İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

28.12.2004

Hollanda Ligi Yeni Başlıyor

1. devrenin sona ermesiyle beraber Hollanda Lig’i yeniden başladı. İspanya’da Barcelona, başta R. Madrid olmak üzere diğer takımlara kimsenin yıllardır atmadığı kadar farkı attı. Aynı şekilde Juventus İtalya’da 4 puan, Chelsea de İngiltere’de 5 puan farkla önde gidiyorlar. Hollanda Ligi’ne baktığımızda aynı puan ve averaja sahip 2 takımı en başta görüyoruz. Bunlar Alkmaar ve PSV. Ligin son 2 haftasına 5 puan önde giren PSV, önce Feyenoordla berabere kalarak sonra da kendi sahasında 8. sırada bulunan Roda’ya kaybederek avantajını yitirdi ve Alkmaar’ın, deplasmanda, sadece 8 puanı bulunan Roosendaal’ı yenmesiyle Eredivise’de durum eşitlendi.

21 Ocak tarihinde, ligin 2. yarısı başlayacak. Puan tablosuna bakılırsa, son 3 sırada 9, 8, 8 puanı bulunan Den Bosch, De Graafschap ve Roosendaal yer alıyor. 15. sırada, yani alttan 4. sırada yer alan Den Haag’ın 15, alttan 5. sırada yer alan Nec Nijmegen’in ise 17 puanı bulunuyor. Bana kalırsa son 3 sırada yer alan takımların hiçbiri kümede kalmayı başaramaz. Roosendaal ve De Graafschap’in kesin düşeceğine inanıyorum. Den Bosch’un da kaderinin şubat ayında belli olacağını düşünüyorum. Şubatta önce Den Haag, sonra da De Graafschap ile oynayacak olan Den Bosch, bu iki maçtan 6 puan çıkartırsa, çok çok az bir ihtimal kümede kalma şansını son 6–7 haftaya taşıyabilir.

Hollanda ligi öyle bir lig ki, üst sıralarla alt sıraların arasında çok büyük puan farkları var. İlk üç sırada takımların puanı 42, 42, 37 iken, son üç sırada 8, 8, 9 puanlı takımlar yer alıyor. Bir başka deyişle, üstteki takımlarla alttaki takımlar arasında ciddi farklar var. Son sıralardaki takımlara baktığımız zaman, aldıkları galibiyetlerden Den Haag’ın Feyenoord’u yenmesi dışında hiçbir tanesi üst 6 sıradaki takımlara karşı değil.

Averajlara baktığımız zaman da inanılmaz bir grafik ile karşılaşıyoruz. Hollanda Ligindeki ilk 4 takımın averajları 42, 42, 37, 31 şeklinde. 5. sıradaki Utrecht’in averajı ise sadece dört. 6, 7, 8. sıralarda bulunan takımların toplam averajı da ancak 13 ediyor. 8 ile 15. sıralar arasında sıralanan takımların averajı –2 ile –7 ararsında değişmekte. Son 3 sıraya baktığımız zaman –33, -26 ve –28 averajlarla karşılaşıyoruz. Bu da son 3 sırada bulunan takımların ligde kalmalarının ne kadar zor olduğunu tekrar gösteriyor.

Alt sıraların analizini yaptıktan sonra üst sıralardaki takımlara tekrar dönelim. Birinci devreyi ikili averajdan dolayı önde kapayan PSV, ikinci devre zorlanır mı? Ajax ve Alkmaar ile deplasmanda oynayacak olmasına rağmen bence PSV bu sene şampiyon olacak. Alkmaar’ın Hollanda Ligi’nde ve UEFA Kupası’ndaki çıkışı devam edebilecek mi? Bence Alkmaar şampiyon olamasa bile bu seneyi ikinci tamamlayacak. 10 haftada 30 puan toplayan Alkmaar, ikinci devrede ilk üç maçını alacağına inanıyorum. 12 Şubat tarihinde ise PSV’yi konuk edecekler. Herhalde bu maç Hollanda Ligi’nin bu seneki en önemli maçı olacak. UEFA Kupası’nda da ilk yazımda yazdığım gibi yarı final oynayacağına hala inanıyorum.

Diğer yandan Ajax devreye 3. sırada girdi ve baştaki 2 takımla arasında 5 puan fark bulunuyor. Hafta içinde Yunan yıldız Charisteas’ı renklerine bağlayan Ajax bu farkı kapatıp Şampiyonlar Ligi mücadelesi verebilir belki ama PSV bu sene gerçekten güçlü ve Alkmaar da 1 yıldır inanılmaz bir çıkışta. Hayatında hiç Şampiyonlar Ligi görmemiş Alkmaar bence bu avantajını kolay kolay Ajax’a kaptırmayacak ama futbolda her şey olur. Ajax, Alkmaar ve PSV ile içeride oynayacak, bu onlar için iyi bir avantaj olabilir.

Son olarak Feyenoord’un üzerinde durmak istiyorum. UEFA Kupası’nda başarılı sonuçlar alan Feyenoord ne olduysa ligde son 2 hafta istediği sonuçları alamadı. Önce PSV’yi konuk eden Feyenoord, 83. dakikasında 3-1 mağlup durumda olduğu maçı berabere bitirmeyi başardı. Aslına bakılırsa Feyenoord bu maçta iyi top oynadı ama ligdeki şansını sürdürmesi için çok önemli bir şanstı ve PSV ile arasında puan farkını kapatamadı. Ardından da, ligin zayıf ekiplerinden Den Haag’a kaybeden Feyenoord, liderin 11 puan gerisine düştü. Puan kaybının çok az olduğu Hollanda Ligi şartlarını göz önünde bulundurursak, bu kaybedilen 5 puan Feyenoord’u şampiyonluk ve ikincilikten baya uzaklaştırmış gibi gözüküyor.

Ligin ilk yarısı sonunda puan durumu şöyle:

1. PSV 42 10. Williem 22
2. Alkmaar 42 11. Waalwijk 21
3. Ajax 37 12. Groningen 19
4. Feyenoord 31 13. Twente 18
5. Utrecht 28 14. Nec Nijmegen 17
6. Heerenveen 28 15. Den Haag 15
7. Vitesse 27 16. Den Bosch 9
8. Roda 26 17. De Graafschap 8
9. Nac Breda 26 18. Roosendaal 8

Öte yandan, UEFA ve Şampiyonlar Ligi kuraları çekildi. Hollanda takımlarının durumlarını değerlendirmek için 2. devrenin başlamasını bekliyorum, Ocak ayında değerlendirmelerimi bildireceğim.

18.12.2004

Parayla Saadet Bal Gibi Olur

2004 yılının son günlerine girerken Avrupa’da futbol tatile girmek üzere. Liglerin büyük çoğununda ilk haftanın son maçları oynanıyor. Şampiyonlar Ligi’nin heyecanı da şubat ayının sonuna kadar bitti. Tek grup elemeli statünün 2. yılında bu yeni takvimin en çok İngiliz takımlarının işine geldiğini görüyoruz. Diğer Avrupa Liglerinin elit takımlarına göre fazladan 4 lig maçı ve 1 kupa oynayan Adalılar takvimlerinden 4 maç kaklınca bu sezon Şampiyonlar Ligi’nde daha başarılı oldular ve 4 takımla birden, fire vermeksizin bir üst tura çıktılar. Kupada bir üst tura 4 İngiliz takımının yanında, 3 Alman, 3 İtalyan ve 2 İspanyol takımı daha son 16’ya kalınca, hele ki ligimizin kalitesine iyice çamur attığımız şu günlerde yeniden “ Güçlü liglerin takımları Avrupa’da daha mı başarılı oluyor?” sorusunun sorulmasına sebep oldu. Alex Ferguson bu genellemeye tamamen karşı çıkıyor ve Premiership’in çok zor olması sebebiyle İngiliz takımlarının çok yıprandığını ve ilkbahar geldiğinde Avrupa’da mücadele etmek için güçlerinin kalmadığını savunuyor. Gerçekten de bizim ligimiz gibi oligarşik, hatta monarşik bir yapıya sahip Portekiz ligi’nde kendini fazla yormayan Porto geçtiğimiz yıl kupayı kaldıran taraf oldu. Peki biz neden bir Porto çıkartamıyoruz. Zorlu geçen yerel liglere karşın bu ülkelerin, kupada bu kadar ileriye gitmesinin tek sebebi PARA. Her ne kadar Porto zayıf bir ligin takımı da olsa Porto G14 üyesi ve bu sezon geleceğin yıldız adaylarından Diego Ribbas için 11 milyon euro ödediler ki Diego gösterdiği performansla ödenen paranın hakkını vereceğini gösterdi.

Liginde çok da yıldız bulundurmayan, hatta Dünya Kupası’nı kazanmadan önce kalitesinin bizim ligimizden fazla yüksek olmadığı Fransa Ligi’nin yayın hakları geçtiğimiz hafta, 3 yıllık 1.8 milyar euroya Canal + e satıldı. Bu sözleşmenin içeriğini ve nasıl paylaştırıldığını Banu K. Yelkovan’ın Radikal’deki İyi Seyirci Neden Evde? yazısından okuyabilirsiniz. Bu parayla sadece kadrosuna yıldız katmayan Avrupa kulüpleri aynı zamanda altyapı ve merchendising konularında da ilerleme kaydediyorlar. Son olarak Abrahamovic ile yeni bir çehre kazanan Chelsea, mayıs ayından itibaren kullanacağı yeni logosunu tanıttı. Londra’nın bir diğer başarılı takımı Arsenal ise 2006’dan itibaren kullanacağı yeni stadyumun isim haklarını Emirates’e 15 yıllık 145 milyon € karşılığında sattı. Avrupa futbol endüstrisi ile ilgili bir diğer haberse Rangers’tan: İskoç ekibi, futbolun yeni pazarı Uzakdoğu’dan pay almak istemiş ve İskoçlar’ın geleneksel içkisi viskiyi Rangers markası altında şişeleyip Çin’de satışa çıkarmış. Bu gittikçe büyüyen Uzakdoğu pazarı ile ilgili bir yazıyı gelecek ay yazacağım. Ülkemizde henüz üç büyüklerin yeni yeni isim haklarını tescilleyip, kendi mağazalarını açtıktıklarını düşünürsek bu sektörde Avrupa’nın 15 yıl gerisinde olduğunu söyleyebiliriz.

Şu sıralar UEFA’nın Şampiyonlar Ligi ile ilgili en büyük sıkıntısı yine paradan kaynaklanıyor. Zaten zengin olan güçlü kulüpler, kupada üst turlara çıkarak daha da zenginleşiyorlar ve büyük kulüp, küçük kulüp arasındaki fark gittikçe artıyor. Şampiyonlar Ligi’ndeki para dağılımın nasıl yapıldığını Kiev'in Fenere Kıyağı yazısında bulabilirsiniz. 10 yıl önce UEFA, Şampiyonlar Ligi’ni bugünkü statüye kavuştururken elbette ki böyle olacağını düşünmemişlerdi. Şimdi harıl harıl bu sistemi nasıl değiştireceklerini düşünedursunlar, G14’ün “Avrupa Ligi isteriz” serzenişleri Demokles’in kılıcı gibi başlarının üzerinde sallanmaya devam ediyor.

UEFA’nın finansal problemlerini bir kenara bırakalım ve Şampiyonlar Ligi’nde geride kalan 96 maç sonunda neler görmüşüz ona bakalım. Anderlecht, grup maçlarını puansız, Deportivo ise golsüz tamamladı yine de en büyük hayal kırıklığı geçen yılın İspanya Ligi şampiyonu Valencia’dan geldi. İki maçta da Bremen’e yenilen Valencia artık şansını UEFA Kupası’nda deneyecek. Chelsea elini kolunu sallaya sallaya grubu lider bitirirken stoperleri John Terry son 2 maçta oynatılmamasına karşın 3 gol attı. Juventus sadece 6 gol atarak 16 puan topladı ve grubu lider bitirdi. Grup maçları sonunda en çok gol atan takım 17 golle Lyon oldu. Lyon’da üzerinde durulması gereken oyucu Nilmar. Bu sezon başında 6.75 milyon euroya transfer edilen Brezilyalı forvet 4 gol attı. Henüz 20 yaşındaki oyuncu benim için sezonun en iyi yeni genç yeteneği.

İki hafta arayla seyrettiğimiz Milan – Barcelona maçları bize futbolun ne kadar güzel bir spor olduğunu tekrar gösterdi. Her ne kadar ilk maç 1-0 bitse de kaleyi bulan 15 şut güzel futbolun sadece ibaret olmadığını gösterdi. Son dakikada bile doldurt boşalt yapmayıp, paslaşarak pozisyon bulmaya çalışan ve bana Cruyff zamanını hatırlatan Barcelona benim en büyük İstanbul adaylarından… idi. Şu anda Avrupa’da en güzel futbolu oynayan iki takımın henüz 2. turda karşılaşması futbol adına üzücü ancak çok zevkli iki Chelsea – Barcelona maçı seyredeceğimiz kesin.

Yeniden görüşmek üzere….

12.12.2004

Vee Chelsea Takım Oldu

Premier League’de çok şeyler değişti. Arsenal’in düşüşü, Chelsea’nin yükselişi, Man Utd’ın toparlanışı, Everton’la Bolton’ın parlaması derken lig, sezon başında tahmin edilenden çok daha farklı bir çehreye büründü. 17. haftadaki dev Londra derbisi (Arsenal-Chelsea) öncesi lig iyice hareketlendi.

