İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

1.12.2016

Zürih

Bulutları delip alçalmaya başladığımızda Alpler halen daha hiç kalkmamış karlı beyaz tabakasıyla bizi karşılıyor Zürih’e varırken. Halbuki Ağustos’un sonundayız ve Zürih aksine oldukça sıcak. Hatta o gün Zürih nehrinde yüzme yarışı varmış. Bütün yıl nehirde yüzmeye izin verilen tek gün o gün olsa da Zürih’in etrafına kurulduğu Zürichsee ise Cumartesi olmasının verdiği etkiyle cıvıl cıvıl. Biz de şehirde ilk iş olarak kendimizi şehir hatları vapuruna atıyoruz. Ta gölün sonuna kadar giden vapurun dönmesi 2,5 saati alıyor. Biz onun yerine yarı yoldan dönüp gölün iki yakasındaki duraklarda yuvarlak yapan kısa vapurla meramızı gideriyoruz. Zaten vapurun büyük kısmı bizim gibi turistik gezi yapanlar. Mavinin yeşille buluştuğu gibi klişe bir reklam tabiri kullanmak istemiyorum ama gölün etrafında her tarafı ağaçlarla çevrili - artık hangi İsviçreli bankacılara aitse -  müstakil evlere hayranlıkla bakıyoruz. Evlerin arasındaki yeşil alanlarda ise insanlar yeşilliklere serilmiş – hele ki İsviçre için – yılın son güneşli günlerinin keyfini çıkartıp göle atlıyorlar.

Dönüşünde artık acıkmaya başladık ve karnımızı doyurabilmek için sokakları arşınlayıp restoranların menülerine bakarken, çakısı, saati, çikolatası gibi İsviçre’nin en büyük bilineni bir kez daha suratımıza tokat gibi çarpıyor: Burası gerçekten çok pahalı. Hoş bu pahalılığı daha otel bakarken anlamıştık. Tramvay ile şehir merkezine 15 dakika uzaklıktaki – ki küçük bir şehir için hatırı sayılır bir mesafe – otelimize oda kahvaltı iki kişi gecelik 120 avro veriyoruz ki bu bulabildiğimiz en ucuz otel. Seyahat planını yaparken niyetim eski şehri UNESCO Dünya Mirası listesinde olan Bern’e günübirlik bir gezi de sıkıştırmaktı ama gidiş dönüş tren bileti kişi başına 100 avro olunca bundan hızla vazgeçtim. Zira bizim İstanbul’dan Zürih’e gitmek için verdiğimiz uçak parası bundan daha azdı.

Restoranlara dönecek olursak, tamam şehir merkezindeyiz bir miktar pahalı olması anlaşılabilir bir şey ama bir tavuk şnitzel için 32 Frank nedir arkadaş? Tam da bu noktada imdadımıza sokakları arşınlarken duyduğumuz müzik sesleri ve ana caddeye doğru akan kalabalık yetişiyor: Arka sokakta, sokak festivali var!  Bu da sokak yemek stantları demek. Zürih ve çevresinden ayrılmayacağımızı düşünürsek en azından etkinlik açısından güzel bir döneme gelmişiz zira bu dönemde festival var. Bizim bu tesadüfen denk geldiğimiz şehrin turistik eski kısmı, Niederdorf’ta düzenlenen Dörflifascht müzik festivali. 2 avroya Kuzey Afrikalı bakkaldan birayı çantaya attıktan sonra sosislicisinden Çin yemekçisine kadar sokak yemek stantlarının arasına dalıyoruz. Sokak yemeği dediğime bakmayın bunlar da pahalı. Örneğin birazca büyük bildiğimiz bazlamanın üzerine sarımsaklı yoğurt sürüp bunu 8 Franktan satıyorlar. 8 Frankı, örneğin 8 TL diye düşünüyorum, gene pahalı geliyor. Türkiye’de 8 liraya hamur satmaya kalksan bir tane bile satamadan tezgâhı kapatır gidersin.  

