İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

22.10.2006

3. hafta maçları

Pazar gününden karar vermiştim. Tercihimi Inamoto’yu izlemektense, Messi’yi izlemek yönünde kullandım ve sitenin müdavimleri bilir; hep gittiğimiz James Joyce’un yolunu tuttum. J.Joyce pek bir neşeliydi Çarşamba akşamı. Chelsea – Barça maçını benim gibi Galatasaray maçına tercih eden birkaç Türk’ün yanında içerisi hınca hınç İngiliz doluydu ve bunların büyük bir kısmını Beşiktaş maçı için İstanbul’a gelen Tottenhamlılar oluşturuyordu. Hal böyle olunca barda 90 dakika boyunca Chelsea’ye küfredildi J Maç hakkındaki öteki bar yorumlarını İngiltere’deki Can’a bırakıp ben maça geçeyim.

En son iki takımı geçtiğimiz mart ayında bırakmıştık. Doğrudan eleme maçı olmadığı için olsa gerek bundan önceki iki sezondaki kadar mücadeleye tanık olamadık. Birçok güzel golün atıldığı haftaiçinin en güzel gollerinden birini de Drogba kaydetti. Topla oynanma oranlarına bakıldığında Barça’nın çok daha fazla oynadığı görülecektir. Xavi ve Deco açıkçası ortasahada daha fazla topa sahip olan, daha fazla üstünlük sağlayan oyunculardı. Ama işte Ronaldinho’nun formsuzluğu ile Eto’o’nun sakatlığı Barcelona’nın hücum gücünü fazlasıyla etkilemiş. Gudjohnesen’in çok de etkili olduğunu söylemek güç. Forvette etkisiz olan maçtaki bir diğer isim ise Sheva. Ağır İtalya savunmasından sonra, hızlı İngiliz oyununda zorlanmasını elbet bekliyordum, ama en azından Şampiyonlar Ligi maçlarında bildiğimiz, 52 gol atmış Sheva gibi oynamasını bekliyordum. Sheva bir Crespo olur mu bunu söylemek için elbet çok erken.

Her ne kadar Bükreş ekibi belki çok dişediş bir rakip olmasa da ben Real Madrid’i beğendim açıkçası. Capello çok güzel kadro ile çıktı. Van Nistelrooy’un golü son zamanlarda gördüğüm en güzel gol olabilir.

Schweinsteiger, günümüzde oyun içindeki toplarda en iyi uzaktan şut çeken oyunculardan biri olduğunu bir kez daha Moskova maçında gösterirken, Juninho kıyas ya da tartışma kabul etmeksizin duran toplardaki isim olduğunu enfes frikiki ve adrese teslim korneri ile gösterdi. Bu arada Bayern gol yemeksizin 9 puan alan tek takım.

Post- Mourinho sonrası bir türlü tutunamayan Porto, Mourinho’dan sonraki 6. teknik direktörü Ferreira ile 4-1’lik net bir galibiyet aldı. Porto’nun 2 senedir bir türlü dikiş tutturamamasında elbette en önemli etken oyuncularını koruyamaması oldu. Hamburg karşısında 2 sene önce finalde oynayan hiçbir oyuncuları olmadan oynarlarken, 2003 şampiyonu Milan, şampiyon ilk 11’inden 7 isim aynen Anderlecht’e karşı oynadı. Porto demişken, U17’de bizi darma duman eden Anderson’u Allah nazardan korusun, çok sağlam oynamaya devam ediyor. CSKA maçında da çok iyi oynamıştı, bu maçta da topu getirip “alda at” pası verdi.

Yazının sonuna geldik. İlk üç maç sonunda bu sene artık Lyon oldukça ciddi bir şekilde final adayı olarak gösteriliyor. Chelsea ya da Barça ile karşılaştırınca ligde çok daha az hırpalalacaklarını düşünürsek bu onların şansını daha da arttırıyor.

Not1: Ben Sheva’yı eleştirdim ya! Hemen gitti golünü attı. J

Not2: Şampiyonlar Ligi ile hiç alakası yok ama, Perşembe günü bir an için kameralar Shearer’ı gösterdiğinde pek bir karizmatik durmuyor muydu?

Not3: ŞL ile alakası olmasa da resimdeki haliyle pek bir hoşuma gitti Terry.

21.10.2006

Liderlikle Beraber Kimlik de Gitti

Evet site yönetimi ile yapılan görüşmelerimiz sonunda sitemizin bir maç analizi köşesine ihtiyaç duyduğu kararına varıldı. Scout adlı köşemiz sitemiz için hayırlı olur umarım. Bu köşeden sizlere ben ulaşacağım. Scout köşesinde genelde benim maç analiz yazılarım yer alacak. Bunun dışında farklı konularla da bu köşede karşınıza çıkabilir.

Köşemizin ilk yazısını CSKA Moskova- Arsenal olarak seçtim. Bunda benim iki yeni yıldız adayımdan biri olan Daniel Carvalho’ nun CSKA Moskova’ da oynaması etkili oldu. Diğer yıldız adayım kim diye sorarsanız Brezilya milli takımı teknik direktörü Dunga’ nın yeni gözdesi Shaktar Donetsk’ li Elano. Bu maçı seçmemin diğer nedeni ise Arsenal’ in yeni oyuncularını izlemek istememdi. Rosicky, Djorou ve Gallas takıma uyumunu çok merak ediyordum. Bu maçta oyuncuların uyumunun nasıl olduğundan çok Arsenal’ in tanınmayacak halde olduğunu gördüm. Ancak hakemin maçın sonlarına doğru Henry’ nin nizami golünü saymaması Arsenal için büyük bir haksızlık oldu.

Maça gelecek olursak CSKA maça 3-5-1-1 düzeni ile başladı. Maçın bazı bölümlerinde Arsenal baskı kurduğunda Rus takımı bu sistemi 5-3-1-1’ e de çevirdi. CSKA maça kalede Akinfeev, stoperler Berezutsky kardeşler ve İgnashevic, sağ açık Semberas, sol açık Zhirkov, ön liberolar Rahimic, Aldonin ve Dudu, forvet arkası hayranlıkla izlediğim Daniel Carvalho ve forvet Wagner Love on biriyle başladı. Arsenal ise kalede Lehmann, sağ bek Justin Hoyte, sol bek William Gallas, stoperler Kolo Toure ve Djorou, sağ açık Alexhander Hleb, sol açık Robin Van Persie ön liberolar Fabregas, Gilberto Silva ve Tomas Rosicky, forvet Henry ile ve benim hiç sevmediğim sarı formalarıyla çıktı.

Maça CSKA çok iyi başladı. Daniel Carvalho’ nun üstün yeteneklerini sergilediği ilk 30 dakika boyunca Arsenal’ li oyuncular sadece yeşil sahada yürüdü. Zaten 24. dakikada ceza sahası yayı civarında kazanılan serbest vuruşu Daniel Carvalho çok güzel bir vuruşla topu ağlara gönderdiğinde Arsenal’ li oyuncular sadece Carvalho’ nun vuruşunu seyrediyordu. Golden sonra ilk yarının sonuna kadar Arsenal yalancı bir baskı kursa da pozisyon buldular. Bunda CSKA’ nın takım savunmasının zayıflığı etken oldu. En ufak bir Arsenal baskısı bile pozisyon oldu. İlk yarı bittiğinde ben Arsenal’ in ikinci yarıda çok iyi bir futbol oynayıp maçı rahat kazanacağını bekliyordum. Ancak Arsenal ikinci yarıya başladığında sanki Galatasaray’ ı izliyordum. ,

İ

kinci yarı boyunca Arsenal adeta Galatasaray gibi oynadı. Arsene Wenger’ in ikinci yarının başlarında Adebayor’ u oyuna almasıyla sahanın her yerinden Adebayor’ a topu şişirmeye başladılar. Sadece uzun toplarla sonuca gitmeye çalıştılar. Alıştığımız Arsenal kimliğini tamamen bıraktılar. Tanıdığımız Arsenal, orta saha oyuncularının kısa paslarıyla topu ileri taşır ya topu kanatlara taşır sıfıra iner ya da Henry’ ye ara top oynardı. Ancak bu maç sahanın her yerinden topu şişirdiler. Forvetinizde istediğiniz kadar uzun ve hava topuna hakim oyuncunuz olsun siz sıfıra inmedikçe pozisyon bulamazsınız. Arsenal maç boyunca bir kere bile sıfıra inmedi. Eğer sıfıra inerseniz savunmanın yüzü çizgiye doğru döneceği için marke ettikleri oyuncuları kaçırma riskleri artıyor. Ama siz topu sıfıra inmeden şişirirseniz savunmanın yüzü cepheye dönecektir ve marke ettiği oyuncuyu yanında tutacaktır. Bu yüzden hem topa bakabilir hem de adamını marke edebilir. Bana göre Arsenal bu maçı alıştığımız kimliklerini bıraktıkları için kaybetti. Bu maç hem kimliklerini hem de liderliklerini kaybettiler.

