Futbolun İkinci Dünya Savaşı öncesi geçmişiyle ilgileniyorsanız, karşınıza tarihten çok mitolojik öykülerle yarışacak efsaneler çıkar. Diktatörlere kafa tutan bir teknik direktör, maça golf pantolonu ve ceketle çıkan bir hakem veya çıplak ayakla oynamasına izin verilmediği için giydiği ayakkabısı vurduğunda ağlayan Brezilyalı bir top cambazı ve buna benzer bir sürü şey... Bugün o efsanelerin yerine yenileri kolay kolay konamıyor çünkü iletişim ve görüntü teknolojisi artık her anlatılanı kendi gözümüzle de görmeye imkan sağlıyor. Hikayeleri efsaneye dönüştüren, biraz da her anlatanın bir tutam da olsa kendi baharatından katması değil midir.?
12 Haziran 1938, Pazar; Touluse, Chapou stadı. Bir önceki Dünya Kupası’nı finalde İtalya’ya kaybeden Çekoslovakya, Fransa’da yarı finale kalabilmek için Brezilya’nın karşısına çıkıyor. Sambacıların en büyük kozu, yukarıda anlattığım çıplak ayakla oynamak isteyen Leonidas. Brezilyalı 30. dakikada golünü atarak takımını 1-0 öne geçiriyor. Cevap 65. dakikada Nejedly’den geliyor. Tribünlerdeki 22,000 kişinin bazısı, maç bitip de uzatma dakikalarının başlamasından önce ihtiyaç molası vermek için hazırlanıyor. O sırada Brezilya yeni bir atak geliştiriyor ve kale ağzında bir karambol patlayıveriyor. Ta defanstan gelmiş olan Peracio önünde bulduğu topa savuruyor bacağını. Ancak tekmesi top yerine, çoktan topa atlamış olan Çekoslovak kaleci Planicka’nın kolunu buluyor. Sağ kol mu yoksa sol kol mu, yazan yok. Bilinen şey, Planicka’nın kolunun kırıldığı. “Prag Kedisi” acı içerisinde yerde kıvranırken ceza sahasında bir kavga patlak veriyor ve sonuçta her iki taraftan da birer oyuncu dışarı atılıyor. Kırmızı kart yok, hakem sadece sahanın dışını işaret ediyor. O yıllarda olmayan başka bir şey de oyuncu değişikliği. Ve maç uzatmaya gidiyor. Çek takımında bir doktor olmadığı için Planicka da kırık koluna biraz şarap döktükten sonra 30 dakikalık uzatmaları da gol yemeden tamamlıyor ve maç 1-1 bitiyor. Bu hikayenin bir efsane olması için eksik var mı..!?
Sonrası.!? Daha seri penaltı atışları icat edilmediği için iki gün sonra iki takım bir kez daha bir araya geliyor. Aslına bakarsanız, ben artık giderek daha şiddetli bir şekilde büyük turnuvaların yarı finallerinden itibaren seri penaltıların kaldırılması ve uzatmalarda da yenişemeyen takımların tekrar oynaması gerektiğini düşünüyorum. Çekoslovakya’nın kalesinde artık futbol hayatı sona ermiş olan Planicka’nın yerine, ismini çok büyük ihtimalle ilk ve son kez burada duyacağınız Karel Burket oynuyor. Çekoslovakya 25. dakikada öne geçmeyi de başarıyor ancak, ikinci yarının ilk 20 dakikasında ortaya çıkan Leonidas attığı iki golle Brezilya’yı yarı finale taşıyor. Çoğunuzun bildiğini sandığım minik bir dipnot: Brezilya yarı finalde İtalya karşısında kendisine o kadar güveniyor ki Leonidas’ı dinlendirmek için sahaya sürmüyor. Sonuç: Leonidas 1938 Dünya Kupası’ndaki son gollerini 3.’lük maçında İsveç’e karşı atıyor.
