İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

29.10.2004

Belçika Ligi'nde 10. Hafta

Merhaba! Öncelikle Jupiler Ligi özetleri yazılarımdaki bu küçük kesinti yüzünden özür dilerim ancak her zaman yazmak için zamanım müsait olmuyor.

Westerlo 0 – Mouscron 1
A.A. Gent 3 – Charleroi 1
St-Truiden 2- FC Brussels 0
Beveren 5 – Cercle Brugge 1
Oostende 2 – Lierse 3
Mons 0 – Lokeren 1
Mouscron deplasmandaki 364 günlük galibiyetsizlik serisine Polonyalı forvetleri Marcin Zewlakow’un 28. dakikadaki gölüyle son verdi. Gent ise Charleroilı oyuncuların 2 kendi kalesine golle rahat kazandı ve klasmanda iyi bir sırayı hak ettiğini gösterdi. Ligin alt sırasındaki mücadelede Saint-Trond, pazartesi günü istifası başkan tarafından reddedilen Emilio Ferrera’nın Brussels’i ile karşılaştı. Beveren’in Fildişi Sahillileri perşembe günü UEFA kupasında Stuttgart’tan yediği tarifeyi Cercle’e uyguladı.Oostende evinde bir mağlubiyet daha aldı. Lierse’de Romen Marius Mitu gözkamaştırmaya devam ediyor. Mons ise geçen haftaki Genk beraberliğinden sonra pek bir varlık gösteremedi

Club Brugge 2 – La Louvière 0
Bu hafta Blauw en Zwart, La Louviere ile karşılaştı. Louvierelilerin bir kaç atağına karşılık Brugge’ün defansif sistemi bir kez daha evinde taviz vermedi. Devrenin berabere biteceği düşünülürken Sloven milli oyuncusu Nastja Ceh genç Sylvio Proto’yu yanıltıp fileleri buldu. La Louviere 2. yarıda Brugge savunmasını delmeye çalışsa da başarılı olamadı. Üstelik Gaëtan Englebert, 81. dakikada farkı ikiledi.

Brugge köşesinden not edilmesi gerekenler : Belçikalı milli Philippe Clement bu maçta, UEFA Kupası’ndaki kötü oyunu nedeniyle yedek kulüpesindeydi.(Brugge deplasmanda 2-1 öne geçtiği maçta 3-2 yenilmişti)(onun yerine genç Çek David Rozehnal oynadı) Peter Vanderheyden’nin Betis’e taransferinden sonra Kanadalı yetenekli genç sol bek Michaël Klukowski’ye ilgisi ayyukaya çıktı.

GBA 1 – Standard 0
Standard GBA deplasmanına başarılı serisini sürdürmeyi ve bu cuma Brugge maçına kendine güvenerek çıkmayı umarak gitti.Ancak 54. dakikada Messoudi, kişisel becerisyle şık bir gol attı.Maçın sonunda Eric Deflandre, Rositto’ya yaptığı kamikaze müdahele ile kırmızı kart gördü. Liege takımı UEFA Kupası’ndaki Stau Bükreş yenilgisinden sonra taraftarlarına yeniden güven vermeyi amaçlıyordu ancak bu haftaki Brugge maçına arka arkaya 2 yenilgi alarak çıkacaklar.


Anderlecht 4 – Genk 2
Anderlecht ve Genk geçtiğimiz pazar gecesi karşılaştılar. Anderlecht köşesinde Çarşamba günü maruz kalınan bir Werder Bremen mağlubiyeti ile arka arkaya alınan 2 yenilgi ve Şampiyonlar Ligi’nde 3 maçta sıfır çekme vardı.

Üstelik, Engelaar’in ayağından ilk golü yiyen tarafta Anderlecht oldu. Ancak 24. dakikada Matouku 2. sarı karttan kırmızıyı görünce rüzgar terse döndü. Buna rağmen Genk devrenin sonuna kadar dayandı.İkinci yarıya Broos Fransız Ehret yerine forvet Oleg Iachtchouk’yu alarak başladı ve Oleg 63. dakikada skoru güzel bir kafa vuruşuyla eşitledi. 4 dakika sonra Genk 10 kişi olmasına rağmen Beslija ve Priske’nin kollektif hücumu ile yeniden öne geçti. 76. dakikada Broos yeni bir değişiklik yaptı ve taraftar tarafından yuhalanan Lovre yerine genç Rus Gerk’i oyuna aldı.Oyuna yeni giren Gerk’in ortasında Genk savunması topu kendi kalesine attı. 89. ve 90. dakikalarda Aruna Dindane skoru belirledi.

22.10.2004

Avrupa futbolunda sürprizler - İkinci bölüm : Yunanistan Milli Takımı - UEFA Euro2004 Şampiyonu

Futbol ne kadar önemlidir sizin için? En azından bu soruyu düşünmeye değecek kadar önemli midir? Hayatınızda futbolun yerini sorgulamaya vakit ayırır mısınız? Bence yaşamak ne derece anlamlı ise futbol da o kadar değerlidir. Hepimiz biteceğini bidiğimiz bir hayatın daha katlanabilir olması için uğraşırken yaptığımızın ne derece saçma olduğunu biliriz. Biliriz de yaşamaktan vazgeçmeyiz gene de. İşte bizim gibi futbolseverler için de futbol, yaşamın saçmalığını görmezden gelmemize ve belki de bir sonraki maça dek her seferinde hayata tutunma motivasyonumuzu sağlamamıza neden olandır. Bunun içindir ki sloganımız; "Futbolu sevmek hayatı sevmektir" olmalıdır. Her çift yılın yazında futbolseverler için bir bayram organize edilir: Ulusal takımların mücadele ettiği Dünya ve Avrupa Şampiyonları. Birçoğumuz da belki sırf o bayramı yaşamak için zamanın geçmesini diler ve her birinin aynı gibi geçen günlerin içinde doğurduğu boşluğu bu beklentinin yarattığı heyecanla doldururuz. 2004 yılına girdiğimiz günden beri de Portekiz'de düzenlenecek olan Avrupa Şampiyonası turnuvasını sabırla bekledik. Haziran çabucak geldi ve bir aylık festival de göz açıp kapatıncaya kadar bitti. Dahili olduğumuz ülkenin milli takımının bir dizi becerisizlik sonucu uzaktan izlediği turnuvanın finali büyük bir süprize sahne oldu. Komşumuz Yunanistan'ın futbol milli takımı dillere destan bir mücadele sonucu önemli rakipleri tek tek geçerek kupayı aldı. Herkes yorumunu yaptı, kendine göre dersini aldı. Bazıları çalışmayı, mücadeleyi sonuna kadar sürdürmeyi yüceltti. Başarının azmin, hırsın, sürekli güçlü kalmanın ürünü olduğunu savundu. Bazıları futbolda şans faktörüne dikkat çekti. Bazen ne kadar çok uğraşsan da, herşeyi doğru yapsan da kazanmak için şansa ihtiyacın olduğunu öne sürdüler. Bazıları istikrarın ve takım olmanın önemini vurguladılar. Sonuçta futbol bir takım oyunuydu ve istikrarlı bir takım kuranların her zaman başarılı olduklarından bahsettiler. Bazıları Yunanistan'ın başarısını tesadüfi buldular ve hatta eleştirdiler. Teknik direktör Otto Rehhagel'in anti-futbol oynattığını ve bunun zayıf takımlara her zaman kötü örnek olacağını ve futbolun giderek daha zevksiz bir spor haline geleceğini yazdılar. Oysa futbol hiçbir zaman tek yönden değerlendirilebilecek bir olgu olmadı. Hepsinin dediklerinde doğruluk payı vardı elbet ama bu kadar çok tartışılan futbolu hep kendi istedikleri gibi görüyorlardı. Futbol hiçbir zaman gol atmaktan ibaret olmadı. İyiki de olmadı yoksa en önemli özelliğinden, hayata benzerliğinden yoksun kalacaktı. Doğrudur, "futbol fena halde hayata benzer" ancak her zaman bir oyundur. Üç ihtimallidir ve her ihtimalin de mutlu ettiği tek kesim biz gerçek futbolseverlerizdir. Çünkü biliriz ki sonuçlar, en önemli başarılar, en unutulmaz kupalar bile ölümlüdürler. Sadece başarıya, kazanmaya odaklanmışsanız hiçbir zaman takımınız sizi tatmin edemez çünkü başarı beklentiyi doğurur ve bu sonsuza dek gider. İçiniz de klasik bilgisayar oyunu CM'yi bitiren var mı? Hangi başarı taraftarı susturur ki? İşte bu yönden futbolun hayatla da bir paralelliği söz konusudur. Çünkü kimse hayatın ne zaman sona ereceğini bilmez. Ben derim ki futbolu güzelleşmesi gereken bir sevgili ya da mükemmelleşmesi gereken bir matematik formülü gibi değil bizi hayata bağlayan, ölümlü hayatımızı anlamlı kılan ölümsüz bir oyun olarak görelim.