Normalde turist kitaplarında baştan başa yürünmesi tavsiye edilen caddenin internette pek sıklıkla görülebilecek balkonunda inek heykeli bulunan otelin tam altındaki Raclette satan standında duruyoruz. Haşlanmış patatesin üstüne racelette peynirini eritiyor. Bu da bir yerden sonra baymasın diye yanında turşu ile servis ediliyor. Yoldan gelmişiz, açız, seçenek bol. Diğer stantlara da dadanıyoruz. Buradaki parti yarın da devam edecek. Müzik, bira, görece ucuz yemek… Daha ne isteyebiliriz ki! Elbette ki yarın tekrar buraya geleceğiz.

Ertesi sabah yine güneşli bir gün karşılıyor bizi. Bilgi dağarcığıma yeni bir bilgi daha katıyorum: Senelerdir Türk markası bildiğim Migros meğerse İsviçreliymiş. Tren garının hemen yanındaki Migros’tan yollukları alıp trene atlayıp Schaffausen’ın yolunu tutuyoruz. Zürih il sınırları içinde olduğu için gidiş dönüş 26 franka yaklaşık 50 dakikalık mesafedeki Schaffausen, Avrupa’nın en büyük şelalesine ev sahipliği yapıyor. Zamanında kontun biri akıllılık yapmış ve tam da şelalenin ucuna güzelim bir şato dikmiş. Karşı kıyıdan baktığında çok da güzel fotoğraflık bir mizansen sunuyor. Tekneye atlayıp önce şelalenin ağzına kadar geliyoruz, ardından şelalenin tam ortasındaki kayaya tırmanıyoruz. Elbette bir Niagara Şelalesi değil ama yine de keyifli bir tecrübe. Ama benim için esas keyif buradan sonra başlıyor. Eda sudaki kahverengi köpüklerden rahatsız olduğu için suya girmemeyi tercih ediyor. Kıyafetlerimi Eda’ya teslim edip ilerideki köprünün altında buluşmak üzere kendimi şelalenin debisi ile akıntısı iyice hızlanan nehrin tatlı sularına bırakıyorum. Zaten yüzmeme gerek kalmadan su beni köprüye kadar götürüyor.

Her ne kadar Pazar kalabalığı olsa da Schaffausen’a Pazar günü gittiğimiz için şanslıyız zira Pazartesi sabahı yağmur ile uyanıyoruz. Hava sıcaklığı bir günde 10 derece birden düşüyor. Nehir kenarı dışında pek gezme fırsatını bulamadığımız Zürih için başlangıç noktası olarak aldığımız Paradeplatz’a vardığımızda şanslıyız ki yağmur duruyor. Biraz Google edince hemen karşımıza çıkan Sprüngeli çikolatacısı tramvaydan iner inmez bizi karşılıyor. İçeri girdiğimizde bize denemek için çikolata ikram ediyorlar. Sağ olsunlar böylece çikolatanın tadına bakıyoruz, zira her şeyde olduğu gibi burada çikolata da pahalı. Cimrilik yapmıyorum. Herhangi bir duty free de ya da Metro markette bile bulabileceğiniz Lindt çikolataları burada Türkiye’dekinin 3 katı fiyatına satılıyor.

Çikolatacıdan çıktıktan sonra meydandan tren garına kadar uzanan Bahnhofstrasse caddesinde IWC’den  Patek Phillippe’e Swatch’tan Tissot’ya kadar ne kadar saat markası varsa hepsinin mağazası sıralanıyor. Mağazalara baka baka caddenin sonuna geldiğimizde en ince heykellerine kadar ayrıntılarıyla düşünülmüş neoklasik mimarisiyle tren garı bizi karşılıyor. Garın oradan sola dönünce 4 katlı büyük bir Migros var. En üst kat ise bizim IKEA’dan alıştığımız şekilde bir restoran. İşte burada fiyatlar makul. 4 gün boyunca restoran yemeği diyebileceğimiz tek yemeği burada 2 kişi toplamda 22 frank vererek yiyoruz.