Brezilya maçının uzatma dakikalarını “Hayatımın en uzun yarım saatiydi. Acıdan bütün vücudum yanıyor, gözlerim kararıyordu” diye anlatmış kaleci. Ama Planicka ve o dönemin çoğu kalecisi böyle şeylere alışıktı; kırılan kaburgalar ya da ezilen parmaklar hiç de nadir görülmeyen meslek kazalarıydı onlar için. Yine de Planicka için kitaplara geçen tanımlama; “eğer topu kurtarmak içinse, ateşe bile atlar” şeklinde.
1904 yılında doğan Frantisek Planicka, aslında 1.73’lük (bir başka kaynağa göre 1.78) boyuyla bir kaleci için kısa sayılabilirdi. Ama o çocukluğundan bu yana kaleci olmak için yanıp tutuşuyordu ve kendisini keşfeden Bubenec’in kalesine geçebilmek için yaşını iki yıl büyüttürmeyi bile göze almıştı. Görenler, kısa boyunun dezavantajını müthiş sıçrama kabiliyeti, kusursuz refleksleri ve deyim yerindeyse “mangal gibi” yüreğiyle kapattığını anlatıyorlar. Bir kaç yıl sonra ise Çekoslovakya’nın ve Avrupa’nın en iyi kalecilerinden birisi olarak milli formayı ilk kez giyiyor. Bütün sakatlıklarına rağmen 1922’den 1938’e kadar milli takım kalesini -37’sini kaptan olarak- 73 kere, klüpler düzeyinde efsaneleştiği Slavia Prag’ın kalesini ise tam 969 kere koruyor. Çekoslovakya’nın 1934 Dünya Kupası’nda finale çıkmasını neredeyse tek başına sağlıyor, 1938’de olanları ise biliyorsunuz. Bu arada Planicka, milli formayı giydiği dönemde hâlen çok prestijli olan Olimpiyatlarda ise sadece 1 kere boy gösterebiliyor. 1924 yılında, daha sonra ikinci olacak İsviçre’ye yeniliyorlar. Sonra, 1928 ve 1936 Olimpiyatlarına Çekoslovak futbol takımı katılmazken, 1932 Los Angeles’te ise futbol yok.
Klüpler bazında ise Planicka’nın kariyeri bambaşka. Onun kaleyi koruduğu dönemde (1923-38) Slavia Prag, 9 kez ligi, 6 kez de Çekoslovakya Kupası’nı, 1 kez de Orta Avrupa Klüpler Şampiyonluğu’nu kazanıyor (bir kez de finalde Juventus’a karşı ikinci maçta, skor avantajı nedeniyle vakit geçirdikleri için taşlanınca sahadan çekiliyorlar). Tabii bu başarılarda Planicka kadar, o dönemde milli takımın iskeletini oluşturan oyuncuların Slavia Prag’lı olmasının da payı büyük.
Planicka’dan Zamora’ya geçmeden önce son bir kaç not. Futbolu bıraktıktan sonra bir sigorta görevlisi olarak çalışan ve mütevazi bir hayat süren Planicka, 1996 yılında hayata gözlerini yumdu. Ancak bundan önce çok anlamlı iki ödül aldı; en azından bu yazıda geçen 1032 maçta bir kere bile bugünün standartlarında sarı kart görmediği için 1984 yılında UNESCO, 1994 yılında ise Çek Cumhuriyeti tarafından fair-play ödülüne layık görüldü. Bu arada Çek Cumhuriyeti’nde Planicka diye bir şehir var ki çok derinlemesine araştırmak istemiyorum: sonra kendim dahil hiç bir kalecinin başardıklarını beğenemez hâle gelebilirim.