Biliyorum yazının başlığından beklediğiniz şu ana kadar yazdıklarım değildi elbet. Ama bu sefer ki yazımda önceki yazımdaki gibi maç maç sürpriz bir başarı hikayesi anlatmak istemiyorum. Onun yerine futbolda ve hayatta sürprizin ne demek olduğunu incelemek istiyorum. Yine de, hepiniz Yunanistan'ın öyküsünü bilseniz de, bir özet olarak bu sürprizin nasıl gerçekleşmek gerektiğini anlatmak gerek kanımca. Grup maçlarına İspanya ve Ukrayna önünde aldıkları 2-0'lık iki mağlubiyetle başlayan Yunanistan gol yemeden 8 gol atıp üst üste altı galibiyet aldı. 18 puan toplayarak İspanya'nın önünde grup birincisi olarak finallere yükseldiler. Emenistan'dan sadece bir gol fazla atmışlardı ve dört maçı 1-0 kazanmışlardı. İlginç bir not defansif bir futbolu tercih etmelerine rağmen hiç berabere kalmamışlardı. İspanya'yı deplasmanda 1-0 yenerek dikkatleri çekmişlerdi. Finallerin açılış maçında Portekiz'i 2-1 yenerek otoriteleri şaşırtan Yunanistan, İspanya ile de 1-1 berabere kalarak son maçta Rusya karşısına rahat ve 14 maçtır yenilgisiz çıkıyordu. Futbolun aziz bir spor olduğu tekrar kanıtlandı ve iddiasız Rusya'ya 2-1 yenildiler. Turnuva sonuna dek bir daha hiç yenilmeyeceklerdi. Çeyrek finalde favori Fransa'yı 1-0 yenerek herkesi şok eden Yunanistan yarı finalde güçlü Çek Cumhuriyeti karşısında da favori değildi. Çoğunluk tarafından en güzel futbolu oynayan takım olarak gösterilen Çek Cumhuriyeti'ni neredeyse kendileriyle özdeşleşen 1-0'lık skorla eleyip finale çıktılar. Aziz futbol finalde karşılarına ev sahibi Portekiz milli takımını tekrar çıkarmıştı. Bahisçilere göre yine favori değillerdi. Yine aynı futbolllarını oynayıp Portekiz'i ikinci kez yendiler. Skor bir klasikti ve bu onların eleme gruptakilerini sayarsak yedinci 1-0'larıydı. Avrupa şaşkındı, Otto kral ilan ediliyordu ve Yunan oyuncuların değeri artıyordu. Ama herkes biliyordu ki tek tek değil takım olarak değerliydiler. Turnuvanın en değerli oyuncusu, bence biraz da sembolik olarak takım kaptanı Zagorakis seçiliyordu. Yunanistan önemli bir sürprizi başarmıştı. Oynadıkları futbola anti-futbol diyenlere katılmıyorum. Futbol artistik çalımlardan, topuk paslarından, fantastik gollerden ibaret değildir. Güzel bir kaleci kurtarışı, orta sahayı rakibe dar eden futbolcular, defansın yetenekli golcülerin şaşırtmalarına karşı verdiği mücadele, forvet oyuncuların rakip defansa baskı yaparak top kazanmaları veya oyunun kurulmasına izin vermemeleri, basit paslarla ceza sahasına girilmesi ve kolay bir vuruşla gol atılması gibi futbola özgü ayrıntılar da sevilir. Letonya'nın gol atmak için uğraşı ve ilk kez çıktıkları Avrupa Şampiyonası'nda puan almak için verdikleri mücadele de en az finaldeki mücadele kadar heyecan vericidir. Benim için turnuvanın en güzel maçı Danimarka-İsveç mücadelesiydi. Evet bu maçta 4 gol izlenmiştir ama benim için önemli olan iki takımın da maç öncesi ortaya atılan şike söylentilerine karşın yürekten oynamalarıydı. Trajik bir şekilde son dakikada berabere biten maç şike iddiasında bulunanların öngördüğü gibi bitmiştir ancak maç sonucu kendilerinden başka kimse iki takımı da suçlamamıştır. Şampiyona gelirsek; evet doğrudur, Yunanistan turnuva boyunca tek bir maç dışında sürekli oyunu kendi sahasında kabul etmiştir. Peki bunu yaparken futboldan başka bir oyun mu oynamışlardır? Sürekli oyunu yavaşlatmaya, rakibi sinirlendirmeye yönelik mi oynamışlardır? Yaptıkları sadece uygulayabildikleri en iyi taktiği mükemmel bir şekilde sahaya yansıtmaktır. Asıl soru şu olmalıdır: Bu kadar güçlü, favori, en iyi futbolu, en modern, güzel, göze hoş gelen futbolu oynadıkları söylenen takımlar neden Yunanistan karşısında her zamanki oyunlarını oynayamamışlardır? Hep söylenen açık alan bulduğunda oynayan futbolcu/takım lafları ne kadar anlamlıdır? Bu bakış açısı futbola tek yönlü bir bakış açısıdır. Futbolda her zaman kapanan, iyi savunma yapan takımlar olacaktır. Önemli olan onların kapalı savunmalarını çözmek ve karşı ataklarına karşı gerekli tedbirleri almaktır. Ne Fransa, ne Çek Cumhuriyeti, ne İspanya, ne de Portekiz alternatif hücum planlarını sahaya yansıtabilmişlerdir. Otto ve takımı hepsini tek tek denize dökmüştür ve en iyi futbol oynamayı en çok hücumu düşünmekle eş tutan zihniyeti de şaşkına uğratmıştır. Futbol şaşırtıcıdır ve belki de hepimizin futbola dair kalıp düşüncelerimizi gözden geçirmenin vakti gelmiştir.

