İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

30.06.2009

Bu ABD de Nerden Çıktı?

Ya da annemin sorduğu şekilde “Amerika’nın futbol takımı mı varmış?” Herhalde futbolla yakından ilgilenensin ya da ilgilenmesin hemen herkes, İspanya’yı yenip, Brezilya’ya karşı finalde 2-0 öne geçen bu takıma hayret etmiştir. ABD’nin, Konfederasyon Kupası’ndaki başarısının teknik-taktik kısmını sitemizin diğer uzmanlarına bırakıyorum. Zaten ben de finalin 20 dakikası dışındaki hiçbir maçı izleyemedim. Bu yazıda öncelikle ABD’deki futbolun gelişimine ilişkin minik bir tarihsel bilgi verebilmek istiyorum ki “Türkiye’nin En İyi Gazetesi” olduğunu iddia eden bir gazetenin internet sitesinde bugün Konfederasyon Kupası finali haberinde “futbolda hiç bir geçmişi olmayan ABD” diye yazabilen kara cahiller bir şeyler öğrensin. Doğrunun bilinmesi konusundaki bu yeni oluşan saplantım bir gün başıma iş açacak ya, dur bakalım.... Sonrasında ise, 2002-04 yılları arasında yaşamış olduğum bu ülkedeki deneyim ve gözlemlerimden yola çıkarak “ABD’de futbol” meselesine kişisel bir dalış yapmayı planlıyorum.

Her ne kadar, bazıları modern futbolun başlangıcı olan FA’nin 1867’de kurulmasından önce ortaya çıktığı için futbol takımı olamayacağını ileri sürse de 1862 yılında Boston’da kurulan Oneida Football Club of Boston, Ada dışında isminde futbolu barındıran ilk takımdır. (“hiçbir geçmiş yok” önermesi belki de bu açıdan anlamlı olabilir... “daha FA kurulmamış ki, bu sayılmaz kardeşim”... eğer yazı ilerledikçe sakinleşmezsem, böyle parantezleri daha çok görürsünüz...). Ama 1869 yılında Princeton ve Rutgers Üniversiteleri arasında oynanan maç çatır çatır FA kurallarına göre oynanmış bir futbol maçıdır. Hatta ve hatta 1900 yılından önce 3 ayrı futbol ligi bile kurulmuş. 1885 yılında ABD ve Kanada Milli Takımları arasında oynanan maç ise yine Ada dışında oynanan ilk milli maç olarak tarihe geçmiş. Bugün “ABD Futbol Federasyonu” olarak görev yapan oluşum ise 1913 yılında iki ligin birleşmesi ile başlamış. Amerika’da bizim bildiğimiz futbol yerine kullanılan “soccer” kelimesi ise (kaleciliğin tarhine ilişkin yazılarda bu lafın nerden çıktığını anlatmıştık) 1945 yılında Federasyon’un isminde yerini almış.

“Futbolda hiçbir geçmişi olmayan” bu ülke, Uruguay’da düzenlenen 1930 Dünya Kupası’na katılan 13 ülkeden birisi olmuş ve hatta bu da yetmemiş yarı finale kadar ulaşmıştır. Her ne kadar FIFA’nın bu kararı neye göre aldığı bilinmese de (Arjantin ve Uruguay’a aynı skorla 6-1 yenilen ABD ve Yugoslavya, 3.’lük maçı oynamadı) ABD resmî olarak 1930 DK’yı 3. olarak tamamlamıştır. Yankiler, o gazla geldikleri 1934’te ise, daha ilk maçta ev sahibi ve daha sonra şampiyon olacak İtalya’ya 7-1 yenilerek eve dönerler. 1938’i pas geçen ABD, 1950’de Brezilya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda ise belki de olmayan (!) futbol tarihlerinin geçtiğimiz haftaya kadarki en önemli sansasyonuna imza atarlar. İşe bakın, bu yazının yazıldığı tarihten tam da 59 yıl önce 29 Haziran 1950’de yapılan 2. grup maçında ABD, o tarihe kadar kendilerini büyük görüp geçmiş DK’larına katılma lütfunda bile bulunmamış İngiltere’yi, 38. dakikada Gaetjaens’in ayağından bulduğu tek golle 1-0 yenmeyi başarır. Ertesi gün İngiltere’de çıkan çoğu gazete, o dönemde telgraf ve teleksle bildirilen bu skorun yanlış olduğunu düşünerek maçı 1-0 İngiltere’nin kazandığını yazar. Hatta Halit Kıvanç’a göre, bazı gazeteler skoru 10-0 olarak duyurmuştur. (demek ki, aradan kaç yıl geçse de kötü gazeteci hep var olacak... ). Ancak sonrasında ABD futbolu milli takımlar düzeyinde 30 yıldan uzun süren bir düşüşe geçecektir ve deyim yerindeyse unutulacaktır. 1950-1980 yılları arasında sadece Çin, Honduras, Haiti, Kanada, Bermuda ve Polonya’ya karşı galip gelebilir. 1981-83 yılları arasında ise sadece 2 maç oynar.