Tam ters istikamette gardan sağa, bu defa festivalin alanının karşı kıyısına doğru nehir tarafına ilerleyince Arnavut kaldırımlarıyla döşeli eski şehrin sokaklarını arşınlıyoruz. Geniş meydanda iki tane gotik yapıda kilise var. Kirche Fraumünster ücret istiyor. Daha önce de dediğim gibi San Pietro’ya para vermediysem eğer hiçbir kilisenin girişine para vermem. Onun yerine günlük ayin saatinde giderim, ayine katılacağım deyip ücretsiz girerim olur biter. Ama bu İsviçrelilerin dinle pek alakası olmadığı için de bu kilisede sadece Pazar ayini düzenleniyorumuş. Grossmünster ise ücretsiz. Zaten buraya girince iyi ki ötekine girmemişiz diyoruz zira dediğim gibi adamlar oldum olası diyanete para ayırmadıkları için kilisenin içinde görülecek hiçbir şey yok.

Dedik ya tam da festival mevsimindeyiz diye. Zürih’te 15 gün süren Zürcher Theater Spektakel diye bir yaz festivali var. Şehir merkezinden 2 durak ve 5 dakikalık bir otobüs yolculuğu ile akşam soluğu festival alanında alıyoruz. Burası tabi daha uzun soluklu bir yer olduğu için sokak stantlarından ziyade prefabrik kurulumlar var. Bir pizza ile bir biraya 23 frank verip paylaştık. Ana sahnedeki gösteriler için bilet satılıyor – ki bu biletler çok önceden bitmişti bile – öte yandan açık alanda sokak sanatçıları bahşiş karşılığı illüzyonistlikten cambazlığa kadar çok güzel gösteriler yapıyorlar ki biz gece 11’de gösteriler bitene kadar oradan oraya dolanıp son derece keyifli vakit geçirdik.


Ertesi gün artık dönüş vakti gelip de düşündüğümüzde mevsimin de verdiği canlılıkla çok keyifli vakit geçirmiştik bu açıdan şanslıydık. Ancak fiyatları düşününce, her ne kadar İsviçre’de görülebilecek daha çok yer varsa da kısa vadede turistik açıdan bir daha geleceğimizi düşünmüyoruz.





21.09.2016

Bir Paris Deplasmanı


Bir beyaz yakalı eleştirisi Mezeleri Güzel’de Erdem Aksakal’ın “yurtdışı gezisi çıktı mı hemen maç fikstürüne bakar” diye tasvir ettiği şahsiyette benden feyz aldığına eminim. Bu referansın hakkını vermek için, Paris fuarı ufukta belirdiğinde hemen Paris St. Germain’in maç takvimini açtım. Her ne kadar geçen seneki gibi şampiyonlar ligi maçı haftası olmasa da yine de şanslıydım çünkü PSG’nin yine de evinde bir lig maçı vardı ve beni oldukça romantik bir karşılaşma bekliyordu: Dijon!

2007’de 4 ay süreyle yaşadığım Dijon’un kale arkası tribünü bulunmayan, sadece iki yan tribünlü Gaston Gerard stadında birkaç maça gitmiştim. 2. Ligde oynayan takım o sezonu küme düşme hattının ancak bir puan üstünde tamamlayarak, kıl payı amatör kümeye düşmekten kurtulmuştu. O takım sonrasında 2011’de tarihinde ilk defa Ligue 1’e çıkma hakkı kazanmış, bir sene sonrasında da gerisi geriye düşmüşlerdi. Hardal memleketinin takımı bu yıl ikinci kez Ligue 1’de oynuyor.

