Premier League’de çok şeyler değişti. Arsenal’in düşüşü, Chelsea’nin yükselişi, Man Utd’ın toparlanışı, Everton’la Bolton’ın parlaması derken lig, sezon başında tahmin edilenden çok daha farklı bir çehreye büründü. 17. haftadaki dev Londra derbisi (Arsenal-Chelsea) öncesi lig iyice hareketlendi.
Son şampiyon Arsenal’in düşüşünü geçen yazımda irdelemiştim. Arsenal bu hafta kalede Lehmann yerine Almunia’yla çıktığı Birmingham karşısında 3-0 galip gelerek Şampiyonlar Ligi maçı ve Chelsea derbisi öncesi moralini düzeltti. Kazanmayı hatırladı. Arsenal’in sene başından beri belirttiğim sorunları aynen devam ediyor. Campbell, sakatlığı sebebiyle sezonun başındaki ilk 10-15 maçı kaçırdığı için henüz form tutamamış ve Touré’ye ayak uyduramıyor. Cygan ise stoperde Campbell’in şu formsuz halini bile doldurabilecek kalitede bir oyuncu değil. Sezon başından bu yana 25 maç aralıksız, zaman zaman sakat sakat oynayan bekler Cole ve Lauren artık fiziksel olarak tükenmiş durumda. Reyes sezon başındaki formunun uzağında. Henry deseniz o da sakat sakat oynamasına rağmen gollerine devam ediyor. Tam da bu durumda insanın aklına “Peki sezon başında muhteşem oyayan 35’lik delikanlı Bergkamp en azından Londra’daki maçlarda ilk 11 başlayamaz mı?” gibi bir soru geliyor. Yahu bu adamın Shearer’dan eksiği ne? Kendine de iyi bakıyor bakmasına! Neyse... Gilberto, Edu ve van Persie gibi üst düzey oyuncuların da rotasyonda yeteri kadar süre alamamaları uzun ve sert lig maratonunda bence Arsenal’in başını daha çok ağrıtacak. Arsenal’i Wenger dönemi boyunca en çok derde sokan sorunu olan oyun disiplini ve sabır eksikliği ise bu sene kritik Şampiyonlar Ligi maçlarında ve geçen hafta Man Utd’a Bellion’un 1. dk’da attığı golle 1-0 yenildikleri Lig Kupası maçında yine kendini gösterdi. Artık bunu Monsieur Wenger’in oyun karakterinin bir parçası olarak görüyoruz ve mentalitenin bu açıklarını kapatabileceğinden ümidimizi kesiyoruz.
Sıra geldi yazının asıl kahramanlarına: Chelsea FC ve Jose Mourinho. Yukarıdaki Arsenal paragrafını okudunuz. İşte Arsenal’de nasıl bir kötüye gidiş söz konusuysa Chelsea’de tam zıttı bir yükseliş gözlemliyoruz. Tamam, “Topçular” belki yenilmeden en çok maç götürme rekorunu bu sene kazanmış olabilirler, ama derinden gelen bir Chelsea rekorundan hiç kimse söz etmiyor. “Maviler,” Premier League’de bu sezon 16 maçta yalnızca 3 gol yedi ve defansif ciddiyetlerini hiç de kaybedeceğe benzemiyorlar. Şimdiden iddia ediyorum, sezon sonu bir başka rekorla daha karşılaşabiliriz.
Peki nedir Chelsea’nin başarısının ana faktörü? Rus dolar milyarderi Abramovich’in bitmek tükenmek bilmeyen serveti mi, Jose Mourinho’nun dehası mı, yoksa oyuncuların bireysel kalitesi mi? Aslında başarı işte bu üç faktörün bir kombinasyonu. Roman Abramovich’in Chelsea’nin başına gelişi tamamen ayrı bir yazının konusu olabilecek, sosyo-ekonomik bir olay. Bu ilginç adamın Chelsea’ye aktardığı servet, Man Utd’ı dünyanın kendi kendine yetebilen en zengin halka arz edilmiş spor müessesesi haline getirmiş “chairman” Peter Kenyon’un elinde, ligin bütün devlerini psikolojik olarak ezen, onları ümitsizliğe iten, ligdeki rekabetin bir bakıma geleceğini karartan bir güce dönüştü. Bu para, aynı zamanda takımdaki dünya klasındaki birçok futbol yıldızına, yerlerinin hiçbir zaman garanti olmadığını gösteren bir itici güç haline geldi. Öyle ki, klüp, adını karalamamak için, adı kokain skandalına karışan Rumen Adrian Mutu’dan 43 milyon £ pahasına da olsa vazgeçebiliyor. Frank Lampard’ın Champions dergisine verdiği bir demeç işte bu olayı kanıtlıyor. “Roman Abramovich o araba dolusu parayla klübün başına geçip takıma yeni süperstarlar gelmeye başladığında kararımı verdim. Ya her zamankinden daha çok çalışıp bu takımın değişmez bir parçası olacaktım ya da silinip gidecektim.” diyor Lampard. Bu rekabetin ona yaradığını 126 maçtır ne sakatlık ne ceza demeden lig maçlarında aralıksız görev almasından ve İngiltere’nin en istikrarlı orta saha oyuncusu haline gelmesinden çıkarabiliriz. Lampard gibi, kendisini bu süreçte çok iyi geliştiren bir başka oyuncu da John Terry. İstikrarlı oyunu ve saygı duyulan kişiliği sayesinde genç yaşına rağmen kaptanlığa yükselen stoper, inanılmaz hava hakimiyeti (öyle ki sadece kornerlerden attığı kafa golleri sayesinde Şampiyonlar Ligi’nde gol krallığına oynuyor!) ve tükenmek bilmeyen hırsını birleştirerek Lampard’la beraber takımın ruhunu oluşturuyor. “Premier League 2004-05” yazımda da belirttiğim gibi Chelsea taraftarının gözünde, bu altyapıdan yetişmiş iki yerel yetenek, milyon £’lar ödenerek alınan süperstarlardan daha değerliler.