Burada, futbolun ikinci yükselişine vesile olan NASL’ye girmek gerekiyor (North American Soccer League). 1968 yılında kurulan bu ligde ABD, Kanada ve Porto Riko kulüpleri yer almaktadır ancak oyuncuların büyük bölümü dünyanın geri kalanından gelmektedir. Çoğunluğu, kariyerlerinin sonbaharında ABD’ye gelen bu oyuncuların arasında kimler yoktur ki; Pele, Beckenbauer, Cruyff, Gordon Banks, George Best.... ve hatta Ogün Altıparmak ve Adnan Sezgin’in başını çektiği 10’a yakın Türk. Bu isimler 1984’e kadar devam eden NASL’de oynayarak, ABD’de futbolun belki de popülaritesine zirve yaptırdığı döneme imza atarlar. ABD milli takımı ise 1984 Los Angeles Olimpiyatları ve 1986 DK’ndan başlayarak yeniden uluslararası arenada söz sahibi olmak istemektedir. Bu amaçla, milli takım 1983 yılında NASL’ye girer ancak ligi sonuncu bitirerek hüsrana uğrar. Zaten NASL de bir sezon sonra yeniden parlamaya başlayan NBA ve diğer sporlara yenilerek sona erer.

Federasyon 1980’lerin ikinci yarısından itibaren milli takımı yeniden ayağa kaldırmaya girişir. NASL’nin kapanmasıyla üst düzey bir ligi kalmayan ülkede, Avrupa’ya gitmeyen milli takım kalibresindeki oyuncuları motive edebilmek için kontratlar bile yapılır ama 1986 Dünya Kupası vizesi son maçta kaçar. ABD, 4 yıl sonra İtalya’ya gelmeyi başaracaktır ancak Çekoslovakya, İtalya ve Avusturya’ya karşı 3’te 0 çekerek elenir. 1994 yılında ise ev sahibidir ve bu ülkede futbol ateşini yeniden canlandırmak için çok büyük bir fırsattır. Milli takım ikinci tura çıkmayı başarır ancak daha sonra şampiyon olacak Brezilya’ya 1-0 yenilerek elenir. 1994 Dünya Kupası ise, saat farkları nedeniyle Haziran-Temmuz sıcağında oynanan bayıcı maçlar ve golsüz biten ilk (ve hâlen tek) finalle hatırlanır.

ABD milli takımı 1998’de Fransa’ya gelmeye hak kazanır ama Teknik Direktör Steve Sampson’ın, başta kaptan John Harkes olmak üzere, elemelerin geçilmesinde en önemli paya sahip olan birçok oyuncuya kesik atması takımın klasmanda 32 takım arasında sonuncu olmasına sebep olur. 2002 ise daha iyi geçer ve çeyrek finale kadar ulaşan ABD, 1930’dan bu yana en büyük başarısını gösterir. Bu arada Eric Wynalda, Alexi Lalas, Brad Friedel, Kasey Keller ve Landon Donovan gibi isimler Avrupa liglerinde boy göstermeye başlamıştır. Milli takım 2006 Dünya Kupası’nda ise, İtalya, Çek Cumhuriyeti ve Gana’dan oluşan ölüm grubuna düşer ve tek beraberlik ve iki yenilgiyle elenmekten kurtulamaz. Tabi bunca hikayeye, şimdiye kadar düzenlenmiş 5 Bayanlar Dünya Kupası’nın 2’sini kazanmış olan ve FIFA sıralamasında dünyanın hâlen 1 numarası olan bayan milli takımını saymıyorum bile. Zaten aşağıda da değineceğim gibi bayan futbolu ABD’de erkeklere göre biraz daha ileride sayılabilir.

Profesyonel futbola dönersek, kulüpler bazında 1985-93 yılları arasında üst düzey bir lig bile yoktur. Bu yılda Major League Soccer (MLS) kurulur. 2009 sezonu itibariyle 14 ABD, 1 Kanada takımı içeren lig, dünya futbol kamuoyunda belki de en büyük yeri 2007’de David Beckham’ın Los Angeles Galaxy takımına transferiyle bulur. MLS, futbolu ülkede biraz daha popüler kılabilmek için çeşitli kendine özgü kurallar denemektedir. Buna da aşağıda değiniriz.

Neymiş sevgili haber yazarı ve editörü vatandaşlar.? Hâlen ülkenin “Futbolda hiçbir geçmişi olmadığını” savunabilecek misiniz..? Yazıya başlayalı iki saat oldu ama sinir aynen yerinde... Her neyse, siz ve sizin gibileri Allah’a havale edip geçiyorum iki yıllık ABD maceramda futbolla ilişkin gördüğüm şeylere...