Yunanistan oynadığı oyuna ve çözüm bulunamayan savunmasına rağmen turnuvanın herhangi bir aşamasında elenebilirdi. Oysa finale kadar çıktılar ve daha da zorunu başardılar, finalde kazandılar. Peki bu başarı kimin eseriydi? Otto? Takımın tüm oyuncuları? Yunan halkı? Yunan Federasyonu? Yoksa rakipler mi? Bence bu başarının sahibi Aziz Futbol'du. Kesinlikle şanstan bahsetmiyorum. Çünkü şans hiçbir zaman futbolda belirleyici rolde olmamıştır. Yunanistan tek golle kazanıyorsa sadece o tek golü atmasını bildiği için değil, gol yemediği için, ne golü bulmadan önce ne de sonra gol yemediği için de kazanıyordu. Bu küçümsenecek bir beceri değildir. Konsantre olmak, motivasyon, takım arkadaşlarına güven ve bağlılık içerir. Ancak yine de böyle bir sürprizi görebilmek için Aziz Futbol'un iznine ihtiyacımız vardır. Tıpkı hayat gibi. Hayatta ne zaman ne olacağını kimse bilemez. En umutsuz anlarda hayatınızın değiştiğine çok tanık olmuşsunuzdur ve bir açıklama getirememişsinizdir. Çoğunluk bu gibi durumlarda ilahi bir güce sığınır ve akıl sağlıklarını koruyabilirler. Ama bilmediğine inanmayı kolay yol olarak görenler yaşananlara başka bir isim verirler: Saçmalık! İşte hayatın hem tanımında hem de sürecinde var olan saçmalık futbolun içinde de vardır. Ben de bunu her ne kadar ilahi bir anlamı anımsatsa da futbolun azizliği olarak adlandırıyorum. Futbol var oldukça bu tür azizlikleri göreceğimizden emin olabilirsiniz. Bu yazımda teknik ve taktik bir analiz yapmaktansa futbolun içindeki sürprizi anlamaya çalıştım. Benim kafamdaki sorular asla tamamen yanıt bulmayacak. Ancak bu yazı sayesinde bazı yanıtlara sahip oldum, eğer sizin sorularınızı da yanıtlayabilmişsem yaşamanın o kadar da anlamsız olmadığına biraz daha inanacağım.

16.10.2004

Formsuz Avrupa

Geçtiğimiz haftanın Dünya Kupası maçlarına baktığımızda konuşacak birçok konunun olduğunu görüyoruz. Gözümüze ilk çarpanlar büyük ülkelerin zayıf ülkelere karşı kazanamamaları ya da zorlanarak kazanmalarıydı. Bu hadise üzerine verebileceğimiz birçok örnek olunca artık bunları “sürpriz” diye adlandıramıyoruz. Bu noktada konuyu hemen “artık milli takımlar arasındaki fark kapandı” klişesine yormayacağım. Kaldı ki, hem yaş,hem de nüfus olarak küçük olan Avrupa ülkelerinin hali hazırda iyi bir futbol kültürü olan ülkelerin imkanlarına ve teknik donanımlarına sahip olamadan, bu ülkeler seviyesine geleceğine de inanmıyorum. Arada bir, birkaç maç kazanabilirler, hatta şansları yaver giderse büyük bir turnuvada da iyi bir derece yapabilirler ama hepsi o kadar. Gelgelim, Hollanda ile berabere kalan, ardından Andorra’ya yenilen Makedonya’nın fazlasıyla dikkate alınması gereken bir takım olduğunu söyleyebilir miyiz? Veya Rusya’yı 7-1 yenen Portekiz ile berabere kaldığı için Liechtenstein’a tümevarım yöntemini kullanabilir miyiz? Ancak, dediğimiz gibi bu tarz skorların çokluğu yüzünden bu maçlara “sürpriz” diyemiyoruz. Hemen topu, “tekniği olmayan ülkeler anti-futbol oynuyor” tezine atsak da alınan skorlar bu tezi de çürütüyor. Yazın gördüğümüz Yunanistan’ın anti-futbolu gol yememe felsefesine dayalıydı. Oysaki bu haftaki maçlarda Portekiz ve Hollanda ikişer gol atmalarına rağmen kazanamadılar.

Gol yemeyle ilgili problemi bulunan bir başka büyük de İtalya. Hafta sonu şanssız bir şekilde deplasmanda Slovenya’ya yenilen İtalya, Beyaz Rusya’yı evinde yenmesine rağmen kalesinde 3 gol gördü ki defansı sanat olarak gören bir ülke futbolu için gerçekten düşündürücü. Gerçi Lippi’nin defansif yeteneklerini Parma zamanından gördüğümüz için çok fazla tereddüt edilmemesi lazım.

Bunun yanında bu maçta İtalya’daki forvet değişimini de çok net gördük.Del Piero sakat ve Vieri de oldukça formsuz. Bunun sonucunda Lippi golcü olarak Gilardino’yu görevlendirdi. Arkasına ise Totti ve De Rossi’yi koydu.

Bundan bir buçuk ay önce “Fransa’da Sancılı Değişim” başlıklı yazıyı yazarken açıkçası Fransa’nın bu kadar kötü oynayacağını, bu kadar zorlanacağını tahmin etmemiştim. İddia ediyorum, Fransa, bizim yerimize, 2. grupta seri başı olsaydı, gruptan çıkamazdı. Ancak, şu an bulundukları grup çok kolay ve hala her şeye rağmen Dünya Kupası’na rahatlıkla gideceklerini düşünüyorum. Fransa’nın sorunu diğer takımların tersine gol atamaması. 4 maçta hal gol yemediler buna karşılık sadece 4 gol atabildiler ki bu goller grubun son 2 sırasında bulunan Kıbrıs ve Faroe Adaları’na karşı kaydedildi. Henry sadece Wenger sisteminde etkili olabiliyor, Fransa milli takımı Henry’i etkili bir şekilde kullanmayı beceremiyor. Fransa’nın gelecek mart ayının sonuna kadar maçı yok. Bu süreye kadar hazırlık maçları ile yeni kuşağı takıma adapte edeceklerdir.

Elemelere kötü başlayan takımlardan İspanya’da ise, teknik direktör Aragones basın tarafından yetersiz bulunuyor. Birçok yazar, İspanya’nın gün geçtikçe daha kötü oynadığını, takımın savaşmadığını söylüyor. İspanya elemelere, Bosna –Hersek beraberliği ile başlamıştı. Bu hafta ise dokuz kişi kalmış Belçika’yı yendiler. Ardından Litvanya ile golsüz berabere kaldılar.