Bir paragrafta CSKA’ ya açmak gerekirse iyi kontra hücumlar yapıyorlar ama takım halinde savunmayı iyi beceremiyorlar. Hücum organizasyonları sadece Carvalho ve Love’ un ayaklarına bakıyorlar. Carvalho’ ya, ülkemizde bazı maçlarda Alex’ e yapıldığı gibi adam adama savunma yapılırsa CSKA hücumda oldukça zorlanacaktır. Çünkü Carvalho’ yu kitleyebilirseniz diğer CSKA oyuncularının yaratıcılıkları düşük olduğu için daha rahat alan daraltabilirsiniz. CSKA her maç bu kadar iyi kontra hücumlar yapabilirse çok Avrupa devinin canını yakabilir.

Maçı yayınlayan resmi yayın kurumu Star Tv’ ye gelirsek bu spikerleri değiştirmezlerse kendilerine antipati duyan insanların sayısını artıracaklar. Çünkü maçları anlatan Ertem Şener ve Sabri Ugan izleyicilere hiç zevk vermiyorlar. Sırf Sabri Ugan veya Ertem Şener maç anlattığı için Şampiyonlar Ligi maçlarını izlemeyen insanlar tanıyorum. Buna bir çözüm bulmaları o kadar zor değil. Star spor servisinde iyi spikerlerin olabileceğine inanıyorum. Spor servisinde yoksa dışarıdan da spiker alınabilir. Örneğin Güntekin Onay döneminde herkesin ekranları başına kitlendiğini biliyorum. İyi spiker iyi reyting getirebilir.

Bir yazının daha sonuna geldik bol gollü günler dilerim…

Sicilya’da Aşk Başkadır

Geçtiğimiz yıllarda Serie A da takım bulunduramayan İtalya’nın güneyindeki Sicilya adası bu yıl Serie A da üç takımla temsil ediliyor.Mafyanın doğduğu yer olarak bilinen hatta The Godfather filminin kahramanları Corleone ailesine menşeilik yapan bu güzel adacığın Serie A’ daki en zor deplasmanlardan biri olduğu da aşikar.Tabi Sicilya’nın takımları arasındaki rekabette bu işin biraz sert yönü oluyor.Serie A da üçüncü hafta oynanan Palermo – Catania maçı buna çok güzel bir örnek.Maçta yaralı sayısı elli ve bir o kadarda gözaltı. Varın gerisini siz düşünün.

Sicilya’nın üç takımından en iyi durumda olan Palermo ligde üçüncü sırada bulunuyor.Ayrıca UEFA kupasında da temsilcimiz Fenerbahçe’nin gruptaki rakiplerinden birisi.Lige çok iyi başlayan Palermo son hafta Atalanta’ya evinde mağlup olmasına rağmen iyi durumda UEFA kupasında da deplasmanda E.Frankfurt’u yendiler.Diğer Sicilya takımları olan Messina ve Catania mücadelelerini orta sıralarda devam ettiriyorlar.

Ligdeki duruma bakacak olursak tablonun en başında İnter takımı bulunuyor.İnter takımı altı maçta dört galibiyet ve iki beraberlik elde etmiş durumda.Şampiyonlar Liginde ise ikide sıfır çektikten sonra zor zahmet Spartak Moskova’yı yenebildiler.Takımda Adriano’nun problemleri var.Juventus’tan alınan ön libero Vieira ise 2 haftada bir kırmızı kart görerek ilginç bir işe imza atıyor.Bu hafta İnter ligin siyah beyazlı ekibi Udinese karşısında.İnter’in en yakın takip eden takım Roma.Geçen hafta sonuna kadar lider devam eden Roma takımı Reggina’ya kaybederek bu sezonki ikinci yenilgisini aldı.Takımda Totti Montella gibi yıldızlar formda fakat Mancini’nin yokluğu can sıkıyor.Şampiyonlar liginde son hafta Olimpiakos’u deplasmanda yenen takımda işler yolunda gibi.

Serie A’nın ağır toplarından Milan ise ligde ardı ardına aldığı galibiyetlerden sonra son üç haftadır berabere kalarak sevenlerini üzdü.Şu anda 13, sıradalar ve acilen seri yakalayıp yukarılara çıkmak zorundalar.Yeni transfer Oliviera Sheva’nın yerini doldurmuşa benzemiyor.Takım gol atma sıkıntısı içerisinde.Açıkçası takımın gol bulması biraz Kaka faktörüne bağlı.Bugünlerde medyamızda Kaka Müslüman oldu gibi haberler olsa da hepsi bir asparagasın ürünü.Milan’da sakatlığı olan Serginho takımdaki yerini alamıyor.

Orta sıralarda Sampdoria Empoli Atalanta gibi takımlar bulunuyor ve pek istikrarlı oldukları söylenemez.Düşme potasında ise eksi puandan henüz kurtulamayan Fiorentina Lazio ve Reggina takımları var.Hemen üstlerinde bulunan Parma ve Chievo’da da işler yolunda gidiyor denemez.Özellikle Chievo’da işler karışık takımda kellesi giden ilk şahıs T.D Giuseppe Pillon oldu.Yerine hemen Chievo’nun efsane ismi Luigi Del Neri getirildi.Del Neri’nin gelişiyle Chievo’da bir yükseliş olmazsa takımın durumu gittikçe kötüye gidecektir.Bir diğer sorunlu takım Parma ise şu ana kadar yalnızca bir puan topladı.Fakat UEFA kupasında iyi gidiyorlar.Dün akşam deplasmanda Odense’yi mağlup ederek grupta avantaj yakaladılar.

İtalya’da yeni bir bahis skandalı patlak verdi.Francesco Flachi(Sampdoria) ve Moris Carriozzieri(Atalanta) isimli oyuncular bahis şirketlerine bilgi sızırmaktan dolayı ikişer ay futboldan men edildiler.

İtalya Serie B ise Genoa’nın liderliği ile devam ediyor.Bu takımı Cesena ve Mantova takip ediyor.Juventus ise -1 puanla 21. olmasına rağmen gösterdiği performansla zirveye göz kırpıyor.Bu çizgide devam ederler ise seneye Serie A’da onları seyredebiliriz.

İtalya Milli takımı ise ilk iki maçtan sonra toparlandı.İlk önce evlerinde Ukrayna’yı son 20 dakikada geçerken sonraki maçta deplasmanda Gürcistan 3-1 mağlup ettiler.Donadoni biraz eleştirilerden kurtulmuş durumda.

Bir dahaki yazıma kadar herkese güzel günler ve iyi futbol dileklerimle.Bayramınız kutlu olsun.

20.10.2006

İlk Efsaneler: Planicka ve Zamora

Futbolun İkinci Dünya Savaşı öncesi geçmişiyle ilgileniyorsanız, karşınıza tarihten çok mitolojik öykülerle yarışacak efsaneler çıkar. Diktatörlere kafa tutan bir teknik direktör, maça golf pantolonu ve ceketle çıkan bir hakem veya çıplak ayakla oynamasına izin verilmediği için giydiği ayakkabısı vurduğunda ağlayan Brezilyalı bir top cambazı ve buna benzer bir sürü şey... Bugün o efsanelerin yerine yenileri kolay kolay konamıyor çünkü iletişim ve görüntü teknolojisi artık her anlatılanı kendi gözümüzle de görmeye imkan sağlıyor. Hikayeleri efsaneye dönüştüren, biraz da her anlatanın bir tutam da olsa kendi baharatından katması değil midir.?

12 Haziran 1938, Pazar; Touluse, Chapou stadı. Bir önceki Dünya Kupası’nı finalde İtalya’ya kaybeden Çekoslovakya, Fransa’da yarı finale kalabilmek için Brezilya’nın karşısına çıkıyor. Sambacıların en büyük kozu, yukarıda anlattığım çıplak ayakla oynamak isteyen Leonidas. Brezilyalı 30. dakikada golünü atarak takımını 1-0 öne geçiriyor. Cevap 65. dakikada Nejedly’den geliyor. Tribünlerdeki 22,000 kişinin bazısı, maç bitip de uzatma dakikalarının başlamasından önce ihtiyaç molası vermek için hazırlanıyor. O sırada Brezilya yeni bir atak geliştiriyor ve kale ağzında bir karambol patlayıveriyor. Ta defanstan gelmiş olan Peracio önünde bulduğu topa savuruyor bacağını. Ancak tekmesi top yerine, çoktan topa atlamış olan Çekoslovak kaleci Planicka’nın kolunu buluyor. Sağ kol mu yoksa sol kol mu, yazan yok. Bilinen şey, Planicka’nın kolunun kırıldığı. “Prag Kedisi” acı içerisinde yerde kıvranırken ceza sahasında bir kavga patlak veriyor ve sonuçta her iki taraftan da birer oyuncu dışarı atılıyor. Kırmızı kart yok, hakem sadece sahanın dışını işaret ediyor. O yıllarda olmayan başka bir şey de oyuncu değişikliği. Ve maç uzatmaya gidiyor. Çek takımında bir doktor olmadığı için Planicka da kırık koluna biraz şarap döktükten sonra 30 dakikalık uzatmaları da gol yemeden tamamlıyor ve maç 1-1 bitiyor. Bu hikayenin bir efsane olması için eksik var mı..!?

