Yerel basında olsun, Avrupa basınında olsun genel görüş Türkiye’de futbolun çok sevildiğidir. Okumaya başladığımdan beri futbolla ilgilenen ve Türkiye’de doğmuş, burada büyümüş biri olarak bu genel görüşe katılmıyorum. Türkiye’de futbol fanatizmi vardır ancak bunun kaynağı futbol sevgisi değil hayatlarına anlam arayan Türkiyeli vatandaşların hayatlarını adayacakları bir konu olarak futbolu seçmiş olmalarıdır. Türkiye’de futbolsever olarak adlandırılan futbol izleyicilerinin geneli kendilerini futbola mecbur hissederler. Tüm diğer zorunluluklarını bir kenara atıp maç izlemeyi tercih edenler bunu içlerindeki maç aşkından dolayı değil geceleri rahat uyuyabilmek için yaparlar. Çalışmaktan kalan zamanınızın çoğunluğu özellikle kahvehane gibi erkek egemen sohbet mekanlarında geçiyorsak ortama kabul edilmek için mutlaka futbol bilginizin olması gereklidir. Çok şey bilmeniz beklenmez, medya organlarındaki spor programlarını üstünkörü takip etmeniz yeterlidir. Kendinize özgü görüşlerinizin yerine futbol ulemalarının yargılarını kabul etmeniz ve onları savunmanız da şarttır. İşte o zaman futbolsever olarak adlandırılırsınız. Oysa bu futbolseverlerin hiçbirini maç izlerken keyifli bir halde göremezsiniz. Ya takımları zor durumda oldukları için kızgındırlar ya da takımları önde olmalarına rağmen memnuniyetsiz ve streslidirler. Ne zamanki maç biter, futbol sona erer onların da mutluluğu başlar. Mutluluklarını da rakip taraftarlarla atışarak, caddelere çıkıp başka bir zaman yapamadıklarını yaparak(örneğin yeni aldıkları silahlarının yeteneklerini test etmek), içlerindeki bağırma çağırma, dağıtma isteklerini tatmin ederek gösterirler. Önemli futbol zaferlerinden sonra meydanlarda oluşan kalabalıkların coşkusu tüm kanallardan canlı olarak yayınlanır. Ertesi gün ise günün ölü-yaralı bilançosu yayınlanır ve olayların tekrarlanmaması temennileriyle programlar bitirilir. Peki yurdum insanı futboldan ne beklemektedir ki ? Tuttukları takımlarının yerel ligde başarılı olması mı, yaşadıkları ülkenin futbol takımlarının uluslararası platformlarda başarılı olması mı, yoksa milli takımın önemli rakiplere karşı tek maçlık galibiyetleri veya uluslararası turnuvalarda ülkenin gururunu okşayacak sonuçlar almasını mı beklemektedir? Muhtemelen hepsini birden istemektedir. Kendi işlerinde bulamadıkları tatmini futbolda aramaktadır. Futbol bir spor dalı olmaktan çok yurdum insanının hayallerinin gerçekleştiği yegane alana dönüşmüştür. Bu yüzdendir ki Türkiye’de futbol oynamak, takım yönetmek ve futbol klübü idare etmek zordur. Beklentiler yüksek olduğu için taraftarın isteklerine cevap vermek zordur. Başarılarınız, üzerinden kısa bir süre geçer geçmez yeni hedeflere dönüşür ve hedefe ulaşamadığınızda eski başarılarınız bir kalemde silinip tamamen başarısız ilan edilir ve gitmeye zorlanırsınız. İşte böyle bir ortamda, 17 Mayıs 2000 tarihinde Galatasaray SK, Kopenhag’da yapılan UEFA kupası finalinde İngilizlerin ünlü takımı Arsenal karşısında galip gelmiş ve Türk futbolu tarihinde ilk kez bir Avrupa kupasında final oynayıp kupayı almıştır.
Avrupa arenasında büyük bir sürpriz olarak değerlendirilen bu başarı Türkiye kamuoyunda destansı bir zafer olarak nitelendirilmiştir. Başta teknik direktör Fatih Terim ve takımın Romen yıldızı Hagi olmak üzere takımın tüm oyuncuları kahraman ilan edilmiştir. Türkiye hükümeti ülke tanıtımına katkısından dolayı kulüp yönetimini, teknik kadroyu ve takım oyuncularını ödüllendirmiştir. Yerel basın Galatasaray kulübünü yılın hatta asrın takımı seçmiştir. Rakip takımlar da bu tarihi başarıya imrenerek bakmış ve benzeri bir başarı için takımlarını yenileme yoluna gitmiştir. Kısacası ülke futbolunda çıta yükselmiştir. Ne yazık ki geçen dört sene içinde bu başarıya yaklaşılamamıştır. Belki 2001 yılında yine GS’nin Real Madrid karşısında kazandığı Süper Kupa finalini ve Şampiyonlar Ligi’nde yine Real Madrid’e karşı oynadığı çeyrek finali bu genellemenin dışında bırakabiliriz. Ancak yine de rahatlıkla söyleyebiliriz ülke futbolu GS’nin UEFA şampiyonu olmasından gerekli dersleri alamamıştır. Ülkeler bazında yükselmiş olan Türkiye’nin puanı hızla düşmektedir ve yakın bir gelecekte de herhangi bir futbol takımımızın bir kupa finali oynaması beklenmemektedir. Peki ne oldu da GS şampiyon oldu ve ne oldu da kupanın sefasını sürmeden takım dağıldı, kulüpler bazında bir daha yarı final bile göremedik?