Haftanın en çok konuşulan takımı hiç şüphesiz Liechtenstein’dı. 30.000 nüfuslu ülkenin takımı önce evinde Portekiz ile berabere kalarak Dünya Kupası elemelerinde tarihlerinin ilk puanını aldılar, ardından deplasmanda Lüksemburg’u 4-0 yendiler.

Diğer kıtalardaki elemelerin çoğu birkaç turlu ve daha son turlara gelinmedi. Güney Amerika’daki elemelerdeyse Brezilya, Arjantin ve Paraguay üst sıraları rahat götürüyorlar.

7.10.2004

Avrupa futbolunda sürprizler Birinci bölüm : Porto FC - 2003 / 2004 Avrupa Şampiyonlar Ligi Kupası sahibi

Futbol, icadından itibaren her daim sürprizlere açık bir oyun olmuştur. Futbolun karakterinden kaynaklanan bu durum bizi futbolsever yapan başlıca unsurlardan biridir. Günümüzde büyük futbol kulüplerin her geçen yıl daha da zenginleşmekte ve iyi oyuncuları oynatamasalar da bünyelerine katmaktadırlar. Buna rağmen çok şükür ki futbolda sürprizleri görmeye devam ediyoruz. Son örneğini de 2004 Avrupa Şampiyonası'nda Yunanistan'ın şampiyon olmasıyla yaşadık. Ancak 2004 senesi sürprizlerden yana bereketli bir yıldı ve belki de Şampiyonlar Ligi'nin en büyük sürprizi geçen sene Porto FC'nin şampiyon olmasıyla gerçekleşti. İzninizle bu yazımda geçen seneki unutulmaz başarı hikayesini inceleyeceğim. Gelecek yazımda ise Yunanistan'ın nasıl Avrupa Şampiyonu olduğuna cevaplar arayacağız.

Porto 2002/2003 sezonunda UEFA Kupası, Portekiz Süper Ligi, Portekiz Kupası ve Portekiz Süper Kupasını alarak dörtleme yapmıştı. İnanılmaz bir başarıydı bu ve teknik direktör Jose Mourinho CV'sine kazandığı tüm kupaları gururla yazıyordu. Mourinho ilginç bir teknik direktör. Konuşmayı seviyor, konuşurken lafını sakınmıyor. Medyayı seviyor, kendi tanıtımını en iyi şekilde yapıyor. Futbolcularını seviyor ve kendini de onlara sevdiriyor. Futbolu seviyor, maçlara iyi motive oluyor ve takımını ateşlemesini bilyor. Genç, yakışıklı, popüler bir figür olmaya çok müsait ve anlaşıldığı kadarıyla ünlü olmakla hiçbir derdi yok. Ayrıca gerçekten zeki biri ve nasıl derler futbol tanrıları şu ana kadar hep ondan yana oldu. 2003/2004 sezonuna takımını hazırlarken, o seneki hedeflerinin Portekiz Ligi'nden ziyade Şampiyonlar Ligi'nde başarı olduğunu biliyordu. Bir yerlerden tanıdık gelen bu hedefe ulaşmak için kulüp sansasyonel transferler yerine takım değerlerine yatırım yaptı ve yetenekli Brezilya asıllı Portekizli Deco, tecrübeli kaleci Victor Baia, Carvalho, Ferreira, Nuno Valente, Maniche, Costinha gibi Portekizli oyuncularına, yıldızını parlatmak isteyen Brezilyalı santrafor Darleii Güney Afrikalı Benny McCarthy gibi takım oyuncularına güvendiler. Şampiyonlar ligine direkt katıldılar ve Real Madrid, Marsilya, Partizan takımlarının bulunduğu zorlu bir gruba düştüler. İkincilik için Marsilya rakipleri gibi gözüküyordu. İlk maçta Belgrad'da Partizan'ı yenemediler ve Costinha'nın golüyle 1-1 berabere kaldılar. Yine de deplasmanda Madrid'de 4-2'lik bozguna uğrayan Marsilya'nın puan olarak üstündeydiler. İkinci maçta ise Real Madrid'e kendi evlerinde dayanamadılar ve 3-1 yenilerek, Partizan'ı yenen Marsilya'nın arkasında kaldılar. Tek gollerini yine Costinha atmıştı. Şampiyonlar Ligi'ne iyi başlayamamışlardı. İlginçtir evlerindeki Madrid mağlubiyeti Şampiyonlar Ligi'nde o sezondaki ilk ve son mağlubiyetleri oluyordu. Bir sonraki maçları Marsilya'daydı. Grubun kader maçını Porto 3-2'lik skorla kazanıyordu. Goller Maniche, Derlei ve Alenitchev'den geliyordu. Büyük avantaj kazanmışlardı ve daha da önemlisi kendilerine olan güvenleri artmıştı. Gruptan çıkacaklarına daha çok inanıyorlardı ve evlerindeki Marsilya maçını da Alenitchev'in golüyle 1-0 kazanarak gruptan çıkmayı hemen hemen garantiliyorlardı. Öteki tarafta ise Madrid takımı Partizan'ı evinde yenip deplasmanda mağlup ederek gruptan çıkıyordu. Porto, gruptaki beşinci maçta evlerinde Partizan'ı 2-0 yenerek Avrupa'nın en iyi 16 takımı arasına giriyordu. Goller Ajax'ta yetişmiş Celta Vigo'nun eski futbolcusu Benni McCarthy'den geliyordu. Son maç ise formalite maçı oluyordu ve Madrid'le 1-1 berabere kalıp puanları paylaşıyorlardı. Tek golün sahibi Derlei oluyordu.

Böylece ilk hedef, gruptan çıkma hedefine ulaştılar. Otoriteler futbollarından övgüyle bahsediyordu. Özellikle deplasmanda oynadıkları kontratak futbolu beceriyle uyguluyorlar ve rakiplerini korkutmaya başlamışlardı. Mourinho sistemini 4-4-2 üzerine kurmuştu ancak gerektiğinde tek forvete dönüp 4-2-3-1'e geçiriyordu sistemini. Ancak dörtlü defansdan asla vazgeçmiyordu.Defansda sağda Ferreira, solda Valente harikalar yaratıyordu. Hem sağlam oynuyorlar, hem de hücuma katkıda bulunuyorlardı. Göbekte ise 33 yaşındaki Jorge Costa tecrübesiyle, 26 yaşındaki Carvalho ise hırsıyla defansı ayakta tutuyordu. Dörtlü defansının önündeki 30 yaşındaki Costinha'nın üst düzey performansı takımın az gol yemesini sağlıyordu. Costinha Şampiyonlar Ligi'nde attığı üç golle gerektiğinde golle de buluşabileceğini gösteriyordu. Costinha'nın biraz önünde 27 yaşındaki Portekizli Maniche şaşırtıcı bir performansla orta sahayı ayakta tutuyordu. Her geçen gün kendini geliştiren Maniche başarlı performansına milli takım forması altında 2004 Avrupa Şampiyonası'nda da devam etti. Orta sahanın diğer bir elemanı ise genelde Pedro Mendes, bazen de Carlos Alberto oluyordu. İkisi de takımın bir parçası olduklarını biliyorlardı ve her zaman hazırdılar. Çoğunlukla oyuna sonradan giren Rus futbolcu Alenitchev de süpriz golleriyle oyunu açmakta kullanılıyordu. Ancak takımın yıldızı şüphesiz 27 yaşındaki Deco'ydu. Maurinho, Deco'yu hücumcuların arkasında pozisyon hazırlayıcı bir rolde kullanıyordu ve bücür Deco da hızlı driplingleriyle, top kontrolüyle, akıllı paslarıyla, etkili şutlarıyla ve gerektiğinde liderlik vasfıyla oyunun kontrolünü eline geçirmesiyle bu role cuk oturuyordu. İleride oynayan 27 yaşındaki Benni McCarthy tipik bir kontratak golcüsüydü ve bulduğu 4 golle takımın en golcü ismi oluyordu. Takımın santroforu ise 29 yaşındaki Brezilyalı golcü Derlei idi. Mücadeleci kimliğiyle hem takım savunmasında, hem de hücümlarda önemli bir rol üstleniyordu.