Sonrası.!? Daha seri penaltı atışları icat edilmediği için iki gün sonra iki takım bir kez daha bir araya geliyor. Aslına bakarsanız, ben artık giderek daha şiddetli bir şekilde büyük turnuvaların yarı finallerinden itibaren seri penaltıların kaldırılması ve uzatmalarda da yenişemeyen takımların tekrar oynaması gerektiğini düşünüyorum. Çekoslovakya’nın kalesinde artık futbol hayatı sona ermiş olan Planicka’nın yerine, ismini çok büyük ihtimalle ilk ve son kez burada duyacağınız Karel Burket oynuyor. Çekoslovakya 25. dakikada öne geçmeyi de başarıyor ancak, ikinci yarının ilk 20 dakikasında ortaya çıkan Leonidas attığı iki golle Brezilya’yı yarı finale taşıyor. Çoğunuzun bildiğini sandığım minik bir dipnot: Brezilya yarı finalde İtalya karşısında kendisine o kadar güveniyor ki Leonidas’ı dinlendirmek için sahaya sürmüyor. Sonuç: Leonidas 1938 Dünya Kupası’ndaki son gollerini 3.’lük maçında İsveç’e karşı atıyor.

Brezilya maçının uzatma dakikalarını “Hayatımın en uzun yarım saatiydi. Acıdan bütün vücudum yanıyor, gözlerim kararıyordu” diye anlatmış kaleci. Ama Planicka ve o dönemin çoğu kalecisi böyle şeylere alışıktı; kırılan kaburgalar ya da ezilen parmaklar hiç de nadir görülmeyen meslek kazalarıydı onlar için. Yine de Planicka için kitaplara geçen tanımlama; “eğer topu kurtarmak içinse, ateşe bile atlar” şeklinde.

1904 yılında doğan Frantisek Planicka, aslında 1.73’lük (bir başka kaynağa göre 1.78) boyuyla bir kaleci için kısa sayılabilirdi. Ama o çocukluğundan bu yana kaleci olmak için yanıp tutuşuyordu ve kendisini keşfeden Bubenec’in kalesine geçebilmek için yaşını iki yıl büyüttürmeyi bile göze almıştı. Görenler, kısa boyunun dezavantajını müthiş sıçrama kabiliyeti, kusursuz refleksleri ve deyim yerindeyse “mangal gibi” yüreğiyle kapattığını anlatıyorlar. Bir kaç yıl sonra ise Çekoslovakya’nın ve Avrupa’nın en iyi kalecilerinden birisi olarak milli formayı ilk kez giyiyor. Bütün sakatlıklarına rağmen 1922’den 1938’e kadar milli takım kalesini -37’sini kaptan olarak- 73 kere, klüpler düzeyinde efsaneleştiği Slavia Prag’ın kalesini ise tam 969 kere koruyor. Çekoslovakya’nın 1934 Dünya Kupası’nda finale çıkmasını neredeyse tek başına sağlıyor, 1938’de olanları ise biliyorsunuz. Bu arada Planicka, milli formayı giydiği dönemde hâlen çok prestijli olan Olimpiyatlarda ise sadece 1 kere boy gösterebiliyor. 1924 yılında, daha sonra ikinci olacak İsviçre’ye yeniliyorlar. Sonra, 1928 ve 1936 Olimpiyatlarına Çekoslovak futbol takımı katılmazken, 1932 Los Angeles’te ise futbol yok.

Klüpler bazında ise Planicka’nın kariyeri bambaşka. Onun kaleyi koruduğu dönemde (1923-38) Slavia Prag, 9 kez ligi, 6 kez de Çekoslovakya Kupası’nı, 1 kez de Orta Avrupa Klüpler Şampiyonluğu’nu kazanıyor (bir kez de finalde Juventus’a karşı ikinci maçta, skor avantajı nedeniyle vakit geçirdikleri için taşlanınca sahadan çekiliyorlar). Tabii bu başarılarda Planicka kadar, o dönemde milli takımın iskeletini oluşturan oyuncuların Slavia Prag’lı olmasının da payı büyük.

Planicka’dan Zamora’ya geçmeden önce son bir kaç not. Futbolu bıraktıktan sonra bir sigorta görevlisi olarak çalışan ve mütevazi bir hayat süren Planicka, 1996 yılında hayata gözlerini yumdu. Ancak bundan önce çok anlamlı iki ödül aldı; en azından bu yazıda geçen 1032 maçta bir kere bile bugünün standartlarında sarı kart görmediği için 1984 yılında UNESCO, 1994 yılında ise Çek Cumhuriyeti tarafından fair-play ödülüne layık görüldü. Bu arada Çek Cumhuriyeti’nde Planicka diye bir şehir var ki çok derinlemesine araştırmak istemiyorum: sonra kendim dahil hiç bir kalecinin başardıklarını beğenemez hâle gelebilirim.

20. yüzyılın ilk günlerine dönüyoruz tekrar. Sonraki yıllarda “ilahî” (El Divino) diye anılacak olan Ricardo Zamora Martinez, Ocak 1901’de Barcelona’da doğuyor. İber yarımadasına futbol gireli sadece bir kaç yıl olmuş. Küçükken futboldan çok pelota (ya da Katalanca’da pilota: http://www.fipv.net/cas/inicio/index.htm) oynayan Zamora’nın da bu yeni çılgınlığa kapılması çok zaman almıyor. Hem pelota da kullanılan toptan kat kat büyük olan futbol topunu yakalamak daha kolay. Babasının üniversitede tıp okuması hayallerine karşı, şehrin “üvey evladı” Espanyol’da oynamaya başladığında henüz 16 yaşında. Ama, tam 90 yıl sonra mavi-beyazlıların web sitesine giren bir meraklı; “takımın belki de ilk büyük oyuncusu Zamora’ydı” diye okuyabiliyor. 1919 yılına kadar kayıtlara geçen büyük bir başarısı yok ve bu yıl içerisinde bir klüp yöneticisiyle yaşadığı bir tartışmanın ardından Zamora, Barcelona’ya transfer olur. Barça tarihinde “zafer yılları” olarak adlandırılan dönemin henüz başlangıç yıllarında iki defa (1920 ve 1922) Kral Kupasını kazanan takımın kalesini korur. 1920 aynı zamanda İspanyol Milli Takımı’yla Antwerp Olimpiyatlarında gümüş madalyayı kazandığı yıldır. Belçika’ya giden milli takım aynı zamanda tarihin ilk İspanya Milli Takımı’dır.

Kusura bakmayın yazı biraz uzayacak ama bu ikinciliğin hikayesini anlatmak istiyorum, çünkü oldukça ilginç: İspanya 1920 Olimpiyatlarında ikinciliği, final maçını kaybederek kazanmamış. Final maçında İngiliz hakemin yönetimini beğenmeyen Çekoslovaklar maçtan çekilince Belçika otomatikman şampiyon ilan edilmiş. İkincilik için de yarı finalde Belçika’nın yendiği Hollanda ile Çekoslovakların elediği Fransa’nın karşılaşması planlanmış. Ama yarı finali kaybeden Fransa takımı çoktan eve dönmüş bile. Bunun üzerine yarı finali kaybeden dört takım arasında ikincilik maçına çıkabilmek için mini bir turnuva düzenlenmiş ve İspanya hem o maçlardan hem de Hollanda maçından galibiyetle ayrılarak Olimpiyat ikincisi olmuş. Zamora ise daha ilk maçında sahayı omuzlarda terk ederek bütün dünyanın dikkatini çekmiş ve 1920 Olimpiyatları bir efsanenin ilk satırlarının yazılışına şahit olmuş. Kimbilir bugün bu kadar büyük bir efsane olması, İspanya’nın ilk ulusal maçındaki muhteşem oyunudur.

1.85-1.88 arasında değişik şekillerde kayıtlara geçmiş boyuyla Planicka’dan daha uzun olan Zamora, İspanya’da çığ gibi büyüyerek mili spor boğa güreşiyle bile yarışmaya başlayan futbolun ilk ulusal kahramanıdır. Kim bilir belki de klüpler düzeyinde daha başarılı olan Planicka’ya rağmen daha iyi bir kaleci olarak görülmesinin sebebi de futbol endüstrisi daha hızlı büyüyen ve daha ateşli mizaca sahip olan İspanya’da oynamasıdır. Bu yazıyı yazarken kullandığım çoğu kaynak İspanyolca veya Portekizce olduğu için bir çok farklı yerden kontrol ettim ve hayret verici bir şey buldum. Zamorana adı verilen ve kendisinden sonra kolay kolay çoğu kimsenin cesaret edemeyeceği bir hareket icat etmiş. Çok sert gelen topları dirsekleriyle karşılarmış. Ne kadar ciddi bir özgüven ve mükemmel bir zamanlama gerektiğini anlamak için kaleci olmaya gerek yok. Bir başka ilginç not ise; 1920’lerin sonu ve 30’ların başında Zamora’ya gol atan oyunculara özel ödüller verildiği dönemler bile olması.