20. yüzyılın ilk günlerine dönüyoruz tekrar. Sonraki yıllarda “ilahî” (El Divino) diye anılacak olan Ricardo Zamora Martinez, Ocak 1901’de Barcelona’da doğuyor. İber yarımadasına futbol gireli sadece bir kaç yıl olmuş. Küçükken futboldan çok pelota (ya da Katalanca’da pilota:
http://www.fipv.net/cas/inicio/index.htm) oynayan Zamora’nın da bu yeni çılgınlığa kapılması çok zaman almıyor. Hem pelota da kullanılan toptan kat kat büyük olan futbol topunu yakalamak daha kolay. Babasının üniversitede tıp okuması hayallerine karşı, şehrin “üvey evladı” Espanyol’da oynamaya başladığında henüz 16 yaşında. Ama, tam 90 yıl sonra mavi-beyazlıların web sitesine giren bir meraklı; “takımın belki de ilk büyük oyuncusu Zamora’ydı” diye okuyabiliyor. 1919 yılına kadar kayıtlara geçen büyük bir başarısı yok ve bu yıl içerisinde bir klüp yöneticisiyle yaşadığı bir tartışmanın ardından Zamora, Barcelona’ya transfer olur. Barça tarihinde “zafer yılları” olarak adlandırılan dönemin henüz başlangıç yıllarında iki defa (1920 ve 1922) Kral Kupasını kazanan takımın kalesini korur. 1920 aynı zamanda İspanyol Milli Takımı’yla Antwerp Olimpiyatlarında gümüş madalyayı kazandığı yıldır. Belçika’ya giden milli takım aynı zamanda tarihin ilk İspanya Milli Takımı’dır.
Kusura bakmayın yazı biraz uzayacak ama bu ikinciliğin hikayesini anlatmak istiyorum, çünkü oldukça ilginç: İspanya 1920 Olimpiyatlarında ikinciliği, final maçını kaybederek kazanmamış. Final maçında İngiliz hakemin yönetimini beğenmeyen Çekoslovaklar maçtan çekilince Belçika otomatikman şampiyon ilan edilmiş. İkincilik için de yarı finalde Belçika’nın yendiği Hollanda ile Çekoslovakların elediği Fransa’nın karşılaşması planlanmış. Ama yarı finali kaybeden Fransa takımı çoktan eve dönmüş bile. Bunun üzerine yarı finali kaybeden dört takım arasında ikincilik maçına çıkabilmek için mini bir turnuva düzenlenmiş ve İspanya hem o maçlardan hem de Hollanda maçından galibiyetle ayrılarak Olimpiyat ikincisi olmuş. Zamora ise daha ilk maçında sahayı omuzlarda terk ederek bütün dünyanın dikkatini çekmiş ve 1920 Olimpiyatları bir efsanenin ilk satırlarının yazılışına şahit olmuş. Kimbilir bugün bu kadar büyük bir efsane olması, İspanya’nın ilk ulusal maçındaki muhteşem oyunudur.
1.85-1.88 arasında değişik şekillerde kayıtlara geçmiş boyuyla Planicka’dan daha uzun olan Zamora, İspanya’da çığ gibi büyüyerek mili spor boğa güreşiyle bile yarışmaya başlayan futbolun ilk ulusal kahramanıdır. Kim bilir belki de klüpler düzeyinde daha başarılı olan Planicka’ya rağmen daha iyi bir kaleci olarak görülmesinin sebebi de futbol endüstrisi daha hızlı büyüyen ve daha ateşli mizaca sahip olan İspanya’da oynamasıdır. Bu yazıyı yazarken kullandığım çoğu kaynak İspanyolca veya Portekizce olduğu için bir çok farklı yerden kontrol ettim ve hayret verici bir şey buldum. Zamorana adı verilen ve kendisinden sonra kolay kolay çoğu kimsenin cesaret edemeyeceği bir hareket icat etmiş. Çok sert gelen topları dirsekleriyle karşılarmış. Ne kadar ciddi bir özgüven ve mükemmel bir zamanlama gerektiğini anlamak için kaleci olmaya gerek yok. Bir başka ilginç not ise; 1920’lerin sonu ve 30’ların başında Zamora’ya gol atan oyunculara özel ödüller verildiği dönemler bile olması.
Zamora’nın 1922 yılında Espanyol takımına döner ancak buradan sonraki 7 yıl klüp kariyeri açısından boş, ta ki 1929 yılında kazanılan Kral Kupası’na kadar. Aynı yıl İspanyol futbol tarihinin ilk profesyonel anlaşmalarından birisiyle; 25.000 peseta nakit ve haftalık 5.000 peseta maaş karşılığında Santiago Barnabeu tarafından Real Madrid’e transfer edilmiş (belki bir ara bu rakamların bugünkü karşılığını hesaplayıp yorumlara eklerim ama çok da güvenmeyin).