Mourinho'nun takımı iyi kapanıyor ve hücuma da çabuk çıkarak rakiplerini hazırlıksız yakalıyordu. Yine de bu iyi kurulmuş, istikrarlı ve geçen senenin UEFA şampiyonu takımın gruplardan çıkarak hedefine ulaştığı ve ikinci turdaki rakibi Manchester United karşısında favori olmadıkları düşünülüyordu. İlk maç Manchester'daydı ve zorlu deplasmandan beraberlikle dönmeyi başarıyordu Porto. 1-1 biten maçta Porto'nun golünü Costinha atıyor ve takımının evine umutla dönmesini sağlıyordu. Rövanş hakem kararlarıyla tartışılacak bir maç oluyordu ve Sir Ferguson'un tüm itirazlarına rağmen 2-1'lik skorla turu geçen Porto oluyordu. Gollerin ikisi de McCarthy'den geliyordu. İlginçtir bu turdan sonra Porto'nun karşısına hiçbir zaman Manchester United'dan daha güçlü bir takım çıkmadı. Bu da Porto'nun, belki de Maurinho'nun futbol şansıydı. Çeyrek finale çıkan Porto takımının güveni en üst düzeye çıkmıştı ve Fransız rakipleri O.Lyon'u eleyeceklerine inanıyorlardı. İlk maç yine deplasmandaydı ve bunun da avantajını kullanıyordu Porto ve Lyon'la 2-2 berabere kalarak yenilmeden dönüyordu Porto'ya. İki golü de Maniche atıyordu. Evlerindeki maçı Deco ve Carvalho'nun golleriyle 2-0 alan Portolu taraftarlar belki de ilk kez şampiyon olmaktan bu kadar ciddi bahsediyorlardı. Artık yarı finaldeydiler ve karşılarında dev bir takım yerine kendileri gibi iyi takım oyunu oynayan İspanya'nın Deportivo takımı vardı. Daha önceki turlarda Juventus ve AC Milan gibi iddialı takımları eleyen Deportivo finale yükselmek istiyordu. Özellikle Milan'la kendi evlerinde oynadıkları çeyrek final rövanş karşılaşması unutulmazdı. İtalya'da 4-1 yenildikleri güçlü Milan'ı, son Şampiyonlar Ligi şampiyonunu, Kaka ile daha da güçlenen kadroyu 4-0 yeniyorlardı. Güçlü İtalyan savunmasına dört gol atmayı başarmışlardı. İki takım ilk maçı Porto'nun tam da istediği şekilde Deportivo'da oynadılar. Deplasman takımı Porto, Deportivo'yu golcüsü Derlei'nin tek golüyle devirmeyi başarıyordu : 0-1. Artık final çok yakındı. Kendi evindeki maça iyi motive olan Porto Deportivo'ya gol şansı vermiyor ve kendisine yeten skoru bulmayı biliyordu: 0-0.

Sürpriz gerçekleşmiş, otoriteleri şaşırtan Porto finale yükselmişti. Mourinho gururluydu, takımı üst üste ikinci kez bir Avrupa Kupası finali oynayacaktı. Ama bu başarı yeterli değildi. Porto kupayı almak istiyordu. Karşısında ise bir başka başarı hikayesi Fransız takımı Monaco vardı. Monaco sezon öncesi borç içindeyken, Monaco Prensi'nin yardımıyla ayakta kalıyor ve inanılmaz bir performansla önce çeyrek finalde Beckham'lı rüya takım Real Madrid'i eliyor; yarı finalde ise bir başka dev, Abramovich'in yeni baştan kurulmuş yıldızlar takımı Chelsea'yi eleyip final vizesi alıyordu. Monaco da Deportivo gibi çeyrek finalin rövanş karşılaşmasında unutulmaz bir maç oynuyor ve deplasmanda 4-2 yenildiği Madrid ekbini nerdeyse destansı bir şekilde, Monaco'da 3-1 yenerek tüm futbolseverleri şaşırtıyordu. Özellikle Morientes, sezon öncesi çok sevdiği Madrid'den Monaco'ya kiralık olarak gönderilmesine sebep olan yöneticilere iki maçta da attığı gollerle cevap veriyordu. Monaco'nun başında da genç bir teknik direktör bulunuyordu: Fransız eski milli oyuncu Didier Deschamps.

Final Almanya'nın Gelsenkirschen stadında 26 Mayıs 2004 tarihinde oynanacaktı. Final günü askerliğimin bitmesine henüz 4 gün vardı. Asker olduğum ilk gün Şampiyonlar Ligi finalini asker iken izleyeceğimi anlamıştım ve kendimi hep final oynanacak ve askerliğim bitecek diye teselli ediyordum. Finali beklerken sivil hayatı da bekliyordum ve heyecanım ikiye katlanıyordu. Normalde 22:00'da uyumamız gerekiyordu ama ben tezkereciydim ve biraz da çavuşu zorlayarak finali izlemeyi başardım. Tipik bir futbolsever gibi güzel bir yer buldum kendime ve sessiz ama dikkatlice maçı izlemeye başladım. Monaco; kalede Roma, defansta Ibarra, Rodriguez, Givet, Evra; orta sahada Cissé, Zikos, Bernardi, Rothen; forvette ise Giuly, Morientes onbiriyle sahaya çıktı. Porto ise Vítor Baía, Paulo Ferreira, Jorge Costa, Ricardo Carvalho, Nuno Valente, Costinha, Pedro Mendes, Deco, Maniche, Carlos Alberto, Derlei onbirini tercih etmişti. McCarthy yedeklerdeydi. Finalin favorisi yoktu, iki takım da denkti. Oysa iki takımda favorileri yenmeye alışmışlardı ve oyun sistemlerini buna göre kurmuşlardı. Bu maçta ise diğer takıma üstünlük kurmaları gerekiyordu. Oyun dengeli başladı ancak Porto'nun biraz daha istekli ve kazanmaya daha çok inanan taraf olduğu görülüyordu. 39.dakikada Carlos Alberto'nun golü geldiğinde dengeler bozulmaya başlamıştı. İlk yarı 1-0 Porto'nun üstünlüğüyle kapanıyor ve devre arasından umutlu çıkan Porto ikinci yarının ortasında, 71. dakikada Deco ile ikinci golü buluyor ve iyice rahatlıyordu. Bir rüya gerçekleşmek üzereydi. Carlos Alberto'nun yerine 59.dakikada giren Alenitchev, ikinci golün hemen arkasından yine bir kontratak sonucu 75.dakikada üçüncü golü buluyor ve geriye kalan dakikaların Portolu seyirciler için bayram havasında geçmesini sağlııyordu. Porto 2004 Avrupa Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olmuştu. İnanılmaz gibi görünen bu başarı mücadelenin, inanmanın, aklın ve futbol şansının bir sonucuydu. Portekiz'in bu ünlü kulübü en son 1987 yılında kazandığı kupayı tekrar müzesine götürüyordu. Günümüzün futbol endüstrisinde halen mucizelerin olabileceğini ispatlayan Porto FC, Avrupa'nın tüm küçük klüplerine cesaret örneği oluyordu. Futbola hiç sıkılmadan tekrar aşık oluyorduk. Belki de bitmeyen tek aşk futbol aşkıdır. Belki böyle sürprizler de futbolla olan ilişkimize heyecan katan fantezilerdir.