Zamora’nın 1922 yılında Espanyol takımına döner ancak buradan sonraki 7 yıl klüp kariyeri açısından boş, ta ki 1929 yılında kazanılan Kral Kupası’na kadar. Aynı yıl İspanyol futbol tarihinin ilk profesyonel anlaşmalarından birisiyle; 25.000 peseta nakit ve haftalık 5.000 peseta maaş karşılığında Santiago Barnabeu tarafından Real Madrid’e transfer edilmiş (belki bir ara bu rakamların bugünkü karşılığını hesaplayıp yorumlara eklerim ama çok da güvenmeyin).

Bu yıl içerisinde İngiltere’yi 4-3 yenen İspanya ise, Ada dışından gelip de bunu başarabilen ilk ülke olmuş. Hemen bir efsane de buraya sıkıştıralım: Zamora maçın büyük bölümünde bir kaburgası kırık bir şekilde oynamış. Real Madrid’le birlikte klüp kariyerinin en başarılı dönemi bundan sonra başlamış: 1932/33 ve 33/34 sezonlarında La Liga Şampiyonluğu ve 1934 ile 1936 yıllarında Kral Kupası. Tabi bu arada “La Seleccion”un değişmez ismi olmaya devam etmiş ve 1920-39 arasında 46 defa İspanya’nın kalesini korumuş. İspanya, bu süre içerisinde 1930 Dünya Kupası’nı üşengeçlikten (Uruguay’a sadece 4 Avrupa ülkesi gitmişti, hatırlatalım), 1938 Dünya Kupası’nı ise iç savaş yüzünden pas geçer. 1934’te ise Dünya Kupası tarihinde ulaşabildikleri en yüksek seviye olan bir çok çeyrek finalden ilkini oynarlar. İkinci turda Zamora’nın muhteşem oyunuyla Brezilya 3-1 geçilir ve çeyrek finalde rakip, ev sahibi İtalya’dır. Tribünlerden Mussolini’nin gölgesi düşmektedir sahaya. İtalyanların Zamora’ya yaptıkları faulün, attıkları tekmenin haddi hesabı yoktur ancak hakem, artık takım arkadaşlarının yardımıyla ayağa kalkabilen kaleciye oyundan çıkma izni bile vermez. Yine de İtalyanlar maçı kazanamazlar ve oyun 1-1 biter. İki gün tekrar maçı oynanacaktır ve Zamora artık sahaya çıkamayacak hâldedir (bu hikayeyi bir yerden gözüm ısırıyor ama nerden). Yine de yedeği Nogues iyi bir iş çıkarır ama Guiseppe Meazza’ya bir kere mağlup olması yeterlidir. Aynı Dünya Kupası’nda Planicka’nın da yukarıda anlattığımız efsanevi oyununa karşın, turnuvanın en iyi kalecisi Zamora seçilir. İspanyollar olimpiyatlarda yeni bir başarı yaşanması içinse 1992’de kendi evlerindeki altına kadar beklemek zorundadırlar.

Belki Zamora’nın kariyeri bir kaç yıl daha devam edebilirdi ancak, 1936’de patlayan İspanyol İç Savaşı onun ülkesini terketmesine yol açacaktır. İç savaş sona eren kadar Fransa’da kaldıktan sonra ülkesine döner (bu arada son olarak da Nice’de oynar) ve Celta Vigo, Barcelona, Espanol ve Mallorca’da teknik direktörlük yapar. Hatta iki maçta da İspanyol Milli Takımının başındadır ki, bunlardan birisi 1952 yılında İstanbul’da bize karşıdır. Maç 0-0 biter.

1958/59 sezonundan bu yana Marca gazetesi tarafından, La Liga’nın en az gol yiyen kalecisine “Zamora Ödülü” verilmektedir. 2004 yılında Marca, ödül 1959’dan önce de verilseydi, kimlerin almış olacağını da açıklamış; La Liga’nın ilk yılı olan 1928/29 sezonunda ödülü, isim babası alacaktır. Ricardo Zamora 1978’in bir sonbahar günü göçer gider dünyadan.

Zamora, İspanya milli takımının kalesinde çıktığı 46 maçta sadece 42 gol yemiş ki bu maç başına 0.913 gol yapıyor. Planicka’nın durumu biraz daha kötü: 73 maçta 122 gol (1.671/maç). Ancak burada Zamora’dan biraz not kırabiliriz çünkü söz konusu 46 maçın sadece 10 (yazıyla on) tanesi resmî maç. Planicka’nın ise 73 maçının 32’si resmî maç. Ayrıca, Zamora’nın oynadığı maçlarda İspanya rakiplerini ortalama 0.9 gol fark atmış (Bulgaristan’ı 13-0 yedikleri maçı dışarıda bırakıyorum, bana güvenin son derece bilimsel bir yaklaşım). Planicka’lı Çekoslovakya’nın ortalama gol farkı ise sadece 0.34. Burada Zamora mı gerçekten ilahî bir oyuncu muydu yoksa, İspanya’nın oynadığı rakipler Çekoslovakya’ya göre daha kolaydı bunun kararını size bırakıyorum. Ama bundan önce size son bir veri: O zamanın en iyi takımları diyebileceğimiz İtalya, Avusturya, Uruguay ve Brezilya ile Zamora toplamda 12(iki kalecinin toplam maç sayısını eşitlersek: 19), Planicka ise 23 kere karşılaşyıor. Zamora ve Planicka, birbirlerine karşı ise iki kere oyunuyorlar ve Barcelona’da 1-0 İspanya, Prag’da ise 2-0 Çekoslovakya kazanıyor.

20. yüzyılın ilk efsanevi kalecileri bir İspanyol ve bir Çek’ti. Tesadüfe bakın ki 21. yüzyılın ilk yıllarında da, dünyanın en iyi kalecileri arasında bir İspanyol ve bir Çek’in ismi geçiyor. Şimdi bir karşılaştırma yapmak istiyorum ki özellikle Zamora karşısında iyice dizlerimizin üzerine çökelim. Yalnız kusura bakmayın bu karşılaştırmayı sadece milli takımlar düzeyinde yapıyorum çünkü klüpler düzeyinde veri bulabilmek imkansız değil ama, çok ciddi bir süre harcamak gerekiyor. Bugünün kalecilerine baktığımız zaman ise, Iker Casillas’ın 64 maçta 40 gol (0.625/maç), Petr Cech’in ise 46 maçta 32 gol (0.696/maç) yediğini görüyoruz. İlk bakışta, bugünkü kaleciler daha başarılı gibi ancak, o dönemin futbolu ve bugünkü futbol arasında büyük fark var. Her şeyden önce gol sayısı azalıyor. Bu eşitsizliği dengelemek içinse dönemsel olarak gol ortalamalarına bakıyoruz. Zamora-Planicka dönemi olarak kabul edeceğimiz 1920-38 arasında yapılan 4 Olimpiyat ve 3 Dünya Kupası’nda maç başına gol ortalaması 4.527. Casillas-Cech dönemi olarak aldığımız 2000-2006 arasındaki ikişer Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonasında ise sadece 2.474. Buna göre Casillas ve Cech’i 1920’lere götürdüğümüz zaman, maç başına İspanyol kalecinin 1.143, Çek kalecinin ise 1.273 gol yediğini görüyoruz. Ya da tam tersi davranırsak, bugün oynasalardı Zamora maç başına 0.499, Planicka ise 0.913 gol yiyor olacaklardı.

İtiraf ediyorum; önce Planicka’yı yazdığım ve bu aslan yürekli kaleciden çok etkilendiğim için çaktırmadan onu Zamora’nın üzerine çıkarmaya uğraştım ama en son istatistikler beni yenilgiye uğrattı. E zaten Planicka 70 sene önce kabullenmiş bunu, ben daha ne debeleniyorum: “Gezegenin en iyi kalecisi Zamora’dır”.

Yine de fark etmiyor benim için, birazdan yazıyı bitiriyor ve geriye yaslanarak gözlerimi kapatıyorum. Hayalimde, bulutların arasında bütün heybetiyle duran iki dev kaleci var. Bana öyle bakıyorlar ki, kaleci olduğum için bir kez daha kendimi mutlu hissediyorum. Sonra Zamora ve Planicka dönerek uzaklaşmaya başlıyorlar. Yürüdükleri sahada, kendilerinin girişinden önce tanrı gibi görünen forvetler küçülüveriyorlar... ve maç başlıyor...

Bir sonraki yazıda 70'lerin panzerlerindeki en istikrarlı parça: Sepp Maier...

13.10.2006

Bu Eziyet Reva mı?