Son şampiyon Arsenal’in düşüşünü geçen yazımda irdelemiştim. Arsenal bu hafta kalede Lehmann yerine Almunia’yla çıktığı Birmingham karşısında 3-0 galip gelerek Şampiyonlar Ligi maçı ve Chelsea derbisi öncesi moralini düzeltti. Kazanmayı hatırladı. Arsenal’in sene başından beri belirttiğim sorunları aynen devam ediyor. Campbell, sakatlığı sebebiyle sezonun başındaki ilk 10-15 maçı kaçırdığı için henüz form tutamamış ve Touré’ye ayak uyduramıyor. Cygan ise stoperde Campbell’in şu formsuz halini bile doldurabilecek kalitede bir oyuncu değil. Sezon başından bu yana 25 maç aralıksız, zaman zaman sakat sakat oynayan bekler Cole ve Lauren artık fiziksel olarak tükenmiş durumda. Reyes sezon başındaki formunun uzağında. Henry deseniz o da sakat sakat oynamasına rağmen gollerine devam ediyor. Tam da bu durumda insanın aklına “Peki sezon başında muhteşem oyayan 35’lik delikanlı Bergkamp en azından Londra’daki maçlarda ilk 11 başlayamaz mı?” gibi bir soru geliyor. Yahu bu adamın Shearer’dan eksiği ne? Kendine de iyi bakıyor bakmasına! Neyse... Gilberto, Edu ve van Persie gibi üst düzey oyuncuların da rotasyonda yeteri kadar süre alamamaları uzun ve sert lig maratonunda bence Arsenal’in başını daha çok ağrıtacak. Arsenal’i Wenger dönemi boyunca en çok derde sokan sorunu olan oyun disiplini ve sabır eksikliği ise bu sene kritik Şampiyonlar Ligi maçlarında ve geçen hafta Man Utd’a Bellion’un 1. dk’da attığı golle 1-0 yenildikleri Lig Kupası maçında yine kendini gösterdi. Artık bunu Monsieur Wenger’in oyun karakterinin bir parçası olarak görüyoruz ve mentalitenin bu açıklarını kapatabileceğinden ümidimizi kesiyoruz.
Sıra geldi yazının asıl kahramanlarına: Chelsea FC ve Jose Mourinho. Yukarıdaki Arsenal paragrafını okudunuz. İşte Arsenal’de nasıl bir kötüye gidiş söz konusuysa Chelsea’de tam zıttı bir yükseliş gözlemliyoruz. Tamam, “Topçular” belki yenilmeden en çok maç götürme rekorunu bu sene kazanmış olabilirler, ama derinden gelen bir Chelsea rekorundan hiç kimse söz etmiyor. “Maviler,” Premier League’de bu sezon 16 maçta yalnızca 3 gol yedi ve defansif ciddiyetlerini hiç de kaybedeceğe benzemiyorlar. Şimdiden iddia ediyorum, sezon sonu bir başka rekorla daha karşılaşabiliriz.

Peki nedir Chelsea’nin başarısının ana faktörü? Rus dolar milyarderi Abramovich’in bitmek tükenmek bilmeyen serveti mi, Jose Mourinho’nun dehası mı, yoksa oyuncuların bireysel kalitesi mi? Aslında başarı işte bu üç faktörün bir kombinasyonu. Roman Abramovich’in Chelsea’nin başına gelişi tamamen ayrı bir yazının konusu olabilecek, sosyo-ekonomik bir olay. Bu ilginç adamın Chelsea’ye aktardığı servet, Man Utd’ı dünyanın kendi kendine yetebilen en zengin halka arz edilmiş spor müessesesi haline getirmiş “chairman” Peter Kenyon’un elinde, ligin bütün devlerini psikolojik olarak ezen, onları ümitsizliğe iten, ligdeki rekabetin bir bakıma geleceğini karartan bir güce dönüştü. Bu para, aynı zamanda takımdaki dünya klasındaki birçok futbol yıldızına, yerlerinin hiçbir zaman garanti olmadığını gösteren bir itici güç haline geldi. Öyle ki, klüp, adını karalamamak için, adı kokain skandalına karışan Rumen Adrian Mutu’dan 43 milyon £ pahasına da olsa vazgeçebiliyor. Frank Lampard’ın Champions dergisine verdiği bir demeç işte bu olayı kanıtlıyor. “Roman Abramovich o araba dolusu parayla klübün başına geçip takıma yeni süperstarlar gelmeye başladığında kararımı verdim. Ya her zamankinden daha çok çalışıp bu takımın değişmez bir parçası olacaktım ya da silinip gidecektim.” diyor Lampard. Bu rekabetin ona yaradığını 126 maçtır ne sakatlık ne ceza demeden lig maçlarında aralıksız görev almasından ve İngiltere’nin en istikrarlı orta saha oyuncusu haline gelmesinden çıkarabiliriz. Lampard gibi, kendisini bu süreçte çok iyi geliştiren bir başka oyuncu da John Terry. İstikrarlı oyunu ve saygı duyulan kişiliği sayesinde genç yaşına rağmen kaptanlığa yükselen stoper, inanılmaz hava hakimiyeti (öyle ki sadece kornerlerden attığı kafa golleri sayesinde Şampiyonlar Ligi’nde gol krallığına oynuyor!) ve tükenmek bilmeyen hırsını birleştirerek Lampard’la beraber takımın ruhunu oluşturuyor. “Premier League 2004-05” yazımda da belirttiğim gibi Chelsea taraftarının gözünde, bu altyapıdan yetişmiş iki yerel yetenek, milyon £’lar ödenerek alınan süperstarlardan daha değerliler.
Bu günlere gelmesinde önemli rol oynayan eski patronu Robson aracılığıyla İngiliz futbolunu yakından hatmetmiş taktik deha Mourinho, İngiliz taraftarın genç İngiliz oyunculara olan zaafını bildiğinden takımı Lampard ve Terry üstüne kurdu. Ranieri döneminde kaybolmaya yüz tutan Joe Cole’dan bir sağ kanat oyuncusu yaratarak bu yeteneği takıma tekrar kazandırdı. Ama Mourinho’nun Chelsea’de başardığı en büyük iş, rekabet ve takım ruhu arasındaki dengeyi mükemmel bir şekilde ayarlamak oldu. Öyle ki, takımdaki oyuncuların her biri, kötü oynadıklarında yerlerinin yeni bir transferle doldurulacağını bilmelerine rağmen var güçleriyle çalışıyorlar ve ilginçtir ki, bu büyük rekabete rağmen “Maviler” son 6-7 maçtır tam bir “takım” görüntüsü veriyor. Gol sevinçlerindeki hırs, savunmadaki yardımlaşma, paslaşmalardaki uyum adeta mucizevi. Arsenal, Man Utd gibi, bu takım uyumunu yıllar boyu ancak geliştirebilimiş ekollere rağmen Chelsea, an itibariyle, 4 ayda uyum sürecini tamamlamış bir takım görüntüsü çiziyor. Bu uzlaşmanın sağlanmasındaki en önemli rol, finansal güvencenin de verdiği rahatlık sayesinde, Mourinho’nun, takıma uyum sağlayamamış, çalışmayı sevmeyen, ya da takım oyunundan çok bireysel yetenekleriyle öne çıkan oyuncuları istediği an şutlayıp yerine yenilerini getirebilme lüksü. Véron, Crespo, Gronkjaer, Melchiot, Babayaro gibi oyuncuların satılıp ya da silinip yerlerini takım ruhuna sahip, hırslı, Gudjohnsen, Makelele, Bridge gibi oyunculara bırakması rastlantısal değil. İlginçtir, Arjen Robben’in sezon başındaki transferi öncesi “Bildiğim kadarıyla Robben bir sol kanat oyuncusu. Ben de bir sol kanat oyuncusuyum. Bu da demek oluyor ki ikimizden biri bu takıma fazla.” demecini veren Damien Duff, bugün Robben’le beraber ilk 11’de müthiş bir ikili oluşturmuş durumda. Bu durum takım ruhundaki ve birlik-beraberlikteki iyiye gidişin somut bir örneği.

Mourinho, elindeki sınırsız alternatifi en iyi şekilde kullanıyor. Takımı, zorunlu kalmadıkça değiştirmediği, Cech, Gallas, Terry, Lampard, Gudjohnsen, Makelele gibi oyuncuların üstüne kurarak geri kalan oyuncuları sürekli rotasyona sokuyor. Kezman, Carvalho, Tiago, Bridge, Joe Cole, Smertin, Geremi, Duff, Parker gibi oyuncular bu rotasyonda sık sık görev alıyor. Ancak Wenger’in Arsenal’iyle kıyaslandığında kadro açısından en büyük avantajı, belki Henry, Pires, Vieira, Ljungberg, Reyes gibi doğaüstü yeteneklere hep birden sahip olmamasına rağmen (ki kendisinde de Kezman, Robben gibi cevherler mevcut), takımın en değişmez oyuncusunun bile güvenilir alternatiflere sahip oluşu. İşte bu yüzden, Arsenal örneğinde olduğu gibi, takımın kilit parçaları sezon boyunca ara ara dinlendiriliyor ve bu oyuncuların yıpranması önleniyor. Artı, takım 4 kulvarda da mücadele etmesine rağmen (Lig, Lig Kupası, FA Cup, Şampiyonlar Ligi) kaliteli kadro ve alternatifler sayesinde takım fiziksel olarak daima dinç kalabiliyor. Arsenal nasıl yoğun maç trafiği sonrasında yorgun düşüp kötü sonuçlar alıyorsa, Chelsea de tam tersi bir şekilde, maç oynadıkça form tutuyor ve günden güne daha iyiye gidiyor. Takımın fiziksel gücü en büyük silahı haline gelmiş durumda. Mourinho’nun sabırlı ve prese dayalı futbolunu bütün bir maç boyunca disiplinli ve inatçı bir şekilde sürdürüyorlar. Israrla gol yemiyorlar. Rakibin konsantrasyonunu kaybettiği ya da yorgun düştüğü anlarda ise fiziksel güçlerini ve dinçliklerini kullanarak karşı takımın işini bitiriyorlar. Düşünebiliyor musunuz, bu takımda 70dk.’dan sonra “taze kan” olarak forvete giren isim Mateja Kezman! Nitekim bu yorulmak nedir bilmeyen Chelsea takımı rakibini en sonunda boğuyor ve galibiyete ulaşıyor. Bu hafta oynadıkları Newcastle Utd maçı da bunun tipik bir örneğiydi. Newcastle, maçın ilk yarısında sergilediği fiziksel direnci ikinci yarıda da sergileyemeyince kadrosunun avantajlarını kullanıp 4-3-3’ten 4-4-2’ye dönen Mourinho’nun “Mavileri”, Souness’ın takımını topa tuttu ve maçı 4-0 kazandı. İlginç bir detay da Kezman’ın bu maçın son dakikasında kazanılan penaltıyı gole çevirerek Premier League’deki ilk golünü atması oldu. Oyuncusunun moral kazanması için penaltıyı özellikle Kezman’a attıran kişinin Mourinho olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.

İşin Arsenal, Man Utd, Newcastle, Liverpool ve diğer İngiliz devlerini en rahatsız eden tarafı ise sezon başında “toplama takım,” “hala takım olabilmiş değiller,” “kazanıyorlar ama kötü futbol oynuyorlar” demeçlerine maruz kalan Chelsea’nin, “kazanan takım” kimliğine bir de, “göze hoş gelen futbol oynayarak kazanan takım” kimliğini eklemesi oldu. Sezon başında maçları çoğunlukla 1-0 alan, savunmaya dayalı, heyecan vermeyen futbol oynayan Londra ekibi, sezon ilerledikçe açılıyor ve maçlarını daha farklı skorlarla kazanmaya başlıyor.

Chelsea’nin bu durdurulamayan yükselilşiyle ilgili bir parantez de Hollandalı genç süperstar Arjen Robben’e açmak gerekiyor. Robben, bence Euro2004’ün Baros’la beraber en iyi performans gösteren oyuncusuydu. Hatta, çoğu Hollandalı otorite, Hiddink Robben’e turnuvada daha fazla süre verseydi Portakalların akıbetinin çok daha iyi olmuş olabileceğini iddia ediyor. Gerçekten de, Robben, sakatlıktan kurtulup forma şansı bulduğu andan itibaren Chelsea adına inanılmaz performanslar sergiledi. Attığı goller, yaptığı asistler, bitmek tükenmek bilmeyen temposu ve spektaküler hareketleriyle 4thegame.com’un “Sizce Premiership’in şu anda en heyecan veren oyuncusu kim?” anket sorusunda Thierry Henry’den bile daha fazla tık alarak birinci oldu. İlginçtir, Chelsea’nin bu “iyi performans” serisi, tam da Robben’in takıma sakatlık sonrası entegre olduğu döneme rastlıyor. Demek ki Robben’in Chelsea’nin başarısında bir ateşleyici faktör olduğunu inkar edemeyiz.
Sonuç olarak, iki Londralı süpergücün haftaya yapacakları büyük derbi büyük olasılıkla ligin kaderini belirleyecek. Aradaki 5 puanlık fark Chelsea’nin alacağı bir galibiyet sonucu 8’e çıkacak olursa, Arsenal’in ya da herhangi bir ekibin bu farkı kapatması çok güç olacak. Gerek son haftalardaki form grafiği gerekse de Şampiyonlar Ligi’nden birinci çıkmayı garantilemiş olmasının verdiği rahatlıkla bu haftaki Avrupa maçına asılmayacak oluşu, maç yorgunu ve şu anda Şampiyonlar Ligi’ni düşünmek zorunda olan Arsenal karşısında Chelsea’yi favori kılıyor. Derbiyi sabırsızlıkla bekliyoruz.

8.12.2004

Was ist los im Berlin?

Almanya’nın başkenti Berlin’in güçlü takımı Hertha Berlin Almanya’da daha önce görmediğimiz bir adım atmaya hazırlanıyor. Yakın bir tarihte kurulması beklenen Türk Alman Fan Kulüp bence çok önemli bir adım. Başkentte olması da ayrı bir önem taşıyor tabi.

Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi çözülmeyi bekleyen hatta çözülmesi imkansız görülen birçok sorunun futboldaki paraleli çoktan çözülmüş veya paralellerine göre daha çok ilerleme göstermiş olabiliyor. 40 yıl önce İkinci Dünya Savaşı sonrası işgücüne ihtiyacı olan Almanya, işe ihtiyacı olan Türk işçilerine kapısını açmıştı. Bugün Almanya’daki Türk nüfusu iki milyonu aşkın. Günümüzde Türkçe konuşamayan göçmen torunları da bu nüfusun içinde. Özellikle aşırı milliyetçi çevreler bu büyük Türk nüfusu kendilerinden biri olarak kabullenmese de bu grup politika dahil Almanya’da birçok işte çalışmakta kendi işlerini açmakta ve diğer Almanlardan??? hiçbir farkları olmadan yaşamaktalar.

Yine de “entegrasyon” tam olarak sağlanmış değil. Aynı işte çalışsalar da, aynı amaca hizmet etseler de birçok kurumda kendilerini bir saymamakta direten(iki taraftan da) kısımlar var. 6 Aralık Pazartesi günü www.bundesliga.dedeki (Bundesliga’nın resmi sitesi) haberde Berlin’de bu ortak Fan Kulüp’ün kurulduğunu okudum. Stadyuma gittiklerinde aynı şarkıyı söyleyen, aynı golle sevinen bir grubun içinde sadece bir pasaport farkı önemsiz ve etkisiz kılınıyor bu atılımla ve zaten öyle de olmalı. Başlıkta dediğim gibi kendi kendime “Was ist los?”(neler oluyor) sorusunu sordum. Bunun Almanya’da ilk olması gerçekten önemli ve bir yandan da geç değil mi sorusunu sormaya itiyor. (Kanun dışı İslam Örgütleri’nin yediği haltların iki milyonluk bir nüfusa mal edildiği bir ortamda bu soruyu cevaplamak biraz zor tabi.) Geç tabi ama olmuş önemli olan bu. İlk olarak Hertha Berlin kulübünü kutlamak lazım. Sene başında Yıldıray’ı transfer ederek Türk nüfusu stada çekme çabalarını böyle güzel bir kurumla süslemeleri gerçekten takdire layık. Devre arasında da İlhan katılırsa sanıyorum hem oradaki Türk nüfus hem de bizler Almanya liginde Hertha Berlin’i destekliyor olabiliriz.

Olaya “kültürel entegrasyon” taraftarı olarak baktığımızda kültür çatışmalarına ılımlı ve birleşimci bir yaklaşım olarak niteleyip takdir ediyorum. Bir de kulüp yöneticiliği açısından bakıyorum ve bir kez daha takdir etmem gerektiğini düşünüyorum. İki milyon nüfuslu bir topluluktan (çoğu Berlin’de) bahsediyoruz ve bu büyük bir seyirci potansiyeli demek. Yıldıray’ın takımda olması, İlhan’ın katılacak olması ve bu fan kulübün kurulacak olması bilet satışı ve merchandising açsından Hertha Berlin bütçesine de katkıda bulunacaktır. Türk futbol seyircisinin ne kadar sadık olduğunu ben tartışmam bile. Tabi oradaki nüfusun ne kadar Türk olduğu tartışılır ama yine de ben onları Türk-Alman sentezi olarak görüyorum. Hele bir maç hatırlıyorum ki Almanya’da yaşayan Türk taraftarının sadakatini bana kanıtlar sahneler içeriyor. 1999-2000 sezonu UEFA 3.Tur ilk maçı Dortmund-Galatasaray…

Hem kulüp yöneticiliği açısından hem de milyonların takip ettiği bir sporun sosyal bir görevi de olduğunu hatırlatmaları açısından Hertha Berlin’i kutluyorum.

7.12.2004

Hollanda Takımlar UEFA Kupası'nda

Hollanda takımlarının bu hafta UEFA Kupası’nda aldığı sonuçlar şöyle:

Feyenoord – Schalke 04 : 2 – 1
Az Alkmaar – G. Rangers : 1 – 0
Dinamo Zagreb – Heerenveen : 2 – 2
5 takımlı gruplar olduğu için, Utrecht bu hafta maç yapmadı.

Öncelikle AZ Alkmaar’dan bahsetmek istiyorum. Prso’lu Rangers’ı 1-0 yendiler ama kaçırdıkları gollerin haddi hesabı yok. Butun maç bastıran taraf AZ Alkmaar’dı. Maçın basında one geçtikten sonra akıllı oyuncu değişiklikleri ile skoru korudular ve 3 maçta 3 galibiyet alarak lider olarak ust tura çıkmayı garantilediler. Böylece ligde 7 haftadır arka arkaya kazanan Alkmaar, Avrupa’da da 3 maçını kazandı ve sonuç olarak 10 maçlık bir galibiyet serisi yakaladı. Bu buyuk başarının arkasında Ronaldinho, Hagi veya Figo gibi bir oyuncu baş rolü almıyor. Hollanda da PSV ile en iyi top oynayan AZ Alkmaar tam bir takım oyunu oynuyor. Attıkları gollerin çoğu 5-6 pas sonucunda atılan goller. Avrupa liglerinde genelde gollerin 3-4 pas ile atıldığını düşünürsek, bu rakam gerçekten iyi bir gösterge Alkmaar için. Organize atak yapabilen, rakip sahada rahatlıkla çoğalabilen ve topu ayakta tutabilen bir takımın az gol atmasına imkan yok. Bu yüzden de Alkmaar çok gol atıyor ve başarılı sonuçlar alıyor. Öte yandan da kaliteli bir defansları var. Bu sonuçları gören Hollanda milli takımının teknik direktörü Van Basten de 4 tane Alkmaarlı futbolcuyu milli takıma çağırdı. Bu oyuncular Danny Landzaat, Jan Kromkamp, Joris Mathijsen ve Barry van Galen. Kromkamp ve Mathijsen 24 yaşında defans oynuyorlar. Bu iki oyuncu da 1-2 sene içinde iyi takımlara transfer olabilirler. Avrupa’da, özellikle İtalya’da, defans oyuncularının yaşlanmaya başladığını duşunursek, belki böyle transferler gerçekleşebilir. onumuzdeki 2006 Dünya Kupası’nda kendilerinden oldukça söz ettirebilirler. Son olarak, AZ Alkmaar UEFA Kupası’nda nereye kadar gider? Yarı final oynarlarsa şaşırmayın derim.

İkinci olarak ele alacağımız takım Feyenoord. Ligde liderin 11 puan gerisinde ama Avrupa’da başarılı. 3 maçta 2 galibiyet ve 1 beraberlik alarak gruptan çıkmayı başardı. Zaten Schalke, Basel, Hearts, Ferencevaros’un arasından çıkmaması garip olurdu. Avrupa deneyimi yuksek duzeyde olan Feyenoord bana kalırsa bu sene çok ilerleyemez çunku defansında çok açıklar veriyor, çok genç bir defansı var ve çok gol yiyorlar. Grup maçlarında yenilen gollerin çok önemi yok, telafisi oluyor. Ama bundan sonra UEFA elemeli usulde devam edeceği için Feyenoord’un en fazla iki tur geçebileceğine inanıyorum. Alkmaar ile karşılaştırıldığında Feyenoord’da tanıdık isimler var. Oncelikle Japon Ono sakatlıktan kurtuldu. Hatta bu hafta Schalke maçında yedek başlamıştı ama gol yiyince, Gullit oyuna soktu ve Feyenoord 2-1 kazandı. Hucum gücü bakımından Ono’nun ilerisinde Kalou yer alıyor. Kaolu 1985 dogumlu, biraz Martens ve Henry’yi andıran oyun yapısı var. İlerleyen haftalarda daha çok takip edecegim ama oldukca iyi bir futbolcu. Dediğim gibi, Feyenoord, 2002 senesinde kazandığı UEFA Kupası’nda çok şanslı durmuyor ama tabiî ki futbol bu, hiçbir şey kesin değildir.

Utrecht ve Heerenveen’e gelince. Utrecht çok zayıf kaldı ve 3 maçını da kaybedip elendi. Ama aynı şey Heerenveen için geçerli değil. Zagreb maçında son 6 dakikada 2 gol bulup 2-2 berabere kalmayı başardı. Boylece puanını 4e yükseltti ve umudunu son haftaya bıraktı. Onumuzdeki hafta da grubun zayıf ekibi Beveren’i konuk edecekler. Buyuk ihtimalle Heerenveen bu maçı kazanır ve puanı 7 olur. 9 puanlı Benfica ve Stuttgart’ın arkasından ust tura yükselecektir. Hepsini haftaya göreceğiz.

4.12.2004

Bundesliga'da Naklen Yayın Sorunları ve Bayren Tekeli

Geride bıraktığımız hafta Almanya’da bana göre çok önemli bir tartışma yaşandı. Taraflar Bundesliga’nın iki büyük takımı ve görünüşe göre bu senenin şampiyonluk adaylarıydı. Konu ise birçok ligde değişik boyutlarıyla tartışılan naklen yayın sorunlarıydı. Hikaye şöyle, Schalke yönetimi ikinci yarının ilk maç gününde yayınlanmak için seçilen maçın Schalke - Werder Bremen maçı yerine Bayern Münich - Hamburg maçı olmasına tepkisini açık bir şekilde göstermiş. Buna karşılık Bayern Münich yönetimi “ Bizim kadar şampiyonlukları olsaydı onların maçı gösterilseydi” gibisinden bir laf etti. Ayrıca maç için para almadıklarını bu yüzden Schalke yönetiminin konuşmadan önce dersine iyi çalışması gerektiğini söyledi.

Bu olay bence sadece Bundesliga ile sınırlı bir olay değil. Naklen yayın büyük bir endüstri haline gelen futbolda önemli bir konu. Dönen paranın büyük olmasının dışında naklen yayın oynanan futbolun sunulmasında, taraftarı etkileme yani takımların reklamının yapılmasını sağlıyor. (Tabi futbolun gerçeği statta seyirci olarak görülür ama malum herkesin her maça gitmesi birçok etkenden dolayı olanaksız.) Burada Bayern para almadıklarını bu yüzden olayın büyütülmemesi gerektiğini söylemiş ama bence yanlış. Bu olay sadece para ile ilgili değil. Naklen yayın ülkemizin de içinde bulunduğu bazı yerlerde “büyük” kulüplerin tekelinde görünüyor. Tabi havuz sistemi çok az maçı gösterilen(sadece büyük kulüplerle oynanan maçlar) kulüplere de belli bir pay veriyor ama tabi büyük takımların aldığının yanında devede kulak kalıyor. Büyük takımların bu olayda tabi çok güçlü bir argümanları var. En çok taraftara sahip oldukları ve bu yüzden de maçlarının gösterilmesi gerektiğini söylüyorlar haksız da değiller. Ancak zaten yazılı medyanın ilgisi ve gün gittikçe artan merchandising avantajları bekledikleri!! ekonomik avantajı onlara sağlıyor. Bu sorun bence esas sorun olan futbol liglerinde tekelleşmeye yol açıyor. Bundesliga’da Bayern (son senelerde tökezlese de) bizim ligimizde üç büyükler buna örnek olarak verilebilir.

Bir de bizim “Anadolu” takımları diye isimlendirdiğimiz daha az taraftara sahip takımların gözünden bakalım. Takım diyince yönetimiyle, teknik kadrosuyla, taraftarıyla ve oyuncularıyla bir bütün olarak bahsediyoruz. Teknik kadro ve futbolcular kendilerini kanıtlamak adına bir şansları olmadığını onun için paramı alırım gerisi önemsiz diyerek büyük hedeflerden yani daha büyük kitlelere kendilerini kanıtlamaktan bahsediyorum, uzaklaşıyorlar. Bu da “küçük” kulüp dediğimiz bu kulüplerde istikrarsızlık isteksizlik gibi sorunlara yol açıyor. Sadece televizyonda gösterilen maçlarda kazanılan hava diğer maçlara yansımıyor ve benim hep arzuladığım ve herhalde daha çok uzun süre arzulayacağım futbolumuzda ve Dünya futbolunda geniş çaplı bir rekabet olanaksız hale geliyor. Taraftar ise bu istikrarsızlık ve hırs eksikliği sonucu maçlardan soğuyor ve takımını futbolun en önemli oyuncusu olan taraftardan yoksun bırakıyor.

Tabi bu Türkiye de zaten birçok diğer alanda görülen bir eşitsizlik. Sitemizin yazarlarından Metin Kocael’in son yazısında bahsettiği ülke şartlarıyla futbol şartlarının paralelliği burada da görülüyor. Ancak ben bunun bir kısır döngü gibi görülse de bazı konuların çözülebileceğini düşünüyorum. Tabi şimdi Annan Planı gibi 10000 sayfalık bir öneriyle çözüm önermeyeceğim ancak beni çözülebileceğine inandıran Türkiye de ve Avrupa da çözülmeyi bekleyen bazı ekonomik ve politik sorunların futboldaki paralellerinin özgünlerinden daha önce çözülmüş olması. Örnek olarak Avrupa Birliği’nin “unity in diversity” yani farklılıkta birleşim sloganının önerisini (bu farklı kültürlerden ülkeleri bir çatı altında toplamak oluyor) Avrupa Birliği’nin futboldaki paralelinin (UEFA) aslında uyumlu bir şekilde uygulamakta olması. Yerel takımların daha yüksek düzeye ulaşmaları ve egemen takımlarla başa baş mücadele etmeleri bundan farklı bir konu ama dediğim gibi futbol yoluyla bazı şeyleri kanıtlamak mümkün.