Şampiyon Porto'ya endüstrinin kodaman klüpleri tarafından hemen el kondu ve teknik direktöründen başlamak üzere oyuncuları kapışıldı. Jose Mourinho bugün Chelsea'nin başında ve yazı yazıldığı gün Premier League ve Şampiyonlar Ligi'ne iyi bir başlangıç yapmıştı. Sisteminden asla taviz vermedi, hatta eski takımından Carvalho ve Ferreira'yı da yanında Londra'ya getirdi. Halen takımını defansif oynatmakla eleştiriliyor. Şampiyon takımın yıldızı Deco Barselona'nın yolunu tuttu. Rijkaard yeni kadrosunda ona da önemli bir rol verdi. Porto Deco'nun yerini geleceğin Brezilyalı yıldızları Diego ve Luis Fabiano ile doldurmaya çalışacak. Teknik direktör olarak da önce Del Neri'yi tercih etseler de erken bir değişiklik sonrası takımın başına Victor Fernandez'i getirdiler. Sezona iyi başlayamadılar ama sürpriz yapan takımların bir sonraki sezon başarısızlığa uğramaları olağandır. Zaten sürprizin kelime anlamı da tekrarlanmayı içermez.

5.10.2004

Belçika Ligi'nde 8. Hafta

Anderlecht 5 – Cercle Brugge 2: Sebepsiz kişisel hatalar

7 ay sonra De Boeck, Bruxelles ekibinin defansında Kompany’nin yanında
ilk 11’de çıktı.Bu arada Komapny’nin ocak ayında İnter’e gideceği hala konuşuluyor.Anderlecht’in ligin alt sıralarında yer alan rakibi karşısında kolayca üstünlük kurması bekleniyordu.Ancak skora rağmen Anderlecht pek aman aman bi performans sergilemedi. Üstelik maçta, kişisel hatalardan iki kere geriye düştü.İki büyük hata, önce kornerde adamı boş bırakarak (8’de De Smet) ardından Anthony Vanden Borre kaleciye kısa geri pas atarak (24’de Roiha) takımlarının gol yemesine sebep oldu.Bu sırada, Anderlecht soğukkanlılığını korumayı başardı ve 2. yarıda, 32. dakikada 10 kişi kalmış rakibi karşısında farka gitti. İlk gol İsveçli Wihelmsson’dan 20. dakikada geldi. Vatandaşı Zetterberg 29. ve 32. dakikalarda haklı iki penaltıyı gole çevirdi.2. yarıda, hafta içi İnter maçında sakatlanan Jestrovic’in yerine oynayan Goran Lovre 66. dakikada golü buldu. 79. dakikada oyuna giren Oleg Iachtchouk 85. dakikada ismini gol atanlar listesine yazdırdı.

Mons 1 – FC Brussels 2: Mons acıttı…

Ejderler, Nijeryalı Datti’nin asisti ile Gousse sayesinde öne geçse de, 2. yarıda Brussels’in Riise’nin ortasında Culek’in golüyle eşitliği sağlaması, ardından GBA’dan yeni transferleri genç Snelders’in golüyle söndüler. Goller dışında, tribünlerde sahadan daha fazla haraket vardı. Taraftarlar, Mons’un kötü sezon açılışı sonrası Sergio Brio’nun kellesini istemeye başladılar.

Sint-Truiden 2 – Charleroi 2: Herkes Memnun

Bu Cumartesi Sint –Truiden, geçtiğimiz hafta Lierse deplasmanında alınan başarılı sonucun tesadüf olmadığını göstermeyi umuyordu. Buna karşılık, 3 deplasman maçında da galibiyet alan Charleroi ise atılımını devam etmek istiyordu. İlk yarıda Charleroi, alışıldık seviyelerinde oynadılar ve bunun sonucunda 24. dakikada Ruandalı Claude Kalisa tarafından Truiden’in golü geldi. Ancak geçtiğimiz yıl Sint-Truiden’i çalıştıran Jacky Mathijsen 2. yarıda atak gücünü geliştirmeye karar verdi ve bunun sonucunda Orlando ve Bangoura’yı Brogno ve Cacciatore yerine oyuna aldı.80. dakikadaki skor onu haklı çıkardı. Charleroi Bangoura’nın 75. ve Orlando’nun 80. dakikadaki golleriyle 1-2 öne geçti.Truiden’ın bir kez daha evinde 3 puan kaybedeceği düşünülürken genç « Benji » De Ceulaer, 2 dakika sonra beraberlik golünü attı. İlk yarıdaki oyunu ile evsahibi takım 1 puanı haketti.

GBAntwerpen 1 – Lokeren 2 : Lokaren’in deplasmanda ilk galibiyeti

Klasmanda orta sıralarda yer alan iki iyi ekibin mücadelesiydi bu maç.Maç oldukça keyifliydi buna rağmen ilk gol anca 75. dakikada geldi. Kaleciyi kontrpiyede bırakan ortayı Lokaren’in Brezilyalı forveti gole çevirdi.3 dakika sonra Messoudi yeniden skoru eşitledi.Ama 85. dakikada eski Anderlecht’li Marc Hendrikx, güzel bir vuruşla Lokaren’e galibiyeti hediye etmeyi başardı.

A.A. Gent 2 – Oostende 1: Gent onaylıyor...

Oostende bu deplasmandan 3 puan alarak ilk haftadan beri içinde bulunduğu tehlikeli bölgeden uzaklaşmak istiyordu. Ancak daha maçın 5. dakikasında Björn De Coninck, gol perdesini açtı.Devreden hemen önce Nijs skoru eşitleyerek Oostende’e umut aşıladı. Ama Wouter Vrancken 58. skoru 2-1’e taşıdı.

4.10.2004

Haftaya Başlarken

Bu haftasonu the Premiership’te oldukça hareketli ve renkli bir matchday izleyeceğiz. Çünkü ulusal maçlar dolayısıyla verilen aradan bu güne kadar geçen sürede Premier League’de çok önemli değişiklikler oldu, basına çok renkli demeçler yansıdı.