Yıllar önce şifreli kanal diye bir şeyin olabilirliğini bile tahayyül etmemiz mümkün değilken Türkiye Liginin öyle ya da böyle büyüklerinin maçları herhangi bir şifre çözücü kutu marifeti olmadan evlerimize gelirdi. Cuma günleri de maç olmadığından iki günde dört maç her hafta beleşe ekrandaydı. Hoş, özel kanallarımız ilk zamanlarda alenen maçın ortasında reklam almak daha sonraları da maç devam ederken santra bölgesine ortalama dört oyuncuyu kaplayacak şekilde tüp reklamı koymak suretiyle bir nevi şifreleme yapıyorlardı ama bir yayının şifreli olup olmadığına karar verilirken kullanılan kriter siyah kutu varlığı olduğu için o dönemi şifresiz sayıyoruz. Velhasıl-ı kelam o zamanlar pek büyüklerimizi gönlümüzce seyrederdik ki gönlümün futboldan geçmesi o zamanlara rastlar. Futbol o kadar pejmurde ve o kadar bedavaydı ki tribünler bomboş olurdu. Kadıköy’deki koltuklar sarı lacivertken Ankara’da koltuk olmayıp gri betonda oturulduğunu hep beraber o boşluklar sayesinde öğrendik; öğrendiğimiz başka bir şey de maç seçmekti. Artık haftada bir maç artı ertesi gün okul olduğundan bir yandan tırnak kesilirken bir yandan kesilen spor stüdyolu zamanların açlığı geride kalmıştı ve ne yazık ki ülkemizin o zamanlar süperliği tescil edilmemiş liginde oynanan futbolu 90*4:360 dakika seyredecek mide herkeste yoktu. Şüphesiz hayatın bir cilvesi olarak kalbimizin şeref tribününe yerleştirip takip etmeyi en kutsal vazife kabul ettiğimiz takımın maçları hafta sonu programımızın mendireğiydi lakin gönülden bağlı olmadığımız ezeli ve ebedi rakiplerimizin maçlarını seyredebilmek için onların da hiç olmazsa gözümüze hitap etmesi gerekiyordu. Çoğu zaman bu olmadı, tutmadığım şanlı büyüklerimizin maçlarını seyredebilmek için bahane bulmakta zorlandım, bir Okocha vardı vaktimi zevkle ayırdığım bir de Kosecki bir heyecan yaratmıştı ama kendisi daha sonra 10 maç kadar gol atmamakta direnince heyecanım yerini meraka bıraktı; bu adam daha kaç maç gol atmayabilirdi ki? Ve hemen söyleyeyim, Beşiktaş maçlarını kaçırmadan seyrettiysem bu Kara Kartallar muhteşem futbol oynadığından değildir; dedik ya bir kez görev belledik görev ne demek bilmediğimiz yıllarda ve öğrendik ki emir demiri keser. Yoksa bilen bilir, Hikmet’li, Erkan’lı, Serdar’lı Beşiktaş kadrolarını her hafta seyretmek çelikten sinir, demirden yürek ister…Ama o zamanların en kötülerinde bile takımımdan sıkıldığımı, bir bahane bulup da maçı seyretmesem dediğimi hatırlamıyorum. Sahadaki takım kötü olsa da duruşumuz yeter gibi gelirdi bana, başkanımız vardı bir kere gurur duyduğumuz ve biz İstanbul’da olmayanlar Çarşı’yla övünürdük, maç ne kadar kötü olsa ne tezahürat var diye televizyona yapıştırırdık kulakları. Pazartesi sabahları sınıfa giriş kaybeden takımın azılı taraftarına kalay zamanıdır ya ülkemizin her yerinde, sanki bana biraz iltimas geçerdi çok büyüklerin diğerlerini tutan arkadaşlarım. Ne de olsa ben Beşiktaş’lıydım, bize kimse özel olarak gıcık olmazdı ki. Oyuncularımız efendi adamlardı, rakibin televizyonda görüp de dudağını ısırdığı futbolcu olmazdı Beşiktaş on birinde, Engin-Recep-Kadir-Gökhan-Ulvi-Metin-Rıza-Mehmet- Feyyaz-Ali artı bir değişkenli bir on birde kime gıcık olacaksınız ki?

Ve şimdi geldiğimiz noktaya bakın. Başka takım taraftarlarına sormaya gerek yok, bu takımda benim tüylerimi diken diken eden oyucular var, hem futbollarıyla hem bitmek bilmez itirazları, profesyonelliğe değil adamlığa yakışmayan tavırları, art niyetleriyle. İçime sindiremediğim oyuncular var, açık adıyla Mert Nobre var bu takımda, bütün bir sene demediğimizi bırakmadığımız, onun yüzünden maça pankartla çıktığımız ve transfer sezonunun başında koşarak aldığımız…Sofya maçında gol atmış Nobre, bana ne kardeşim, ben o maçı izlemek istemiyorum ki onu gördükten sonra.

Yönetimle gönül bağı zaten o “dostça” yemekten sonra kopmuş…Anlamsızca bir büyüklük yarışına girmek istemediğimizi anlamak bu kadar mı zor, “Bir gün herkes Beşiktaşlı olmasın, o şeref bize kalsın” diye yazmak sadece bez israfı mıydı? En çok para harcamanın en başarılı olmak anlamına gelmediğini herkes bilmiyor mu, bu hafta Erdoğan Arıkan, Bilgin Gökberk’i 35. kez Real Madrid örneği verdiği için boşuna mı azarladı?

Bir de korkum var; bu senenin bizim için nadir iyi şeylerinden biri Burak. Ama o da Türkiye’nin Cristiano Ronaldo’su olmaya soyunur gibi, n’olur bunu yapmasa. Ayak hareketleri, çalımları, yan toplardaki hakimiyeti tamam da bu asabilik, kendini atmalar olmasa; onu seven sadece biz olmasak keşke. Böyle bir şey (henüz) olduğundan değil de benimki evham işte…

Önce bu oyunu sevdik ama tuttuğumuz takımla özdeşleştirdik bu oyunu zamanla. Diğer takım taraftarları adına da diğer Beşiktaş taraftarları adına da konuşma hakkını kendimde görmüyorum ama üç senedir Beşiktaş kulübünün bana yaptığı eziyettir ve kimsenin kendisinden çok bir şey beklemeyen, yalnızca eski günleri özleyen birine bunu yapmaya hakkı yoktur. Yoktur yok olmasına da gönül işlerinde hak hukuk işlemez. Yapacak bir şey yok, sefasını sürdük cefasını çekeceğiz lakin biz cezamızı çekerken şahane ligimizin şampiyonu Ege’den çıksa hiç olmazsa ileriye biraz daha umutlu bakacağız…

12.10.2006

Teşekkürler Anderlecht

Geçen yazımda ilk 4 hafta yeni bitmişti ve Anderlecht yenilmez armada görüntüsü çizerek 12 puan toplamıştı. Hatta ben ileri gidip bu ligin şampiyonu şimdiden bellidir bu takımı kimse zorlayamaz dedim. Ancak Anderlecht, performansını tepetaklak duruma getirdi ve 4 haftada sadece 5 puan topladı. Liderliği de Kevin Van Den Bergh’ in sırtladığı Genk’ e kaptırdı. En son haftada kendi evinde Genk’ e 4-1 yenildi. Kevin Van Den Bergh’ in yıldızlaştığı maçta yapılan yorumlara bakılırsa Anderlecht’ li oyuncular sadece sahada gezmişler. Bu 4 haftalık kötü performansın nedeni olarak en çok ilk 4 haftada 6 gol atan Tchite’ nin formsuzluğu ve Anderlecht’ in gol yollarında zorlanması gösteriliyor.

Temsilcimiz Serhat Akın yaşadığı sakatlıklardan sonra sahalara geri döndü ama bu sefer de antrenör engeline takıldı. Ligin ikinci 4 haftalık bölümünde sahalara dönen oyuncu bir kez bile ilk on birde çıkartılmadı ve sadece son 15 dakikalarda oyuna alındı. Sakatlıktan dönen oyuncuların hemen ilk on bire konulmasına karşıyım ama sonradan girdiği iki maçtan sonra da kadroya alınabileceğini düşünüyorum. Ayrıca Şampiyonlar Ligi’ nde yapılan 2 karşılaşmada sahaya adımın bile atmadı. Antrenörle Serhat’ ın arasında bir sorun yaşandığı kulislerde konuşulan en önemli konu. 6 maç içinde Serhat en azından 4 maç sonradan oyuna sokulabilir ritim bulması sağlanabilir ve en azından son iki maçta ilk on birde çıkabilirdi. Serhat’ ın yerine forma giyen Faslı Mbark Boussafa’ nın ortaya koyduğu performans Serhat’ ı aratacak cinsten. Bana kalırsa Serhat ara transferde farklı bir takıma transfer olup maç temposunu yakalamalı. Çünkü Serhat milli takımımızın oynayacağı eleme maçlarında kilit oyuncumuz olabilir. Zaten Fatih Terim İsviçre ile oynadığımız rövanş maçında Serhat’ ı ilk on birde başlatarak onun ne kadar kilit bir oyuncu olduğunu göstermişti.