Bundesliga’dan çıkıp çok farklı bir konuya girdim. Ben bütün yazılarımda Bayern’i hep tepeye ayrı bir kategori olarak koydum. Geçen senenin kupa ve lig şampiyonu olsa da Werder Bremen’i oraya koyamıyorum. Almanya ligi tabi güçlü ekonomik bir ortamda geliştiği için bizim çok daha önümüzde ama yine de güçsüz doğu ve güçlü batı olarak ayrılması açısından bize benziyor. Ayrıca Bayern’in diğer takımlara olan ekonomik eziciliği de Bundesliga’nın kaçınılmaz gerçeği. İtalya’da Juventus ve iki Milan devi tekelleşmenin örneği. Bunun İngiltere’de farklı olduğunu düşünüyorum. Geniş tarihinde çıkardığı şampiyon sayısı olsun Avrupa’da başarı yakalamış takım sayısı olsun İngiltere’deki futbol organizasyonunu Avrupa’nın en tepesine yerleştirmek için yeterli. Yerel taraftarı tribüne çekmek, sürekli yeni güçler yaratabilmek çok iyi başardıkları bir olay. 2000 2001 Leeds, yaşım yetmiyor ama 1980 lerde Nottingham Forest gibi örnekler ve şimdi onların yerinde esen yeni takımlar İngiltere Ligi’nin bu tekelleşme sorununu aşan bir lig olduğunu kanıtlıyor. Biz tabi lig tarihi olarak İngiltere Ligine göre çok yeniyiz. Bundesliga gibi bizim ligimiz de 1963 de kuruldu ve ama tekeli kırmak için önemli çıkışlar görünüyor. Başta bahsettiğim olay bir örnek ve ben destekçisiyim.

Uzattım galiba sıkıcı ve dağınık olmuşsa okuyanlardan özür dilerim. Farklı bir şey yazmak istedim. Okuyanlardan ricam olumlu olumsuz tepkiniz olursa mail atmanız.

BUNDESLIGA DA ARAYA DOGRU

17 maçlık ilk maç serisi bitmeden önceki iki maçtan ilki bu hafta sonu oynanacak. Devre arasına nasıl bir formla ve kaç puanla girileceği önemlidir. Duruma göre devre arası beklentiler daha kesinleşecek ve ona göre transferler ve düzenlemeler yapılacak. O açıdan bakarsak son iki hafta çok önemli maçlara sahne olacak.

Haftanın maçlarına şöyle bir bakalım:

Cumartesi

Freiburg – Bremen : Werder bu maçı alıp devre arasına şampiyonluk iddiasını kanıtlamak isteyecektir.
Hamburg – Hannover: Formda Hamburg bu maçı almayı çok isteyecek. Sene başındaki Avrupa Kupalarına katılma amacı yolunda önemli bir maç.
Bielefeld – Rostock: Bielefeld kendi sahasında birçok puan kaybetti. Bu sefer favoriler ama bence ortada bir maç olacaktır.
Stuttgart – Bochum: Kötü gidişe dur demek ve devre arasına biraz daha formda girmek Stuttgart için çok önemli. Bochum ise Lokvenc’ ten yoksun olacak.
Leverkusen – Wolfsburg: Wolfsburg’ da Hofland yok Petrov şüpheli. Oynamazsa Leverkusen için iyi bir hafta olabilir.
Nürnberg – Bayern: Bayern yenip uzun süre sonra elde ettiği liderliği devam ettirmek isteyecek ve karşılarında bu isteğe cevap verebilecek bir takım yok.
Hertha – M’Gladbach: Gladbach kötü gidiyor ve küme düşme potasının bir üstündeler. Hertha formda ve bu maçı da alıp yukarı yanaşacaklar gibi.

Pazar

Dortmund – Schalke: Sezonun müzmin inişte olan takımı ve çıkışta olan takımı oynuyor. Schalke hafta içi kaybederken bazı yıldızlarını dinlendirdi.
Kaiserslautern – Mainz: Evine daha başarılı bir performansı olan Slautern bu maçta kazanmayı her zamankinden fazla isteyebilir.


BOMBA HABER: ILHAN HERTHA’YA ÇOK YAKIN

Hertha Berlin sakatlıkları atlatan İlhan’ı ara transfere kadar deneyecek ve büyük ihtimalle ara transferde kadrolarına katacaklar. Eğer olursa Marcelinho, Yıldıray ve İlhan dan oluşan hücum hattı zevk verebilir. Bence başarılı bir transfer olacaktır. Almanya’ya pek yabancı olmayan İlhan uyum sorunu da çekmez diye düşünüyorum.

3.12.2004

Hollanda'da Genel Vaziyet

Hollanda ‘Eredivise’de 14. Hafta sonunda PSV hala liderliğini koruyor. Sezon başından beri ligde mağlubiyet yüzü görmeyen PSV, bu hafta da kendi sahasında Twente’yi 2-0 mağlup etti ve üst üste 10. haftayı gol yemeden tamamladı. Defansif açıdan diğer Hollanda takımlarından çok daha ustun olan PSV, bu üstünlüğü büyük ölçüde, Bouma ve Alex ikilisine borçlu. Ayrıca defansında 28 yasin üzerinde sadece bir oyuncu (Andre Ooijer) bulunuyor. Bu yas ortalamasını göz önünde bulundursak, PSV’nin Avrupa kupalarında ve Hollanda’da uzun seneler onu acık gibi gözüküyor. İkinci sırada yer alan AZ Alkmaar ile arasındaki 7 puanlık farkı koruyan kırmızı beyazlılar, ayrıca Şampiyonlar Ligi’nde başarılı sonuçlar almaya devam ediyor. E grubunda liderliğini devam ettiren PSV, 5. maçlar sonucunda Arsenal, Rosenborg ve Panathinaikos ile yer aldığı gruptan çıkmayı garantiledi.

Öte yandan Ajax, PSV kadar başarılı sonuçlar alamıyor. Ligde 3. sırada olmasına rağmen, lider ile arasında 10 puan fark bulunuyor. Son 4 maçında 10 puan toplayarak, iyi bir grafik çizen Koeman’in öğrencilerinin şimdilik şampiyonluk hayalinden biraz uzaklaştığını görüyoruz. 1995lerdeki efsanevi kadrodan sonra Avrupa’da 2001de oynadıkları Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinden başka başarılı sonuçlar elde edemeyen Ajax, Şampiyonlar Ligi’nden de elendi. 5 maç sonunda 3 puanla Tel-Aviv’in üzerinde, UEFA Kupası’nı bekliyorlar. Ligde ve Avrupa’da bu vasat grafiğin yani sıra, Ajax’ın genç kadrosunda çok kaliteli oyuncular var. Özellikle mesafe tanımaksızın çok iyi sutlar atan 20 yaşındaki Wesley Sneijder’i dikkatle takip etmenizi öneririm. Rosales, Sonck ve Van der Vaart, ofansif açıdan Ajax’a gol yollarında hız kazandırsa da, defansta oynayan 20 yaşındaki Heitinga ve 19 yaşındaki De Jong’un biraz daha zamana ihtiyacı var gibi. Ajax defansı Şampiyonlar Ligi’nde 5 maçta 8, Eredivisede 14 maçta 16 gol yedi.

Gecen sene ortalarında çıkışa gecen AZ Alkmaar, bu sene de sürpriz sonuçlar alıyor ve ligde 2. sırada yer alıyor. Mac başına 2.5 gol ortalaması ile oynayan AZ Alkmaar, bu hafta Feyenoord’u deplasmanda yenmeyi başaran Gronigen’i yendi. Huysegems’in başarılı performansı son haftalarda dikkat çekiyor. AZ Alkmaar’in, 7 haftalık galibiyet serisini bu hafta da sürdüreceğine inanıyorum. Pazar günü kendi sahasında ligin en zayıf ekiplerinden Den Haag’I ağırlayacak olan AZ Alkmaar’in rahat bir maç çıkaracaktır.

Hollanda’da büyük düşüş gösteren iki takim Feyenoord ve Vitesse. Özellikle Feyenoord son 3 haftada 7 puan kaybederek, liderin tam 11 puan gerisine düştü. Feyenoord’un bu sonuçları, 2 yıl önceki Galatasaray’ı hatırlatıyor. Ligde aldıkları başarısız sonuçlara rağmen, UEFA Kupası’nda tam gaz devam ediyorlar. Dirk Kuijt ve Kalou’nun başarılı performansı mı takimi ayakta tutuyor bilinmez ama Avrupa’da başarılı olduklarını söylemek lazım. Son maçta Schalke karşısında maçın başında geri düşen Feyenoord, Fildişili 19 yaşındaki futbolcusu Salomon Kalou’nun ayağından kazandığı iki golle maçı 2-1 önde bitirdi ve UEFA Kupası’nda üst turda yer alacak 32 takimin arasına adini yazdırdı. Bakalım Feyenoord’un önümüzdeki haftalarda performansı nasıl olacak? 15. haftada orta sıralardaki NEC Nijmegen ile karşılaşacak kırmızı beyazlılar daha sonra kendi evinde lider PSV’ yi ağırlayacak. O maçı heyecanla bekliyoruz. Eğer Feyenoord PSV’ yi yenerse, şampiyonluk iddaasını son haftalara kadar sürdürecektir.

Ligin üst sıralarında durumlar böyleyken, De Graafschap, Roosendaal ve Den Bosch son 3 sırayı kimselere kaptırmamakta kararlı. PSV, Alkmaar ve Ajax sırayla 38,31,28 puana sahipken son üç takimin toplam puanı 21 ediyor. Bu da Hollanda Ligi’ndeki güç farklılıklarını ortaya koyuyor. Yıllardır şampiyonluk yarışı 4-5 takim arasında geçiyor ve çok farklı skorlar alınabiliyor. Örnek olarak Roosendaal’ı verebiliriz. 14 maçta 40 gol yemek hiç de kolay bir is değil.

Orta sıralarda ise isler Hollanda’da dengeli gidiyor. Lige iyi başlayan Vitesse 6 maçta 4 galibiyet 1 beraberlik 1 yenilgi almıştı. Su anda Vitesse ligde 6 galibiyet ile 8. sırada bulunuyor. Bu büyük düşüşün ardında futbolcuların başarısız performansının yanı sıra teknik sorumlu Edward Sturing’in de büyük payı var. İlerleyen haftalarda Vitesse’yi kara günler bekliyor.

Sezona kotu başlayan Gronigen iyi sonuçlar almaya başladı. İlk 5 maçta galibiyet yüzü görmemelerine rağmen, su anda ligde 10. sırada yer alıyorlar. Yeşil-beyazlılar topladıkları puanlarla, düşme potasından oldukça uzaklaşıp rahatladılar. Williem II, Roda JC, Nac Breda orta sıralardan kopamıyorlar. Sezon başından beri 7-12 sıraları arasında gidip gelen bu 3 takim, sezon sonunda da bu gidişle ayni yerde olacaklar.

Ligin en çok berabere kalan takimi Waalwijk, bu hafta da bu geleneğini bozmadı ve Vitesse ile 2-2 berabere kaldı. Hollanda Eredivise’den 14. haftanın toplu sonuçları söyle:

AJAX - Roosendaal: 4-1
Gronigen - AZ ALKMAAR: 1-2
UTRECHT - De Graafschap: 1-0
NAC BREDA - Den Bosch: 3-0
Heerenveen - Feyenoord: 2-2
NEC Nijmegen – Roda JC: 1-1
Den Haag – WILLIEM II: 0-1
PSV EINDHOVEN – Twente : 2-0
Waalwijk – Vitesse : 2-2

15. hafta maçları:
Cuma: RKC Waalwijk - Ajax Amsterdam
Cumartesi: De Graafschap - PSV Eindhoven
Roosendaal - NAC Breda
Roda JC – Groningen
Twente - FC Den Bosch
Pazar: AZ Alkmaar - ADO Den Haag
Feyenoord - NEC Nijmegen
Vitesse – Utrecht
Willem II - SC Heerenveen

Ajax, Feyenoord, Alkmaar ve PSV rahat kazanacak gibi duruyor bu hafta. Vitesse-Utrecht maçında beraberlik yüksek ihtimal. Gronigen de Feyenoord’a yaptığı gibi Roda’ya da bir deplasman sürprizi yapabilir. Haftaya görüşmek üzere.

2.12.2004

Bundesliga'da Neler Oluyor?

Kaliteli ama dengesiz olarak nitelendirdiğim Hertha Berlin bu hafta önemli bir adım attı ve kaptan Friedrich’i takımda kalmaya ikna etmiş gözüküyorlar. Milli oyuncunun kalacak olması kulübü rahatlatacağı kesin.

Kasım ayının oyuncusu adayları Schalke’den Lincoln, Hamburg’dan Barbarez ve Hertha Berlin’den Marcelinho. Benim adayım Barbarez çünkü takımının neler yapabileceğini kanıtlamak önemliydi.

Merchandising gittikçe yaygınlaşıyor. Hannover 96 takımı Christmas cd’si çıkardı. Albümün adı “ Merry Christmas 96”. “ Kırmızılar taraftarları için söylüyor” motosuyla yola çıkan bu satış etkili olacağa benziyor. Geçtiğimiz hafta sonu Stuttgart maçında tanıtılan albüm 5 Eurodan satılıyormuş.

Barcelona’nın düzenlediği hayır amaçlı maçta Dünya Karmasına Bundesliga’dan Van Buyten( Hamburg SV) ve Delron Buckley ( Armania Bielefeld) çağrıldı. Takımda Carboni, Brocchi ve Owen gibi oyuncular var.

Hamburg pazartesi gününe kadar daha önce Los Angeles Galaxy’de oynamış olan Afrikalı Ngwenya’yı deneyecek. Teknik direktörün beğenmesi halinde ara transferde kadroya katılacak.

İlginç haberler böyleydi. Haftanın maç sonuçlarını yorumlamazsak olmaz.

Bayern- Mainz: 4 - 2 Bayern Bundesliga’daki her tartıda ağır basıyor.

Wolfsburg- Hertha: 2 - 3 Hep diyorum Hertha hakkında yorum yok. Yine iyi günleriydi.

Schalke – Bielefed: 2 -1 Aufarena’da öne geçeni Ailton affetmez. (Çok kötü oldu ama olsun.)