Bu bağ sayesinde elbette ki deplasman tribününe gidecektim. O kadar senedir buz hokeyinden yüzmeye, beyzboldan tenise kadar birçok spor dalını izlemeye gitmiş biri olarak daha önce hiç deplasman tribününe gitmemiştim, bu bile benim için yeni bir deneyim olacaktı. Öncelikle daha maç biletini alırken bile bilmediğim bir süreç vardı, zira PSG’nin internet sitesinde deplasman tribününe bilet satışı yoktu. Neyse ki Dijon kulübü e-mailime yanıt verdi ve maç günü gişeden 20 avroya bilet alabileceğimi söyledi.

Bir Kadıköy ya da Beşiktaş meydanı gibi Parc des Princes’e gitmek için toplu taşımların hepsi stada yaklaşık 700 metre mesafedeki Porte de St. Cloud meydanına varıyorlar. Otobüsten indiğimde meydanı çevreleyen cafelerden maç öncesi millet demlenmeye başlamıştı bile. Güzel, ince bir ayrıntıyla meydanda stad bilgilendirme kioskları vardı ve gitmek istediğim kapıya nasıl ulaşacağımı oradaki görevliler bana tarif ettiler. Parc des Princes beni öncelikle ışıltılı ve cıvıl cıvıl bir meydanla karşıladı. Sonrasında deplasman tribününü bulmaya çalıştıkça o ışıltı kayboldu, sokaklar karanlıklaşıp izbeleşti ve “gerçekten deplasman tribünün girişi buradan mı?” tereddütleri ile sanki yasadışı bir yere giriyormuşum izlenimi veren bir kapıdan geçip stada girdim. Esasında buna pek stada girmek denilemez. Zira 4-5 basamak çıkıp kendimi stadın alt çapraz köşesindeki tribünde buldum. Bize sağlanan imkânlar tesisin içinde bile değildi. Stadın dışında konteynırdan yapılma bir içecek satan mekân ile iki tane portatif tuvalet bize sağlanan olanakardı. Bu mu yani Paris misafirliği? Hoş, tribünde hepi topu 61 kişiydik. Son 3 sezonda Fransa’daki 12 kupanın 11’ini kazanan PSG karşısında bir kişi daha olsa belki şapkadan tavşan çıkartabilirdik ama bu halimiz ile “Bize her yer Dijon”dan daha öteye gidemedik.

Bu 11 kupa bile Arapların iştahını kesmemiş, Şampiyonlar Ligi’nde istenilen başarı bir türlü gelmediği için Laurent Blanc’ın bileti kesilmiş yerine Sevilla ile Avrupa Ligi’ni kazanmış Unai Emery PSG'nin başına gelmişti. Daha önce var mıydı bilmiyorum ama motto olarak kendine "daha fazlasını hayal et"i seçmiş takım için anlaşılabilir, daha da önemlisi taraftarı kandırabilir bir hamle olmuş. Zaten bu şartlarda tek amacı ligde kalmak olan Dijon ile PSG arasındaki kalite farkı daha ilk dakikadan belli oldu ve ancak 14 dakika dayandıktan sonra Rabiot ile ilk gol geldi. Golden sonra bizim tribün sessizleşti. Bu üzüntü niye ki, gerçekçi olmak gerekirse bu maçtan ne bekliyorlardı ki? 33. Dakikada Dijon’un kaleyi bulan ilk şutu geldiğinde skor 2-0 olmuştu bile.