Bu günlere gelmesinde önemli rol oynayan eski patronu Robson aracılığıyla İngiliz futbolunu yakından hatmetmiş taktik deha Mourinho, İngiliz taraftarın genç İngiliz oyunculara olan zaafını bildiğinden takımı Lampard ve Terry üstüne kurdu. Ranieri döneminde kaybolmaya yüz tutan Joe Cole’dan bir sağ kanat oyuncusu yaratarak bu yeteneği takıma tekrar kazandırdı. Ama Mourinho’nun Chelsea’de başardığı en büyük iş, rekabet ve takım ruhu arasındaki dengeyi mükemmel bir şekilde ayarlamak oldu. Öyle ki, takımdaki oyuncuların her biri, kötü oynadıklarında yerlerinin yeni bir transferle doldurulacağını bilmelerine rağmen var güçleriyle çalışıyorlar ve ilginçtir ki, bu büyük rekabete rağmen “Maviler” son 6-7 maçtır tam bir “takım” görüntüsü veriyor. Gol sevinçlerindeki hırs, savunmadaki yardımlaşma, paslaşmalardaki uyum adeta mucizevi. Arsenal, Man Utd gibi, bu takım uyumunu yıllar boyu ancak geliştirebilimiş ekollere rağmen Chelsea, an itibariyle, 4 ayda uyum sürecini tamamlamış bir takım görüntüsü çiziyor. Bu uzlaşmanın sağlanmasındaki en önemli rol, finansal güvencenin de verdiği rahatlık sayesinde, Mourinho’nun, takıma uyum sağlayamamış, çalışmayı sevmeyen, ya da takım oyunundan çok bireysel yetenekleriyle öne çıkan oyuncuları istediği an şutlayıp yerine yenilerini getirebilme lüksü. Véron, Crespo, Gronkjaer, Melchiot, Babayaro gibi oyuncuların satılıp ya da silinip yerlerini takım ruhuna sahip, hırslı, Gudjohnsen, Makelele, Bridge gibi oyunculara bırakması rastlantısal değil. İlginçtir, Arjen Robben’in sezon başındaki transferi öncesi “Bildiğim kadarıyla Robben bir sol kanat oyuncusu. Ben de bir sol kanat oyuncusuyum. Bu da demek oluyor ki ikimizden biri bu takıma fazla.” demecini veren Damien Duff, bugün Robben’le beraber ilk 11’de müthiş bir ikili oluşturmuş durumda. Bu durum takım ruhundaki ve birlik-beraberlikteki iyiye gidişin somut bir örneği.