Hannover- Stuttgart: 0 – 0 Yenilmeme arzusu ağır basmış herhalde.

Gladbach – Hamburg : 1 – 3 Hamburg hızlandı bakalım kim durdurcak.( Haftaya Hannover bence)

Kaiserslautern – Freiburg: 3 – 0 Maç sonrası, son beş hafta performansına göre dördüncü Kaiserslautern sonuncu ise sıfır puanla Freiburg.

Rostock – Leverkusen: 0 -2 Beklenen olduğu için sıkıcı bir sonuç bence. Hazır Berger’de gelmişken Rostock bi puan alsa ne olurdu sanki?

Bremen – Dortmund: 2 - 0 Sayısız eksikle maça çıkan Dortmund için pek iyi olmadı. Bremen ise geri geldi bence.

Bochum – Nürnberg: 3 -0 Beş hafta sonra maç kazanan Bochum belki de biraz kıpırdanır.

Hafta içinde UEFA kupasında Schalke Feyenoord ile deplasmanda oynuyor. İyi maç olacağı kesin. Diğer maçta ikinci lig takımı Aachen kendi sahasında Rus ekibi Zenit ile oynuyor. Geçen sene kupa finalinde Werder Bremen’e kaybeden Aachen ilk maçında Lille’i yenerek sürpriz sayılabilecek bir galibiyet almıştı. Stuttgart ise bay geçiyor.

25.11.2004

Umduk Bayern Baş Yarıyor…

Sezona kötü bir başlangıç yapan ama son haftalarda iyi bir çıkış yapan Bayern bu hafta çok istediği ve 18 aydır özlemle beklediği liderliğe oturdu ve lig beklediğim halini aldı. Tepede Bayern ve takipçileri. Hep inandığım bir şey futbolda kadronun en önemli faktör olduğu yolunda. (Bkz. ligimizde iki senedir Trabzon’un yaşadığı) Werder geçen sene şampiyon olurken Micoud, Ailton gibi yıldızlarla oldu. Bu sene de Wolfsburg ne kadar hırslı da olsa oyuncuların kapasitelerin tamamını sahaya yansıtmaları gerekiyor. Bayern’e bakarsak ise kadro genişliği ve kalitesi diğer takımlara çok ağır basıyor. Tabiki kadro dışı faktörler de önemli ve Bayern yavaş yavaş hepsini bir araya getirmeye başladı. Kaiserslauten’i cumartesi 3-1 yenip pazar günü oynayacak Wolfsburg’u baskı altına soktular. Wolfsburg ise geçen haftanın takımı HSV ye deplasmanda yenilerek liderliği kaybetti.

Tabi Schalke de boş durmadı. Leverkusen’i deplasmanda rahat yendiler. Bu hafta izleyebildiğim maçta 3-0 gibi temiz bi skorlar kazandılar. Maçın genelinde Schalke üstündü. Ama Leverkusen’in savunması tam bir felaketti. Ne yaptığını bilmeyen bir savunma ile Ailton’a karşı beyaz bayrak çekmekten başka bir şansları yok. Ailto bir gol ve bir asistle maçı koparan adam oldu. Tabi bir oyuncu daha var ki adından çok söz ettirecek. Lincoln gerçekten çok yetenekli. Attığı frikik ve Ailton’un attığı gol öncesi yaptığı koşu ve daha sonrasında Ailton’a asissti bir futbol resitali. Kafası ayakları kadar çalışan oyuncu çok bulunmaz. Lincoln ve Ailton tabi bir de takdire layık Sand gerçekten çok başarılıydı. Leverkusen defansını allak bullak ettiler zaten elle tutulacak bir savunma yoktu. Tabi sonuç da çok bariz oldu. Stuttgart’ta Gladbach’ı yenerek yanaştı. Werder ise senenin sürprizlerinden Bielefeld’e yenilerek biraz geride kaldı.

4 Takım şu an için öne çıkıyor. Ben bunun 5 olacağını hala düşünüyorum. Şampiyonlar ligi Werder’i çok yaralamış gözüküyor. Tabi Ailton da tartı da ne kadar ağı bastığını her maç gösteriyor. Klose daha fazla atmış olsa da Ailton’a değişmem. Şampiyonlar ligine verilen ara Werder’e yarar ve onlar da işin ucundan tutar. Tabi Bayern tepede ve ligi orda bitirmeleri hiç şaşırtıcı olmaz. üç haftadır kazanıyorlar. Kolay maçlar üst üste gözükse de Hannover de vardı bu üç maç arasında. Altta Wolfsburg’un sorununu kör sağır herkes görüyo duyuyor. Evinde 7 maçın 6 sını kazanan takım deplasmanda ise bir hayli zorlanıyor. Volkswagen Arena’da seyircileri ile bütünleşip çok başarılı maçlar oynasalar da deplasmanda aynı skorlardan bahsetmek imkansız. Daha hiç berabere kalmayan Wolfsburg geçen deplasmanda Nürnberg’den 4 bu hafta Hamburg’tan 3 yediler. Hiç iyi sinyaller değil. Hırslı olduklarını üstüne basarak söylemek lazım. Nürnberg maçında maçın başında D’Alessandro kırmızı kart görmüştü. Bu hafta ise 30. dakikada defansın göbeğinde oynayan Hofland ve Quiroga sarı kart görmüştü. Nitekim 70 civarı Quiroga kırmızı kartı gördü ve takımı çaresiz bıraktı. Bu hırs iyi ama seyirci sizden değilse hakem kolay kart çıkarır ve deplasmanlar böyle gitmez. Giderse şampiyonluk gelmez. Schalke ise ligin en dengesiz takımı Hertha’ya kendi sahasında yenildikten sonra deplasmanda şık bir galibiyetler son dokuz maçındaki yedinci galibiyetini aldı. Rangnick ve hücum hattı gerçekten iyi gidiyor. Ligin yetenekli takımı Stuttgart Kuranyi’nin tek goluyle son haftalarda hareketlenen Gladbach’ı geçti ve nefesini hissettirmeye devam ediyor.


Şampiyon olmasına şans vermesem de lige esas renk katan ve Bundesliga’ya bu sene sıkı sıkıya bağlanmamı sağlayan üç takım var. Mainz, Hannover ve Bielefeld. Mainz ve Bielefeld yanılmıyorsam bu sene lige katıldılar. Bielefeld üç hafta önce deplasmanda aldığı puanlarla öne çıkarken evde de kazanmaları halinde bir hayli iyi yerlere gelebileceklerini gösteriyorlardı. Son üç haftada evlerinde iki maç birden kazanıp aradaki Freiburg deplasmanıyla birlikte mükemmel bir seri yakaladılar. Geçen senenin şampiyonu Werder’i bu hafta evlerinde yenerek lige renk kattılar. Haftaya üçü de şampiyonluk adaylarıylar oynuyor. Özellikle deplasman takımı Bielfeld Aufarena’da Schalke’ye konuk olacak. Umarım NTV bu maçı verir. Diğer favorim ise evinde başarılı maçlar oynayan Hannover’in Stuttgart’ı konuk ettiği maç olacak. NTV seçim yapıyor mu bilmem ama şu ana kadar iyi maçlar gösterildi. Bu hafta da iki maçtan biri olursa çok iyi olur.


Arada sırada yazılarda tabloyu ekleyecem
14.Hafta Sonunda

1) Bayern 29 Gol Krallığı
2) Wolfsburg 27 Mintal (Nürnberg): 11
3) Schalke 27 Buckley (Bielefeld): 10
4) Stutgart 26 Neuville (Gladbach): 9
5) Hannover 24
6) Bielefed 23 Sonuçlar:
7) Mainz 22 Bayern – K’slauten 3 : 1
8) Werder 21 Bielefeld – Werder 2 : 1
9) Hertha 19 Mainz – Bochum 1 : 0
10) Hamburg 19 Dortmund – Freiburg 2: 0
11) Leverkusen 19 Leverkusen – Schalke 0 : 3
12) Nürnberg 17 Hertha – Hansa : 1 -1 (Ne istikrar!!)
13) Dortmund 17 Hamburg – Wolfsburg 3 : 1
14) Gladbach 16 Nürnberg – Hannover 1 : 1
15) Kaiserslauten 14 Stuttgart – Gladbach 1 : 0
16) Bochum 11
17) Freiburg 10
18) Hansa 9

HAFTANIN MAÇLARI

Bayern – Mainz : Mainz tam bir sürpriz takımı. Bayern’i berabarliğe tutabilirler.
Hannover – Stuttgart : Haftanın ikinci ilginç maçı. Hannover yenerse birçok şeyi kanıtlayacaklar.
Schalke – Bielefeld: Schalke favori gözüyor ama deplasman takımı diye Bielefeld’e denir. Haftanın en merak ettiğim maçı.
Kaiserslatuten – Freibug: Kaiserslauten yenemezse çanlar kulaklara zarar verebilir. Yenerler diye düşünüyorum.
Bochum – Nürnberg: Ne olur bilinmez bir maç. Bochum da artık bir maç kazanmalı.
Werder – Dortmund: İsmi hoş bir maç ama Dortmund için pek hoş olmayabilir.
Gladbach – HSV : Kadrosuna göre puanı az olan takımlar hırslı oynayacaklardır. HSV iddalı olacaktır.
Hansa – Leverkusen : Hansa ligin diğer bi istikrarsızlık abidesinden puanı kapabilir. Berger’in gelişiyle bi değişiklik olabileceği haftasonu görüldü. Bir BURSASPOR taraftarı olarak Berger’i hiç sevmem ama Almanya’da düşen takımları kurtatan adam rolüyle “ İtfaiyeci” lakabı almış bir hoca.
Wolfsburg – Hertha : Hertha maçları hakkında yorum yok.

22.11.2004

Maksat Bağcı Dövmek

Hem gazatelerdeki abartılı yorumların, hem de benim bu haberlere karşı gösterdiğim tepkilerin makul bir seviyeye inmesi için özellikle bu kadar bekledim. Bir ay önce yerlere göklere sığdıramadığımız milli takımı bu kez her zamanki gibi yine yerin dibine sokuyoruz. Tabii yeniçeri mantığı ile ilk yapılan Ersun Yanal’ın kafasını istemek. Hani sırf başa getirmek için Şenol Güneş’i tazminatını bile ödemeden kovup daha 5. resmi maçına çıkmış adamı. Ersun Yanal yanlış taktik ve takımla çıkmış? Bir ay önce futbolunu göklere çıkardığımız 2002’den bu yana en iyi futbol dediğimiz takımdan tek bir değişiklik yaptı Ersun Yanal. O da o maçın en kötüsü, penaltıyı yaptıran İbrahim Üzülmez yerine Deniz ile başladı. Böylece savunma kurgumuz kalede Rüştü olmak üzere Ümit – Tolga – Servet – Deniz dörtlüsünden oluştu. Her ne kadar bir değişiklik hariç Şampiyonlar Ligi’nde 13 gol yemiş savunma ile sahaya çıksak da bu bana göre son derece olumlu bir düşünceydi çünkü futbolun en koordineli çalışması gereken bölgesi savunmadır. Hücumda bireysel çabalarla gol atabilsen de, savunmadaki bireysel bir hata örneğin ofsaytı bozar ve gol yersin. Bu sebepten atıyorum Ümit – Bülent – Tolga – İ.Üzülmez gibi birbirleriyle yılda en fazla 5 maç oynayan bir savunmadansa Fenerbahçe savunmasının tamamiyle alınmasını doğru bir karar buluyorum. Zaten savunmayı eleştirenler, sadece beğenmediklerini vurguluyorlar ama hiçbir alternatif sürmüyorlar. Hazır savunmadan söz açılmışken bizim Alpay diye bir stoperimiz vardı hatırlar mısınız? Şimdi nerdedir,ne yapar sorusunu kimse soruyor mu acaba? En son geçen haftanın Vatan Pazar ekinde GORA’nın Japon oyuncusunun söylediğine göre Alpay, Uzakdoğu’da gayet düzenli oynuyormuş. Savunmayı beğenmeyenler için alternatif! Savunmada bir tek eleştireceğim nokta var: Her ne kadar Danimarka maçındaki savunmanın aynısı da olsa o maçta oynayan Thomasson, Sheva’nın ancak yedeği olabiliyor. Shevchenko’yu, Servet gibi yavaş bir stoper ile durdurmak saçmaydı.

Orta sahada bir hücuma yönelik, bir savunmaya yönelik oyuncu ile başlamak kötü bir karar değildi. Ancak Gökdeniz, sıkışık alanda istenildiği gibi oynayamadı. Yıldıray’ın oyuna girmesi biraz geç oldu. Yaratıcı oyuncu sıkıntıs olunca, hele bir de 2-0 geriye düşünce en çok kullandığımız hücum sistemine geçtik: Doldur-boşalt. Bunun Ersun Yanal ile bir ilgisi yok. Türk futbolunu karakteristik özelliğidir,eğer takımının ismi Barcelona değilse, oyun sıkınca ha bire topu içeri pompalarız. Yani denildiği gibi “Madem hava topu oynayacaktık, neden Hakan yok” durumu söz konusu değil.Yalnız bunu bile beceremiyoruz. Doldur-boşalt ve korner arışları sadece savunmadan önce kafayı vurmaktan ibaret değildir.Aynı zamanda savunamnın kafayı vurduğu topları karşılamak, tampon yapmaktır. Ancak biz mahallede top oynayan çocuk misali top nereye biz oraya koşturduğumuz için onu da beceremedik.

Oynadığımız oyunun demodeliğinin, yavaşlığının ya da oyuncu yetişmemesinin nedenini ligin kalitesine bağlamak çok yanlış. Bize 3 çeken Ukraya’dan Dinamo Kiev ve Lucescu dolayısıyla tanınan Shaktar dışında Ukrayna Ligi çok güçlü bir lig mi? Euro2004’de hayranlıkla izlediğimiz Çek Cumhuriyeti’nin liginde şike sebebiyle ceza alan takım sayısı dört. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ben sadece desteksiz salladığımızı göstermek istedim.