Bir paragrafta Beşiktaş’ ın UEFA gruplarındaki rakiplerinden biri olan Brugge’ e açmak gerekirse son dönemde performanslarını oldukça yükselttiler. İlk 4 haftada sadece 6 puan toplayabilen Brugge ikinci 4 haftalık bölümde tam 10 puan topladı ve Anderlecht’ in bir puan gerisinde üçüncü sıraya yerleşti. Üç haftadır üst üste galibiyet aldılar. Hırvat milli takımından da tanıdığımız Bosko Balaban bu performansta büyük pay sahibiydi. Bitiriciliği çok yüksek olan yıldız oyuncu Beşiktaş savunmasına zor anlar yaşatabilir. Balaban’ ın dışında çok göze batan oyuncu olmamasına rağmen İbrahim Saluo’ da kumaşı iyi olan bir oyuncu. Ancak Salou’ nun agresif oyunu ve hırçın hareketleri Beşiktaş’ ın işine gelebilir. Çünkü Salou kırmızı kart sayısı çok olan bir oyuncu. Brugge’ ün bu iyi performansına rağmen Beşiktaş’ ın gösterdiği performansa ve oyuncu kadrosuna bakarsak bence Brugge Beşiktaş’ ın başını ağrıtmayacaktır. Ancak Beşiktaş kendi evinde en az puan kaybıyla oynamalıdır.

Geçen sezon yazdığım bütün yazılarda dikkat çeken oyuncular için bir paragraf açıyordum. Bu seneki ilk iki yazımda bu bölümü çıkartmayı düşünüyordum ancak yapılan yorumlar sonrasında çıkartmama kararı aldım. Evet ilk 8 hafta itibari ile Belçika Ligi’ nde en çok dikkat çeken oyuncu Mouscron’ un 28 yaşındaki forveti Bosnalı Adnan Custovic oldu. Kendisi 8 maçta tam 8 gol atarak maç başına bir gol ortalaması tutturdu. İki sezon önce Amiens’ ten transfer edilen Boşnak oyuncu kariyerinin hiçbir döneminde bu kadar yüksek bir yüzdeyle oynamadı. Kariyerinin önceki bölümlerinde 4 maçta 1 gol ortalamasından yukarıya çıkamayan forvet bu sezon ortaya koyduğu performansla üç büyüklerin transfer listesine girmeyi başardı. Otoriteler tarafından bir sonraki sezon üç büyüklerden birinin forvet hattına ismini yazdıracağı yorumları yapılıyor. Boşnak oyuncunun ilerleyen haftalarda nasıl performans göstereceği merak konusu. Bana kalırsa seneye Belçika’ nın en yüksek maliyetli transferleri arasına girecektir.

Bir yazının sonuna daha geldik bol gollü maçlar izlemenizi dilerim.

8.10.2006

Bu Sefer Olacak

Takvimler 1996’nın Haziran ayını gösterdiğinde İskoçya’nın Avrupa Şampiyonaları tarihinde son kez boy gösterdiğini görmekteyiz. İngiltere, İsviçre ve Hollanda ile birlikte yer aldığı grubunda Holanda ile golsüz berabere kalan gaydacılar Mc Alister’in penaltı kaçırdığı 2. maçlarında İngiltere’ye 2-0 yenilmiş son maçlarında ise İsviçre’ye karşı 3-0 lık üstünlük kurmalarına rağmen grubunu Holanda’nın ardından averajla 3. olarak tamamlamış ve elenmekten kurtulamamıştı. İskoçya Holanda ve Belçika’da 2000’de ve 2004’te Portekiz’deki Avrupa Şampiyonalarında eleme gruplarından çıkma başarısını bir türlü gösteremedi. İskoçya’nın Avrupa Şampiyonaları eleme gruplarındaki düşen grafiğin bir yansıması Dünya Kupalarında da kendini gösteriyor ve 1998 Fransa Dünya Kupası’ndan sonraki 2 Dünya Kupasına da katılamıyordu ada temsilcileri. Bir başka deyişle son 4 uluslararası turnuvada İskoçya’nın ismi yoktu ve bu köklü futbol ekolunun dünya futbol sahnesinden silinmek üzere olduğu yorumları yapılmaya başlanmıştı. Bu umutsuz tablo 2008 Avrupa Şampiyonası ele grupları belirlendiğinde de devam edecekti. Zira ilk iki takımın şampiyonaya katılma hakkı elde edeceği B grubunda her ne kadar İskoçya’nın dişine göre rakipler gibi görünen Litvanya, Gürcistan ve Faroe Adalarının yanında maalesef son dünya kupasının finalistleri İtalya ile Fransa ve son yılların flaş takımı Ukrayna bulunuyordu.

İlk maçta Faroe Adaları’nı kebndi evinde 6-0 geçti İskoçya. Faroe Adalarının gücü İskoçya’nın aldığı 6-0 lık galibiyet hakkında iyimser yorum yapmamızı engelliyordu. Ancak devamında gelen deplasmadaki 1-2 lik Litvanya galibiyeti uzun yıllardır İskoçya’nın yabancı olduğu bir durumla karşılaştırıyordu bizi: 2 maçta 6 puan. 3. maç İskoçya’da milli takım stadyumu Hampden Park Stadyumunda oynanacaktı ve rakip son dünya kupası şampiyonu İtalya’yı yenen Fransa idi. İskoçya’nın gerçek gücü ve iddiasının ortaya çıkacağı belirtilen maça Fransa favori olarak çıktı. Fransa atak başladığı maçta yakaladığı fırsatları değerlendiremezken inatçılıkları ile meşhur İskoçların direnci artıyordu. İkinci yarının başında klasik İskoç futbolunun en önemli ögesi olan bir yan top organizasyonu neticesinde golü bulan İskoçlar maçı 1-0 tamamlamayı başararak 3 maçta 9 puana ulaştılar. İlk 2 maç sonunda kafalardaki “acaba”lar “bu sefer bu iş olacak”a dönüştü. Evet bu sefer bu iş olacak. Henüz daha yolun başı olmasına, grubun favorilerinden İtalya ve Ukrayna ile henüz karşılaşmamış olmasına rağmen İskoçya bu sefer en azından ilk iki takım arasına girmeyi başaracak.

2.10.2006

Benzinleri Bitti

Uzun bir aradan sonra bir maç analizi yazısı ile karşınızdayım. Uzun süredir Almanya Ligi köşemizde yazı olmadığını fark etmiş okurlarımız için bir bilgiyi de vermek isterim. Kısa bir zamanda Almanya Ligi’ nin yeni yazarı da bizlerle beraber olacak. Şimdiden ona başarılar diliyorum.

Evet cumartesi günü yataktan kalktığımda televizyonlarımızda iki tane maç gözüme çarptı. Liverpool- Bolton maçı ve Wolfsburg- Bayern Münih maçlarıydı bunlar. Uzun süredir Almanya köşesinde yazı olmadığı için Bayern maçını yazmaya karar verdim. İki maçın favorisinin de ortak noktası hafta içi zorlu Şampiyonlar Ligi maçları oynamalaraydı. Sonuç ne oldu derseniz ikisi de maçlarını tempo yapamadıkları için kaybettiler. İki takımda hemen hemen hafta içi oynadıkları 11’ leriyle maça çıktılar, kadrolarında bir oyuncudan fazla rotasyon olmadığı için yorgun izlenimi verdiler. Tempo bulamadıkları içinde karşılarındaki kapanan savunmayı açamadılar. Bir nevi benzinleri bitmişti.

Gelelim Bayern’ in Wolfsburg maçına. Wolfsburg, maça kalede Jentzch, sağ bek Möhrle, sol bek Stegmayer, stoperler Kevin Hofland ve Madlung, sağ açık Sarpei, sol bek Leverkusen’ den alınan Polonya’ nın da sol açığı Krzynowek, ön liberolar Van Der Leegte, Santana, santraforlar Mika Hanke ve Makiadi ile başladı. Bayern ise kalede her zamanki gibi Kahn, sağ bek Sagnol, sol bek Philipp Lahm, stoperler Lucio ve Van Buyten, sağ açık Hasan Salihamidzic, sol açık Schweinsteiger, ön liberolar Andreas Ottl ve Mark Van Bommell, ileri ikili Makaay ve Pizarro ile sahadaydı.

Maçın ilk 15 dakikası annemin iftar hazırlığı nedeniyle ses bakımından benim için biraz zor başladı. Ama maçta da pek bir şey kaçırmadım çünkü tribündeki Alman seyirciler bile maçın zevksizliğinden biralarına konsantre olmuşlardı.

30. dakikaya geldiğimizde bende artık iftarın gelmesini bekliyordum çünkü hem maç sıkıcıydı hem de açlığı hissetmeye başlamıştım. Tam iftar için dakikaları saymaya başlıyordum ki Wolfsburg Hanke’ nin ayağından golü buldu. Golü anlatmak gerekirse Wolfsburg orta sahası topu Hanke’ ye şişirdi, Hanke, Makiadi’ ye indirdi o da bekletmeden Hanke’ yi buldu Kahn’ la karşı karşıya kalan Hanke de topu sol ayağıyla içeri bıraktı.

Golden sonra Bayern göstermelik bir baskıyla zaten az olan eforlarını da harcadılar ve soyunma odalarına gittiler. Soyunma odasından dönüşte Magath iki değişiklik birden yaptı. Bunlar Salihamidzic’ in yerine Ali Karimi ve Ottl’ ın yerine Santa Cruz’ du.