Birinci ve en önemli mesele; Amerikanyalılar futbolu neden bir türlü sevemediler ? Buna kendimce cevabı forumda ve diğer yazılara yaptığım yorumlarda vermiştim. Bir kere de burada tekrarlıyorum. Öncelikle sadece sporda değil hayatın her alanında kazanmak isteyen bir millete bir spor müsabakasının berabere bitmesi çok saçma geliyor. Bu ülkede basketbol, Amerikan futbolu ve beyzbolun ardından 2005-06 sezonundan itibaren buz hokeyi maçlarında da ille de bir taraf maçı kazanacaktır. Bu çerçevede MLS, oyunun berabere bitmemesi için çeşitli çözümler denemiştir. Neler yok ki bunların içerisinde; beraberlik hâlinde her takımdan 5’er oyuncunun kaleye 35 metre mesafeden başlayarak 5 saniye içerisinde sonuçlandırması gereken “shoot out” uygulaması (buz hokeyindeki penaltıları hatırlayın, aynı o mantık) ve berabere biten normal sezon maçlarında 10 dakikalık bir “altın gol” süresi (ben ordayken geçerliydi, 10 dakika sonunda kazanan olmazsa maç berabere bitiyordu). Ancak her iki uygulama da bugün uygulamadan kalkmış durumda. Sadece, play-off maçlarında deplasman golü uygulaması geçerli olmadan, berabere biten her maçın uzatma ve penaltılara gitmesi uygulaması var.

Amerikalıların (tabi burada “Amerikalılar” lafından Anglo-saxon ve Afrika kökenlileri kastediyorum, yoksa Hispanikler, bütün dünyada olduğu gibi bu ülkede de futbolun hastası) futbolu sevmemesinin bana göre ikinci (belki de daha bile önemli) sebebi ise, futbol maçları sırasında yerinizden ayrılmanızın çok büyük bir risk olması. Bu vatandaşlar, spor karşılaşmalarını bir çeşit yeme-içme-dolaşma aktivitesi olarak görüyorlar. Bunu anlatmak için hiç unutmadığım bir anım var; 2004 yılında Michael Jordan’ın son maçı şans eseri bana sadece 45 dakika olan Philadelphia’daydı ve ben de o maça bilet bulmuştum. Arkadaşlarla evden erken çıkmamıza rağmen normalde 45 dakikalık mesafe, maç trafiğiyle birlikte 2 saati bulmuştu ve salona girdiğimizde ilk çeyreğin son dakikasıydı. Ben koştur koştur yerime giderken etrafımdaki manzara; salon içerisinde bulunan barlar ve diğer yeme-içme mekanlarındaki insanların orada takılarak, içerde oynanan maçı televizyondan izlemeleriydi. Oradayken gitme fırsatı bulduğum bir başka NBA maçı ve birkaç NCAA Amerikan futbolu maçında da vaziyet aynıydı. Tribünlerde sürekli bir hareket var ve popüler sporlar bu harekete büyük ölçüde izin veriyor. Aynı şey futbol maçında biraz sıkar çünkü öyle keyif için bira-sosisli almaya giderken maçın tek golü olabilir. E öyle 90 dakika hareketsiz oturmak, hele de o 90 dakika golsüz bittiyse bu adamlar için ölüm demek.

Ama şu da var ki, MLS takımları stadyumları tıka basa doldurmakta zorlansalar da parklar ve kamuya açık futbol oynanabilecek alanlar hiç de öyle boş değil. Nitekim futbol, özellikle NASL’nin başarılı günlerinden bu yana hem erkek hem de kız öğrenciler için açık hava aktiviteleri arasında sürekli en üst sıralarda yer alıyor. Hele kız çocukları için Mia Hamm ve Julie Foudy gibi oyuncular birer ikon durumunda ve posterleriyle taraftar eşyaları NBA, NFL ve diğer sporların süperyıldızlarının yanında satılıyor.

Oradayken, hafta sonları bütün malzemeleri tam takım küçük çocukların sıra sıra koşuşturduğu antremanları gördüğümde, dikkatimi onları izleyen anneleri çekerdi. Neredeyse hiç baba yoktu. Nitekim bugün, çocuklarını hafta sonlarında, futbol dışındaki spor dallarının antremanlarına/maçlarına ve diğer sosyal aktivitelere de götürüp getiren orta sınıf ailelerdeki kadınlar için “soccer mom” (futbol anası gibi bi şekilde çevirebiliriz heralde) tabiri kullanılmakta. Bütün bunları gördüğüm zaman gördüğüm zaman içimden “bu herifler futbola da kafayı takmış, çok geçmeden ortalığı sallamaya başlar” derdim. İşte başladılar bile.... Dün akşamdan sonra kimse gelecek sene yapılacak olan Dünya Kupası’nda ABD’yi hafife almayacaktır. Ve eğer bu şekilde devam ederlerse -ahanda buraya yazıyorum- 2030 yılından önce en az bir kere Dünya Kupası alacaklardır.