Futbol artık büyük bir endüstiri olduysa, artık saflığını yitirip tamamen paranın egemen olduğu bir spor haline geldiyse, milyonlarca doların döneceği Dünya Kupası’na, Almanya’da yaşayan 5 milyon Türk’ün dahil olması herkesin işine gelir. Herkes bu amaç için çalışıyor. Danimarka’nın nasıl tartışmalı bir pozisyonla golünün iptal edildiğini ve Gürcistan deplasmanından bir puanla ayrıldığını gördük. Hani maçın başında Nihat’ı bencillikle suçladğımız ama bana göre orada amacının kesinlikle kaleye sut çekmek olmadığını düşündüğüm pozisyon var ya, dikkat ederseniz o ara pasında ofsayt olduğunu göreceksiniz. Futbol eskisi kadar basit bir oyun değil, gelecek sene bitecek elemelere kadar daha çok sular akacak...

Elemelerden kısa kısa...


- Asya 2. tur elemeleri son derece şaibeli bir şekilde sona erdi. 4. grupta Kuveyt ve Çin son maçlara aynı puanda girdi. İki takımü aralarındaki maçları 1-0 kazandıkları için son maçlar sonunda avaraja bakılacaktı. Çin himayesindeki Hong Kong’u 7-0 yendi. Ancak Kuveyt de Malezya’yı 6-1 yenince iki takımın averajları eşitlendi ve 15 gol atan Kuveyt, 14 gol atan Çin’i geride bıraktı. Böylece 2002 finalistlerinden Çin, Dünya Elemelerine çok erken veda etti. Başarısızlığı sorumlusu olarakteknik direktör Arie Haan gösterildi ve işine son verildi. Yerine, 2002 finallerine taşıyan Bora Milutinovic getirtilmek isteniyor.

- İki Kore ülkesi, içlerinden birinin kupaya katılmaya hak kazanması halinde ortak bir takım olarak katılmak için resmi başvuruda bulundular.

- Afrika elemelerinde, lider Fildişi Sahilleri’nin 4 puan arkasında bulunan Kamerun’da, 3-0’lık Almanya yenilgisi sonrası teknik direktör Winfried Schaefer’in görevine son verildi. Koltuk için öncelikli adatlar Jean Tigana ve Reynald Denoueix.

- Kuzey ve Orta Amerika elemelerinde son tura girildi. Son grupta yer alan ekipler: ABD, Meksika, Kosta Rika, Panama, Guetamala ve Trinidad & Tobago. Bu elemelerden 2002’de olduğu gibi ABD, Meksika ve Kosta Rika’nın çokması bekleniyor.

- Okyanus’ya eleme grubunda Avustralya ve Solomon Adaları ilk iki sırayı aldılar. Bu iki takım Eylül 2005’de Play-off’a kalan takım olmak için 2 kez karşılaşacaklar. Bu arada boş durmayan Avustralya hafta içi Norveç ile bir hazırlık maçı yaptı ve 2-2 berabere kaldı.

19.11.2004

Dışarı!

Şeytanlar bir kez daha kendilerinden beklenen seviyenin altında kaldılar. Sayıları herşeyi söylüyor, bu 0-2’lik mağlubiyet Almanya’daki Dünya Kupası hayallerinin bittiği anlamına geliyor. Her ne kadar matamatiksel olarak şansımız olsa da Belçika’nın grubu 2. sırada bitirmesi için mucizeye ihtiyacı var. Bir kısım Flaman ve Valon basının teknik direktör Aimé Antheunis’yi istifaya davet etmesine rağmen, 2006’da bitecek kontratına kadar görevde kalacak gibi. 3 maçta alınan 1 puana rağmen, Belçika Federasyonu da ona desteğini sürdürüyor.

Antheunis’in yanında bir gerçek var ki, Belçika şu anda takımda herkesi aşacak ya da sahada lider olmak için kendine hak tanıyacak bir oyuncuya sahip değil. Bir kez daha gördük ki, Sırplara karşı sahada parlayan tek oyuncu Vincent Kompany idi. Geri kalan için, Peter Vanderheyden kötü bir maç geçirmezken oyuna sonradan giren Luigi Pieroni’de fena değildi. Bunların dışında çoğunluk kesik bir oyun sergiledi, örneğin Bisconti, De Cock, Buffel ve hatta Bassegio.

Herşeye rağmen seytanlar maça kötü başlamadı. Sırplara karşı yapılan kısa paslar maçın başında topun kontrolünün bizde olmasını sağladı. Ancak maçın 7. dakikasında Anderlecht’in orta sahası Walter Bassegio’nun geri pasında Miloseviç, Deschacht’tan hızlı davrandı ve topu kaptı. Ardından topu defansın arkasına sarkan Vukic’e gönderdi.Vukic ayağının dışı ile penaltı noktası üzerinden Sylvio Proto’yu mağlup etti.

Bu arada Belçika iyi organize olmuş Sırp savunması karşısında pozisyon bulmakta zorlandı. 2 atak dışında, Buffel’in kalaci yerinde değilken sağ üstten dışarı çıkan şutu ve verilmeyen Sonck’un penaltısı hariç pek tehlikeli bir şey yoktu. Daha da kötüsü, 59. dakikada Kezman, Sırpların kaleyi bulan 2. şutunda farkı ikiye çıkarmayı başardı. Oyuna 58. dakikada giren Pieroni, 2 defa direkleri salladı ancak 93. dakikada hakem son düdüğü çaldı ve Belçika’nın Almanya ümitleri sona erdi.

Teknik direktörün dışında, Belçika futbol kan kaybında ve bu ulusal takıma da yansıyor. Basit bir seçim listesi: Sonck Ajax’ta oynamıyor, Buffel Feyenoord’da oynamıyor, Clement Bruges’de oynamıyor. E peki bu takımın asları kimler? Bunun dışında Şeytanlar Sırbistan karşısına 4 asından yoksun çıktı: Goor (5 maç cezalı),Deflandre (3 maç cezalı), Mbo ve Emilie M’penza sakatlar.

Yazıyı sonlandırmadan önce, bir kaç satır da kendim eklemek istiyorum.Her ne kadar Şeytanların bu maçı beni derin bir şaşkınlığa sürüklese de 18 yaşındaki Kompany’nin her topa dokunuşu, aynı pozisyon içersinde 2,3 hatta 4 Sırp oyuncuyu geçip savunmayı delmesi bir ziyafetti. Maça defansta başlayan Kompany, sonrasında ortaya kaydırıldı. Vincent Kompany maç boyunca en iyi şeytandı...

17.11.2004

Wolfsburg rüzgarı

Bu hafta NTV ekranlarında izlediğimiz maçta Stuttgart’ı D'Alessandro dan yoksun kadrosuyla 3-0 yenen Wolfsburg haftanın takımı diyebiliriz. Gerçekten Wolfsburg’u izlemek çok zevkliydi. Wolfsburg Volkswagen Arena’da seyircisiyle bütünleşmeyi çok iyi başardı. Petrov’u takımda tutmanın ne kadar doğru bi karar olduğunu bir kez daha gördük. Biraz bencill oynamasına rağmen takımı sürüklemeyi iyi biliyor. Bi kere çok hırslı bu seyirciyi tribüne çekiyor aynı zamanda da tribündekileri de hırslandırıyor. Kanat oyuncularının lider olması çoğu zaman beklenmez ama Petrov Wolfsburgun mental lideri bu kesin. D'Alessandro nun eksikliğinde top çoğu zaman sol taraftan oynandı ve Petrov’un iki golü ile Wolfsburg önemli rakiplerinden Stuttgart’ı rahat geçti ve en önemlisi kendine olan güvenini tazeledi. Takımın artılarından biri 4’lü defansın ortasında oynayan ikili. Quiroga ve Hofland gerçekten yetenekli iki stoper. Defans fizik ve teknik olarak güven veriyor. Bu maçta D'Alessandro'nun yokluğunda defansın önünde iki önlibero oynadı. İki siyahi oyuncu Sarpei ve Thiam fiziksel olarak çok güçlüler. Topla ileri doğru çıkabildikleri nadir de olsa maçın kilidini açan gol Thiam'ın ileri presi ve kaptığı top sonucu oldu. Bitmeyen enerjileriyle bu ikili diğer maçlarda da oynamalı diye düşünüyorum. Karhan ise çok etkili gözükmedi. Sağ tarafa yakın oynadı ama orası yeri değil gibi gözüktü. Forvette ise çok koşan ve top taşıyan Klimowicz takımın birçok pozisyonunda rol oynadı. Genel olarak takım oyunu oynadılar, seyirciyle bütünleştiler ve üç puanı aldılar. Tebrik etmek lazım. Yeni kurulan ve oyun kurucusundan yoksun oynayan bi takım için başarılı bir maçtı.

Bayern sessiz geliyor. Dortmund çöküşte...

İki hafta üstüste aldığı puanlarla Bayern liderin bi puan ardında pusuda bekliyor. Deplasmanlarda zorlanan Wolfsburg'un bu hafta da puan kaybetmesi halinde Bayern özlediği yere gelebilir. Benim tahminim de zaten bu yönde. Bu hafta olmasa birkaç hafta içinde Bayern liderliğe oturur diye tahmin ediyorum. Sürpriz golcü Guerero'nun golleriyle Bochum'u deplasmanda yenen Münich ekibi iki hafta üstüste kazanmanın mutluluğunu yaşıyor. Bundesliga'daki rakiplerine göre üstün bi kadrosu olan Bayern Maggath'ın takıma takımın da Maggath'a alışmasıyla rayına giriyor gibi gözüküyor. Diğer bi dev Dortmund ise tam ters yönde ilerliyor. Deplasmanda ligin alt sıralarındaki ekip Kaiserslauten'e Halil'in yaptırdığı penaltı sonucu yenilerek bir haftayı daha hayal kırıklığı ile kapattılar. Durumları içler acısı. Hafta içi Hannover'e kupada elendiler. Mağlubiyet sonucu Kaiserslauten'in de altına indiler. Küme düşme potasının hemen üstünde duruyorlar. Ziller acaba Dortmund'da kimin için çalıyor? Bunu ilerleyen haftalar gösterecek.

Son iki haftanın sürpriz ekibi Bielefeld. Deplasmanın etkili takımı evinde de Dortmund'u yenince iki hafta üstüste yenmeyi başardı ve 20 puana ulaştı. Bu da küme düşme rakamlarının çok üstünde. 18 takımlı liglerde 40 üzeri puanların çoğu zaman ligde kalmayı başardığı düşünülürse Bielefeld ilk yarıdan kendini güvende hissediyor denebilir. Deplasmanda 12 puan çok başarılı gerçekten. Diğer bif formda takım M'Gladbach ve yeni antrenörleri Hollandalı tecrübeli Dick Advocaat. Haftasonu Nürnberg'i yenip yukarı doğru çıkmaya devam ediyorlar. Kadroları da buna müsait zaten. Son üç haftada alınan 7 puan iyi bir gösterge.

Geçen haftanın bir başka ilginç maçı Schalke - Hertha Berlin maçıydı. Yıldırayın da ilk 11 de oynadığı maçta Hertha Berlin benim beklemediğim bir üç puan aldı. Schalke'nin bu kadar formdayken Aufarena'da galibiyet serisine son vericeklerini düşünmüyordum ama yendiler ve bu sene daha yukarıya gitme potansiyellerin olduğunu gösterdiler. Tabi istikrar önlerindeki en önemli sorun. Bir maçlık performanslar hiç kimseye yaramaz. Tabi ümit milli maçta genç Müller'in ayağının kırılması Hertha için kötü haber.

Hamburg bu haftanın en renkli skorunu aldı ve Doğu Almanya temsilcisi Hansa Rostock'u deplasmanda 6-0 gibi farklı bir skorla yendi. Eski Alman devi yükseliş sinyalleri veriyor. Bulunduğu yerden daha iyisini hakeden takımlardan biri ama bu performansı sürdürmeliler. Tabloda çok çekişmeli bir sezon seziliyor. Tahminim tepede Bayern, Werder, Wolfsburg, Schalke ve Stuttgart'ın olması bunların arasında şampiyonluk şansı en az Stuttgart'ın diye düşünüyorum ve tabiki Bayern en güçlüleri. Düşme potasında Bochum, Freiburg ve Hansa Rostock kara kara düşünüyorlar. Dortmund sezonun en büyük bilmecesi haline gelirken Hertha Berlin ve Leverkusen ligin diğer güçlü takımları. Hannover mütevazi kadrosuyla ne kadar sürdürebilir bence çok değil. Kadrolarında iyi oyuncular(Tarnat, Mathis,Enke) var ama o kadar tepeye biraz hafif kalır. Yine de heyecan katmaları çok güzel.

Bu arada dün Almanya yenilenen teknik kadrosu, daha agresif bir görüntü vermesi beklenen kırmızı forması ile çıktığı hazırlık maçında Klose ve Kuranyi'nin golleriyle 3-0. İki gol atan Klose Dünya Kupası performansını hatırlatırken Klinsmann, Löw ve Köpke'den oluşan teknik kadro taraftarına güven verdi.

BUNDESLİGA'DA HAFTANIN MAÇLARI

Mainz-Bochum: Sezona iyi başlayan Mainz ligin zayıf takımı önünde kazanacaktır.
Bayern-K'slauten: Tabiiki Bayern. tabi olası bir sürprizde Kaiser iyi bir ivme yakalayabilir.
Dortmund-Freiburg: Dortmund bunu da kazanamazsa küme düşsün daha iyi.
Bielefeld-Werder: Werder artık ağırlını koyar ve Bielefeld'e bi dur der. Aksi halde enteresan bir tablo oluşacak.
Leverkusen-Schalke: Kesinlikle haftanın maçı. Geçen hafta Aufarena'da kaybeden Schalke çok hırslı olacak. Ama Leverkusen de güçlü.
Hertha-Hansa: Hertha için iki maç üstüste kazanmanın en kolay yolu.
Stuttgart-M'Gladbach:Haftanın diğer bir iyi maçı. Üç skora da açık.
HSV-Wolfsburg: Deplasmanda tökezleyen Wolfsburg ve 6 gol sonrası HSV. Bayern'e yarayabilir.
Nürnberg-Hannover:Hannover bunu da kazanırsa desteklemeye başlarım!!!