Hafta içi, yerel saatle 21.00’de, gayet dandik bir takıma karşı bile PSG tribünleri son derece doluydu. Dahası kale arkasındaki iki tribün de daha önce gittiğim Chelsea, Man. City ya da Atletico maçlarıyla karşılaştırılmayacak kadar bağırıyorlardı. Muhtemelen Paris’teki Kuzey Afrikalı ve Siyahi getto kültüründen gelenler bu durumda önemli pay sahibiydiler. Buradaki tribün kültürü İngiltere’den ziyade bize daha çok benziyor. Örneğin ev sahibi takım taraftarlarıyla aramızda güvenlik görevlileri yerine robocop polisler tampon vazifesi gördüler ve PSG taraftarları sokakları tamamen boşaltana kadar stattan ayrılmamıza izin vermediler.
Neyse ki sadece üç tane yiyerek Paris deplasmanından sıyrılmayı başardık. Oysaki PSG daha 4 gün önce Caen’i 6-0 ile aşağılamıştı. Zaten maç sonunda bir iyimserlik hakimdi, zira küme düşme potasındaki rakiplerden Lille, kendi evinde Toulouse’a yenilmişti. Maç sonunda takım tribünlere geldi, onları tebrik ettik. Sonrasında Dijon’dan gelen bir otobüs dolusu insan yola çıkarken geriye kalan 20 kişilik Paris’teki Dijonlular olarak bizler de sokaklara dağıldık. 

10.08.2016

Fantasy Premierlig 2016/17


Haftasonu İngiltere'de ligler başlıyor. Haliyle biz de geleneksel fantazi ligimizi başlattık. Geçtiğimiz yıl son hafta şampiyonun belirlendiği ligde 12 kişi yerimizi aldık bile. Eğer halen daha lige katılmadıysanız 1700-13717 koduyla lige kaydolabilirsiniz.

20.06.2016

Will Grigg's on fire!

2013'ün FA Cup sahibi Wigan o sezon küme düşmüş, bununla yetinmemiş evel ki sezon da League 1'ın yolunu tutmuştu. Bu yıl Wigan tekrar Championship'e çıkarken 40 maçta 25 gol atan Kuzey İrlandalı Will Grigg'in bu başarı da önemli bir payı var. Grigg golleri ardı ardına sıralarken bir taraftarın derleyip youtube'a koyduğu video fenomen oldu ve bence yazılmış en iyi futbol şarkılarından biri ortaya çıktı. Elemanın bu başarısı sonrası Wigan başkanı gelecek yıl için sezonluk kombine ederken, Grigg de ülkesi ile birlikte Fransa'nın yolunu tuttu. Böylece Will Grigg's On Fire! Euro2016'nın gayriresmi şarkısı haline geldi.

Her ne kadar Rusya - İngiltere meydan muharebesi de gerçekleşmiş olsa, bu tip görüntüler çok daha fazla ve sırf bunları yaşamak için bile bir turnuvaya gitmeli. Bu yıl şu evlilik mevzuu ile gidemedim ama umarım 2018'de Rusya'nın yolunu tutacağım.

10.06.2016

Geldi 11 ayın sultanı

Nihayetinde Euro 2016 başlıyor. Bu programı başta Türkiye ve grubumuza ayırıp, ardından favorilerimizi ve sürpriz adaylarımızı konuştuk.

2.06.2016

Şampiyonlar Ligi'nde Şampiyon Real (Topcast 1 Haziran)

Romantizmin sonu: Atletico kazanamadı. Mourinho, United'da, Zlatan yanına gelecek mi? Mata gidecek mi? Bayern'in kadrosu iyice cyborg'a mı dönüyor? Milan'dan adam olur mu? Copa America başlıyor. Hepsi ve daha fazlası haftalık futbol geyiğinde.

30.05.2016

FPL'de Şampiyon VfB Gegenpressing

18 takımla başladığımız geleneksel fantasy premierleague OrtaKafaGol ligi bu yıl büyük çekişmeye sahne oldu. Premierleague'te yaşanan sürprizler fantazi futbola da yansıyıp bir de bu yılın yenilikleri olan çipler de devreye girince son haftaya kadar kopma yaşanmadı ve 5 takım son maçlara şampiyonluk iddiasıyla girdiler.

Son hafta bench boost desteğini kullanan Can Özenç'in yönetimindeki VfB Gegenpressing böylelikle yedek kalecisinden 2 puan daha aldı ve 2. sıradaki Grungium ile arasındaki farkı belirleyen de bu iki puan oldu.