Yalnız dünkü sonuç bir anlamda ABD futbolu için bir darbe de olabilir. Yukarıda da belirttik, bu ulus her zaman kazanmayı ya da en üst seviyeyi istiyor ve artık son yıllarda domine etmeye başladığı CONCACAF Golden Cup onları yavaş yavaş kesmemeye başladı. Bu çerçevede futbolun ABD’deki kalıcılığı açısından çok önemli olan bir sonraki genç kuşağı da cezbedecek şekilde istikrarlı bir başarı dönemi gerekebilir. Bana göre, düzenli bir şekilde peşpeşe birkaç defa Copa America ve Dünya Kupası’na katılmaları ve her ikisinde de düzenli bir şekilde en az çeyrek finale ulaşmaları gerekiyor. Tabi böyle Konfederasyon Kupası gibi ekstra başarılar da katkıda bulunacaktır.

Nisan-Haziran aylarında korku tüneli gibi geçen iş yoğunluğunun ardından feraha çıkmanın ve yukarıda giydirmeye doyamadığım meselenin verdiği gazla işbu yazıyı karalayıverdik. Çok uzatmadan, efsane kalecilere söz verdiğimiz şekilde Ravelii ile devam ederiz.

Hadi eyvallah...

2.06.2009

Mustafa Denizli, Şampiyon Yaptı Bizi

Tarih 7 Ekim 2008 , 5 senelik Demirören hakimiyetinde 4. kez gördüğümüz ve artık alışkanlık haline gelmiş bir basın toplantısı izledik. Tabi bu diğerlerine göre biraz daha duygusal , biraz daha haklı bir isyanın sonucuydu. Ertuğrul Sağlam aslında başarılı başladığı, 2008/09 sezonun 6. haftasında 4-1lik ağır Metalist yenilgisinin iyice körüklediği camia baskısıyla istifa etmiş Beşiktaş bir kez daha kayıp bir yıla doğru son hızla sürüklenmekteydi. Aslında 8-0’lık yenilgi başlı başına bir istifa sebebi olsa da Ertuğrul Sağlam’ın elinde ki kadronun kalitesine oranla başarılı olduğu söylenebilir, bu istifanın gecikmesine bir anlam yüklenebilirdi.


Ben ise o dakikalarda kararsız bakışlar ve aslında gitmeliydi düşünceleriyle, internetten gelişmeleri takip ederken yeni teknik direktör adaylarımız arasında gördüğüm bir isimle adeta şoka uğratmıştım. O isim Türk futbolunun adı desturla anılması gereken belki de şu an bulunduğumuz noktanın temellerini atanlarından biri olmasına rağmen hiçbir zaman benden, bizlerden hak ettiği saygıyı görememiş biriydi. Mustafa Denizli’ydi o isim, Nam’ı-diyar Büyük Mustafa. Hem hayatımın 8 senesini geçirdiğim İzmir’in yetiştirdiği en büyük isimlerden biri olması hem de her daim Beşiktaşlı olduğunu açıklamasına rağmen bir türlü kanımın uyuşmadığı gözümde hep 2. sınıf bir teknik direktör olarak kalan Mustafa Denizli.

Kim bilir belki bunun sebebi yakın futbol tarihinde yaptığı yanlış transfer tercihleriyle kariyerinin sürekli geriye gitmesi, ya da her daim Beşiktaş’lılıktan dem vuran biri olmasına rağmen iki ezeli rakibimize bizi geçme şampiyon olma sevincini yaşatmasıydı. Ama bunda onun günahı yoktu ki. 19 senelik profesyonel futbolculuk kariyerinin sonunda ve şimdilik 26 senelik antrenörlük kariyerinin başında ona güvenen hep Galatasaray olmuştu. Emekli olur olmaz Derwall’in yardımcısı olmuş, 3 senlik çıraklık döneminin ardından Galatasaray tarihinin en önemli dönemlerinden birinin temellerinden birini atmış , ilk yılında şampiyon olup Şampiyon Kulüpler kupasında yarı final oynamıştı ve bu kulübün tarihinde yerini almıştı. Bununla yetinmemiş diğer rakibimiz Fenerbahçe’yi 5 yıl aradan sonra şampiyon yapan ilk Türk teknik direktör olarak bu kez de Fenerbahçe tarihine geçmişti. Artık her iki ekibinde unutulmaz bir parçası olmuştu.


Derken kariyeri düşüşe geçti, Benim onu 2. sınıf antrenör olarak görmeme sebep olan yıllar geldi. Türk futbol tarihinin Fatih Terim ile birlikte en fazla krediye sahip antrenörü klüp bulamaz hale geldi. Ama onu beğenmeyenlerin hep söylediği Şanslı Mustafa sıfat tamlamasının tamlayanı onu yazının başında belirttiğimiz tarihe , bir gün önce televizyonlarda yorumlarken “aslında bu takımda çok iş var, sadece yönlendirmede problemleri çözülmeli”dediği takımın başına getiriverdi. Bizim gibi Büyük Mustafa kudretini bilmeyenler , Aachen’e, Persopolis’e bakıp “bu mu bizi yönetecek adam?” diyenler için laflarını memnuniyetle yiyecekleri günler başlamıştı adeta, her inişin bir çıkışı vardır lafını en güzel şekilde doğrularcasına.