Bu yıl içerisinde İngiltere’yi 4-3 yenen İspanya ise, Ada dışından gelip de bunu başarabilen ilk ülke olmuş. Hemen bir efsane de buraya sıkıştıralım: Zamora maçın büyük bölümünde bir kaburgası kırık bir şekilde oynamış. Real Madrid’le birlikte klüp kariyerinin en başarılı dönemi bundan sonra başlamış: 1932/33 ve 33/34 sezonlarında La Liga Şampiyonluğu ve 1934 ile 1936 yıllarında Kral Kupası. Tabi bu arada “La Seleccion”un değişmez ismi olmaya devam etmiş ve 1920-39 arasında 46 defa İspanya’nın kalesini korumuş. İspanya, bu süre içerisinde 1930 Dünya Kupası’nı üşengeçlikten (Uruguay’a sadece 4 Avrupa ülkesi gitmişti, hatırlatalım), 1938 Dünya Kupası’nı ise iç savaş yüzünden pas geçer. 1934’te ise Dünya Kupası tarihinde ulaşabildikleri en yüksek seviye olan bir çok çeyrek finalden ilkini oynarlar. İkinci turda Zamora’nın muhteşem oyunuyla Brezilya 3-1 geçilir ve çeyrek finalde rakip, ev sahibi İtalya’dır. Tribünlerden Mussolini’nin gölgesi düşmektedir sahaya. İtalyanların Zamora’ya yaptıkları faulün, attıkları tekmenin haddi hesabı yoktur ancak hakem, artık takım arkadaşlarının yardımıyla ayağa kalkabilen kaleciye oyundan çıkma izni bile vermez. Yine de İtalyanlar maçı kazanamazlar ve oyun 1-1 biter. İki gün tekrar maçı oynanacaktır ve Zamora artık sahaya çıkamayacak hâldedir (bu hikayeyi bir yerden gözüm ısırıyor ama nerden). Yine de yedeği Nogues iyi bir iş çıkarır ama Guiseppe Meazza’ya bir kere mağlup olması yeterlidir. Aynı Dünya Kupası’nda Planicka’nın da yukarıda anlattığımız efsanevi oyununa karşın, turnuvanın en iyi kalecisi Zamora seçilir. İspanyollar olimpiyatlarda yeni bir başarı yaşanması içinse 1992’de kendi evlerindeki altına kadar beklemek zorundadırlar.
Belki Zamora’nın kariyeri bir kaç yıl daha devam edebilirdi ancak, 1936’de patlayan İspanyol İç Savaşı onun ülkesini terketmesine yol açacaktır. İç savaş sona eren kadar Fransa’da kaldıktan sonra ülkesine döner (bu arada son olarak da Nice’de oynar) ve Celta Vigo, Barcelona, Espanol ve Mallorca’da teknik direktörlük yapar. Hatta iki maçta da İspanyol Milli Takımının başındadır ki, bunlardan birisi 1952 yılında İstanbul’da bize karşıdır. Maç 0-0 biter.
1958/59 sezonundan bu yana Marca gazetesi tarafından, La Liga’nın en az gol yiyen kalecisine “Zamora Ödülü” verilmektedir. 2004 yılında Marca, ödül 1959’dan önce de verilseydi, kimlerin almış olacağını da açıklamış; La Liga’nın ilk yılı olan 1928/29 sezonunda ödülü, isim babası alacaktır. Ricardo Zamora 1978’in bir sonbahar günü göçer gider dünyadan.