Mourinho, elindeki sınırsız alternatifi en iyi şekilde kullanıyor. Takımı, zorunlu kalmadıkça değiştirmediği, Cech, Gallas, Terry, Lampard, Gudjohnsen, Makelele gibi oyuncuların üstüne kurarak geri kalan oyuncuları sürekli rotasyona sokuyor. Kezman, Carvalho, Tiago, Bridge, Joe Cole, Smertin, Geremi, Duff, Parker gibi oyuncular bu rotasyonda sık sık görev alıyor. Ancak Wenger’in Arsenal’iyle kıyaslandığında kadro açısından en büyük avantajı, belki Henry, Pires, Vieira, Ljungberg, Reyes gibi doğaüstü yeteneklere hep birden sahip olmamasına rağmen (ki kendisinde de Kezman, Robben gibi cevherler mevcut), takımın en değişmez oyuncusunun bile güvenilir alternatiflere sahip oluşu. İşte bu yüzden, Arsenal örneğinde olduğu gibi, takımın kilit parçaları sezon boyunca ara ara dinlendiriliyor ve bu oyuncuların yıpranması önleniyor. Artı, takım 4 kulvarda da mücadele etmesine rağmen (Lig, Lig Kupası, FA Cup, Şampiyonlar Ligi) kaliteli kadro ve alternatifler sayesinde takım fiziksel olarak daima dinç kalabiliyor. Arsenal nasıl yoğun maç trafiği sonrasında yorgun düşüp kötü sonuçlar alıyorsa, Chelsea de tam tersi bir şekilde, maç oynadıkça form tutuyor ve günden güne daha iyiye gidiyor. Takımın fiziksel gücü en büyük silahı haline gelmiş durumda. Mourinho’nun sabırlı ve prese dayalı futbolunu bütün bir maç boyunca disiplinli ve inatçı bir şekilde sürdürüyorlar. Israrla gol yemiyorlar. Rakibin konsantrasyonunu kaybettiği ya da yorgun düştüğü anlarda ise fiziksel güçlerini ve dinçliklerini kullanarak karşı takımın işini bitiriyorlar. Düşünebiliyor musunuz, bu takımda 70dk.’dan sonra “taze kan” olarak forvete giren isim Mateja Kezman! Nitekim bu yorulmak nedir bilmeyen Chelsea takımı rakibini en sonunda boğuyor ve galibiyete ulaşıyor. Bu hafta oynadıkları Newcastle Utd maçı da bunun tipik bir örneğiydi. Newcastle, maçın ilk yarısında sergilediği fiziksel direnci ikinci yarıda da sergileyemeyince kadrosunun avantajlarını kullanıp 4-3-3’ten 4-4-2’ye dönen Mourinho’nun “Mavileri”, Souness’ın takımını topa tuttu ve maçı 4-0 kazandı. İlginç bir detay da Kezman’ın bu maçın son dakikasında kazanılan penaltıyı gole çevirerek Premier League’deki ilk golünü atması oldu. Oyuncusunun moral kazanması için penaltıyı özellikle Kezman’a attıran kişinin Mourinho olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.
İşin Arsenal, Man Utd, Newcastle, Liverpool ve diğer İngiliz devlerini en rahatsız eden tarafı ise sezon başında “toplama takım,” “hala takım olabilmiş değiller,” “kazanıyorlar ama kötü futbol oynuyorlar” demeçlerine maruz kalan Chelsea’nin, “kazanan takım” kimliğine bir de, “göze hoş gelen futbol oynayarak kazanan takım” kimliğini eklemesi oldu. Sezon başında maçları çoğunlukla 1-0 alan, savunmaya dayalı, heyecan vermeyen futbol oynayan Londra ekibi, sezon ilerledikçe açılıyor ve maçlarını daha farklı skorlarla kazanmaya başlıyor.
Chelsea’nin bu durdurulamayan yükselilşiyle ilgili bir parantez de Hollandalı genç süperstar Arjen Robben’e açmak gerekiyor. Robben, bence Euro2004’ün Baros’la beraber en iyi performans gösteren oyuncusuydu. Hatta, çoğu Hollandalı otorite, Hiddink Robben’e turnuvada daha fazla süre verseydi Portakalların akıbetinin çok daha iyi olmuş olabileceğini iddia ediyor. Gerçekten de, Robben, sakatlıktan kurtulup forma şansı bulduğu andan itibaren Chelsea adına inanılmaz performanslar sergiledi. Attığı goller, yaptığı asistler, bitmek tükenmek bilmeyen temposu ve spektaküler hareketleriyle 4thegame.com’un “Sizce Premiership’in şu anda en heyecan veren oyuncusu kim?” anket sorusunda Thierry Henry’den bile daha fazla tık alarak birinci oldu. İlginçtir, Chelsea’nin bu “iyi performans” serisi, tam da Robben’in takıma sakatlık sonrası entegre olduğu döneme rastlıyor. Demek ki Robben’in Chelsea’nin başarısında bir ateşleyici faktör olduğunu inkar edemeyiz.
Sonuç olarak, iki Londralı süpergücün haftaya yapacakları büyük derbi büyük olasılıkla ligin kaderini belirleyecek. Aradaki 5 puanlık fark Chelsea’nin alacağı bir galibiyet sonucu 8’e çıkacak olursa, Arsenal’in ya da herhangi bir ekibin bu farkı kapatması çok güç olacak. Gerek son haftalardaki form grafiği gerekse de Şampiyonlar Ligi’nden birinci çıkmayı garantilemiş olmasının verdiği rahatlıkla bu haftaki Avrupa maçına asılmayacak oluşu, maç yorgunu ve şu anda Şampiyonlar Ligi’ni düşünmek zorunda olan Arsenal karşısında Chelsea’yi favori kılıyor. Derbiyi sabırsızlıkla bekliyoruz.