Bjk kariyeri pekte parlak başlamayan Denizli 9 maçta 14 puan kaybetmiş ve herkesi derin bir umutsuzluğa sürüklemişti, hep arzuladığı Siyah-Beyaz kariyerinin başında hiç görmek istemeyeceği kapkara bir tablo vardı önünde. O kapkara Puan tablosu o kadar karamsardı ki Beşiktaşlılar bir kez daha ezeli rakip taraftarlarının eğlencesi olmuşlardı. Siyah – Beyazlılar lider ve takipçisinin 6, 4. sırada ki Fenerbahçe’nin 4 puan gerisinde 6. sıradaydı. Yine suratlar asılmış ve sabrı taşan taraftar bir kez daha başarısız yönetime, ve bir türlü büyük bir takımda oynadıklarını idrak edemeyen futbolculara yüklenmeye başlamıştı. Kulüpte yine bir kaos ortamı oluşmuştu.

Bunlar olup biterken Denizli sessiz sedasız, hepimizin beğeniyle takip ettiği Rıdvan Dilmen ve Güntekin Onay’ın programı %100 Futbola konuk olmuş ve o tarihi açıklamayı yapmıştı : “Şu anda potada 7-8 takımdan bahsedebiliyoruz. 26. haftadan sonra bu takım sayısı kaç olur, 1 mi, 2 mi, 3’ü bulabilir mi belli olur. Genelde iki takım kalır. Biz bunlardan biri olmak istiyoruz. Ligin 26. ve 27. haftasında ne olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koyacağız. Benim adım Mustafa Denizli ise bu takım da Beşiktaş ise ikinci yarı başladıktan 10 hafta sonra neyin ne olduğunu hem ben göreceğim, hem Türkiye görecek. Ama önce içeride bir takım dengeleri kurmamız lazım , daha bu köprünün altından çok sular akacak.”


Tabii hemen alay konusu olmuştu Büyük Mustafa. Hemen çarpıtmalar başlamış Beşiktaş’ın 26. haftada şampiyonluğu ilan edeceği düşüncesi herkesin dilinde bir espri aracına dönüşmüştü.


Ama Büyük Mustafa takıma inanıyordu. Motivasyon konusunda Fatih Terim gibi Zen-Master seviyesinde olduğunu ispatlarcasına takımın psikolojini toparlayıp, tekrar şampiyonluğa hatta çifte kupaya inanmalarını sağladı. Toraman – Üzülmez gerginliğini çözerek iki oyuncuyu tekrar takıma bağladı, Ekrem Dağ’a kendi önyargısına rağmen formayı verdi, geldiğinden bu yana yaptığı kritik hatalarla Beşiktaş’a büyük zarar vermesine rağmen vazgeçilemeyen Zapo’yu kesip yerine küskün Gökhan’ı ilk 11’e alıp yabancı kontenjanını sıkıntısını düzenledi, ardından çok isabetli saptamalarla Ernst ve Yusuf’u takıma monte etti, hep çok eleştirilen verimsiz 3-4-3 ısrarından vazgeçerek, Beşiktaş kadro yapısına uygun olmasa da 4-5-1’e döndü. Sezon içerisinde Sivok’tan ve Delgado’dan ön libero, Bobo’dan sol açık yaratma ısrarlarından vazgeçti ve bazıları gibi ‘Ben ders almam , veririm” demeden her hafta dersler alarak doğruyu bulmaya çalıştı.


Tello ve Holosko’ya yeni sistemiyle mükemmel bir işlev kazandırırken, Yusuf gibi artık futbolunun son baharını yaşayan bir oyuncuyu maç kazandıran kahramana dönüştürdü. Sezon içerisinde Delgado ve Nobre’nin sakatlıklarının büyük sıkıntı yaratması beklenirken, bu oyuncuların yerlerini akıllı hamlelerle doldurarak yokluklarını avantaja çevirmesini bildi. Neredeyse hiçbir Beşiktaşlının sevmediği Cisse’yi takımın en kritik oyuncusu haline getirmeyi başardı ve bunun sonucunda 2009 yılını biri kupada ki rahat rövanş maçında olmak üzere sadece 2 mağlubiyetle kapatarak bir kez daha kazanan takım yaratmada ne kadar usta olduğunu kanıtladı.


Ligde ezeli rakipleri karşısında düştüğü hatalara kupada düşmedi ve Kupa finalinde adeta ders niteliğinde bir taktikle sezon içerisinde 2 defa yenildiği Fenerbahçe’yi mağlup etti. Stres dozu tavan yapmış Ankaragücü-Ankaraspor-Galatasaray ve Denizli maçlarında mükemmel kriz yönetimiyle sadece skora ve hedefe yönelik futbolla Beşiktaş tarihinin en büyük başarılarından birini yani kulübün 2. Dublesini , hem de bunu Siyah-Beyaz tarihinde başaran ilk Türk olarak adının arşivlerinde yer almadığı son Büyük takımında efsanesi olmayı başardı.