İkinci yarı boyunca da Bayern ortaya hiçbir şey koymadı. Çünkü orta sahada kalabalık olan Wolfsburg’ u açmak için sadece verkaçları kulandılar. Topu kanatlara hiç yaymadılar. Kapalı savunmalara karşı topu kanatlardan getirmediğinizde isterseniz 8 forvetle oynayın yine pozisyon bulamazsınız.

Bayern takımı Ballack’ ı arıyor bana göre. Çünkü orta sahadaki organizasyon eksikliği takım mağlupken çok belli oluyor. Berabere giderken düz ön liberolar pek sırıtmaz çünkü iyi pas verirler tempoları yüksektir ama mağlup duruma düştüğünüzde iyi pas verseniz de gole gidemiyorsunuz çünkü rakip kapandığı için uç elemanlarınız baskı altında oluyor, temponuz iyi olsa da koşacak bir yer yok çünkü rakip iyi alan daraltıyor. Böyle savunmaları açmanız için biraz da yaratıcılık gerek ama Hagreavs dışında mevcut kadroda böyle bir oyuncu yok. Bana göre Bayern bütün sezon boyunca iyi kapanan takımlara karşı mağlup duruma düştüğünde zorluk çekecektir bunu halletmeleri lazım.

Herkese iyi ramazanlar dilerim.

UEFA Kupasında Torbalar ve Bizimkilerin Şansları

UEFA Kupasında perşembe gecesi oynanan maçların ardından kupada gruplara kalan takımlar belli oldu. Dört Türk takımından ikisi elenirken ikisi gruplara kalmayı başardı. Kuraya seribaşı olarak katılan Fenerbahçe ve Beşiktaş rakiplerini elemeyi başarırken, Seribaşı olmayan Trabzonspor ve Kayserispor rakiplerine elendiler. Aslında kuralar çekildiği zaman tahminlerde bu yöndeydi zaten.

Fenerbahçe’nin nereye doğru gittiğinden falan uzun uzadıya bahsetmek istemiyorum burada. Çünkü bu konu neredeyse bir kitaba konu olur. Kuralar çekildiği zaman Randers’in zayıf bir takım olduğundan ve Fenerbahçe’nin turu rahatlıkla geçeceğinden söz etmiştik. Randers’ın zayıf olduğu doğru çıktı elbette ama Fenerbahçe sanıldığının aksine bu takım karşısında bile hayli zorlandı. Kadıköy’de bile maçı 2-1 zor kazanan takım, deplasmanda da yine iyi bir oyun ortaya koyamadan maçı 3-0 kazandı. Turu geçmek elbette önemli ama bu yapılanmayla UEFA kupasında başarılı olmak söz konusu bile edilecek şey değil. Hele de kupayı kaldırmaktan söz etmek. Yazının ilerleyen bölümünde torbalarla ilgili bir şeyler yazarken konuya tekrar döneceğim.

Beşiktaş yükselişe geçen Bulgar futbolunun Levski Sofya ile birlikte başarılı işlere imza atan temsilcisi CSKA Sofya karşısında ancak uzatmalarda turu geçebildi. Beşiktaş’ın turu geçme şansını CSKA takımından çok fazla görmemiştim açıkçası kuralar çekildiğinde. Yani bu eşleşmenin biraz ortada durduğunu düşünüyordum. Belki biraz daha şanslı görünen taraftı Beşiktaş. İlk maçta rakibinin 10 kişi kalmasından faydalanarak son on dakikada maçı 2-0’a getiren Beşiktaş dün gece bu skorun avantajını maalesef koruyamadı ve neredeyse turu Sofya’da kaybedecekti.

Trabzonspor Ziya Doğan’ın gelişiyle birlikte gerçekten iyi bir ivme kazanmayı başardı. Bu dönemde Beşiktaş ve Galatasaray’ı yenerken, Osasuna ile iki kez ve Konyasporla da berabere kalarak hiç yenilmedi. Kura çekiminden sonra en zor takıma Trabzon’un düştüğünü düşünüyordum. Osasuna bu sezona kötü de başlamış olsa La Liga’yı dördüncü bitirmiş bir takımdı hadi bunu da geçelim bir İspanyol takımıydı Osasuna. Trabzonspor ilk maçta hiç de iyi olmayan bir skor elde etmişti. 2-2’lik bir skorla İspanya deplasmanından turla dönmek çok zordu. Buna rağmen Trabzon 0-0’lık beraberlikle oradan dönerken tur şansını son saniyeye kadar sürdürmeyi başardı. Elenmiş olsa da Trabzonspor iki maçta da berabere kaldı ve iyi bir izlenim bırakmayı başardı.

İntertoto kupasından gelerek, neredeyse gruplara kalmayı başaracak olan Kayserispor, AZ Alkmaar karşısındaki performansıyla başarılı oldu. Yine kura çekildiğinde fazla şansı olmadığını düşündüğümüz Kayserispor, 3-2’lik deplasman mağlubiyetinin ardından ilk yarısını 1-0 önde tamamladığı maçta çok da iyi oynayamayınca karşılaşmadan 1-1’lik beraberlikle ayrıldı ve elenmiş oldu. Aslında elenen iki takımın performansı eleyen iki takımın performansından daha olumlu olduğunu söyleyebiliriz.

UEFA kupasında sıra Salı günü çekilecek olan kuralara geldi. Maçlar bittikten sonra Beşiktaş’ın ve Fenerbahçe’nin Avrupa’daki puanlarına baktım. Beşiktaş 38.634 puanla 40 takım arasında 17. sırada yer alarak 3. torbaya düşerken, Fenerbahçe 28.634 puanla 25. sırada yer aldı ve 4. torbaya düştü. Her iki takımımızın da bir üst torbayı kıl payı kaçırmaları oldukça üzücü. Örneğin Kayserispor AZ Alkmaar’ı elemiş olsaydı Beşiktaş 2, Fenerbahçe’de 3’ncü torbada yer almış olacaktı. Takımların puanlarının son beş yıldaki başarılarına göre belirlendiği bu puanlamanın çok da adil olmadığını düşünüyorum. Newcastle’ın 75.950, Chelsea’nin 79.950 puanda olması ilgi çekici. Şimdi UEFA kupasında torbalara ve takımlara biraz göz atalım.

Birinci torbada yer alan sekiz takım Avrupa’nın önde gelen liglerine dağılmış durumda. Bu torbanın tepesinde geçen senenin UEFA ve Süper Kupa sahibi takımı Sevilla yer alacak. 61.006 puanla kendisinden daha yüksek puanı olan takımlar olmasına rağmen geçtiğimiz yılın UEFA sahibi takımı olarak birinci takım durumunda. Sezona çok iyi başlayan Endülüs takımına fırsatta methiyeler düzdüğümü yazılarımı okuyan okuyucular bileceklerdir. Kupadaki favorimde açık ara Sevilla’dır. Üst paragrafta puanından bahsettiğim Newcastle United her yıl yüksek meblağlı transferler yapan bir takım hepimiz gayet iyi biliyoruz. İlk turda Estonya takımı Levadia karşısında deplasmanda 1-0 Saint James Park’ta da 2-1 kazanarak tur atlamayı başardılar. Bu sezon onlar için henüz çok iyi başlamış sayılmaz. Kadrolarında Sibierski, Emre, Martins, N’zogbia, Duff, Butt, Luque, Owen, Ramage ve Given gibi oyuncuları barındıran, kaliteli bir kadroya sahip. Bir türlü kadrolarına uygun futbolu oynamayı başaramamış olsalar da UEFA’nın güçlü takımlarından. 66.587 puanlı Panathiniakos turu zor geçti. İlk maçta kendi sahasında Ukrayna takımı Zaporizhya karşında 1-1 beraberlik alan Yunanlar ikinci maçta 1-0 kazanarak turu geçtiler. Bu torbanın çok güçlü olmayanları arasında gösterilebilir. Kanımca bu torbadaki en güçsüz takım, bir İtalyan takımı da olsa eski günlerinden bir hayli uzak olan Parma. Rus Rubin Kazan’ı her iki maçta da 1-0 yenmeyi başardılar. Şampiyonlar liginde Kopenhag yerine olması gerekirken UEFA’da olan Ajax birinci torbadaki bir başka takım.60.640 puanı bulunan Ajax eski günlerinden uzak durumda da olsa her zaman çekinilmesi gereken bir ekol. Birinci torbanın altıncısı ise Bayer Leverkusen. Bundan beş sezon önce şampiyonlar ligi finali oynayan Alman takımı o günleri çok arar durumda. İsviçre’nin Sion takımını 0-0 ve 3-1 ile elediler. Barbarez hiç kuşkusuz 57.640 puanlı Alman takımının en önemli kozu. Bu torbada bir Hollandalı daha var o da Feyenord. 54.640 puanı bulunan Hollanda takımı Lokomotif Sofya’yı çok zor eledi. 0-0 ve 2-2 lik skorlar deplasmanda gol atma avantajıyla Feyenord’u gruplara bıraktı. Bu torbaya son sıradan giren takım ise Fransa’dan Auxerre. 53.757 puanı olan takım İntertoto kupasından gelen takımlardan biri. UEFA kupasının artık gedikli takımlarından biri haline gelen Auxerre çekinilmesi gereken bir takım. Dinamo Zagreb’i 2-1 ve 3-1 yenerek elediler.

