İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

19.09.2005

UEFA Kupası'nda İlk Perde

Aslında bu yazıyı yazmak hiç hesapta yoktu. Çünkü çok büyük bir sürpriz beklenmiyordu, UEFA Kupası’ndaki temsilcilerimizden. Ama yine de bu yazıyı yazdıran, her iki temsilcimizin de skor olarak bize sürpriz gelen sonuçlar alması değil, rakiplerin futbol olarak hepimizin beklediğinden farklı çıkması..

Ne İnönü’de beklediğimiz kadar tehlikeli bir Malmö vardı, ne de Galatasaray’ın karşısında beklenildiği kadar zayıf ve yetersiz bir Tromsø.

Kuru milliyetçilik yapmanın lüzumu yok. Nasılsa Tromsø İstanbul’da 3-4 gol yemeden tur için kendisine muhakkak lazım olan bir gol bulamayacak ve Galatasaray’ı eleyemeyecek. Onun için 78. dakikada gelen golü ilahi adaletin bir tecellisi sayarak lafa başlayalım.

Öncelikle maçın adamından bahsedelim: Karşısında gelen her oyuncuyu rahatlıkla alt eden, girdiği ikili mücadelelerin hemen hepsinden galip çıkan, topa maç içersinde en fazla sahip olan, kendisine canla, başla direnen 22 kişiye rağmen maçın skorunu belirlemeyi ve maçın kahramanı olmayı başaran…

Bildiniz canım, oyun alanının dört köşesindeki 10’ar, 15’er metrekarelik alanlar dışında tamamını kaplayan çamur..

Sahanın, daha ilk yarının ortalarına gelmeden almaya başladığı hali görünce, maç bitiminde yapılacak analizleri de tahmin edebiliyorduk: “Aslında maçtan bahsetmenin lüzumu ve anlamı yok, bu sahada oynanan şeyin adı maç değil” vs. vs… Ama iki takımın da spor yazar ve yorumcularının işin kolayına kaçmasına müsade etmeye pek niyeti yoktu. Gerçi bir çoğu yine işin kolayına kaçmanın bir yolunu bulup, UEFA’yı bu maçı oynattığı için eleştirmekle yetindi, Galatasaray’ın kaybetmesinin verdiği gazla. Öyle ya, rakip Avrupa’nın artık sıradan liglerinden Norveç Ligi’nde geçen sene her nasılsa 4. olmuş, bu sene de düşme potasına yakın yerlerde seyreden, sıradan bile olmayan bir takımdı. İşte işin kilit noktası da burası: DEĞİLDİ..

Genel hatlarıyla Tromsø olabilir ama Perşembe akşamı Galatasaray’ın karşısındaki Tromsø değildi.

Galatasaray’ın karşısında, tutu geçmeyi yahut turu geçecek bir skor almayı da umursamayan, sadece ve sadece bu maçı almaya odaklanmış ve bunu yapabileceğine inanmış bir Tromsø vardı; başlarında da Galatasaray’ı çok iyi analiz etmiş ve takımına çok iyi kavratmış bir teknik direktör. Öyle uzun uzadıya maç analizi yapmaya gerek yok; Tromsø’nun golü bulduktan sonraki didinişinden ve Steinar Nilsen’in maç içinde yaptığı oyuncu değişikliklerinden bahsetmek yeter.

Ama evvela, Tromsø’nun bunları yapmasında ve bizim sağlam bir hayal kırıklığı ve sinir bozukluğu yaşadıktan sonra ummadığımız derecede keyif aldığımız bir maç izlememizde en önemli pay sahibi Galatasaray’dan bahsedelim..

Şüphesiz maçı bu denli seyir zevki yüksek hale getiren, Galatasaray’ın, maçtan önce rakibe ve maç için çıktığı sahaya bakıp aradaki kalite farkı düşünüldüğünde yapması yadırganmayacak şeyi yapmaması, yani mücadeleden kaçmamasıydı.

Galatasaray’da en önemli artı özelliğini, tekniğini kullanamadığı için bocalayan Necati ve içeriye doğru oynamayı sevdiği ve bu sahada bunu yapmak olanaksız olduğu için üretken olamayan Hasan dışında çamurdan şikayetçi oyuncu yoktu. Belki Hasan’ın yerine Sabri veya Atlan, Necati’nin yerine baştan Hakan tercihleri daha olumlu sonuç verebilirdi ama Galatasaray’ın hala nasıl böyle futbol oynayabilecek kadar motive olduğunu kendimize sorduğumuzda, “Şöyle olmasaydı da böyle olsaydı” diyemiyoruz. Galatasaray, o çamurda bile pozitif futbol oynamaya ve bu pozitif futbolu oynayacak cesareti göstermeye kalkışabiliyor; helal olsun..

Tromsø cephesinde ise İskandinav takımlarında görülmeyen bir canla başla direniş vardı; özellikle golü bulduktan sonra.. Tromsø’nun 1997 – 98 sezonu Kupa Galipleri Kupası’nda kendi evinde konuk ettiği Chelsea’yi de 2-0’ geriden gelerek aynı şekilde savaşıp yendiği rivayet edilir (Rövanş: 7-1 ve Chelsea o sene kupayı almıştır, Tromsø’nun haricinde bir de Vicenza’ya yenilerek ve beraberlik de almayarak); görmedik, bilmiyoruz..