14.11.2004

Arsenal Serbest Düşüşte

Uzun süre siz ortakafagol.com takipçilerineıları yazılarımla ulaşamadım. The Premiership köşesini öksüz bıraktım. Üniversiteye uyum süreci uzun sürdü herhalde. Umarım bundan sonra siteye daha sık yazı yazabilirim.
Son yazımdan bu yana Ada’da işler epey karıştı. Özellikle Avrupa Kupalarının ve Lig Kupası’nın başlamasıyla yoğunlaşan fikstürler, sakatlıkar, istifalar Premier League’in çehresini iyice değiştirdi. Sırayla başlayalım. İlk yazımızın konusu Arsenal.

Rekorların takımı, maç trafiğinin getirdiği yorgunluğa dayanamadı. Geçen sezon çoktandır özlemini çektikleri lig şampiyonluğuna ulaştıktan sonra Nottingham Forest’ın ligdeki yenilmezlik rekorunu kırıp, yine aynı rekoru 47 maça uzatan “Topçular,” bekaretlerini ezeli rakipler Manchester United’a kaybettiler. Aynı geçen sezonun ilk Arsenal-United derbisi gibi ziyadesiyle olaylı geçen maçta Man Utd, tartışmalı penaltıyla galibiyeti alan taraf oldu. Maçtan sonra, televizyon görüntüleriyle Ruud van Nistelrooy’un Campbell’a yaptığı çirkeflik tespit edildi ve Hollandalı 3 maç ceza aldı. Hatırlayacağınız gibi geçen sezon da van Nistelrooy, Serhat Akın’a özenip artistik hareketlere başvurmuş ve Robert de Niro’yu kıskandıracak dramatiklikteki hareketleriyle Arsenal’li oyuncuların kart yağmuruna maruz kalmasına neden olmuştu.
Ancak Arsenal’in bu düşüşü adeta geliyorum demişti. Geçtiğimiz sezon kazanılan şampiyonluk sonrası Wenger ve adamlarının en büyük hedefinin yıllardır boyunları bükük terk ettikleri Avrupa’da elde edilecek bir başarı olduğunu herkes biliyordu. Arsenal, sezon öncesi bütün bahis şirketlerinin Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu için en büyük aday olarak kendilerini göstermelerinden de büyük ölçüde gaza gelmişti. Ancak Rosenborg ve Panathinaikos’a karşı üst üste alınan beraberlikler takımın moralini ve kondisyonunu olumsuz etkiledi. Peki Arsenal’in bu düşüşünün nedenleri neydi?
Evet, Arsenal belki de ligdeki en uyumlu ve “takım gibi” takım, oyuncuları birbirine uyum sağlamışlar, ancak Arsene Wenger’in oyuncularını bir türlü verimli bir rotasyona oturtamaması yıllardır Arsenal’in başındaki en büyük dert. Burada dünyaca ünlü bir takım olmasına rağmen, sezonun başından beri bir maça dahi Ashley Cole, Lauren, Kolo Touré ve Henry’siz çıkmamış bir takımdan bahsediyoruz. Tamam Henry belki dayanıklılığı ve sakatlanmama gibi özellikleriyle bir futbol fenomeni olabilir (kendisi bu durumu antrenmanları ve maçları dışında bütün gün yemek yiyip uyumaya ve karısı Claire’yle vakit geçirmeye borçlu olduğunu söylüyor), ama özellikle diğer oyunculardaki performans düşüşü sezon başına bakıldığında oldukça belirgin. Wenger hoca belki de uçak fobisi yüzünden İngiltere dışına çıkamayan Bergkamp’ı özellikle lig maçlarında oynatmadığına pişmandır. Zira veteran futbol psikopatı, sezonun ilk maçlarında beş sene gençleşmiş bir görüntü sergilemişti. Bergkamp’ı bıraktık, bu takımda geleceğin yıldızı statüsünde Gael Clichy, Jermaine Pennant, van Persie gibi oyuncular var. Rotasyondan faydalanan tek gencin Fabregas olması düşündürücü.
Bir de Arsenal’de ciddi bir zihinsel konsantrasyon sorunu var. Neredeyse tüm maçlarda, ilk golü attıktan hemen sonra bir gol yemeyi takım adet haline getirmiş durumda. Maçların kazanıldığı günlerde de mevcut olmasına rağmen sonrasında atılan minimum 2 gol nedeniyle kimsenin dikkatini çekmeyen bu kronik sorun, özellikle son Crystal Palace-Arsenal maçında iyice ayyuka çıktı. Bu kadar ciddi hedeflere oynayan bir takımın oyun disiplininden bu kadar kolay kopması rakiplerinin affedecekleri bir hata değil. Nitekim önce Crystal Palace affetmedi ve Arsenal bütün maç savunmasını açmaya didindiği rakibinin kaleye ilk şutunda golü yedi. Ardından da Mourinho’nun Chelsea’si liderliği kaptı. Bakmayın siz, Arsenal bu hafta Tottenham’ı çok önemli bir Londra derbisinde 5-4 yenmiş olabilir (son 4 maçtaki ilk galibiyetleri) ancak Campbell’sız (Cygan’lı) defansın düştüğü içler acısı durum ortada. Özellikle oyun disiplini ve yan toplar konusunda sezonun ilk yazılarından beri belirtmekten dillerimizde tüy biten sorunları yaşıyorlar.
Ne diyelim, Allah sabır versin, diyoruz…

4.11.2004

Avrupa futbolunda sürprizler - Üçüncü bölüm : Galatasaray SK - 1999 / 2000 UEFA Kupası sahibi

Yerel basında olsun, Avrupa basınında olsun genel görüş Türkiye’de futbolun çok sevildiğidir. Okumaya başladığımdan beri futbolla ilgilenen ve Türkiye’de doğmuş, burada büyümüş biri olarak bu genel görüşe katılmıyorum. Türkiye’de futbol fanatizmi vardır ancak bunun kaynağı futbol sevgisi değil hayatlarına anlam arayan Türkiyeli vatandaşların hayatlarını adayacakları bir konu olarak futbolu seçmiş olmalarıdır. Türkiye’de futbolsever olarak adlandırılan futbol izleyicilerinin geneli kendilerini futbola mecbur hissederler. Tüm diğer zorunluluklarını bir kenara atıp maç izlemeyi tercih edenler bunu içlerindeki maç aşkından dolayı değil geceleri rahat uyuyabilmek için yaparlar. Çalışmaktan kalan zamanınızın çoğunluğu özellikle kahvehane gibi erkek egemen sohbet mekanlarında geçiyorsak ortama kabul edilmek için mutlaka futbol bilginizin olması gereklidir. Çok şey bilmeniz beklenmez, medya organlarındaki spor programlarını üstünkörü takip etmeniz yeterlidir. Kendinize özgü görüşlerinizin yerine futbol ulemalarının yargılarını kabul etmeniz ve onları savunmanız da şarttır. İşte o zaman futbolsever olarak adlandırılırsınız. Oysa bu futbolseverlerin hiçbirini maç izlerken keyifli bir halde göremezsiniz. Ya takımları zor durumda oldukları için kızgındırlar ya da takımları önde olmalarına rağmen memnuniyetsiz ve streslidirler. Ne zamanki maç biter, futbol sona erer onların da mutluluğu başlar. Mutluluklarını da rakip taraftarlarla atışarak, caddelere çıkıp başka bir zaman yapamadıklarını yaparak(örneğin yeni aldıkları silahlarının yeteneklerini test etmek), içlerindeki bağırma çağırma, dağıtma isteklerini tatmin ederek gösterirler. Önemli futbol zaferlerinden sonra meydanlarda oluşan kalabalıkların coşkusu tüm kanallardan canlı olarak yayınlanır. Ertesi gün ise günün ölü-yaralı bilançosu yayınlanır ve olayların tekrarlanmaması temennileriyle programlar bitirilir. Peki yurdum insanı futboldan ne beklemektedir ki ? Tuttukları takımlarının yerel ligde başarılı olması mı, yaşadıkları ülkenin futbol takımlarının uluslararası platformlarda başarılı olması mı, yoksa milli takımın önemli rakiplere karşı tek maçlık galibiyetleri veya uluslararası turnuvalarda ülkenin gururunu okşayacak sonuçlar almasını mı beklemektedir? Muhtemelen hepsini birden istemektedir. Kendi işlerinde bulamadıkları tatmini futbolda aramaktadır. Futbol bir spor dalı olmaktan çok yurdum insanının hayallerinin gerçekleştiği yegane alana dönüşmüştür. Bu yüzdendir ki Türkiye’de futbol oynamak, takım yönetmek ve futbol klübü idare etmek zordur. Beklentiler yüksek olduğu için taraftarın isteklerine cevap vermek zordur. Başarılarınız, üzerinden kısa bir süre geçer geçmez yeni hedeflere dönüşür ve hedefe ulaşamadığınızda eski başarılarınız bir kalemde silinip tamamen başarısız ilan edilir ve gitmeye zorlanırsınız. İşte böyle bir ortamda, 17 Mayıs 2000 tarihinde Galatasaray SK, Kopenhag’da yapılan UEFA kupası finalinde İngilizlerin ünlü takımı Arsenal karşısında galip gelmiş ve Türk futbolu tarihinde ilk kez bir Avrupa kupasında final oynayıp kupayı almıştır.

Avrupa arenasında büyük bir sürpriz olarak değerlendirilen bu başarı Türkiye kamuoyunda destansı bir zafer olarak nitelendirilmiştir. Başta teknik direktör Fatih Terim ve takımın Romen yıldızı Hagi olmak üzere takımın tüm oyuncuları kahraman ilan edilmiştir. Türkiye hükümeti ülke tanıtımına katkısından dolayı kulüp yönetimini, teknik kadroyu ve takım oyuncularını ödüllendirmiştir. Yerel basın Galatasaray kulübünü yılın hatta asrın takımı seçmiştir. Rakip takımlar da bu tarihi başarıya imrenerek bakmış ve benzeri bir başarı için takımlarını yenileme yoluna gitmiştir. Kısacası ülke futbolunda çıta yükselmiştir. Ne yazık ki geçen dört sene içinde bu başarıya yaklaşılamamıştır. Belki 2001 yılında yine GS’nin Real Madrid karşısında kazandığı Süper Kupa finalini ve Şampiyonlar Ligi’nde yine Real Madrid’e karşı oynadığı çeyrek finali bu genellemenin dışında bırakabiliriz. Ancak yine de rahatlıkla söyleyebiliriz ülke futbolu GS’nin UEFA şampiyonu olmasından gerekli dersleri alamamıştır. Ülkeler bazında yükselmiş olan Türkiye’nin puanı hızla düşmektedir ve yakın bir gelecekte de herhangi bir futbol takımımızın bir kupa finali oynaması beklenmemektedir. Peki ne oldu da GS şampiyon oldu ve ne oldu da kupanın sefasını sürmeden takım dağıldı, kulüpler bazında bir daha yarı final bile göremedik?

Fatih Terim, 1996 yazında Türkiye milli takımıyla tarihinde ilk kez İngiltere’deki Avrupa Futbol Şampiyonası’na katıldığında turnuva sonrası için GS ile anlaştığı biliniyordu. Turnuvada çok başarılı olmamasına rağmen Terim’e güven devam ediyordu ve o da 3 yıl üst üste takımını Türkiye Ligi’nde şampiyon yaparak bu güveni hak ettiğini gösteriyordu. Yine de takımlarından Avrupa’da başarı bekleyen taraftarlar hayal kırıklığı içindeydi. 1999-2000 futbol sezonuna girilirken GS’nin öncelikli hedefi Avrupa’da başarıydı. Şampiyonlar Ligi eleme turunda Rapid Wien’i iki maçta da yenerek eleyen GS’nin H grubundaki rakipleri AC Milan, Chelsea ve Hertha Berlin takımlarıydı. Daha önce hiç gruptan çıkamayan GS’ın hedefi bu sefer gruptan çıkmaktı. İlk maçta Berlin takımıyla kendi evinde 2-2 beraber kalan GS, ikinci maçta Milano’ya gidiyor ve 2-1 yenilerek İstanbul’a puansız dönüyordu. İkinci deplasman maçını Londra’da oynayan GS, oradan da 1-0’lık mağlubiyetle evine dönüyordu. Kendi evinde Chelsea takımıyla karşılaşan GS bu maçta tarihinin en ağır yenilgilerinden birini tadıyordu:0-5. Taraftar, spor yazarları ve yönetim kızgındı. Kulübün maddi sorunları vardı ve kaliteli yabancı alamamışlardı. Mevcut yabancıların en iyileri Hagi, Popescu, Taffarel iyice yaşlanmışlardı ve nerdeyse son sezonlarını oynuyorlardı. Diğer yabancılardan ise sadece Capone düzenli olarak kadroya girebiliyor, Bruno ve Marcio pek süre alamıyorlardı. Hakan Şükür ve Arif ikilisi çok gol kaçırıyor, defans bazen akıl almaz hatalar yapıyordu. Ancak Fatih Terim her zaman oyuncularının arkasında oldu. Takımına inandı ve eleştirilere karşı takımını hep korudu. Usta bir motivasyon hocası olarak takımını Berlin deplasmanına hazırladı ve elde ettikleri 4-1’lik galibiyetle de amaçlarına ulaştı. Son maçlarını AC Milan’la Ali Sami Yen’de oynayacaklardı ve bu maçtan alacakları üç puan onlara UEFA yolunu açacaktı. Aynı zamanda Milan’ı kupanın dışına iteceklerdi. Maç heyecanlı bir çekişmeye sahne oldu. Son dört dakikaya 2-1 yenik giren GS, 87’de Hakan Şükür ve 91’de de Ümit Davala’nın penaltı golüyle 3-2’lik galibiyete uzanıyordu. Bu galibiyet gelecek sürprize açılan bir kapı görevini görüyordu.