“Diouf Slams Houllier!”:
El-Hadji Diouf, sezon başında belki de hayatının en doğru seçimini yaparak sezonun flaş takımı Bolton’a bir sezon kiralık gitmeye karar verdi. Zira, zavallı Liverpool’da biraz daha kalsaydı herhalde futbol hayatı bitecekti.
Hemen hatırlayalım, Türkiye’nin dünya 3.’sü oluşu, G. Kore’nin yarı finale çıkışı Senegal’in Fransa’yı grup dışında bırakması gibi enteresan olaylara sahne olan 2002 Dünya Kupası’nın en önemli yıldızlarındandı Diouf. Nedense Kore-Japonya 2002’nin yıldızları bayağı kolpa çıktılar. Miroslav Klose’nin adını duyan yok, Ahn Jung-Hwan takımı Perugia’dan İtalya’ya gol attığı için kovulmuştu (ulan bu nasıl saçmalıktı yaa!) şimdi öldü mü kaldı mı bilmiyoruz, Hasan Şaş’la İlhan Mansız’ı hepiniz biliyorsunuz. İşte o turnuvanın en spektaküler oyuncusu Senegalli El-Hadji Diouf, turnuva sonrası oldukça yüklü bir bonservisle Gerard Houllier tarafından Liverpool’a dahil edilmişti. Herkes bu ‘sarışın’ zenci çocuğun neler yapacağını merak ediyorken, Diouf da tıpkı Baros ve Biscan gibi Houllier’in markajına takıldı ve 2 sene oynamaya oynamaya yetenekleri körelme noktasına geldi.

Şu anda, bence geçen sene Wenger’den sonra en başarılı manager olan Sam Allardyce’ın kanatları altında gayet mutlu olan Diouf, şüphesiz, takımı Bolton’ın yakaladığı çıkışta da önemli pay sahibi.
Bu hafta içinde The Sun’a verdiği demeçte ise tam anlamıyla içinde Houllier’e karşı biriktirdiği ne varsa bunları basın yoluyla kustu.
· Diouf, Benitez’in takımın başına getirilişiyle son bulan Houllier dönemindeki başarısızlığın en büyük nedeninin Houllier’in huysuz tavırları olduğunu söyledi ve takımdaki kimsenin Houllier’e saygı duymadığını belirtti.
· Diouf’a göre Liverpool’da ciddi bir takım içi çeteleşme söz konusu. Fransızların ayrı bir çetesi var, İngilizlerin ayrı bir grubu var Çeklerin ayrı bir grubu var ve bunların içine ne yapsanız da giremiyorsunuz ve ortada kalınca da dışlanıyorsunuz, diyor Diouf (bkz. Aresenal Gerçeğin Ta Kendisi)
· “Houllier sözünün eri bir insan değil. Beni Liverpool’a getirirken oynatacağına söz verdi, ama az kalsın burada körelip gidiyordum,” diyor adamımız.
· Diouf ayrıca çok ilginç bir açıklamada bulunuyor: Houllier’in bir futbolculuk arka planının olmaması çok kötü. Bu yüzden bizi, neler hissettiğimizi asla anlayamıyordu. Yine bu yüzden takımı çok saçma taktiklerle oynatıyor ve takımın saygısını yitiriyordu. Allah’a şükür şu anda futbolculuk geçmişine sahip olan bir teknik adamla (Allardyce) çalışıyorum. O, sözünü tutan ve takımından saygı gören bir adam.
Belki Diouf’un bu demeçleri, Liverpool’un geçtiğimiz 4 sezondaki başarısızlığının nedenlerine ışık tutar diyoruz ve sıradaki bombaya geçiyoruz.

Newcastle, Blackburn ve Galler’de Taht Değişimi:
Aslında Newcastle sezona gayet umutlu başlamıştı. Dyer, Robert, Solano gibi oyuncular formlarının zirvesindeydiler, Shearer yıllanmış şarap gibi her sezon daha da bir şahane oynuyordu, müthiş potansiyel Ameobi nihayet beklenen patlamayı yapacaktı, Kluivert de takıma katılmıştı derken takım, ligin ilk 3 haftasında 2 yenilgi 1 beraberlik aldı. Ancak sonuçların kötülüğü değil, takım içi karışıklıklar ve takımın sergilediği rezalet futboldu Robson’ı kovduran.
Daha sezon başlamadan, Robson, takımın en önemli yıldızlarından Kieron Dyer’la antrenmanda başlayan küçük bir tartışma yaşıyor ve ip burada kopuyor. Müteakkip 3 maçta forma Dyer’a hak getire. Tabii menajeriniz 70 yaşında artık andropoz olayını da aşmış bir dinozorsa bu huysuzlukları doğal karşılayacaksınız. Ama Newcastle karşılayamadı ve takımın cidden çok tehlikeli bölünmelere gittiğini gören yönetim, yerinde bir hamleyle ne zaman emekli olacağı merak edilen Robson’ın görevine son verdi ve yerine, çok sürpriz bir şekilde, Blackburn’ü yönetmekte olan eski Galatasaray’lı, “Ulubatlı” Graeme Souness’ı getirdi.

Galli çalıştırıcı, Watford’a ve Blackburn’e oynattığı göze hoş gelen futbolla ve sınırlı bütçesine rağmen Blackburn’ü UEFA Kupasına taşımasıyla olumlu eleştiriler almıştı. (Hatırlayacaksınız kendilerini de geçen sezon Gençlerbirliği kupanın dışında bırakmıştı.)
Blackburn’e Souness’ın sözleşmesinin geri kalanı karşılığı yüklü bir tazminat olarak ödendi ve Newcastle, çalıştırıcısına kavuşmuş oldu. Ancak şimdi de Blackburn yol ortasında hocasız kalmıştı. Rovers da bu açığı Sir Alex Ferguson akademisinden yetişme bir başka Galli çalıştırıcı Mark Hughes’le kapattı. Zamanında Man Utd’da oynadığı güzel futbolla hatırlanan 40 yaşındaki Hughes, zamanında Blackburn forması altında Souness’ın yönetiminde de futbol oynamıştı. İlginç bir anlaşmadır, Hughes, Blackburn’u çalıştırırken, aynı zamanda iki ulusal maç daha Galler’in başında olacak.

Hayırlı olsun, demek istiyoruz demek istemesine ama işin komik yanı şu ki eski takımı Blackburn, Souness’ın Newcastle’ını geçen hafta 3-0 yendi! Takımın başında Souness’ın eski yardımcısı vardı! Yani çiçeği burnunda Newcastle’lı Souness’ın takıma ne kadar faydalı olacağı da soru işareti.
Rio Ferdinand Geri Dönüyor!:
İngiltere’de geçen sezonun en büyük skandalı Rio Ferdinand’ın doping testi vermeyi “evimi taşıyorum” bahanesiyle reddetmesiydi. Tabii doping komitesi böyle saçma bir mazerete acımadı ve Rio’ya 8 ay resmi karşılaşmalardan men cezası verdi. İşte o ceza artık sona erdi ve Rio Ferdinand büyük ihtimalle bu haftasonu takımında ilk 11’de forma giyecek.