Can Özenç'i bir kez daha tebrik ederken, katılan herkese teşekkür ederiz. 15 Temmuz'da yeni sezon kayıtlarıyla oyuna kaldığımız yerden devam edeceğiz.

9.05.2016

Bir Tottenham ve Pocchettino Güzellemesi

Leicester’ın şampiyonluğu bu yılın hatta bir önceki yazımda değindiğim gibi spor tarihinin en büyük sürprizi olabilir ama sezonu yakından takip eden herhangi birine sorarsanız bu yılın en heyecan verici ve kaliteli futbolunu oynayan takımı için Kuzey Londra’nın mavi beyazlı ekibini göstereceklerdir. Ve esasında daha yeni başlıyoruz.

Önce hikayeyi 2 sezon önceye saralım. Tottenham Gareth Bale’i tarihin en yüksek bonservis ücretiile satıp bu paraynın 60 milyon poundunu Paulinho, Capoue, Soldado, Chircles’e harcayıp sezona Andreas Villas-Boas ile başlamış, sezon ortasında yol verip sezonu Tim Sherwood ile tamamlamışlardı.

Takım geçtiğimiz yıla ise Pocchettino’yu getirerek başladı. Bir önceki yıl Southhampton’ı sekizinci yaparak tarihinin en iyi derecesini yaptırtan ve Clyne, Ward-Prowse, Lallana, Jay Rodriguez,Schneiderlein, Chambers, Shaw gibi isimleri parlatan Arjantinli, Tottenham’da da temizlik çalışmalarına başladı.İki sezonda Sandro, Soldado, Adebayor, Livermore, Holtby, Townsend, Lennon, Livermore ve daha birçok ismi toplamda 100 milyon pounda satıp, 25 milyon ne transfer karı elde etti. Bu başlı başına bir olay. Zira Premierleague kulüpleri, yüksek televizyon gelirleri sayesinde transfer harcamalarında inanılmaz müsrifler. Örneğin City son 3 sezonda 250 milyon pound harcamasına rağmen bu oyuncuların hiçbiri ilk 11 oyuncusu haline gelemedi ya da küme düşme hattındaki Newcastle sadece bu sezon 80 milyon poundun üzerinde harcadı.

Bu transfer çalışmalarının ardından Pocchettino aynı Southampton’da olduğu gibi gençleri takıma monte etti. Geçtiğimiz sezon Harry Kane’i, bu sezon Delle Alli’yi çekip çıkardı. City, Arsenal gibi takımların sahaya hiçbir İngiliz’in olmadığı kadrolarla çıkarken, İngiltere milli takımına ilk defa çağrılan son 16 oyuncunun dokuzu Pocchetino’nun öğrencisiydi. Bu yaz Euro 2016 İngiltere ilk 11’inde muhtemelen Walker, Rose, Dier, Alli ve Kane olmak üzere beş Tottenhamlıyı göreceğiz.

Sezon başlarken gerçekçi olan herhangi bir Tottenham taraftarı sezona şampiyonluk iddiasıyla başladığını sanmıyorum. Gerçekçi hedef Şampiyonlar Ligi olabilirdi, ki ben de ekim ayında sezonu ilk dörtte bitireceklerine dair bahis oynamıştım. Ancak geçen hafta dediğim gibi herkesin kötü olmasıyla bir anda kendilerini şampiyonluk yarışında buldular. Şubat ayındaki istatistiğe göre Tottenham mağlup duruma düştüğü maçlardan 17 puan çıkarmayı başarmıştı. Oynadıkları oyun  ligin en ikna edici oyunuydu ve her ne kadar geriden takip ediyor olsalar da medya tarafından şampiyonluk için en büyük favori olarak gösterilmeye başladılar. İşte yaş olarak genç olan bu takım mental olarak bunu kaldıramadı. Önce WBA karşısında 3 tane direkten dönen top sonrası yenilen beraberlik golünden sonra tüm oyuncularda “naapacaz lan biz?” bakışı vardı ki daha maçı çevirmek için 15 dakikaya sahiptiler. Chelsea maçındaki şampiyonluğu resmen kaybetme hazımsızlığı ise daha önce hiçbir Premierleague takımında rastlamadığım boyuttaydı. Takımdaki dokuz oyuncu sarı kart görürken bunun üç tanesi 90. Dakikadan sonraydı.