Beşiktaş’ın son anda kaçırdığı ikinci torbada ise en üst sırada Belçika’dan Club Brugge yer alıyor. 49.981 puanı bulunan Brugge Slovakya’nın Ruzemburok takımını deplasmanda 1-0 yendiği maçın rövanşında 1-1 berabere kalarak eledi. İsviçre’nin Basel takımı da UEFA kupasında her sezon iyi neticeler alan bir takımı. 49.537 puanla sıralamada 10. durumda olan Basel Robotnicki’yi 6-2 ve 1-0 yenerek oldukça rahat bir biçimde eledi. Kayserispor’u eleyen AZ Alkmaar’un 48.640 puanı var. Çek Sparta Prag bu torbadaki dördüncü takım. 44.769 puanı bulunan Çek takımı İskoç Hearts’ı 2-0 ve 0-0 ile eledi ve gruplara kaldı. Her zaman Çek futbolunun önemli bir temsilcisi durumunda da olsa çok iyi bir takım olduklarını iddia etmek biraz abartılı olur. Le Guen’in Rangers’ı da Molde’yi 2-0 ve 0-0 ile eledi. Henüz çok iyi duruma gelemeyen Glasgow Rangers’ın puanı ise 43.023. La Liga altıncısı Celta Vigo 43.006 puanıyla bu torbada yer alan başka bir takım. Standart Liege’i 1-0 ve 3-0’lık galibiyetlerle eleyen Celta bu torbanın en dişli takımı olarak gözüküyor. La Liga’ya çok da iyi başlamasa da Celta burada en çok çekinilecek takım durumunda. İki Fransız takımı torbadaki son iki takım. 41.757 puanlı PSG ve 39.757 puanlı Lens. Paris SG, Derry City’i 2-0 ve 0-0 ile elerken, Lens, Kıbrıs Rum Kesiminden Achnas’ı 3-1 ve 0-0 ile eledi. İki takımın da önemli Fransız takımları olduklarını biliyoruz. Son yıllarda Lyon dışında diğer Fransızların Avrupa’da çok da varlık gösteremedikleri malum.

Üçüncü torba Beşiktaş ile başlıyor. Bana göre torbanın güç açısından ikinci yarısında yer alır Beşiktaş. Palermo buradaki ikinci takım. 36.020 puanı bulunan İtalyan takımının önemli bir başarısı yok Avrupa’da son yıllarda. Seri A’nın bu yıl çok gol atıp çok gol yiyen bir takımı olarak dikkat çekiyorlar. West Ham’ı 1-0 ve 3-0 yenerek elemeleri ise dikkat çekici. İspanyolların üçüncü temsilcisi ise Espanyol. Geçen sene Kral Kupasını alarak UEFA’da mücadele etmeyi başaran takımı geçen sezon da UEFA’da yer almış fakat başarılı olamamıştı. Lige çok da iyi bir giriş yapamayan Espanyol geçen sezon Şampiyonlar liginde yer alan Slovakya’nın Artmedia takımını 2-2 ve 3-1’lik skorlarla eledi. Pandiani, Luis Garcia, Hurtado, Tamudo gibi önemli oyunculara sahipler. Espanyol’un puanı 33.006. Torbadaki dördüncü takım ise Hollanda’dan Heerenveen. 30.640 puanı bulunan takım, Portekiz’den Setubal’ı 3-0 ve 0-0 ile eledi. Sırbistan’ın Partizan takımı Hollanda’nın Groningen takımını 4-2 ve 0-1 ile eledi. Puanları 30.600. Hızlı yükselişlerini sürdüren Rumen takımlarından biri de Rapid Bükreş. Portekiz takımı Nacional’i 1-0’ın rövanşında uzatmalarda 2-1 yenerek elediler. Rumen takımının 30.381 puanı var. Polonya’nın Wisla Krakow takımı torbadaki yedinci ekip. Iraklis’ kendi sahalarında 1-0 yenildikleri maçın rövanşında uzatmalarda 2-0 kazanarak tur atladılar. 29.104 puanları bulunuyor. Slovan Liberec ise buradaki son takım. Şampiyonlar ligi ön elemesinde Spartak Moskova’ya elenen Liberec, Fenerbahçe’nin hemen üstünde yer alıyor.

Dördüncü torba Fenerbahçe ile başlıyor. Avusturya’dan Austria Wien ikinci sırada. Şampiyonlar liginden elenerek buraya gelen Avusturya takımı Polonya’dan Legia’yı 1-1 ve 1-0 ile eledi. İsrail’in Hapoel Tel Aviv takımı Moldova’dan Charnamorets’i 3-1 ve 1-0 yenerek eledi. Bu torbadaki bir başka şampiyonlar ligi mağduru da Osasuna. Osasuna’da bildiğimiz gibi Trabzonspor’u eleyerek gruplara kaldı. İngiliz Blacburn Rovers 23.950 puanıyla bu torbada yer alıyor. Salzburg’u 2-2 ve 2-0 ile elediler. İsviçre’nin bir başka takımı ise Grasshopers. 23.537 puanları var ve onlarda intertotodan geldiler. İlk turda İsveç’ten Atvidaberg’i 3-0 ve 5-0 ile çok rahat elediler. Rumenler dedik ya çok iyi işler yapıyorlar diye. Dinamo Bükreş’te Yunanistan’dan Xanthi’yi 4-3 ve 4-1 gibi galibiyetlerle saf dışı bıraktı kupada ve gruplara kaldı. 22.381 puanları bulunuyor. Buradaki son takım İtalyan Livorno. 22.020 puanı bulunan Livorno Avusturya’nın Pasching takımını 2-0 ve 1-0 yenerek gruplara kaldı.

Son torbada ise önemli bir takımla başlıyor. Geçen yıl şampiyonlar ligini son hafta Arsenal’e kaptıran, bu yıla da çok iyi başlayamayan Tottenham 20.950 puanıyla UEFA sıralamasında 33. durumda. Slavia Prag’ı her iki maçta da 1-0 yenerek tur atladılar. Şampiyonlar ligi ön elemesinde Liverpool’a elenen Maccabi Haifa buradaki ikinci takım. Bulgar Litex’i 1-1 ve 3-1 ile elediler. Chievo’yu eleyen Portekiz’in Sporting Braga takımının 17.533 puanı bulunuyor. Fransız Nancy, Ligue 1’e iyi başladığı gibi UEFA’da da favori takımlardan Schalke’yi 1-0 yenildiği ilk maçın rövanşında 3-1 yenerek gruplara kalmayı başardı. Kura çekimlerinde Fenerbahçe’nin muhtemel rakipleri arasında yer almıştı iyi ki eşleşmemişiz diyebiliriz rahatlıkla. Nancy’nin puanı 16.757. Alman Eintracht Frankfurt Danimarka’dan Brondby’i rahat bir şekilde eleyerek gruplara kalmayı başardı. Buradaki takımların çoğu sürpriz sonuçlara imza atmış takımlar durumundalar. Zulte Waregem, Lokomotif Moskova’yı elerken, Galatasaray’ın şampiyonlar ligi ön elemesinde elediği Çek Mleda Boleslav Marsilya’yı 1-0 yenildi maçın rövanşında 4-2 yenerek çok önemli bir sürprize imza attı. Danimarka’nın Odense takımı da Hertha Berlin’i 2-2 ve 1-0’lık skorlarla eleyerek dünün büyük sürprizlerinden birini gerçekleştirmiş oldu.

Beşiktaş ve Fenerbahçe’nin sergiledikleri futbollarını düşündüğümüz zaman yukarıda isimlerini verdiğimiz rakipleri karşısında gruplardan başarıyla ayrılmalarının çok da kolay olmadığını düşünüyorum. Özellikle Fenerbahçe’de ortaya atılan UEFA şampiyonluğu hedefi biraz hayalciliğe kaçıyor. Daum’un Fenerbahçe’sini sıklıkla eleştirmiş olsam da Daum’un Fenerbahçe’si çok daha umut vericiydi belirtmek lazım. Özellikle Kezman gibi bir golcü Daum’da olsaydı daha iyi şeyler yapabilirlerdi. Beşiktaş’da da durum farksız. Tigana ve Zico ile bu kadro yapıları ile bu futbol felsefeleri ile UEFA kupasında başarılı olmak çok ama çok zor.

Torbalara genel olarak bakıldığında Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın kimlerle eşleşmelerinin daha iyi olacağına bakarsak; 1.Torbada Sevilla dışındaki takımlar arasında çok fazla ayrım yapmak doğru olmaz sanırım. Buradan gelebilecek en iyi takım bana göre Parma. 2. torbadan ise Alkmaar, Brugge ve Sparta Prag daha tercih nedeni olabilecek takımlar. 3. torbada Wisla, Liberec, Partizan ve Heerenveen, 4. torbada pek bir fark yok açıkçası. Son torbada ise Nancy ve Tottenham diğer takımlara oranla daha güçlü diyebiliriz.