazık ki içeride İngilizce
açıklamalar yok. En pratik yol, içeride
illa ki tura çıkmış İngilizce konuşulan bir ekip oluyor. Onlara takılıyoruz ama
kadın benim gibi tarih meraklısı için bile fazla uzun ve detaylı konuşuyor.
Böylelikle dolu dolu bir dört gün geçirdik. Bu sürede
içimizde kalan bir tek boğa güreşlerine gidememek oldu. Güreşler Pazar akşamı
yapılıyor. Eğer güreşe gitmek isterseniz Pazar gece uçağına bilet almak çok
daha yerinde olacaktır. Bu tatilin ardından, Ramazan Bayramı’nda yönümüzü bir
kez daha İtalya’ya, bu defa güneyine, Napoli – Amalfi Kıyılarına çevireceğiz.