Bunun yerine 2012’de sağlanan ayrıcalıkla İngiltere vizeniz
varsa, İngiltere’ye giriş yaptıktan sonra İrlanda’ya geçerseniz vize
gerekmiyor. Daha önce anlattığım gibi yüksek ulaşım ücretleri burada da
geçerli. Bu yüzden yine araba kiralayıp Belfast’tan Dublin’e gidiyoruz. Terör
de bittiği için artık sınır falan yok. Güney İrlanda’ya geçtiğimizi anlamamızın
tek yolu, trafik tabelaları: Birden bire milden km’ye geçip, İngilizce’nin
yanında İrlandaca da ekleniyor.
Dublin’e giderken yolun üzerinde Bru Na Boinne diye neolatik
dönemden kalma bir toplu mezar şehri var. UNESCO koruması altındaki bu 5.000
yıllık merkeze çok gitmek istiyordum ancak ne yazık ki toplu mezarlar çok dar
olduğu için günlük kısıtlı sayıda insan kabul ediyorlarmış. Bilet bulamadık,
anca dışarıdan bakabildik.
Yaklaşık 900 yıl boyunca İngiliz işgali altında kalan
İrlanda, Katolik olması sebebiyle fazlasıyla sıkıntı yaşamış ve ekonomik anlamda
çok da gelişememiş bir ülke. Şöyle bir örnek vereyim, halen daha bir katoliğin
Büyük Britanya kralı / kraliçesi olmasını engelleyen bir yasa mevcut. 900 yıl boyunca İngilizler, katoliklere mülk
edinmeden tut da at sahibi olmaya kadar ya da kilise yapımında ahşap dışında
malzeme kullanımına kadar herşeyi yasaklamışlar. Ülke fazlasıyla yağışlı olduğu için tahıl
yetişmiyor. Temel besin ihtiyacını yüzyıllar boyunca Amerika’dan getirilen
patates karşılamış. Ne zaman ki 19. Yüzyılda serbest piyasa ekonomisi ile
patatesin fiyatı serbest bırakılıyor, işte o zaman zaten fakir olan halkın üçte
biri ya ölüyor ya da çareyi Amerika’ya göç etmekte buluyor. Bahsettiğim rakam 2 milyon kişiye tekabül
ediyor. 1922 yılındaki bağımsızlık savaşı sonrasında Katolik olan Güney İrlanda
bağımsızlığını kazanıyor.
Gelelim Dublin’e. Ne yazık ki İrlanda’yı gezmek için yeterli
vaktimiz yok. Kilkaney gibi orta çağ kasabalarını artık başka zamana kısmet
deyip pas geçmek zorunda kalıyoruz. Açıkçası Dublin’de neyi görmek lazım diye
bakıyorum bakıyorum ama pek birşey bulamıyorum. Turist infoya gidiyorum adam
bana bir numaralı turist atraksiyonu olarak Guiness’in fabrikasına gitmemi
öneriyor. Şehrin bir numaralı turistik merkezinin bira fabrikası olması sanırım
yeteri kadar açıklayıcı olmuştur.
Şehrin merkezinde 1592’de kurulan Trinity College ve
1700lerde kurulan Bank of Ireland , değişik binaları ile hemen dikkat çekiyor.
800 yılında yazıldığı tahmin edilen ve günümüze kadar ulaşmış en eski
kitaplardan biri olan “Book of Kellis” Trinity College’ın kütüphanesinde
muhafaza ediliyor ve turistik açıdan çok fazla birşey vaat etmeyen şehir için
görülebilecek sayılı şeylerden bir tanesi.
Buradan çıktıktan sonra Temple Bar’da mola veriyoruz. Yanına
tourist info açılacak kadar turistik bir bar haline gelen Temple Bar, yine de
gün içinde canlı İrlanda country müziği dinlemek istiyorsanız gitmeniz gereken
yer. Zaten Rihanna dinlemek isterseniz onu İstanbul’daki publarda da
dinleyebilirisiniz.
En son olarak yönümüzü Guiness’in fabrikasına çeviriyoruz.
Önündeki turist otobüslerinin sayısı Sultanahmet Meydanı’ndakiler ile yarışır
düzeyde. 1900’lerin başında şehrin en
büyük işveren kurumu olan Guiness, makineleşme ile otomasyona geçmiş
olsa da halen daha şehrin en büyük sanayi kuruluşları arasında ilk sıralarda
yer alıyor. Guiness Experience’ta ilk başlarda bira hakkında bilgiler aldıktan
sonra esas keyifli kısma, 360 derece teras katında Dublin’e karşı kuş bakışı
bira yudumlama kısmına geçiyoruz.
Bunun dışında meraklısı için Oscar Wilde’ın evi, James Joyce
müzesi gibi edebiyat ile ilgili görülebilecek yerler var. Ama Dublin çok daha
fazlasını vaad etmiyor. Dediğim gibi muhtemelen ülkenin Ankara’sına geldik oysa
ki biz Efes’i, Truva’yı arıyorduk.