Fatih Terim, 1996 yazında Türkiye milli takımıyla tarihinde ilk kez İngiltere’deki Avrupa Futbol Şampiyonası’na katıldığında turnuva sonrası için GS ile anlaştığı biliniyordu. Turnuvada çok başarılı olmamasına rağmen Terim’e güven devam ediyordu ve o da 3 yıl üst üste takımını Türkiye Ligi’nde şampiyon yaparak bu güveni hak ettiğini gösteriyordu. Yine de takımlarından Avrupa’da başarı bekleyen taraftarlar hayal kırıklığı içindeydi. 1999-2000 futbol sezonuna girilirken GS’nin öncelikli hedefi Avrupa’da başarıydı. Şampiyonlar Ligi eleme turunda Rapid Wien’i iki maçta da yenerek eleyen GS’nin H grubundaki rakipleri AC Milan, Chelsea ve Hertha Berlin takımlarıydı. Daha önce hiç gruptan çıkamayan GS’ın hedefi bu sefer gruptan çıkmaktı. İlk maçta Berlin takımıyla kendi evinde 2-2 beraber kalan GS, ikinci maçta Milano’ya gidiyor ve 2-1 yenilerek İstanbul’a puansız dönüyordu. İkinci deplasman maçını Londra’da oynayan GS, oradan da 1-0’lık mağlubiyetle evine dönüyordu. Kendi evinde Chelsea takımıyla karşılaşan GS bu maçta tarihinin en ağır yenilgilerinden birini tadıyordu:0-5. Taraftar, spor yazarları ve yönetim kızgındı. Kulübün maddi sorunları vardı ve kaliteli yabancı alamamışlardı. Mevcut yabancıların en iyileri Hagi, Popescu, Taffarel iyice yaşlanmışlardı ve nerdeyse son sezonlarını oynuyorlardı. Diğer yabancılardan ise sadece Capone düzenli olarak kadroya girebiliyor, Bruno ve Marcio pek süre alamıyorlardı. Hakan Şükür ve Arif ikilisi çok gol kaçırıyor, defans bazen akıl almaz hatalar yapıyordu. Ancak Fatih Terim her zaman oyuncularının arkasında oldu. Takımına inandı ve eleştirilere karşı takımını hep korudu. Usta bir motivasyon hocası olarak takımını Berlin deplasmanına hazırladı ve elde ettikleri 4-1’lik galibiyetle de amaçlarına ulaştı. Son maçlarını AC Milan’la Ali Sami Yen’de oynayacaklardı ve bu maçtan alacakları üç puan onlara UEFA yolunu açacaktı. Aynı zamanda Milan’ı kupanın dışına iteceklerdi. Maç heyecanlı bir çekişmeye sahne oldu. Son dört dakikaya 2-1 yenik giren GS, 87’de Hakan Şükür ve 91’de de Ümit Davala’nın penaltı golüyle 3-2’lik galibiyete uzanıyordu. Bu galibiyet gelecek sürprize açılan bir kapı görevini görüyordu.
İlk rakip Bologna’ydı ve deplasmandan beraberlik dönen GS, kendi evinde 2-1 kazanarak tur atladı. Aslında önceleri UEFA kupası pek ciddiye alınmıyor, Şampiyonlar Ligi’nden elenmenin hayal kırıklığı devam ediyordu. GS; Terim’in istediği baskılı futbolu zaman zaman oynayabilse de sürekliliğini kaybediyordu. Güçsüz bir İtalyan takımı olsa da Bologna zorlu bir rakipti ve GS böyle bir takımı eleyince özgüveni yerine geldi. 4.turdaki rakipleri Almanya’nın B.Dortmund takımıydı. Alman takım yakın geçmişte Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmuş yetenekli oyunculara sahip bir takımdı. Ancak özellikle Hagi önderliğinde Okan Buruk, Emre Belezoğlu, Suat Kaya gibi oyuncularla güçlü bir orta saha kuran GS rakibi orta alanda boğuyor, oyunlarını bozuyor ve Hagi’nin yeteneklerini kullanarak oyun kuruyordu. Forvette Hakan Şükür’den başlayan pres sahanın her yerinde devam ediyor, ayrıca defansta Popescu ve Bülent Korkmaz deneyimli kaleci Taffarel’in önünde sağlam bir hat oluşturuyordu. Kanatlarda Ergün Penbe, Hakan Ünsal, Capone, Ümit Davala, Hasan Şaş gibi alternatifler kadroyu zenginleştiriyordu. Deplasmanda Dortmund takımını 2-0 yenen Cim Bom evinde 0-0 berabere kalıyor ve çeyrek finale yükseliyordu. Takım her maç daha iyi futbol oynuyordu. Hagi hırsı ve liderlik özellikleriyle Terim’in sahadaki en büyük yardımcısıydı. Yönetim önemli bir maddi kriz içindeydi, hatta futbolcuların paralarını zamanında ödeyemiyordu ancak Terim bu durumun takıma yansımasını engelliyor, problemleri sezon sonuna öteliyordu. Çeyrek finalde İspanyol takım Mallorca ile ilk maç deplasmanda oynanacaktı. Kurada da şans GS’ın yanındaydı. Deplasmanda daha iyi oynayan GS Mallorca’yı İspanya’da 4-1’lik skorla bozguna uğratıyor ve neredeyse yarı finale çıkmayı garantiliyordu. Rövanş maçında Ali Sami Yen’e gelen taraftarlar 2-1 takımlarının galibiyeti ile biten maçın ardından yarı final şarkıları söylüyordu. Bu yarı final, Kupa 1’de Türk futbolunun gördüğü ikinci yarı finaldi. İlkini de yine GS, Hagi’nin eski takımı Steau Bükreş ile Şampiyon Kulüpler Kupası’nda oynamıştı. Bu seferki rakip İngilizlerin genç ve gelecek vaat eden takımı Leeds United idi. İlk maç bu sefer İstanbul’daydı. Maç öncesi bir trajedi yaşanıyor ve Leeds United’lı iki fanatik taraftar, kimliği belirsiz kimseler tarafından bıçaklanarak öldürülüyordu. Daha sonra yakalanan zanlılar tahrike kapıldıklarını iddia edecekler ve ceza indiriminden faydalanacaklardı. Ancak olan yine futbola olacak ve GS’nin kazanacağı kupaya kapkara bir leke düşecekti. Leeds United oyuncularının şaşkınlık ve yas içinde oynadıkları ilk maçı GS 2-0 kazandı. İngiltere’de ise Terim ve oyuncularını büyük bir öfke, kin ve intikam çığlıkları bekliyordu. Maça Türk izleyiciler alınmadı. GS sahaya çıktığında on binlerce Leeds United taraftarı çığlıklarıyla ortalığı cehenneme çeviriyordu. Maça hızlı başlayan GS üstündeki baskıya rağmen 2-0 öne geçiyor ancak bu üstünlüğünü koruyamıyor ve maç 2-2 beraberlikle bitiyordu. Bir futbol maçı değil, kızgın bir topluluğun öfkesi bitiyordu. Ancak hiçbir zaman ölmüyordu. Bir sonraki sezon bu öfke bir başka Türk takımı Beşiktaş’a altı golle patlayacaktı. Galatasaray ise finaldeydi. İnanılmaz görünen bir başarı bir dizi engelin aşılmasıyla gerçekleşmişti. Terim oyuncularıyla gurur duyuyordu. Ancak son maçta kırmızı kart gören genç oyuncu Emre Belezoğlu’na yaptığı çirkin hareket unutulmayacaktı ve gündeme getirilecekti. Finalde cezalı duruma düşen Emre bir sonraki sezonun sonunda GS’dan ayrılacak ve takım arkadaşı Okan ile beraber Inter Milan takımıyla anlaşacaktı.
GS zor bir yarı final serisinden sonra finalde de karşısına yine bir İngiliz takımı buldu: Arsenal. Bu seferki rakipleri en zorlu rakipleriydi ve kupanın da en büyük favorisiydi. GS gibi ŞL’den UEFA Kupası’na geçmişlerdi. Deportivo, W.Bremen, Lens gibi takımları geride bırakıp finale yükselmişlerdi. Teknik Direktörleri ise kariyeri yükselişte bir Fransızdı: Arsene Wenger. Final Kopenhag’ın Parken Stadı’ndaydı. Fatih Terim finale kalmanın kendisine yetmeyeceğini kupayı almak istediğini söylüyordu. Türkiye’deki başarı sömürücü futbolseverler GS’nin başarısından pay çıkarmak için maç saatini bekliyordu. Sonunda maç başladı ancak doksan dakika iki takımın da birbirlerini mağlup etmesine yetmedi. Uzatmalarda Hagi kırmızı kart görünce dengeler Arsenal lehine döndü. Ancak Taffarel’in mucize kurtarışları maçı penaltılara götürüyordu. Penaltılarda daha iyi konsantre olan, belki de daha çok kupayı isteyen GS başarılı oluyor ve mucize üstüne mucize gerçekleşiyor, Türk futbolu Avrupa’da ilk kupasına kavuşuyordu. Fatih Terim ve öğrencileri kupayla poz verdiklerinde başarıya aç bir ulusa yaşattıkları için gurur duyuyorlardı.
Önceki yazımda tanımlamaya çalıştığım Aziz Futbol bu sefer de GS’nin yanındaydı. GS kupayı hak etmişti ancak yine de kupaya ulaşmak için Aziz Futbol’un iznine ihtiyacı vardı. Herkes biliyordu ki penaltılarda Arsenal galip gelseydi kimse kupayı hak etmediklerini söylemeyecekti. Futbol kimsenin kesin yargılarda bulunamayacağı bir spor dalıdır. Bazen takımlar galip gelmeyi beceremezler ve iki takımda galibiyeti hak etmediğinden beraberlik skoruna razı olurlar. Ancak final maçlarında iki takımın da kupayı kaldırması kabul edilemeyeceğinden ki bana göre son derece mantıklı bir uygulama olurdu bu, penaltılar icat edilmiştir. Heyecanlı olduğunu kabul etmeme rağmen futbolun ruhuna uygun bulmadığım bu çözümü desteklemiyorum. Ancak ufukta daha iyi bir çözüm belirmediği sürece bu uygulamanın devam edeceğini düşünüyorum.
UEFA kupasını kazanan GS bir sonraki sezona Terim’i ve Hakan Şükür’ü kaybederek başladı. Yeni teknik direktör Lucescu takımına Süper Kupa’yı kazandırmasına rağmen iki sezon sonra Beşiktaş’a geçti. Takımdaki erozyon Emre, Okan, Ümit, Taffarel, Popescu, Hakan Ünsal gibi oyuncuların ayrılması Hagi’nin futbolu bırakması gibi nedenlerle devam etti. GS, yönetim değişikliğine rağmen finanssal problemlerle halen boğuşmakta. İkinci Fatih Terim dönemi başarısızlıkla sonuçlandı. Şu an yeni teknik direktör Hagi’den kulübün 100.yılında şampiyonluk bekleniyor ve kimse yeni bir Avrupa Kupası Şampiyonluğu’nun hayalini bile kurmuyor. Belki de oyuncu kaybından daha önemlisi hedef kaybıdır.
Futbolda kazanmanın formülü yoktur. İyi bir takım kurmak sadece başlangıçtır. Başarı sabrın ve kazanma azminin sonucudur. Ne yazık ki ülkemiz sınırları içindeki futbol yorumcuları her geçen gün daha acımasız, sabırsız olmaktadırlar. Daha acısı ise takım yöneticilerinin ve bazen oyuncuların bu tarz yorumlardan etkilenmeleridir. Türkiye Ligi Avrupa’nın ikinci sınıf liglerindendir ve Türkiye’deki büyük kulüpler de Avrupa’nın ikinci, hatta üçüncü torba takımlarıdır. Ancak futbolda dördüncü torba takımlarının da sürpriz başarılara imza attığı görülmüştür. Özellikle istikrarlı bir kadroyla oynayıp takım olabilmiş futbol kulüplerinin Avrupa’nın kadrosu oturmamış zengin kulüpleri önünde her zaman kazanma şansı vardır. Aziz futbolun da yardımıyla kazanmayı sürekli bir hale getirip önemli turnuvaların sonuna kadar gitme ve kupa alma şansları da vardır. İşte bu yazı dizisinde bu tür sürpriz başarıları inceledim. Ülkemiz takımlarının da bu örnekleri dikkatlice incelemesinde fayda var kanımca. Yeni kupaları kazanmanın yolu hatalardan ders almaktan geçer. Yine de gerçek futbolseverin kalbi sadece kazananla atmaz çünkü futbolda kaybeden de futbol oynar bazen daha da güzel oynar ve temelde bir oyun olan futbol da oynamaktan zevk almak için icat edilmiştir. Bize düşen de oynayanların zevkine ortak olmaktır. Bir futbolsever ve iyi bir Fenerbahçeli olarak her zaman top oynamaktan takımımın kazanmasını görmekten daha çok zevk aldım. Herkese de takımları kaybettiğinde veya kazandığında maçı sahada bırakıp sokağa dönmesini ve futbol oynayarak oyundan zevk almasını tavsiye ederim.
Son olarak önümüzdeki Avrupa Kupaları için sürpriz adaylarımı açıklayayım:
Şampiyonlar Ligi: Panathinaikos
UEFA Kupası: Fenerbahçe.(tamamen duygusal)