Büyük Mustafa bize kendisini öyle bir hatırlattı ki, uzun süre sadece Beşiktaş’ın değil bir dönem “Mustafa Denizli Şampiyon Yap Bizi” tezahüratlarıyla yeri göğü inleten bütün futbolseverlerin aklından çıkmayacaktır. Teşekkürler Büyük Mustafa , 6 senedir hasretle bugünü bekleyen bu kalplere, sevmek için sevmeyenlere ve Beşiktaşlı doğanlara yaşattığın bu tertemiz şampiyonluklar için … Mustafa Denizli Şampiyon yaptın Bizi !!!

Andrei Arshavin

“Bir menajer olarak onun Zenit’te kalmasini isterim fakat bir futbolsever olarak kesinlikle çok daha iyi şeyleri hak ettiğini düşünüyorum.” Zenit teknik direktörü Dick Advocaat, Zenit’le yollarını ayırmak isteyen Arshavin’i işte bu sözlerle destekliyordu. Leningradlı komünistlere göre ise O, kendini açgözlü Batılı kulüpler için satılığa çıkaran bir vatan hainiydi ve ülkesinden ayrıldığı takdirde Rus halkı tarafından asla affedilmeyecekti.

Euro 2008’de parlayarak kulüpleri peşinde koşturan Arshavin, Zenit yönetimine çektiği rest ve geri çevrilemeyecek 24 milyon dolarlık teklifin ardından İngiltere’nin yolunu tuttu. Evet, herkes rahat bir nefes alabilir. Artık O, Gunners’ta!

Ülkesinde Shava lakabıyla tanınan Andrei Sergeyevich Arshavin, 29 Mayıs 1981’de St. Petersburg’ta dünyaya geldi. Henüz 7 yaşındayken futbolla tanışan Rus oyuncu, eğitimini Smena Futbol Okulu’nda tamamladı. Kabiliyetini ve tekniğini bu okulda öğrendikleri sayesinde geliştirdiğini ve bu okulun hayatında çok önemli bir yeri olduğunu her fırsatte dile getiren Arshavin’in buradaki hocası Gordeev ise kendisi hakkında şunları söylüyor: “Andrei, 11 yaşında bile gerçek bir kaptan ve gerçek bir liderdi. Düşündüklerini söylemekten hiçbir zaman çekinmezdi. Tüm maçların tartışmasız en iyi oyuncusuydu ve diğer çocuklar tarafından çok sevilirdi.”

Okuldan mezun olduğu 1999 yılında Zenit’te profesyonel futbol hayatına başladı. Buradaki ilk sezonunda Zenit’in alt yapı takımı olan Zenit-2’de forma giydi. Sahne ışıklarından uzakta geçirdiği 1999-2000 sezonunun ardından Zenit A Takımı’yla ilk maçına çıktı. Zenit ve Bradford City’i karşı karşıya getiren bu Inter Toto maçında, sağ kanat oyuncusu olarak görev yapan Arshavin’in ortaya koyduğu performans, Zenit’in o zamanki teknik direktörü Yuiy Morozov’u oldukça memnun etmişti. Zenit A takımındaki ilk sezonunda gerektiğinde oyun kuruculuk görevini üstlenerek, gerektiğinde de forvet ve kanatlarda oynayarak saha içinde değişik pozisyonlarda oynayabildiğini kanıtlayan Arshavin, bu başarısı sayesinde Rusya Premier Lig ödülüne layık görüldü.

Arshavin’e milli formayı kazandıran şey ise özellikle 2001-02 sezonunda Aleksandr Kerzhakov’la oluşturdukları muhteşem ikili oldu. A Milli formayı ilk kez Mayıs 2002’de Belarus’a karşı giydi. Ancak genç yıldızın milli takım kariyeri Rus Milli takımının önemli turnuvalardaki başarısızlığı nedeniyle kesintiye uğradı.

2003-04 sezonunda Roman Abramovich’e ait petrol şirketi Sibneft’in CSKA Moskova’yla üç yıllığına imzaladığı 58 milyon dolarlık sponsorluk antlaşması Rus futboluna yeni bir soluk getirdi. Abramovich’in milyonlarından istifade eden Rusya Premier Ligi, yetenekli yabancı oyuncularla şenlendi. Ekim 2005’te ise, Abramovich’in Sibneft’teki hisselerini Zenit’in sponsorluğunu yapan Gazprom’a devretmesiyle birlikte, CSKA Moskova’yla yapılan sponsorluk antlaşması da sona ermiş oldu. Rusya’nın en büyük şirketi olan Gazprom’un, kısa zamanda daha da güçlenmesi ve Zenit’e olan desteğini arttırması sayesinde, Zenit kadrosunu yeniden yapılandırdı. Bu durum Arshavin’e de yaramış, kendisi gibi yetenekli futbolcularla oynayarak futbolunu geliştirme fırsatı elde etmişti.