Steinar Nilsen, sol açıkta Hans Yndestad’ın yerine esasen forvet arkası oynayan Lars Strand’ı koyarak (Strand genel hatlarıyla daha formsuz ama daha hızlı) Galatasaray’ı kanatlardan arkaya kaçıracağı adamlarla vurmayı planlayarak maça başladı (Anlaşılan o da Oben gibi Galatasaray’ın beklerinde bir sorun olduğunu düşünüyordu). Bunu beceremese de Galatasaray’ın beklerinin çakılı kalmasını sağlayacak ve bu sefer başka bir fayda sağlamış olacaktı. Gerçekten de gerek Uğur’un (Ve daha sonra Cihan’ın) gerekse Orhan’ın Essediri ve Strand’a karşı bir hayli bocaladığına şahit olduk.

Nilsen’in yaptığı oyuncu değişiklikleri de akıllıcaydı. Sağ bekte zaruriyeten yaptığı Hafstad – A. Nilson değişikliği dışında; Gerets’in Hakan’ı oyuna alıp ofansif orta sahayı kuvvetlendirme (Bizce gereksizdi) hamlesine mukabil o bölgeye Valtin’i sokması ve dört köşesi dışında her yeri çamur olan sahada yapılabilecek akıllı oyuncu değişikliklerinden birini yapıp sol açığı değiştirmesi (Ortada oynayan adamların değişimi ne gibi bir fayda sağlar; girenin sahaya çıkan kadar alışabilmesi ne kadar zaman alır?) ve bu değişiklikle sol kanadı işletmeye başlaması, takdire değerdi..

Tromsø’ya ve Nilsen’e bu kadar takılmamızın iki sebebi var. Birincisi; aradaki tekrar tekrar belirtmekte beis görmediğimiz kalite farkına rağmen başa baş bir mücadele olmasında Galatasaray’ın Tromsø’nun seviyesine inmesinin değil, Tromsø’nun Galatasaray’ın seviyesine çıkmasının asıl sebep olması. İkincisi de bu maçın hemen evvelinde 1,5 saat boyunca Rıza Çalımbay sayesinde olduğunu düşündüğümüz kahır ve sinir dolu saatler yaşamamız..

Konuyu buradan hemen bağlayalım ve Beşiktaş’a geçelim..

Bu artık Beşiktaş’ın huyu oldu: Avrupa arenasında gözüktüğü her sezon İnönü’de muhakkak (Hepsi de birbirine benzeyen) berbat bir maç oynuyor.

Malmö, Beşiktaş’a, daha önceki tüm İskandinav facialarında olduğu gibi, hatta onların hepsinden daha fazla fırsat sundu..

Evvela berbat oynadı; defans yapmaya geldikleri İstanbul’da, karşısında bu şekilde defans yaptıkları her takımdan fark yiyecekleri bir futbol oynadı.. Ve maç içinde bütün zayıf taraflarını Beşiktaş’a gösterdi.. İşin elim tarafı Rıza Çalımbay da bunların hepsini görmesine rağmen, bu zaafların üstüne tamamı yanlış tercihlerle gitti.

Sağ bekte, top kullanma becerisi, ayağına gelen her topu müsait veya namüsait her pozisyonda taca vurmaktan ibaret olan Hoiland, bir de üstüne güya kademeye girdiği için devamlı arkasında adam unutarak Malmö’nün sağ kanadını yol geçen hanına çevirmişken, o bölgeye mesela Tümer’i kaydırmak veya İbrahim Akın’ı almak varken, idmanda bile 30 tane orta yapsa biri istediği yere ya gidecek ya gitmeyecek İbrahim Üzülmez’i yerleştirdi. Aklı başına gelip (Hoiland’ın orada ben olsam beni bile kaçıracağını görüp) İ. Akın’ı oyuna aldığında skor 0-1 olmuştu bile..

Malmö’nün savunma hattı, kendi ekollerinden beklenmedik şekilde Beşiktaş’a sürekli şut imkanı tanırken, tam bu işin adamı Pancu’yu İbrahim Üzülmez’i öne sürmek pahasına sol-geri’ye çekti. Kontrolden çıkan Kleberson olmasa Beşiktaş’ın ne araya adam kaçıracağı, ne de şut atabileceği vardı.

Malmö savunması sürekli adam paylaşım hataları yaparken, Ahmet Dursun’un karıştırdığı alanlarda karambol pozisyonlar bulabilecek bir oyuncuya ihtiyaç vardı (Pancu zaten ilk yarı ön liberoda, ikinci yarı sol bekte) ve her nasılsa bu oyuncunun topla kavga eden Youla olabileceğine hükmetti (Veysel ne iş yapar, niye hala bu takımdadır o zaman?)..

Sahada, defans yapmayı da, bunun getirdiği bir sonuç olarak tedirginlikten hücum yapmayı da beceremeyen bir Malmö; Giunti – Tayfur döneminden beri orta sahası pas yapamayan, üç hattı arasında kelimelerle anlatılamayacak kadar uyumsuzluk olan ve biri topla beraber boş alanlarda, biri de topsuz karambol alanlarda iş yapabilecek iki orta saha oyuncusuyla (Tümer ve A. Hassan) kendisinden kötü (Genelde kötü olmasa da o esnada kötü) takımlara karşı devamlı bocalayan ve bocalamaya mahkum bir Beşiktaş vardı. Gözümüzün önünde de zevksiz, hareketsiz, heyecansız bir maç..

Şimdi Beşiktaş’ın işi, deplasmanda kapanırken beklenmedik kadar kötü çıkan Malmö’nün, kendi evinde normal futbolunu oynarken, üstelik 1-0’lık deplasman avantajını da koruyamayacak kadar kötü çıkmasına kalmış; yani bir nevi şansa.. Ama kimbilir, belki de Beşiktaş dengede giden maçlarda yaptığı üzere beklenmedik kadar iyi çıkar. Dedik ya; artık gerisi şans..

Hiç yorum yok: