İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

31.05.2009

Can Özenç’e Cevap: Barça’yı Durdurmanın Yolu Var mı?

Sevgili Can Özenç teveccüh gösterip, Barça’yı durdurabilmenin bir yolu varsa, bunu benim bilebileceğimi yazmış. Kendisine öncelikle teşekkür ederim. Bu durumda, benim de bir şeyler söylemem icap eder sanırım.

Son söyleyeceğimi en başta söylemek istiyorum. Eğer bu takımı durdurmanın bir yolu varsa; umarım kimse bu yolu bulamaz. Bilenler varsa da mümkünse sussunlar. Neden mi?

Sitemizin müdavimleri, muhtemelen pek 30 yaşının üzerinde değiller. Yani şurada, futbolu takip eden insanların büyük çoğunluğu yirmi yıldan az bir süredir, bu oyunu takip etmekteler. Bu yirmi sene içerisinde de böyle futbol oynayan takım görmüşler midir, Bilemiyorum. Benim şahsi görüşüm; ben izlemedim. Bir futbol takımı ancak bu kadar iyi oynar herhalde. Daha ötesi olabilir mi? olur belki olmasına da bu yapılabilir bir şey midir? Ben burada çok iyimser değilim. Bu nedenle Barça’nın oynadığı bu göze hoş gelen, aynı zamanda skorda elde eden futbolu, birilerinin durdurmasını istemiyorum. Hele de Chelseavari bir biçimde durdurulacaksa, Allah korusun derim.

Can, yazısının son bölümünde asıl önemli noktayı belirtti. M.United karşısına, ş.ligine final maçına çıkan Barça’nın ilk on birinin yedisi alt yapıdan yetişmişti ve teknik direktörü de hem futbolculuğunda hem de teknik direktörlüğünde alt yapıdan yetişen bir isimdi. Bir takım düşünün; hem dünyadaki en iyi futbolu oynayacaksınız hem de bunu büyük paralar ödeyerek aldığınız oyuncularla değil, kendi alt yapınızdan yetişmiş, kendi futbol kültürünü sonuna kadar özümsemiş adamlarla yapacaksınız. Buna ancak şapka çıkartılır. Tabi bu noktada oynanan bu harikulade oyunun temel kaynağının da yine bu alt yapı ve kültür meselesi olduğu da muhakkak.

Bu çerçevede bakıldığında; Barça’yı durdurmak mümkün mü diye tekrar soralım. Mutlak suretle biliyoruz ki; günümüzde bir takımın 56-61 döneminde Real Madrid’in yaptığı gibi bir hegomanya kurması olası gözükmüyor. Barça’da her sene üçte üç yapacak değil tabi. Birileri Barça’nın önüne geçecek ve kupa da kazanacaklar ama Barça oynadığı futbol ve bu futbol kültürüyle hep bir adım önde olmaya devam edecek.

Barça, alt yapısı tıpkı Ajax gibi çağdaşlarından çok farklı. Muhteşem bir organizasyonları var ve alttan çok değerli oyuncular yetiştirmeyi sürdürecekler. Bugün dünyanın en iyi orta saha oyuncuların başında gelen Xavi, İniesta ve Fabregas’ı bu kültürün yetiştirmesi tesadüf olamaz. Pique gibi orta sahaya koysanız, sırıtmadan başarıyla oynayacak bir savunmacının varlığı kesinlikle tesadüf olamaz.

Barça’dan yetişip başka takımlara gitmiş birçok oyuncu var. Everton’ın Mikel Arteta’sı, Celtic’in Marc Crosas’ı hep aynı orjinli orta saha oyuncuları. Barça’da en önemli farkı da bu top oynamanın ne olduğunu sonuna kadar özümsemiş orta saha oyuncuları yaratmakta zaten. Çok iyi biliyoruz ki Barça’yı özel kılan Messi’den çok, İniesta ve Xavi. Bu iki adam beraber oynamaya devam ettiği sürece de Barça “gerçekten futbol” oynamaya devam edecek. Ha Xavi bırakınca ne olacak? O zaman da Fabregas yuvasına döner ve bu süreç devam eder. Gelmez mi geri? Olsun, Thiago Alcantara büyük bir futbolcu olup, çıkıp gelecek. Ya da takımdaki ilk yılında büyük bir özgüven ile oynayıp, çok başarılı olan Sergi Busquets’leri var.

Messi, İniesta, Xavi, Puyol, Pique, Valdes, Busquets, Bojan bugün takımın temel taşları olmuş adamlar. Thiago, Gai, Pedro, Jeffren, Deulofeu, Jonathan, Rafael, Muniesa, Adria, Rochina, Terron ve daha birçoğu da sıralarını bekliyorlar. Fran Merida, Iago Falque, Dani Pacheco gibi yıldız adayları da yine bu alt yapının ürünü olup, Arsenal’e, Juve’ye, Liverpool’a kaptırılmış, birer yıldız adayı.

Yazımızı noktalayalım. Can Özenç’in uzun vadede Barça’yı durdurmanın imkansız olduğu düşüncesine sonuna kadar katılıyorum. Peki var mı bir yol? Bence en iyisi Barça’yı taklit etmek.

29.05.2009

Barcelona'yı Durdurmanın Bir Yolu Var Mı?

Maç öncesinde, ideal kadrolar karşılaşırsa, Barcelona’yı favori görüyordum. Çünkü Manchester United, Premier Lig’e bile çok ilginç kaçan, topu ayağında tutan, kesin bir formasyonu olmayan, akıcı bir oyun anlayışıyla oynuyordu ve bu anlayışı dünyada yıllardır en iyi oynayan takım, tartışmasız Barcelona’ydı. Bu durumda, United’ın kendi oyun anlayışını, bu oyun anlayışını icat eden takıma sötkürmesi en azından bana çok inandırıcı gelmiyordu. Fakat maç öncesi arkadaşlar “Abidal ve Dani Alves maçta oynayamayacaklar” dedikten sonra, Ronaldo, Rooney ve Park gibi depar azmanı oyuncuların Barcelona’yı parçalayacağını düşünüp “Haklısınız, United maçı alır” deme gafletinde bulundum.

Bulundum bulunmasına ama, United maçın ilk 8 dakikasında kaleyi bulan 5 şutuyla az kalsın maçı kotarıyordu. Hakikaten o 8 dakikada aşırı tehlikeli geldiler. İşte bu 5. şutun hemen akabinde Eto’o ile gelen Barça golü, maçı tamamen İspanyol temsilcisinin lehine çevirdi ve kalan 82 dakikada Barcelona’nın, Manchester United’a futbol dersi verişini izledik. Açıkçası futbol adına biraz hayal kırıklığı yaşadığımı bile söyleyebilirim. Zira, Avrupa’nın en büyük iki takımının bu uzun süredir beklenen mücadelesinin bu kadar tek taraflı olacağını asla tahmin edemezdim. Barcelona, United’ı kelimenin tek anlamıyla ezdi. Üstelik, bu sefer topla oynama oranını o klasik %60 standardının üzerine de çıkarmadılar. Hatta United’ın o fizikselliğiyle meşhur Ferdinand-Vidic stoper ikilisinden neredeyse bütün hava toplarını bile aldılar. Tek kelimeyle muhteşem oynadılar. Kupayı kesinlikle hak ettiler.

Rondaldo mu Messi mi?

Bu soruya, halen objektif olarak Ronaldo’nun daha iyi bir oyuncu olduğu cevabını vermeliyim. İlker’le beraber sitemizde yıllardır “yaşasın Ronaldinho!”, “Barcelona en büyük, onlar için canım feda”, “Messi bence kerkesten daha iyi odünyaydagelmlşeniyi futboalduc yaşasın barca 4ever” tadında milyon tane Barça sempatizanı yorumla boğuşmak zorunda kaldığımızdan, artık Türk insanının zaman zaman ortalama bir Katalan vatandaşınınkini bile aşan Barça sevgisini anlayabiliyorum. Artı La Liga yayıncı kuruluşu NTV’nin de Manu Chao’nun “Rumba de Barcelona” cingılı ile biraz da kendi reytingini arttırmak için bir Barça propagandası yaptığı su götürmez bir gerçek.

İşte bu tür bir atmosferde, özellikle ülkemizde, çoğu futbolsever Ronaldo’yu kağıttan silebilir. Fakat kazananın her zaman haklı olduğu bir dünyada, “final maçlarında oynayamıyor” gibi saçma sapan bir argümanla Ronaldo’yu inkar etmek de çok saçmadır. Sonuçta bu adam da bu maça gelene kadar pek çok finalde rakiplerin canını yakmıştır. Kaldı ki Barça’nın başarısı, Messi’nin kişisel başarısından çok, takımının oynadığı ultra rahat ve farkında futbolun ürünüdür. Zira United’ın orta sahasını Carrick yönetmektedir, Barcelona’da ise Xavi ve Iniesta gibi iki süperzeka oyun kurucu vardır.

Fakat bu maçın, Ronaldo vs. Messi rekabetinde bir dönüm noktası olabileceği de gerçektir. Messi, mütevazı kişiliğiyle çoğu sporseverin beğenisini kazanırken, Ronaldo, egosunun kurbanı olmakta, takımı kaybettiğinde sergilediği aksi ve concon tavırlarla imajını zedelemektedir. Hele ve hele Platini’den gümüş madalyasını aldığı sırada tüm stadyumca ıslıklanması, kendisinin artık zamanında Kobe Bryant’ın elde ettiği bir antipatik-süperstar imajına sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Kaldı ki, Ronaldo, her sene sonu huysuz bir çocuk gibi United’dan ayrılmak istemektedir. Kaybedilen bir Şampiyonlar Ligi finalinden sonra bu hareketi tekrarlaması da çok olasıdır. Öte yandan, Messi halen Ronaldo’dan 3 yaş daha gençtir ve Barça bu hızla giderse önünde çok daha parlak bir gelecek olacaktır.

Barcelona’yı nasıl durdursak?

Barça’yı durdurmanın en iyi yolu, teknik kadronuza Eray Çek’i katmaktır. La Liga’yı yıllardır yakından takip eden Eray, bu soruya hepimizden daha çok cevap bulabilir.

Ha eğer yola Eray’sız devam etmek istiyorsanız, Barcelona-Chelsea eşleşmesinden, kurt hoca Hiddink’in taktiklerini alırsınız. Messi ve forvet hattını savunmak yerine Xavi-Iniesta ikilisi ile sağ ve sol beklerine aşırı bir baskı uygular, sonra da son dakikada Iniesta’nın gol atmamasını umarsınız. Tabii bütün bunlar için Chelsea’ninki gibi cyborg fiziğine sahip, demir ciğerli bir 11’e sahip olmanız da gerekebilir. Ha bir de, ikili mücadelelerde sertlikten kaçınmayıp, Barça’nın görece zayıf birkaç oyuncusunu sürekli ezmeniz gerek, ki bu da kart görme riskinizi arttırır.

Asıl soru şu olmalı: Barcelona’yı uzun vadede nasıl durdurabilirsiniz? İşte bu sorunun cevabı yok. Çarşamba gecesi United karşısına çıkan ilk 11’de Sylvinho, Yaya Toure, Eto’o ve Henry dışındaki 7 oyuncu artı bir de teknik direktör olduğu gibi Barça alt yapısından yetişme isimler! Bu takım, kendi futbol kültürünü, öz kaynaklarıyla yetiştirdiği oyunculara yıllar boyu yavaş yavaş özümseterek bu oyun tarzını bir sezona yayabiliyor. Demek ki, tıpkı Cryuff ve Rijkaard dönemlerinde olduğu gibi, Barça takımı başarının rehavetine kapılıp da kendini salmadıkça, onları durdurmanın da pek bir yolu olmayacak.

... ve Şampiyonların Şampiyonu Barcelona

2008/09 Şampiyonlar Ligi'nin finali Roma'da oynandı ve Barcelona rakibi Manchester United'ı 2-0 ile devirererek kupayı üç sezonluk aradan sonra bir kez daha kupasına götürdü. Finalin öncesine bakalım...

Barcelona finalden önce Chelsea'yi 90+3'te attığı golle eledi. Bence çok haksız bir şekilde tur Chelsea'nin elinden alınıp Barcelona'ya hediye edildi. Chelsea ile oynanan ilk maçta sakatlanan Rafa Marquez, cezalılar Dani Alves ve Eric Abidal final maçında oynamadılar. Buna karşılık Josep Guardiola, yine de Chelsea deplasmanındaki savunma kurgusunu bozmadı ve ortaya Yaya Toure-Pique ikilisini koydu. Sağ çizgiye Puyol, sol çizgiye ise Sylvinho geçtiler. Orta alanda Xavi-Iniesta'nın ortasına yine Chelsea maçında olduğu gibi Sergio Busquets'i tercih etti. İleri üçlü ise klasik biçiminde sahaya çıktı.

Man Utd, Arsenal'i eleyerek finale geldi. Finalde Sir Alex Ferguson tercihlerini değiştirmedi; kanatlarda Park-Giggs, orta alanda Anderson-Carrick, ileri ikilide ise Ronaldo-Rooney ikilisi ile sahaya çıktı.

Barcelona 10. dakikada Eto'o ile ilk golü buldu. Maça etkili başlayan taraf Man Utd olsa da savunma iyi direndi ve erken tehditler önlendi. Daha sonra, Sergio Busquets'in getirdiği topu ceza alanı içinde alan Samuel Eto'o topu kaleci Van der Saar'ın üstüne göndermesine rağmen topu ağlarla buluşturdu. Pozisyondan önce ''Busquets ne arıyor maçta? Gudjohnsen veya Alex Hleb olsa daha mantıklı tercihler olurdu.'' diye düşünürken Busquets müthiş bir şekilde sivrildi; Eto'o Vidic'i geçti ve golü attı.

Bu golden sonra Man Utd darmadağın bir görüntü çizmeye başladı. Sistem 4-3-3'e döndü. Rooney sola, Park sağa, Ronaldo ortaya geçtiler. Niye böyle birşey oldu anlamadım ama çok kötü oldu, sadece Barcelona'ya yaradı.

İkinci yarıda sağlı sollu gelen Barcelona ha geldi ha geliyo derken ancak 70. dakikada golü buldu. Thierry Henry sağ sol yapıp gol pozisyonunu sağladı ama kaleciye nişanladı. Xavi'nin yerden kullandığı serbest vuruş direğe vurdu. Eto'o ' nun pasında Messi kısa kaldı. Sonunda Xavi sağ taraftan ortaladı ve Messi müthiş bir şekilde yükselerek topu ağlara gönderdi.

Maç sonunda şunu söyleyebilirim ki; Barcelona finali hak etmese de bu maçı kazanmayı kesinlikle hak etti ve yine tartışmasız olarak Avrupa'da sezonun en iyi takımı olduğunu gösterdi. Rakibini tamamen sürklase eden Barcelona'ya karşı Real Madrid-Man Utd-Arsenal vs. karması da oluştursanız yenmeniz çok zor. (Chelsea olmadığı sürece)

Barcelona gelecek yıllarda da bu kupanın en büyük favorisidir; orası net. Man Utd'nin bu kadar berbat bir performans sergilemesinin nedenini ise Sir Alex'in yanlış kadro tercihine bağlıyorum. Evet, aynı sistemle Arsenal'i yendi ama finalde normal oynamak gerekirdi. Park'ın yerine Berbatov'la başlayarak Ronaldo'yu sağa çekebilirdi ve daha etkili bir takım ortaya koyabilirdi. Maçı orta sahada kaybetmesine rağmen ikinci yarıda Tevez ile Berbatov'u alarak intihar etti.

28.05.2009

Fenerbahçe Cumhuriyeti

Fenerbahçe’nin başkanlığına yeniden Aziz Yıldırım seçildi. Fenerbahçe’de en uzun süre görev yapan ikinci başkan olmayı garantiledi Aziz Yıldırım. Peki, Aziz Yıldırım diyince akla ilk gelenler ne? Herhalde bir Fenerbahçeli olarak bile akla ilk gelen anti-patik olmasıdır. Galatasaraylılar ve diğer kulüp taraftarları için kesinlik arz eden bu önerme bazı Fenerbahçeliler için bile geçerli. Bu anti-patiklik nerden kaynaklanıyor peki? Birincisi herhalde ben bilirimciliğinden, ikincisi bazı beyanatlarından (Tesadüf), üçüncüsü de gidip gelmesinden. Galatasaraylılar hem kendi şampiyonluklarına gölge düşürmesinden, hem de UEFA kupası sonrası beyanatından ötürü hiçbir zaman sevemeyecekler Aziz Yıldırım’ı. Peki bazı Fenerbahçelilere anti-patik gelmesi nedendir? Bu anti-patikliğin nedeni ise bazı beyanatları ve kesinleşmemekle beraber bazı olaylardan kaynaklanıyor. Birincisi “evinden aldırırım”, ikincisi “takımı ben şampiyon yaptım”, üçüncüsü ise Rüştü’nün dayak olayı ve istifa sonrası bazı grupların “Başkan bizi bırakma” diye bağırmaları için paraya boğulmaları.



Başkanın beyanatlarını değerlendirecek olursak, “tesadüf” beyanatı ne yazık ki o ekibin çok tepkisini çeken ama sonuç itibarıyla doğruluğu kanıtlanan bir beyanat. Tabii ki o ekibin kupayı kaldırması tesadüf değil, ama Türk futbolu açısından o başarı tesadüf olarak yerini çoktan aldı.



İstifa ediyorum, bırakın gideceğim beyanatı ise gündemi değiştirmek açısından başarılı ama ne yazık ki etik değil. Benim inancıma göre taraftarların bağırtılmaları ve yürüyüşleri ise planlı programlı. Bu hareket sonucu şu an başkan adayı olanların bile “Aziz Başkan Bırakma” beyanatları ise çok acı. Fenerbahçe Kulübü istifa eden bir başkanın yerine birini ortaya çıkaramıyor. Böyle bir şey mümkün mü? Olabilir mi? Peki sonra ne oluyor? Başkan tekrar oybirliğiyle görevine devam ediyor. Ve bu sefer daha bir otoriter, daha bir ben yaptım oldu anlayışıyla. Peki, aradan geçen senelerde o zaman Aziz Başkan bırakmacılar, seçimde karşısına çıkabiliyor ve diyorlar ki, 2000 oy başarıdır. Ne yazık ki o sayıya bile ulaşamıyorlar. Çünkü bu süreçte Aziz Yıldırım’ın kulübe yaptığı üyelerin herhangi başka bir adaya oy vermeleri söz konusu değil. Padişahım çok yaşa, ulufeleri dağıt, oy köpeğin olsun. Demokrasi dediğin bu kadar basit bir mesele aslında.



Peki, Aziz Yıldırım bu süreçte başarılı mı? Sportif açıdan tartışılır, hatta başarısız. Şampiyonlar Liginde Çeyrek finali saymazsak (ya da tesadüf olarak nitelendirirsek), en çok Galatasaray şampiyonluğu ve Beşiktaş’ın kupa şampiyonluğunu gören Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım. Ama tesisleşme, kulübün markalaşması açısından hiçbir Fenerbahçe başkanının olmadığı kadar başarılı. Peki, başarı kriteri nedir kulüplerin başkanlarında? Sportif başarı mı? Evet. Tesisleşme mi? Evet. Kulübün markalaşması mı? Evet. Bunların hangisinde başarısız Aziz Yıldırım? Sportif konularda başarısız, istikrar konusunda ısrarlı değil. Peki, Fenerbahçe sadece futbol takımı mı? Hayır. Geriye kalan amatör branşlarda başarılı mı? Evet. Peki, anti – patiklik nerden kaynaklanıyor? Tamamıyla beyanat, davranış ve istikrarsızlıktan kaynaklanıyor.



Eğer Zico kovulmasaydı, Denizli’de kaybeden takımdaki yıldızlar en azından para kazanılarak satılsaydı, Emre, Maldonado transferleri parayı ben veriyorum, istediğim gibi harcarım mantığıyla yapılmasaydı yönetim hataları da olmayacaktı. Zico çok para istedi sattınız, Mehmet ile davalık oldunuz, daha çok para verip Aragonesi getirdiniz, daha da fazlasını verip Guiza geldi bu isimlerle de davalık olmayacağınız garanti değil. Betonda da anlarım, futboldan da olmuyormuş demek ki. Futbol beton gibi değil, daha karmaşık bir yapı.



Bu süreçte amatör branşlarda olduğu gibi teknik kadronun üstünde bir menajer veya şube sorumlusu olsaydı, başkan soyunma odalarına kadar girmeseydi daha iyi olmaz mıydı? Olurdu belki garantisi yok. Ama o zaman Aziz Yıldırım ismi bu kadar ön plana çıkmazdı. Başarıların sahiplenmesi bu şekilde olmazdı.



Bu ülkede bir insan, gayette başarılı bir müteahhit ve iş adamıyken niye böyle bir kulübe başkan olmak ister. Fenerbahçeliliğe adanmıştır, ya da artık para tatmin etmiyordur başka arayışlara kendisini itmiştir. İnsan ihtiyaçları hiyerarşisinde son aşama kendini gerçekleştirme aşamasıdır. Aziz Yıldırım herhalde o aşamada. Zaten bu üç senede eski hatalarını yapmayacağını taahhüt etti ve şampiyonluklar vaat etti.



Bir Fenerbahçeli olarak ise benim tek isteğim, fani Türkiye Liginde şampiyonluklardan ziyade, Fenerbahçelilere yakışır beyanatlar, rakipleri gerekirse tebrik etmeler, hakem hakkında atıp tutmaktansa daha bilinçli beyanatlar ve derbinin yıldönümünü unutmaktansa derbinin değerini arttırıcı hamlelerdir. Yani “Fenerbahçe büyüklüğü şampiyonluk büyüklüğü, kupa büyüklüğü değildir”’i temel alan bir başkan profili olmalıdır. Yegâne istekleri bu olan birçok Fenerbahçeli var ve belki bir gün bu istekleri karşılayan başkanlar daha uzun süre Fenerbahçe’nin başında durabilir. Tabii eğer Fenerbahçe bir cumhuriyetse.



Ama şu andaki durum göstermektedir ki, Aziz Yıldırım istemedikçe Fenerbahçe başkanlığını bırakmayacak ve onu görevinden seçimle indirecek bir ekip de ortalarda yok. Bıraksa bile desteklediği adayın çok büyük şansı var. Yani hanedanlık devam edecek. Yani aslında ortada bir Fenerbahçe Cumhuriyeti yok. Ama hatanın çoğu da sizin canım kardeşim…

21.05.2009

İstanbul'da bir final akşamı

Ocak ayında bilet satış döneminde finale bu iki takımın kalacağını bilsem final için bu kadar parayı gözden çıkartır mıydım, pek sanmıyorum. Kriz sebebiyle çapulcu Ukraynalı’lar kendilerine gelen 10bin bileti dahi satamayıp, UEFA’ya geri gönderdiği bir ortamda zaten sarhoş biletsiz taraftar bulup, biletleri karaborsa yapmak zaten hayal olmuştu.

Şu durumun altını çizeyim, olay takımları gitmem ben bu maça değil. Netice itibariyle bir futbol taraftarıyım ve kendi şehrime UEFA Kupası finali gelmişken hangi takım olursa olsun giderim. Olay bu maç için 100 avro ödemeye değer miydi?

Birçok insan değmeyeceğini düşünmüş olmalı ki, zaten biletler satılmadı. Federasyon da aman stat boş gözükmesin diye insanlara biletlere bedavadan dağıttı. Bu sebeple maç saatinde, maç biletinin değerinin bile altında fiyata bilet satıldığı iddia ediliyor.

***

18.15 vapuruyla Kadıköy’e geçmemle başladı final hikayesi. Kadıköy meydanı Werderlilerin toplanma alanıydı. İşportacılar ve imitasyoncular için bir nimetti Kadıköy meydanı. Bakkaldan 2 liraya aldıkları biraları Almanlara 5 liradan satanlar mı istersin, çakma final atkılarını kakalamaya çalışanlara kadar her türlü işporta malı mevcuttu. Bahariye’ye çıkan yolda daha neler görecekmişiz de haberimiz yok. Çakma final t-shirtlerinden tut, imitasyon Werder, Şaktar formalarına kadar ne ararsan vardı.

Böyle bir ortamda Carlsberg’in sponsorluğunda hazırlanan fanzone büyük bir başarısızlık kampanyası olarak promosyon tarihine geçti. Vapurla gelenler vapurdan inenler zaten meydanda toplanmışlarken, deniz otobüslerinin arkasındaki izbe fanzone’a insanlara çekmek için cıstak müzik ve dev ekrandan daha fazlası lazımdı. 8 avroya biranın satıldığı, Park büfede daha güzelinin ve daha fazla çeşidin bulunduğu bir ortamda köfteyi Park büfenin 4 katı fiyatına satarsan zaten kimse oradan yemez. Bi t-shirt ü de 35 liradan satarsan, insanlar da gider işporta malı alır.

***

Mercan’da kokoreç, midye keyfi yaptıktan sonra stada doğru yürümeye başladık. Gayet esmer, klasik bir Türk genci olarak neden insanların benim Alman olduğumu düşündüklerini yolda yürürken “Lucesc, Lucescu” diye bağırıp, koyacak işareti yaptıklarını halen daha anlamış değilim. Bu durum stat girişinde de devam etti. Baş sponsor Carlsberg’in içeride bira sattığını düşünerek, elimdeki Carlsberg ile stada girmeye çalıştım. Girişteki görevli “this is not allowed” deyince kalan birayı diktim ve kutuyu yere bıraktım. Bunun üzerine görevli sırıtarak “Now, it is OK” dedi. Türk olduğumu belli etmedim. Türk olduğumu anlasa böyle sırıtıp, espiri yapmayacağını, tam tersine “ yassahh hemşerim” diye çıkışacağını gayet iyi biliyordum. Türkler’in, Avrupalı’ya şirin görünme çabaları.

***

3 sezondur kombineli bir taraftar olarak bu statta son üç sezondur oynanan maçların kafadan bir %70’ine gitmişimdir. Ancak Fenerium tribününe ilk defa geldim. Pahalı tribünün içi daha farklı tabi ki. Kafeteryasında masalar ve plazma TV falan var. Devre arasında insanların kafeteryada oturup çay içerek maç izlediklerini gördüm. Salak lan bu adamlar. Sen git o kadar para ver stada gir, sonra da içerde maçı televizyondan izle. Bu arada sağolsun Mustafa abi, bize devre arasında basın çadırından jambonlu sandöviç ile elma getirdi. Yoksa, sandöviçin 14, çekirdeğin 4 lira olduğu bir ortamda kafeteryanın yanına yaklaşılmıyordu.

***

Dediğim gibi yurt dışından fazla taraftarın gelmediği bir ortamda stadın büyük bir çoğunluğu Türk seyircilerden oluşuyordu. Bu durum daha maçın hemen başında bütün stadın Gençlik Marşı’nı söylemesiyle ayyukaya çıktı. Yine de bu olay ileride göreceklerimi tahmin etmeme yetmiyordu. Marşı, Şaktar tribünü tarafındaki Türklerin başlatmasıyla, Almanlar marşı Ukrayna şarkısı zannedip, babalamaya çalışsalar da nafileydi.

Sonrasına bir UEFA kupası finalinde hiç de ummadığım bir şey oldu ve bu maçla tamamen alakasız iki takımın taraftarları birbirine girdi. “Her zaman her yerde en büyük fener!” diye bağıranlarla, ne diye bağırdıklarını hatırlamadığım Galatasaraylılar, komik şekilde birbirlerine girdiler.

Gecenin finali ise en çok güldürendi. Şaktar tribünündeki Galatasaraylılar, bir üst katta yer alan Şaktarlılara, tezahüratı öğrettikten sonra “kartal gol gol gol” makamında “Şaktar gol gol gol” tezahüratını yaptılar.

***

Maça gelirsek eğer, Diegosuz, Werder hücumda pek fazla bir şey üretemedi. Kupanın hakkı Şaktar’ındı. Yine de gol atar atmaz, uzun zamandır gözlerden uzak olan Lucescu futbolunu yeniden izlemek bir işkence olacaktı. Neyse ki, Werder golü çabuk buldu da, adam akıllı bir maç izledik, ta ki Şaktar ikinci golü bulana kadar. Maç penaltılara gitse, Werder’in kaleci avantajı olduğunu düşünüyorum. Şaktar’ın kalecisi evlere şenlikti. Tek bir kere bile topu oyuna sokmayı başaramadı, yediği golde komediydi zaten. Ama dediğim gibi Werder’in hücumları kalecinin bu durumundan faydalanamayacak kadar cılızdı. Son olarak ofsayt sebebiyle sayılmayan Werder golü bana sahadan nizami gibi geldi. Yorumlara biri konuda yazarsa sevinirim.

8.05.2009

United İçin 3 Kupa Birden Hayal Mi?

Dramatik bir Şampiyonlar Ligi haftasından sonra 2009’un finalistleri belli oldu. Fakat şimdi fark ediyorum ki, yarı finale kalan 4 takımdan 3’ü hakkında bir şeyler yazmışım (ki bu takımlara kaybeden Arsenal ve Chelsea de dahil), Manchester United’ı ise atlamışım.

Geçtiğimiz sene Premiership’i ve Şampiyonlar Ligi’nin ikisini birden alıp sağlambir “duble” yapan Kırmızı Şeytanlar, bu sezon olayı abartıp “4 kupa” olarak çıktıkları hedefte, bir tek FA Cup’tan elendiler. Lig Kupası’nı kazandılar. İngiltere Ligi’nde son 4 haftaya girilirken 2. Liverpool’un 3 puan önündeler ve Şampiyonlar Ligi’nde de finale kalma başarısını gösterdiler. Yani “quintuple”’dan geçmiş olsa da bir “triple” tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Bu sezon, herkes doğal olarak Barça’yı ve Katalan temsilcisinin oyun stilini konuşuyor. Haklılar da; Barcelona, özellikle Nou Camp’ta (çoğu zaman deplasmanda da) rakibini kendi yarı sahasına hapsediyor. Asla %60-65 topa sahip olma oranının altına düşmüyor ve rakibi, karşı takımla adeta dalga geçen bir halı saha takımı edasıyla küçük düşürüyor. Peki bu sezon, niye herkes Barça’yı konuşuyor da United’ı konuşmuyor? Cevap basit: Çünkü United, son 20 yılda o kadar başarılı oldu, o kadar çok kupa kazandı ki artık kazanmaları, güzel oyunları, futbolseverlere “sıradan” gelmeye başladı. Dünyanın en zor ligini son 10 sene parsellemiş, Şampiyonlar Ligi’nde ise üst üste 2. finaline kalmış bir takımdan bahsediyoruz. Bu takımdan Cantona’lar, Sheringham’lar, Yorke-Cole’lar, Beckham’lar, van Nistelrooy’lar geçti. Giggs ile Scholes halen geçemedi. Fakat Ferguson, ne yapıp ne edip genç yeteneklerle tecrübeyi başarılı bir şekilde kaynaştırmanın hep bir yolunu buldu.

Göze hoş gelen, “melez” bir futbol:

Yıllardır Manchester United’ı izlerim. Takımın bu son jenerasyonu, kanımca diğerlerinin arasından en başarılı ve en çekici futbolu oynayan jenerasyonu olarak sıyrılıyor. Bunu da tamamen Sir Alex Ferguson’un büyüklüğüne borçlular. Şöyle ki: 70 yaşına gelmiş (bırakın teknik direktörleri) herhangi bir insan, çok büyük ihtimalle bazı konularda muhafazakardır, tutucudur, değişimi reddeder. Ferguson ise, adeta David Bowie gibi, her daim kendini geliştiriyor. Başka futbol kültürlerine, eleştirilere kapısını asla kapamıyor. Şimdi kim çıkıp da “Manchester United klasik Ada futbolu oynuyor.” diyebilir? Takıma bakıyoruz, United altyapısından, ya da İngiltere’den yetişme, Giggs, Scholes, Ferdinand, O’Shea, Fletcher, Carrick, Rooney, Brown gibi yıldızlar var. Bu yıldızlar United gleeneğini ve İngiliz tarzı, tempolu, fiziksel futbolu ayakta tutuyorlar. Diğer yanda, van der Sar, Evra, Vidic gibi, Avrupa’nın diğer taraflarından toplanmış, oyun konsantrasyonu mükemmele yakın savunma oyuncuları... Hücum hattı, Ronaldo, Nani, Tevez, Berbatov, Park gibi, biraz Latin ağırlıklı olmakla beraber, dünyanın dört bir yanından toplanmış, çok yönlü oyuncularla dolu. Anderson gibi “geleceğin Ronaldinho’su” olarak anılan bir oyuncudan, Lil’ Wayne gibi gözüken, Makelele-Scholes-Ronaldinho arası oynayan bir Frankenstein yaratılmış. Berbatov oynamadığı zaman fiks oynayan bir santrafor bile yok. İleri uçtakilerin kanatta mı, orta sahada mı, forvette mi oynadığı çoğu zaman belli değil.

İşte bu kimliksiz, kimliksiz olduğu kadar da bir kalıba sığmayan, rakip çalıştırıcılarca çözülemeyen oyun anlayışı, United’ın son senelerdeki başarısının en önemli anahtarı. Cantona, Kanchelskis gibi oyuncuların transferiyle başlayan, Fransız etkileşimiyle devam eden Quieroz gibi Güney Avrupa futbolu üzerine ihtisas yapmış bir adamı asistan menajer yapan ve an itibariyle, gerçek anlamda “küresel” bir altyapı ve scouting organizasyonu kuran bir anlayışın zaferi...

Cristiano Ronaldo:

Cristiano Ronaldo ise yukarıda bahsettiğim bu anlayışın en önemli meyvesi. Ferguson kendini hep geliştiren, 70 yaşında bir ihtiyar delikanlı demiştik. Hatırlarsanız, sürekli Real’e gitmek için naz yapan Beckham’ı, bir anlık sinirle tekmelediği krampon ile oyuncunun kaşını yararak takımdan uzaklaştırmıştı. Yerine 17 yaşında garip saçlı, garip oynayan bir Portekizli çocuk alıp, üstelik efsanevi kaptanın 7 numaralı formasını bu çocuğun sırtına geçirdiğinde, herkes (ben de dahil) Ferguson’un bunadığını düşünüyordu. Bu transferi takip eden 2 sene boyunca, Ronaldo oynadığı şahsi ve etkisiz futbol ve hakemi aldatmaya yönelik hareketleriyle beni ve pek çok futbolseveri bayarken, United ise Şampiyonluğu Arsenal ve Chelsea’ye kaptırarak yeniden yapılanma sürecine girdi.

Birkaç sene sonra bir baktık ki, bu cılız çocuk, varıyla yoğuyla kendini antrenman sahasına ve ağırlık odasına adamış ve gerek teknik gerek fiziksel anlamda dünyanın en dominant futbol yıldızı haline gelmiş. Yıllardır sitemizin yorumlar köşesinde olsun, forumumuzda olsun, Pokemon dövüştürür gibi oyuncu kıyaslarız. Ne Ronaldo’lar, Henry’ler, Ronaldinho’lar, Kaka’lar, Zlatan’lar gördük. Bugün ise, görünüşe bakılırsa futbolseverler arasında bir “C. Ronaldo vs. Messi” kutuplaşması söz konusu (ki bence Zlatan bu sene biraz kulübünün başarısızlığına kurban gidiyor). Ben ise, futbol gibi bir takım sporunda bu tür kıyaslamaların her zaman gereksiz ve anlamsız olduğunu düşünürüm. Fakat bu sefer kendimi tutamıyorum. An itibariyle, hücuma yönelik orta saha/kanat oyuncuları arasında C. Ronaldo’nun rakibi olacak bir oyuncu göremiyorum. Buna Messi de dahil... Buna karşı gelenlere ise şunu söylüyorum: “Bana Messi’nin yapıp da Ronaldo’nun daha iyi yapamayacağı bir şey söyleyin.” Çalımsa çalım... Dar alanda en az Arjantinli kadar etkili. Üstelik fazlası da var: çok daha hızlı, bir basket oyuncusu kadar yükseğe sıçrayabiliyor, mükemmel kafa vuruyor, Juninho’dan arakladığı, mesafe tanımadan şut atma yeteneğini önce geliştirdi, sonra mükemelliştirdi. E adam zaten 1.85 boyunda ve alemin de en güçlü oyuncularından... Artık defansta mücadele de ediyor. Pres de yapıyor. Daha ne istiyoruz?

Ferguson’un açık görüşlülüğü demiştik... United’ı ben çalıştırıyor olsam, 2006 Dünya Kupası sonrası Rooney’e ve United’ın üyesi olduğu İngiliz futbol camiasına yaptığı yamukluktan sonra çoktan yollamıştım keratayı... Zaten Alex Ferguson ile benim gibi standart bir FM menajerinin arasındaki büyüklük farkı da buradan kaynaklanıyor. Sir Alex ne yaptı? İki küskün oyuncuyu barıştırdı, taraftarın Ronaldo’yu affetmesini istedi. Ronaldo bunun üzerine 2 sezon sonunda üst üste Real Madrid’e gitmek istedi. United camiasını zedeleyici demeçler verdi. Sir Alex ne yaptı? Çocuğu bırakmadı, mazur gördü. Beckham’da yaptığı hatayı tekrarlamadı. Öfkeyle hareket etmedi. Sabrının karşılığını da gördü. Ronaldo, senede 30-40 gol, bir o kadar da asist üreten bir kanat oyuncusu (sırf bu tanımlama bile komik geliyor) haline geldi. Hatta yakınlarda da uzun dönemli bir kontrat imzaladı. Böylece hem United, dünya futbolunun en dominant yıldızına tutunmuş oldu, hem de dünya futbolunun o en dominant yıldızı, Real Madrid gibi vizyonunu ve misyonunu şaşırmış bir kulüpte harcanıp gitmedi. Chelsea zaferlerinin sarhoşluğu geçtikten sonra da, Guardiola’nın kabuslarını süslemeye başlayacaktır.

Giggs & Vidic:

Bu sezon, United’ın Ronaldo ile birlikten en çok göze batan iki oyuncusu... 17 yaşından beri Manchester United’da ilk 11’de sahaya çıkan Giggs, 35 yaşında ama İngiltere’nin en değerli oyuncusu olma unvanına koşuyor. Gerçi bu sezon çoğu maçta 90 dakika oynamadı. Hatta birçok müsabakaya sonradan dahil oldu. Bu adaylık, kariyerinin sonunda kendisini federasyonca onurlandırmaya mı yönelik diye düşünmüyor değilim. Fakat sergilediği “sessiz liderlik”, yıllandıkça geliştirdiği oyun kuruculuk yeteneği ve oyunun temposuna hükmedişiyle profesyonel oyuncuya biçilen yaş sınırı kavramını zorlamaya başladı. Yılın oyuncusu sıralamasındaki en yakın rakipleri ise Ronaldo ve Vidic. Ronaldo’dan zaten bahsettik. Vidic ise, Ferdinand gibi dünyanın en elit stoperlerinden birinin yanına çok başarılı bir şekilde monte oldu ve formuyla Ferdinand’ı bile gölgede bırakmaya başladı. Hatırlıyorum, United kendisini transfer ettiğinde herkes “Kim? Nereden çıktı bu adam?” diyordu. İlk maçında da kırmızı kart görmüştü. Fakat bu sezonki performansıyla, artık yaşlanmaya başlayacak olan Ferdinand ve Terry’nin “komple stoper” geleneğini uzun yıllar sürdürecek gibi duruyor.

Final Öncesi:

Kırmızı Şeytanlar, Şampiyonlar Ligi finalinde Barcelona ile karşılaşacaklar. Rakibe kendi oyun anlayışını benimsettirmeye çalışan iki takımın, an itibariyle Avrupa’nın en göze hoş gelen futbolunu oynayan iki takımının mücadelesini sabırsızlıkla bekliyorum. Tabii daha finale kadar çok var. Ama şahsen, herhangi bir ekstra sakatlık/ceza durumu olmazsa, çok iyi bir momentum yakalamış olan Barcelona’yı United karşısında %51 favori görüyorum. Ama %51’den fazla da değil. Barcelona’nın mükemmele yakın hücum hattı, Chelsea’ninkinden bile daha katı bir savunmaya karşı bakalım ne yapacak? Öte yandan, United, Ronaldo’yu etkili kullanıp Barça’nın defansif zaaflarının üzerine gidebilecek mi? Topa hakim olmayı çok seven iki takımın mücadelesinde, Barça, her zaman olduğu gibi topu ayağında tutmayı başarabilecek mi? Van der Sar, yaşlanıyor mu? Sanırım bu soruların cevabı, kupanın galibini belirleyecek.

7.05.2009

Hiddink Barcelona'nın "Havasını Aldı"

Bu akşamki Chelsea – Barcelona maçından önce, yıllardır beğenerek takip ettiğim Soccernet sitesinde “Clash of Styles (Ekollerin Savaşı)” diye bir başlık vardı. Bir tarafta Barcelona’nın bu sezonki müthiş performansı, göze hoş gelen, dikine, bol paslı, kahvehane ağzıyla “şiir” gibi futbolu, bir tarafta da belki de modern futbolun gelmiş geçmiş en “fiziksel”, Mourinho zamanlarından beri defansif mükemmeliyetleri ve 90 dakikaya yayılan dirilikleriyle ün salmış Chelsea...

Maç öncesinde ezeli rakibi Real Madrid’i, Madrid’de oynanan El Classico’da 6-2’lik absürd bir skorla küçük düşüren, “Ezeli rekabet biz “devam” diyene kadar bitmiştir” mesajı veren Barcelona, İngiliz temsilcisi ile Nou Camp’ta oynadıkları ilk maç golsüz berabere bitmiş olmasına rağmen herkesin genel favorisiydi. Ki esasında kaptan Puyol’un yokluğunda bu beni oldukça şaşırtmıştı. Zira, Chelsea’nin Nou Camp’ta 0-0 zor kurtardığı beraberlik sonrası, rakibini Stamford Bridge’de öldürücü bir pres ve ölü toplarla yormaya çalışacağı çok aşikardı. Barcelona’nın yumuşak karnı olan fizikselliği ise en iyi kapayan silahı kaptan Puyol’du. Nitekim teknik direktör Guardiola, bu eksikliği, Drogba’yı milli takımdan da çok iyi tanıyan Touré’yi Piqué’nin yanına monte edip, Henry’nin yerine de Keita’yı görevlendirerek çözmeye çalıştı.



Hiddink’in Taktiksel Zaferi

Barça’nın, sezon başından beri devam eden, geçtiğimiz haftasonu ise Real Madrid’e karşı tavan yapan gövde gösterisi sonrası, nasıl durdurulabileceği tam bir soru işaretiydi. Hollanda patentli “total futbol” anlayışını, kendi öz kültürüyle birleştirip, çok çekici bir futbol ortaya koyan Katalan temsilcisi acaba “durdurulamaz” mıydı? Bu maçta durdurulamaz olmadıklarını gördük. Barcelona finali hak etmedi, demiyorum. Tam tersine, Şampiyonlar Ligi’ndeki genel performansa bakıldğında finale kalmaıy Chelsea’den daha çok hak ettikleri ortada. Fakat, Londra’daki maçın hakkı sanırım Chelsea’nindi. Tabir caiz ise, kurt çalıştırıcı Hiddink, Guardiola’nın ve Barcelona’nın şöyle bir “havasını aldı.” Devre arasında İsveç televizyonunun (ne yazık ki, maçı İstanbul’daki sevgili arkadaşlarımla değil, Malmö’de izlemek zorunda kaldım) çok enteresan ve başarılı bir teknik analizi oldu. Arka arkaya, Chelsea’li oyuncuların, Barça’nın kanatları, orta sahasının ortası ve de yan beklerine yaptığı boğucu üçgen bir presle kazandıkları topları gösterdiler. Rahat 10 benzer top kapma kameralarca kaydedilmişti.

Nitekim Chelsea, taktik tahtasında ödevini iyi çalışmanın ödülünü erken gelen golle almış oldu. Golden sonra da son dakikaya kadar oyun disiplinlerinden kopmadılar. Bir kere, fiziksel açıdan Barça’yı aşırı derecede ezdiler. Neredeyse her ikili mücadeleyi kazandılar. Anelka-Drogba-Malouda 3’lüsünün müthiş uyumu ve patlayıcı deparları ile Barça defansını çok rahatsız ettiler. İspanyol temsilcisinin en zayıf halkalarından biri olan Valdes’i ise uzaktan şutlarla başarılı bir şekilde korkuttular. Kurallar dahilindeki sertliği akıllı oyun anlayışlarıyla birleştirerek, Dani Alves, Messi gibi yıldızları kızdırıp, oyuna küstürdüler. Bu süreç esnasında, Terry-Lampard-Cech-Ballack-Anelka gibi tecrübeli oyuncuların oyun konsantrasyonu ise mükemmele yakındı. En önemlisi, Barça’dan top kapmanın saçma sapan bir hayal olduğunun farkına vardılar (ki Barça Stamford Bridge’de, bu kötü oyununa rağmen bile %60 top kontrol oranının altına düşmedi) ve Katalanların yaptığı az sayıda hatanın üzerine %150 yoğunlaştılar. Esasında bu tatkik anlayış, o kadar belirgin bir şekilde üstün geldi ki, Anelka’nın Abidal’a gösterttiği kırmızı karttan sonra maç bitmiş sandık.

Burada, Chelsea’nin tecrübeli çalıştırıcısı Guus Hiddink’e de bir parantez açmak gerekli, diye düşünüyorum. Allah’ım bir teknik adam bu kadar mı profesyonel olabilir? Be adam, gittiğin bir takımda da beklentilerin altında performans ver! Bir başarısız ol! Takımın başına zaten sezonun yarısında gelmişsin. Sezon sonu gideceğin de ortada. Arada yetmiyormuş gibi bir de geçen yaz Avrupa yarı finalisti yaptığın Rusya’yı çalıştırıyorsun. Bir insan bu kadar mı yer, zaman, takım tanımadan, gittiği her ülkede, çalıştırdığı her takımda harikalar yaratabilir? Sanırım dünya üzerinde Mourinho ile beraber “profesyonel” CV’si en başarılı olan hoca Hiddink olabilir (Ferguson ve Wenger’i yıllarca aynı kulüplerde kaldıkları için klasman dışı bıraktım).



Barcelona Finali Hak Etti:

Iniesta’nın son dakika golü, her şeyin biteceği anda Barça’ya hayat verdi. Burada Barcelona’yı da kutlamak lazım. Chelsea gibi, 90 dakika yetmediyse 120 dakika dipdiri ayakta kalmasıyla ünlü bir takıma karşı, hem de 10 kişi kalmalarına rağmen topa sahip olmaya dayalı, kendi oyun stilleriyle kafa tuttular. Herkesin “Messi! Messi!” diye tutturduğu bir sezonda aslında çok belirgin bir şekilde en büyük payın bu adam ile Xavi’nin hak ettiğini düşünüyorum. O kadar konsantre, o kadar zekice ve o kadar diri oynuyorlar ve o kadar diğer 9 oyuncuyu da oyuna dahil ediyorlar ki kimse Messi’nin, Henry’nin, Eto’o’nun üzerindeki yükün bu iki küçük adam tarafından taşındığının çoğu zaman farkına varamıyor.