Hugo Lloris
29
Kyle Walker
25
Jan Vertonghen
28
Toby Alderweireld
26
Danny Rose
25
Eric Dier
21
Dele Alli
19
Erik Lamela
23
Christian Eriksen
23
Heung Min Son
23
Harry Kane
22

Ne olursa olsun bu genç takım için ikincilik bile oldukça büyük başarı. Gelecek sezon çok daha tecrübeli olacaklar, Şampiyonlar Ligi’nde oynayacaklar. Football Manager’da kalecilerin en olgun zamanlarının 31, savunma oyuncularının 29 yaşında olduğunu da hesaba katarsak bu ideal kadronun hiçbiri henüz olgunluğa ulaşmadı. Zaten orta saha ve hücum hattında kimse henüz 23 yaşını geçemedi. Zaten bu gençliğin avantajıyla sezon ilerledikçe yorulmak bilmediler ve takvimler 2016’ya döndükten sonra maç başına 117 km ile Premierleague’in en çok koşan takımılar.  Bütün bunları düşünürsek Tottenham’ın altın çağı daha yeni başlıyor ve gelecek yıl yine onları buralarda göreceğimizi düşünüyorum. 

6.05.2016

5001

Elvis’in hala yaşıyor olması, Loch Ness canavarının varlığının ispatlanması ya da Kim Kardeshian’ın 2020’de ABD başkanı olması. Leicester’a sezon başında şampiyonluk için verilen 5001 oranın, bu saydıklarım için açılan bahis oranıyla aynı değerde olması esasında Leicester’ın şampiyonluğunun ne kadar düşük bir olasılık olduğunu, hatta sezon başında imkansız olarak algılandığını gösteriyor. Zaten 5001 oran, spor bahis tarihinde tek bir etkinlik ile gerçekleşen en yüksek bahis oranı. Buna bağlı olarak da Leicester’ın yaptığının spor tarihinin en büyük sürprizi olduğunu da böylelikle ispat edebiliriz.

Gerçekten de gün denk gelir Amerikalı kolej çocukları buz üstünde mucizeye imza atabilir hatta 3 hafta ve 6 maç sonunda komşu Avrupa Şampiyonu bile olabilir. Ancak bu beklenmeyeni  10 ay süreyle, 38 maç boyunca sürdürmek işte zaten 5001’in karşılığı bu oluyor. Hatta şöyle diyeyim: Leicester bu sezon sadece 3 defa yenildi. Namağlup şampiyon olan Arsenal ve Mourinho’nun tek yenilgili ilk sezonundan sonra en az mağlubiyet ile şampiyon olan takım. Buna rağmen geçtiğimiz hafta Manchster United’a kazanması için 2 oran yani %50 ihtimal veriliyordu. Leicester şampiyon olurken halen daha milletin inanası gelmiyordu.

Sezon başında beklenmedik bir şekilde City’nin ilk sekiz haftadaki başlangıcı ve dahası Chelsea’nin içinde bulunduğu durum spot ışıklarını bir süre için Leicester’dan uzak tuttu. Sonrasında 10 haftalık korkunç fikstürü gelince “e zaten bu fikstürden çıkamazlar” diye burun kıvırmaya devam ettik. Manchester City deplasmanından 3-1 ile çıkana kadar esasında halen daha ciddiye alınmıyorlardı. O korkunç fikstürden alınlarının akıyla çıktıklarında bu defa da “favori olmadıkları maçlarda kontraatak futbolu oynamak kolay, şimdi Norwich’e WBA’ya karşı nasıl oynayacaklar?” diye yeni bir kılıf uydurduk. İşte Tottenham’ın yapamadığını burada yapmayı başardılar. Ardı ardına gelen 1-0’lık galibiyetler mental anlamda buna ne kadar hazır olduklarının kanıtıydı. Bütün sezon boyunca geriden gelip en çok puan kazanan takım olan Tottenham son iki haftada WBA ve Chelsea karşısında öne geçtikten sonra yakalandıklarında yaşadıkları paniği Leicester hiç yaşamadı.