Ferdinand, bu hafta basına verdiği demeçlerde 8 ay boyunca tüm takımarkadaşlarından daha fazla çalıştığını, teknik kadronun sadece kendisi için kariyerinde Lazio ve R. Madrid referansı olan ünlü kondisyoner Di Salvo’yu tuttuğunu ve kendini çok formda hissettiğini söyledi. Ayrıca Rio, Sir Alex’e, geçirdiği bu zor zamanında kendisine hep destek olduğu için minnettar olduğunu ve ona olan vefa borcunu sahada en iyi şekilde ödemek istediğini belirtti. Rio’ya yöneltilen “Takımın bu düşüşünde senin aldığın uzaklaştırmanın etkisi büyük mü?” sorusuna ise, “Man Utd çok büyük bir camia, bir oyuncunun eksikliği o kadar koymamalı, her zaman alternatifler kadroda bulunur,” diye cevap verdi. Kimi kandırıyorsun Rio? Wes Brown ve Silvestre’den oluşan stoper ikilisi o kadar büyük facialara imza attı ki Sir Ferguson çaresizlikten Roy Keane’i stoper oynatmaya başladı. Neyse Manchester United’e ve İngiliz Milli Takımına da hayırlı olsun, diyoruz.


Bu arada önemli bir not... Rio Ferdinand’ın son demecini televizyondan izledim, saçlarını afro yapmış, yatırıp örmezse ilginç bir görüntü ortaya çıkabilir.

Şampiyonlar Ligi'nde 2. Hafta

Şampiyonlar Ligi’nde 2. hafta ev sahibi takımların üstünlüğü ile kapandı. 16 maçtan sadece İnter ve Lyon evlerine galibiyet ile dönerken Arsenal’de Rosenborg deplasmanından bir puan ile ayrıldı. Klasik Türk futbolu manşeti ile tam anlamıyla haftaya hakemler damgasını vurdu.

Bundesliga’da kötü günler geçiren Bayern Münih evinde Ajax’ı ağırladı. İlk hafta, Juventus’a karşı 3 forvetle oynayan Koeman, Bayern deplasmanına bana göre fazla idealist bir oyun düzeniyle, 3-4-1-2 ile çıktı. Ballack destekli Pizarro ve Makaay ikilisi maç boyunca De Jong- Heitinga – Grygera üçlemesi arasında çok rahat oynadılar. Daha maçın ilk 10 dakikasında Pizarro ve Salihamidzic yakaladıkları müsait pozisyonlardan yararlanamadılar ki bunlar bize maçın nasıl geçeceğini bize gösterdi. Maçın esas kırılma noktası 20. dakikadaydı. Gole giden Rosales’i Salihamidzic düşürdü hakem pozisyonu sarı kartla geçiştirdi hemen ardında Makaay’ın ilk golü geldi. Maçtan sonra basın toplantısında Koeman “ I must have said eight times, that we need to keep one defender behind Roy Makaay, but nobody listened to me.” demiş, kabahati oyuncularda bulmuş. Ucuz bir numara! Her haliyle Ajax bu maçta fark yemeyi hak etti.Hollandalı teknik direktör “Artık üçüncülüğü düşünüyoruz, Maccabi maçlarından 6 puan ile ayrılacağız” diyerek takımı için yeni hedef belirlemiş. Bayern cephesinden bakacak olursak. Kolay iki rakipten 6 puan aldılar, Eurosport’un Top 24 listesinde ilk sıradalar. Şimdi önlerinde iki Juventus maçı var ki bu maçlar onların gerçekte ne olduklarını net bir şekilde göstereceklerine inanıyorum. Makaay 4 golle şu anda Şampiyonlar Ligi’nin en formda golcüsü.

Kötü günler geçiren Real Madrid şu zamanlarda karşılaşabileceği en rahat rakip olan Roma’yı evinde ağırladı. Hem ligde hem de Şampiyonlar Ligi’nde serbest düşüşte olan Roma, İspanya’ya defansta ağır kayıpşarla geldi. Mexes,Chivu, Ferrrari olmadığı için yeni teknik direktör maça Cufre ile çıkmak zorunda kaldı. Şampiyonlar Ligi’ndeki ilk maçında orta sahayı patates tarlası gibi boş bırakan Real Madrid ise Celades’i ilk 11’de başlatarak bu alan için önlem almaya çalıştı. Yine ilk maçta çok adam kaçıran Pavon’un yerine Helguera savunmanın göbeğine çekildi ancak o da maç boyu Pavon’dan farklı bir şey yapamadı. Maçın hemen başında böyle rezalet savunma karşısında Roma iki gol buldu.Bu sırada kameralar tüm Madridli oyuncuları ve teknik ekibi çok güzel yakaladı. Hepsinin yüzünde “Ulan yine mi kaybettik!” suratı vardı. Ancak dedik ya Real Madrid ne kadar kötü oynasa da Roma çok daha salak bir takım. 2-0’ın hemen ardından maçı kendi yarı sahasında yani Madrid’in en iyi olduğu alanda kabul edince tecavüz kaçınılmaz oldu. Bu arada Real Madrid’in ilk golünde çok enteresan bir şey oldu. Zidane taç çizgisinin 3 metre kadar dışından taç atışı kullandı, top yerden tıngır mıngır Roberto Carlos’a gitti ve Carlos gitti topu aldı, taçı yeniden kullandı ve gol oldu. Romalı oyuncular uzun süre itiraz etse de tabi ki karar değişmedi. Del Neri’nin hataları bununla da sınırlı kalmadı. Skor 2-2 olduktan sonra o gazla Ramon, orta sahanın göbeğindeki savunma yönü olan tek adamı, Celades’i oyundan aldı ve yerine bir forvet daha, Guti’yi soktu. Del Neri’nin buna karşılığı 12 dakika sonra De Rossi yerine Mido’yu alarak oldu, ancak skor 3-2’ye gelmişti bile. Sonuç olarak, Real Madrid kazansa bile hala çok yumuşak bir karnı var ve eldeki kadroyla bunu kapatması mümkün değil. Ayrıca Samuel seyrettiğim iki maçta da istenilen düzeyde değil. Woodgate olmadan savunmada da sorunlar var. Roma ise bu sezon baştan kaybedenlerden.

Bir diğer İspanya takımı Valencia ise Almanya’da Bremen ile karşılaştı. Henüz maçın başında Vicente ile Valencia öne geçti.Ancak ikinci yarının 10. dakikasında Marchena haksız bir 2. sarı kartla oyun dışında kalınca rüzgar tersine döndü. “Olmak ya da olmamak” maçına çıkan Bremen top yekün saldırmaya başladı. Valencia çok fazla direnemedi ve Bremen’in gazı sönmeden hemen 4 dakika sonra golü yedi. Oyunun kalanında maçı domine eden Bremen 84. dakikada Charisteas ile maçı kazandı. Bunların dışında kalan maçlara baktığımızda CSKA'nın PSG'yi yenmesi en çarpıcı sonuç olarak göze çarpıyor. CSKA şu an 4 puana sahip ve iki maç Chelsea ile oynayacak. CSKA'nın arkasında Roman Abramovich'in gizli eli olduğunu düşünürsek bu maçlar hayli ilginç olacak.