Son olarak, maçın Norveçli hakeminin, Chelsea’nin hakkını ağır bir şekilde yemiş olduğundan da bahsedelim. Gerçi Abidal’ın kırmızı kartı ne kadar haklıydı çok iyi göremedim (orada bana biraz Anelka kendini yere bıraktı gibi geldi). Fakat ortada Chelsea adına verilmeyen, çok ama çok net 2 kocaman penaltı var. Zaten Drogba’nın ve Ballack’ın kendisini maç sonunda adeta tartaklayıp dövmelerine de hiç şaşırmadım.

2009 Şampiyonlar Ligi finali, Manchester United ile Barcelona arasında oynanacak. Bana kalırsa finalin hakkı da buydu. Şimdiden final maçını dört gözle bekliyorum. Avrupa’nın göze en hoş gelen futbolunu oynayan iki takımı ve an itibariyle dünyanın en dominant 2 süper yıldızının kapışmasının sonunda bakalım kim gülen taraf olacak?

6.05.2009

Arsenal Ne Kadar Başarılı?

Profesör Wenger’in Arsenal projesini çözen varsa gelsin bizimle de paylaşsın. Yıllardır hep ilk 2’de yer aldıkları Premier League’de, Chelsea’nin Mourinho sonrası yükselişiyle önce 3.’lüğe, sonra da bu sene Liverpool’un sıradışı formu ile 4.’lüğe kadar gerilediler. Felsefe yine aynı. Kadro desen bir iki oyuncu dışında olduğu gibi 23 yaş altı. United, Barça, Chelsea, Madrid, Liverpool, Inter gibi takımlarla kıyaslandıklarında transfere çok daha az para harcıyorlar. Emirates Stadı, Deloitte Zenginler Ligi 2008 raporuna göre kendini çoktan amorti etmiş bile.
Genç Arsenal takımı için 2008-09 sezonunun Şampiyonlar Ligi yarı finaline çıkmış olmak bile büyük başarı. Ama gel gör ki, ezeli rakipleri Manchester United karşısında alınan 1-0 ve 3-1’lik mağlubiyetler, daha da ötesinde bu yenilgilerde oynanan aciz futbol, hatta ve hatta United tarafından sahanın her yerinde küçük düşürülmek, Arsenal taraftarının kafasında çeşitli soru işaretleri uyandırıyor.
Bütün bu faktörler değerlendirmeye alındığında karşımıza kaçınılmaz olarak 2 sonuç çıkıyor:
1)    Arsenal esasında çok başarılı bir kulüp:
Tamam, belki uzun süredir müzeye bir kupa götüremiyorlar. Fakat şu küresel kriz zamanında inanılmaz bir altyapı inşa ettiler. Pires’ler, Henry’ler, Vieira’lar, Cole’lar, Ljungberg’ler gönderildi. Yerine kesilen sakal gibi Fabregas, Walcott, Adebayor, Djorou, Arshavin gibi oyuncular yetiştirildi ya da monte edildi. Ve bu genç, iddiasız kadro buna rağmen Şampiyonlar Ligi’ne katılmayı garantiledi, artı bir de aynı kupada yarı final oynadı.
Üstelik, Wenger, tıpkı X-Men mutantları gibi Bergkamp’tan bir van Persie, Henry’den bir Walcott, çeşitli defans oyuncularından da bir Song klonladı. İlaveten elinde Fabregas, Bendtner, Arşavin, Nasri, Vela, Fabianzski gibi sürüyle genç ve potansiyeli yüksek oyuncusu var.
Finansal açıdan ise, Avrupa’nın elit kulüpleri arasında, tek kendi kendine sürdürülebilir bütçesine sahip olan kulüp haline geldiler. Yani, kulüp zengin bir Arap ya da Rus’un müdahalesine gerek duymadan, profesyonel yöneticileriyle şu anki refah çizgisini bir sorun olmadan uzun yıllar sürdürebilecek konumda.
2)    Bu takımdan adam olmaz:

Futbol, Arsene Wenger’in paleti ya da ego tatmin tahtası değildir. Taraftarı sevindirmek için kazanmak gerekir. Yarı final rövanşında ezeli rakip United’a evinde ezilmek değil. Artı, yıllardır her otoritenin ağzına sakız olmuş bir laf var: “Gününde olduklarında, Arsenal’den daha çok keyif veren takım yok.” Bence bu çok acı bir söz. “Gününde olduklarında...” Yani, her zaman değil. İstikrarsız. Hele bir de her yenilgiden sonra Wenger’in hakemi suçlamaları, “Bizi ancak sertlikle durdurabiliyorlar” demeçleri yok mu? Gençlerle iyi güzel, bir yere kadar da, takım acaba biraz yerinde saymıyor mu?

Camia madem para kazanıyorsa, evde ve Avrupa’da başarı için dış transferde, Gallas ve Silvestre gibi atıkların yerine, daha çok harcama yapılarak, daha iddialı isimler alınmalı. Örnek vermek gerekirse, Şampiyonlar Ligi yarı finali rövanş maçında Kieran Gibbs’ten C. Ronaldo’yu tutması beklenmemeli diye düşünüyorum. Dikkatli okurlarım, bu düşünceme ise “Eğer Gibbs’ten Ronaldo’yu tutmasını bekleyecek inanç olmasaydı, Fabregas’lar, Henry’ler de yetişmez, yedek kulübesini ısıtırlardı” dersiniz, itiraz da edemem. Öte yandan, takım birim futbolcudan o kadar çok kar etmeye başladı ki, Flamini, Lassana Diarra gibi 25'ine gelmemiş adamlar bile milyon dolarlar karşılığı satılır oldu. Yani 25 yaşında adamların "veteran" statüsünde oynadığı bir takım haline geldiler.

Özetlemek gerekirse, bir yandan genç oyuncularla dolu, oynadığı güzel futbolla sempati toplayan, dünyanın belki de tek “self-sustainable” kulübü, öte yandan ise bir türlü gelmeyen, hatta git gide uzaklaştırılan sportif başarı ve inada binmiş bir “harcamama” isteği. İşte sevgili Ortakafagol.com okurları, bu yüzdendir ki, ben Arsenal’in gidişatını bir türlü çözemedim. Başarılılar mı, başarısızlar mı, karar veremedim. Sanırım bu sorunun cevabını, önümüzdeki birkaç yılda, Fabregas-Arşavin-Walcott üzerine kurulu yeni jenerasyon Arsenal takımının performansına bağlı olacak.
Fakat yazımı bitirmeden şunu da atlamayayım: bu jenerasyonun olası başarısızlığı bile Arsene Wenger’i yerinden edemeyecektir. Sanırım Sir Alex Ferguson’u saymazsak, Wenger dışında, Arsenal ayarında büyük bir kulübün menajerlik koltuğunu gerçek anlamda “tapulamış” bir teknik adam göremeyiz. Bir insanın adının ilk 5 harfi bile kulübüyle bu kadar uyuşamaz. United hezimetinde pankartlar ne diyordu? “In Arsene We Trust!” Yoksa inanmıyor muyuz?