Zamora, İspanya milli takımının kalesinde çıktığı 46 maçta sadece 42 gol yemiş ki bu maç başına 0.913 gol yapıyor. Planicka’nın durumu biraz daha kötü: 73 maçta 122 gol (1.671/maç). Ancak burada Zamora’dan biraz not kırabiliriz çünkü söz konusu 46 maçın sadece 10 (yazıyla on) tanesi resmî maç. Planicka’nın ise 73 maçının 32’si resmî maç. Ayrıca, Zamora’nın oynadığı maçlarda İspanya rakiplerini ortalama 0.9 gol fark atmış (Bulgaristan’ı 13-0 yedikleri maçı dışarıda bırakıyorum, bana güvenin son derece bilimsel bir yaklaşım). Planicka’lı Çekoslovakya’nın ortalama gol farkı ise sadece 0.34. Burada Zamora mı gerçekten ilahî bir oyuncu muydu yoksa, İspanya’nın oynadığı rakipler Çekoslovakya’ya göre daha kolaydı bunun kararını size bırakıyorum. Ama bundan önce size son bir veri: O zamanın en iyi takımları diyebileceğimiz İtalya, Avusturya, Uruguay ve Brezilya ile Zamora toplamda 12(iki kalecinin toplam maç sayısını eşitlersek: 19), Planicka ise 23 kere karşılaşyıor. Zamora ve Planicka, birbirlerine karşı ise iki kere oyunuyorlar ve Barcelona’da 1-0 İspanya, Prag’da ise 2-0 Çekoslovakya kazanıyor.
20. yüzyılın ilk efsanevi kalecileri bir İspanyol ve bir Çek’ti. Tesadüfe bakın ki 21. yüzyılın ilk yıllarında da, dünyanın en iyi kalecileri arasında bir İspanyol ve bir Çek’in ismi geçiyor. Şimdi bir karşılaştırma yapmak istiyorum ki özellikle Zamora karşısında iyice dizlerimizin üzerine çökelim. Yalnız kusura bakmayın bu karşılaştırmayı sadece milli takımlar düzeyinde yapıyorum çünkü klüpler düzeyinde veri bulabilmek imkansız değil ama, çok ciddi bir süre harcamak gerekiyor. Bugünün kalecilerine baktığımız zaman ise, Iker Casillas’ın 64 maçta 40 gol (0.625/maç), Petr Cech’in ise 46 maçta 32 gol (0.696/maç) yediğini görüyoruz. İlk bakışta, bugünkü kaleciler daha başarılı gibi ancak, o dönemin futbolu ve bugünkü futbol arasında büyük fark var. Her şeyden önce gol sayısı azalıyor. Bu eşitsizliği dengelemek içinse dönemsel olarak gol ortalamalarına bakıyoruz. Zamora-Planicka dönemi olarak kabul edeceğimiz 1920-38 arasında yapılan 4 Olimpiyat ve 3 Dünya Kupası’nda maç başına gol ortalaması 4.527. Casillas-Cech dönemi olarak aldığımız 2000-2006 arasındaki ikişer Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonasında ise sadece 2.474. Buna göre Casillas ve Cech’i 1920’lere götürdüğümüz zaman, maç başına İspanyol kalecinin 1.143, Çek kalecinin ise 1.273 gol yediğini görüyoruz. Ya da tam tersi davranırsak, bugün oynasalardı Zamora maç başına 0.499, Planicka ise 0.913 gol yiyor olacaklardı.
İtiraf ediyorum; önce Planicka’yı yazdığım ve bu aslan yürekli kaleciden çok etkilendiğim için çaktırmadan onu Zamora’nın üzerine çıkarmaya uğraştım ama en son istatistikler beni yenilgiye uğrattı. E zaten Planicka 70 sene önce kabullenmiş bunu, ben daha ne debeleniyorum: “Gezegenin en iyi kalecisi Zamora’dır”.
Yine de fark etmiyor benim için, birazdan yazıyı bitiriyor ve geriye yaslanarak gözlerimi kapatıyorum. Hayalimde, bulutların arasında bütün heybetiyle duran iki dev kaleci var. Bana öyle bakıyorlar ki, kaleci olduğum için bir kez daha kendimi mutlu hissediyorum. Sonra Zamora ve Planicka dönerek uzaklaşmaya başlıyorlar. Yürüdükleri sahada, kendilerinin girişinden önce tanrı gibi görünen forvetler küçülüveriyorlar... ve maç başlıyor...
Bir sonraki yazıda 70'lerin panzerlerindeki en istikrarlı parça: Sepp Maier...