Şimdi gelecek yıl Şampiyonlar Ligi’nde yer alacaklar. Esasında kağıt üstünde daha büyük platforma çıkıyorlar ancak başarı çok daha zorlu olmayacak. En nihayetinde Simon Kuper’in dediği gibi Leicester dünyanın en çok para kazanan 24. kulübü ve buna rağmen onların şampiyonluğunu peri masalı olarak görüyoruz. Ancak unutmamak gerekir ki önündeki 23 kulübün 12’si Premierleague’den. Hele ki gelecek yıl başlayacak yeni yayın sözleşmesi ile İngiliz kulüplerinin kazanacağı para, Avrupa’daki diğer ülkelere kıyasla kendilerini başka bir platforma taşıyacak. Şu anda bile küçük dediğimiz Leicester’ın oyuncularına ödediği para Higuainli, Hamsikli Napoli’nin ödediğnden daha fazla. İngiltere’nin Şampiyonlar Ligi yayın haklarında ödediği para sayesinde Leicester, Şampiyonlar Ligi’ni puansız tamamlasa bile 40 milyon poundu cebe atacak.

Bu başarı bundan 5 yıl önce olsaydı Avrupa’nın başaltı takımları Leicester’ın takımını talan ederlerdi ancak bu gelirler ile İngiltere’deki 4-5 takım ve Barça, Real, PSG, Bayern dışında o paraları ödeyebilecek kulüp yok.  Tam tersine, sezon başında Jordan Amavi, Şampiyonlar Ligi’nde Lyon forması dökmek yerine, küme düşeceği Aston Villa’ya gitmeyi tercih etti. Pekala Şampiyonlar Ligi’nde oynayacak Leicester Avrupa’dan adamları toplayabilir.

2011’de Bundesliga’da şampiyon olan Dortmund, daha önceki sezonlarda Avrupa’da başarısız olduğu için kendine ancak dördüncü torbadan yer bulabilmişti. Ha keza 2012 Serie A şampiyonu Juventus da şike ve küme düşme olayları sonrasında Olympiakos ve Anderlecht’in de arkasında üçüncü torbadan devler ligine dahil olabilmişti. Sadece 15 ülke puanı ile Avrupa’ya gidecek Leicester da bu anlamda Azerbaycan’dan 13 puanlı Karabağ ile aynı seviyede. Ama bir kez daha şans onlardan yana. Zira geçen yıl değişen statü ile şampiyon oldukları için Bayern, Juve, La Liga şampiyonu ve PSG ile diğer İngiliz takımlarının olmadığı bir grupta seri başı olacaklar. Keza yine favori olmadıkları için bu sene çok başarılı oldukları kontraatak futbolunu uygulayabilecekleri bir ortam olacak. Bu açıdan bakarsak henüz daha birçok belirsizlik olsa da bahisçiler halen daha Leicester’ı küçümsemeye devam ediyorlar ve gelecek yıl gruptan çıkma ihtimallerine %37 veriyorlar.

Gelecek sene olacakları gelecek seneye bırakalım şimdilik biz bu senenin keyfini çıkartalım zira önümüzdeki iki hafta boyunca spor tarihinin en büyük sürprizine şahit olmaya devam edeceğiz.

4.02.2016

Pep ve City (Topcast 3 Şubat)

City'de Pep dönemi: Pellegrini başarısız mıydı? Pep, City'e ne getirir? Leicester şampiyon olur mu? Hepsi ve daha fazlası topcast futbol geyiğinde