2007-08 sezonunda Rusya Premier Ligi’nde attığı 10 gol ve yaptığı 11 asistle takımını lig şampiyonluğuna taşıyan kilit isimlerdendi. Yine aynı sezon UEFA Kupası’nı ve Süper Kupa’yı kaldıran Zenit’in başarısında Arshavin’in etkisi tartışılmazdı. Turnuva boyunca attığı 4 gol ve yaptığı 10 asistle dünya futbol camiasında adından övgüyle söz ettiren Arshavin, finalde “Maçın Adamı” seçildi. Arshavin, bu sezonki üstün performansıyla ilgili şunları söylüyor: “Takımım için gol yaratmak benim için bir hobi. Golü kimin attığı önemli değil; bizim kazanamamız önemli.”

Rusya, Euro 2008’in yolunu tuttuğunda ise tüm gözler Zenit’te harikalar yaratan Arshavin’in üstündeydi. İlk iki grup maçında cezalı olması nedeniyle forma giyemese de, cezasının ardından İsveç ve Hollanda karşısında çıktığı maçlarda attığı gollerle, beklentilerin boşa olmadığını kanıtlamış oldu. Ancak Rusya’nın güçlü İspanya ile eşleştiği ve Rusya’nın mağlubiyetiyle sonuçlanan yarı final maçında, İspanyollar’ın göz hapsinde olan Arhsavin’in pek bir şansı yoktu. Rusya Milli Takımı teknik direktörü Guus Hiddink, böyle maçların Arshavin için çok değerli olduğunu söylüyor ve ekliyordu: “İsveç ve Hollanda maçlarında çok iyi oynayınca tüm dikkatleri üstüne topladı ve herkes onun en üst seviyede oynayabileceğine inandı. Oynayabilir de. Ancak rakip oyuncuların tamamı ona odaklanınca ve aşması gereken engeller fazlalaşınca sanırım zorlandı. Böyle maçlar sayesinde çok şey öğrenecek ve kendini daha çok geliştirecek.”

Arshavin, Euro 2008’de sadece üç maçta forma giyebilmesine rağmen UEFA tarafından seçilen turnuvanın en iyi 11’nde yer aldı. Turnuvanın ardından başta Barcelona olmak üzere birçok yabancı kulübün Arshavin’le ilgilendiğine dair haberler iyice artmıştı. Barcelona’nın 15 milyon euro’luk teklifini geri çeviren Zenit, Tottenham’dan gelen 16 milyon pound’luk teklifi de geri çevirdi. Zenit’in Arshavin için istediği 22 milyon pound’un altındaki tüm teklifleri geri çevirmesi, Rus futbolcuyu ve menajerini çileden çıkarmıştı. Menajeri Dennis Lachter, Zenit’in bu tutumunu “barbarca” olarak tanımlarken, Arshavin de verdiği bir röportajda Zenit yönetimine restini çekiyordu: “Yetkililerin şunun farkında olmasını istiyorum. Sezon arasında kulüpten ayrılmazsam, sadece kağıt üzerinde bir Zenit oyuncusu olurum. Önümüzdeki sezon Zenit’te oynamak istemiyorum ve oynamayacağım da.”

Arshavin’i renklerine bağlamak isteyen bir diğer takım da Arsenal’di. Arsene Wenger, Rus futbolcu için neden bu kadar ısrarcı olduğunu şöyle açıklıyordu : “Biz genç bir ekibiz. Arshavin ise 27 yaşında. Tecrübesi bizim için bir avantaj olacaktır. Ayrıca önümüdeki 5-8 hafta süresince Fabregas, Walcott ve Rosicky oynayamayacak. Arshavin gibi bir oyuncuya ihtiyacımız olduğu ortada.”

3 Şubat 2008’de 24 milyon dolar karşılığında Arsenal’e 3.5 yıllığına transfer olduğu resmi olarak açıklanan Arshavin’in, neden Arsenal’i seçtiği sorusuna verdiği yanıt ise şu: “Arsenal’i seçtim çünkü hem takım olarak oyun stillerini beğeniyorum, hem de Arsene Wenger çok beğendiğim ve bana bir şeyler katacağına inandığım bir teknik adam.”

Arshavin, bu sezon içinde Zenit formasıyla Şampiyonlar Ligi maçlarına çıktığı için, turnuvanın diğer maçlarında Arsenal adına forma giyemeyecek. Yine de Arsenal’in yeni oyuncusundan beklentisi büyük. İngiliz medyası ise ellerine düşmüş yeni malzemenin tadını çıkarıyor. Gazetelerde hemen her gün Arshavin ve eşi Yulia hakkında çıkmış birbirinden renkli haberler bulmak mümkün. Eğer ilgiliyseniz, Arshavin’in kucağında bebekleriyle fotoğraflarını, kadınlara araba ehliyeti verilmesini istememesinin sebebini; eşi Yulia’nın ise “beğendiğim tek İngiliz” dediği Victoria Beckham’ın nesini beğendiğini ve nasıl olup da koca Londra’da yapacak bir şey bulamadığını öğrenebilirsiniz.

Futbol Extra dergisi 2009/03 Sayı: 48'te yayınlanmıştır.

1.06.2009

Şampiyon Wolfsburg

Kimin yazdığını hatırlamıyorum ama geçen yılki Şampiyonlar Ligi finalinden sonra güzel bir yorum okumuştum:

''John Terry dünyanın en güzel ağlayan adamı olmasaydı, bu kupa o kadar değerli olmazdı.'' diyordu yorum. Maçı ve maç sonrası kutlamaları izledikten sonra da kesin olarak söyleyebilirim ki Wolfsburg futbolcuları ve taraftarı bu kadar çok sevinmeseydi, Bundesliga şampiyonluğunun hiçbir değeri olmazdı.

2009 yılında tarihinin ilk şampiyonluğunu kazanan Wolfsburg'a sezon başında kimse şans tanımıyordu. Şahsen, benim aklımdan da Wolfsburg'un şampiyon olabileceği, hatta ilk beşe girebileceği hiç geçmedi. Takımdan doğru-dürüst beş tane bile futbolcu adı saymakta zorlanıyordum. Herkesin bildiği tek şey var, takımın başında Felix Magath'ın olduğu. 2003/04 sezonunda Stuttgart takımının başında bir çıkış yakalayan Porto Riko asıllı Felix, ertesi sezon Bayern Münih'le anlaştı. Münih'te ilk iki sezonunda iki şampiyonluk yaşayan Felix Magath, ertesi sezon sezon sonuna kadar duramadan Ocak ayının sonunda kovuldu ve Haziran 2007'de de Wolfsburg ile anlaştı.

Takımın başına Magath geçtiğinde Wolfsburg berbat bir haldeydi. Daha önceleri orta sıralarda yer alan takım son iki sezonu 15. sırada bitirip düşmekten kılpayı kurtulmuştu. Takım iki sezon içinde tamamen kendini değiştirdi -kadroda Alex Madlung dışında eskiden kalan tek bir isim yok-. Magath'ın geldiği sezon takıma Grafite, Edin Dzeko, Ricardo Costa, Christian Gentner ve Josue transfer edildiler ve takım sezonu beşinci sırada bitirdi.

Bu sezona daha iddialı başlayan Wolfsburg kadrosuna 'on numara' olarak Zvejdan Misimovic'i kattı. Savunmaya Palermo'dan Andrea Barzagli-Cristian Zaccardo ikilisi transfer edildi. Kaleye İsviçre'nin parlayan genci Diego Benaglio transfer edildi. UEFA Kupası'nda son 32 takım arasına kalan Wolfsburg, Almanya Kupası'nda da çeyrek finalde elendi. Asıl sürpriz ise lige saklanmıştı.

Bundesliga gerçekten de büyük Avrupa ligleri arasında en ilginç mücadeleye sahne olan lig. Önceki sezonlarda da hatırladığım üzere sürprizlere son derece açık. -Stuttgart'ın şampiyon olduğu 2006/07'yi hatırlayalım- Bu sezonun devre arasındaki durumu hatırlayalım: Devre arasını lider bitiren takım, lige yeni çıkan Hoffenheim. Ligin en güçlü ekibi Bayern Münih hemen ensesinde. Hertha Berlin üçüncü, Hamburg dördüncü ve Bayer Leverkusen beşinci sırada. Wolfsburg ise devreyi dokuzuncu sırada bitiriyor.

Wolfsburg ikinci yarıya Köln beraberliği ile başladıktan sonra on maç arka arkaya kazanıyor. Bu süreçte deplasmanda Hamburg'u, kendi sahasında ise Schalke 04 ve Bayern Münih'i (5-1) yenmeyi başarıyor. İlginç bir şekilde Energie Cottbus'a kaybettikten sonra rakiplerinin beceriksizliğiyle -Hertha Berlin garip puanlar kaybediyor, Bayern Münih'i hiç sormayın- bir kayba uğramıyor. Stuttgart deplasmanında bozguna uğramaları şampiyonluğu bir hafta geç kutlamalarına neden oluyor sadece.

Takımın kuşkusuz en büyük starı Felix Magath. Grafite gol kralı, Dzeko da gol krallığının ikincisi oldu ama kimse Magath'ın yerini tutamaz. Magath sezon bitmeden -sezon bitmeden olması çok tartışılacak birşey- Schalke 04 takımıyla anlaştı. Magath, bazı futbolcular gibi 'gittiği bir takıma ayrılmak için gidenler'den. Stuttgart'ta kalsaydı efsane olurdu, Wolfsburg'da zaten efsane oldu ama yine ayrılmaya karar verdi. Schalke'de ne kadar başarılı olur bilemem ama Wolfsburg'un bu sezonki başarısını tekrarlayabileceğini zannetmiyorum. Birçok yıldız futbolcu da takımdan ayrılacak gibi gözüküyor, Magath takımı yarı yolda bırakmasaydı belki ama Magath'tan sonra aynı veya daha üstün başarıları tekrarlamalarını beklemek biraz uzak duruyor. Yine de, Bundesliga bu, belli olmaz...