İlk rakip Bologna’ydı ve deplasmandan beraberlik dönen GS, kendi evinde 2-1 kazanarak tur atladı. Aslında önceleri UEFA kupası pek ciddiye alınmıyor, Şampiyonlar Ligi’nden elenmenin hayal kırıklığı devam ediyordu. GS; Terim’in istediği baskılı futbolu zaman zaman oynayabilse de sürekliliğini kaybediyordu. Güçsüz bir İtalyan takımı olsa da Bologna zorlu bir rakipti ve GS böyle bir takımı eleyince özgüveni yerine geldi. 4.turdaki rakipleri Almanya’nın B.Dortmund takımıydı. Alman takım yakın geçmişte Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmuş yetenekli oyunculara sahip bir takımdı. Ancak özellikle Hagi önderliğinde Okan Buruk, Emre Belezoğlu, Suat Kaya gibi oyuncularla güçlü bir orta saha kuran GS rakibi orta alanda boğuyor, oyunlarını bozuyor ve Hagi’nin yeteneklerini kullanarak oyun kuruyordu. Forvette Hakan Şükür’den başlayan pres sahanın her yerinde devam ediyor, ayrıca defansta Popescu ve Bülent Korkmaz deneyimli kaleci Taffarel’in önünde sağlam bir hat oluşturuyordu. Kanatlarda Ergün Penbe, Hakan Ünsal, Capone, Ümit Davala, Hasan Şaş gibi alternatifler kadroyu zenginleştiriyordu. Deplasmanda Dortmund takımını 2-0 yenen Cim Bom evinde 0-0 berabere kalıyor ve çeyrek finale yükseliyordu. Takım her maç daha iyi futbol oynuyordu. Hagi hırsı ve liderlik özellikleriyle Terim’in sahadaki en büyük yardımcısıydı. Yönetim önemli bir maddi kriz içindeydi, hatta futbolcuların paralarını zamanında ödeyemiyordu ancak Terim bu durumun takıma yansımasını engelliyor, problemleri sezon sonuna öteliyordu. Çeyrek finalde İspanyol takım Mallorca ile ilk maç deplasmanda oynanacaktı. Kurada da şans GS’ın yanındaydı. Deplasmanda daha iyi oynayan GS Mallorca’yı İspanya’da 4-1’lik skorla bozguna uğratıyor ve neredeyse yarı finale çıkmayı garantiliyordu. Rövanş maçında Ali Sami Yen’e gelen taraftarlar 2-1 takımlarının galibiyeti ile biten maçın ardından yarı final şarkıları söylüyordu. Bu yarı final, Kupa 1’de Türk futbolunun gördüğü ikinci yarı finaldi. İlkini de yine GS, Hagi’nin eski takımı Steau Bükreş ile Şampiyon Kulüpler Kupası’nda oynamıştı. Bu seferki rakip İngilizlerin genç ve gelecek vaat eden takımı Leeds United idi. İlk maç bu sefer İstanbul’daydı. Maç öncesi bir trajedi yaşanıyor ve Leeds United’lı iki fanatik taraftar, kimliği belirsiz kimseler tarafından bıçaklanarak öldürülüyordu. Daha sonra yakalanan zanlılar tahrike kapıldıklarını iddia edecekler ve ceza indiriminden faydalanacaklardı. Ancak olan yine futbola olacak ve GS’nin kazanacağı kupaya kapkara bir leke düşecekti. Leeds United oyuncularının şaşkınlık ve yas içinde oynadıkları ilk maçı GS 2-0 kazandı. İngiltere’de ise Terim ve oyuncularını büyük bir öfke, kin ve intikam çığlıkları bekliyordu. Maça Türk izleyiciler alınmadı. GS sahaya çıktığında on binlerce Leeds United taraftarı çığlıklarıyla ortalığı cehenneme çeviriyordu. Maça hızlı başlayan GS üstündeki baskıya rağmen 2-0 öne geçiyor ancak bu üstünlüğünü koruyamıyor ve maç 2-2 beraberlikle bitiyordu. Bir futbol maçı değil, kızgın bir topluluğun öfkesi bitiyordu. Ancak hiçbir zaman ölmüyordu. Bir sonraki sezon bu öfke bir başka Türk takımı Beşiktaş’a altı golle patlayacaktı. Galatasaray ise finaldeydi. İnanılmaz görünen bir başarı bir dizi engelin aşılmasıyla gerçekleşmişti. Terim oyuncularıyla gurur duyuyordu. Ancak son maçta kırmızı kart gören genç oyuncu Emre Belezoğlu’na yaptığı çirkin hareket unutulmayacaktı ve gündeme getirilecekti. Finalde cezalı duruma düşen Emre bir sonraki sezonun sonunda GS’dan ayrılacak ve takım arkadaşı Okan ile beraber Inter Milan takımıyla anlaşacaktı.

GS zor bir yarı final serisinden sonra finalde de karşısına yine bir İngiliz takımı buldu: Arsenal. Bu seferki rakipleri en zorlu rakipleriydi ve kupanın da en büyük favorisiydi. GS gibi ŞL’den UEFA Kupası’na geçmişlerdi. Deportivo, W.Bremen, Lens gibi takımları geride bırakıp finale yükselmişlerdi. Teknik Direktörleri ise kariyeri yükselişte bir Fransızdı: Arsene Wenger. Final Kopenhag’ın Parken Stadı’ndaydı. Fatih Terim finale kalmanın kendisine yetmeyeceğini kupayı almak istediğini söylüyordu. Türkiye’deki başarı sömürücü futbolseverler GS’nin başarısından pay çıkarmak için maç saatini bekliyordu. Sonunda maç başladı ancak doksan dakika iki takımın da birbirlerini mağlup etmesine yetmedi. Uzatmalarda Hagi kırmızı kart görünce dengeler Arsenal lehine döndü. Ancak Taffarel’in mucize kurtarışları maçı penaltılara götürüyordu. Penaltılarda daha iyi konsantre olan, belki de daha çok kupayı isteyen GS başarılı oluyor ve mucize üstüne mucize gerçekleşiyor, Türk futbolu Avrupa’da ilk kupasına kavuşuyordu. Fatih Terim ve öğrencileri kupayla poz verdiklerinde başarıya aç bir ulusa yaşattıkları için gurur duyuyorlardı.

Önceki yazımda tanımlamaya çalıştığım Aziz Futbol bu sefer de GS’nin yanındaydı. GS kupayı hak etmişti ancak yine de kupaya ulaşmak için Aziz Futbol’un iznine ihtiyacı vardı. Herkes biliyordu ki penaltılarda Arsenal galip gelseydi kimse kupayı hak etmediklerini söylemeyecekti. Futbol kimsenin kesin yargılarda bulunamayacağı bir spor dalıdır. Bazen takımlar galip gelmeyi beceremezler ve iki takımda galibiyeti hak etmediğinden beraberlik skoruna razı olurlar. Ancak final maçlarında iki takımın da kupayı kaldırması kabul edilemeyeceğinden ki bana göre son derece mantıklı bir uygulama olurdu bu, penaltılar icat edilmiştir. Heyecanlı olduğunu kabul etmeme rağmen futbolun ruhuna uygun bulmadığım bu çözümü desteklemiyorum. Ancak ufukta daha iyi bir çözüm belirmediği sürece bu uygulamanın devam edeceğini düşünüyorum.

UEFA kupasını kazanan GS bir sonraki sezona Terim’i ve Hakan Şükür’ü kaybederek başladı. Yeni teknik direktör Lucescu takımına Süper Kupa’yı kazandırmasına rağmen iki sezon sonra Beşiktaş’a geçti. Takımdaki erozyon Emre, Okan, Ümit, Taffarel, Popescu, Hakan Ünsal gibi oyuncuların ayrılması Hagi’nin futbolu bırakması gibi nedenlerle devam etti. GS, yönetim değişikliğine rağmen finanssal problemlerle halen boğuşmakta. İkinci Fatih Terim dönemi başarısızlıkla sonuçlandı. Şu an yeni teknik direktör Hagi’den kulübün 100.yılında şampiyonluk bekleniyor ve kimse yeni bir Avrupa Kupası Şampiyonluğu’nun hayalini bile kurmuyor. Belki de oyuncu kaybından daha önemlisi hedef kaybıdır.

Futbolda kazanmanın formülü yoktur. İyi bir takım kurmak sadece başlangıçtır. Başarı sabrın ve kazanma azminin sonucudur. Ne yazık ki ülkemiz sınırları içindeki futbol yorumcuları her geçen gün daha acımasız, sabırsız olmaktadırlar. Daha acısı ise takım yöneticilerinin ve bazen oyuncuların bu tarz yorumlardan etkilenmeleridir. Türkiye Ligi Avrupa’nın ikinci sınıf liglerindendir ve Türkiye’deki büyük kulüpler de Avrupa’nın ikinci, hatta üçüncü torba takımlarıdır. Ancak futbolda dördüncü torba takımlarının da sürpriz başarılara imza attığı görülmüştür. Özellikle istikrarlı bir kadroyla oynayıp takım olabilmiş futbol kulüplerinin Avrupa’nın kadrosu oturmamış zengin kulüpleri önünde her zaman kazanma şansı vardır. Aziz futbolun da yardımıyla kazanmayı sürekli bir hale getirip önemli turnuvaların sonuna kadar gitme ve kupa alma şansları da vardır. İşte bu yazı dizisinde bu tür sürpriz başarıları inceledim. Ülkemiz takımlarının da bu örnekleri dikkatlice incelemesinde fayda var kanımca. Yeni kupaları kazanmanın yolu hatalardan ders almaktan geçer. Yine de gerçek futbolseverin kalbi sadece kazananla atmaz çünkü futbolda kaybeden de futbol oynar bazen daha da güzel oynar ve temelde bir oyun olan futbol da oynamaktan zevk almak için icat edilmiştir. Bize düşen de oynayanların zevkine ortak olmaktır. Bir futbolsever ve iyi bir Fenerbahçeli olarak her zaman top oynamaktan takımımın kazanmasını görmekten daha çok zevk aldım. Herkese de takımları kaybettiğinde veya kazandığında maçı sahada bırakıp sokağa dönmesini ve futbol oynayarak oyundan zevk almasını tavsiye ederim.
Son olarak önümüzdeki Avrupa Kupaları için sürpriz adaylarımı açıklayayım:

Şampiyonlar Ligi: Panathinaikos
UEFA Kupası: Fenerbahçe.(tamamen duygusal)

29.10.2004

Belçika Ligi'nde 10. Hafta

Merhaba! Öncelikle Jupiler Ligi özetleri yazılarımdaki bu küçük kesinti yüzünden özür dilerim ancak her zaman yazmak için zamanım müsait olmuyor.

Westerlo 0 – Mouscron 1
A.A. Gent 3 – Charleroi 1
St-Truiden 2- FC Brussels 0
Beveren 5 – Cercle Brugge 1
Oostende 2 – Lierse 3
Mons 0 – Lokeren 1
Mouscron deplasmandaki 364 günlük galibiyetsizlik serisine Polonyalı forvetleri Marcin Zewlakow’un 28. dakikadaki gölüyle son verdi. Gent ise Charleroilı oyuncuların 2 kendi kalesine golle rahat kazandı ve klasmanda iyi bir sırayı hak ettiğini gösterdi. Ligin alt sırasındaki mücadelede Saint-Trond, pazartesi günü istifası başkan tarafından reddedilen Emilio Ferrera’nın Brussels’i ile karşılaştı. Beveren’in Fildişi Sahillileri perşembe günü UEFA kupasında Stuttgart’tan yediği tarifeyi Cercle’e uyguladı.Oostende evinde bir mağlubiyet daha aldı. Lierse’de Romen Marius Mitu gözkamaştırmaya devam ediyor. Mons ise geçen haftaki Genk beraberliğinden sonra pek bir varlık gösteremedi

Club Brugge 2 – La Louvière 0
Bu hafta Blauw en Zwart, La Louviere ile karşılaştı. Louvierelilerin bir kaç atağına karşılık Brugge’ün defansif sistemi bir kez daha evinde taviz vermedi. Devrenin berabere biteceği düşünülürken Sloven milli oyuncusu Nastja Ceh genç Sylvio Proto’yu yanıltıp fileleri buldu. La Louviere 2. yarıda Brugge savunmasını delmeye çalışsa da başarılı olamadı. Üstelik Gaëtan Englebert, 81. dakikada farkı ikiledi.

Brugge köşesinden not edilmesi gerekenler : Belçikalı milli Philippe Clement bu maçta, UEFA Kupası’ndaki kötü oyunu nedeniyle yedek kulüpesindeydi.(Brugge deplasmanda 2-1 öne geçtiği maçta 3-2 yenilmişti)(onun yerine genç Çek David Rozehnal oynadı) Peter Vanderheyden’nin Betis’e taransferinden sonra Kanadalı yetenekli genç sol bek Michaël Klukowski’ye ilgisi ayyukaya çıktı.

GBA 1 – Standard 0
Standard GBA deplasmanına başarılı serisini sürdürmeyi ve bu cuma Brugge maçına kendine güvenerek çıkmayı umarak gitti.Ancak 54. dakikada Messoudi, kişisel becerisyle şık bir gol attı.Maçın sonunda Eric Deflandre, Rositto’ya yaptığı kamikaze müdahele ile kırmızı kart gördü. Liege takımı UEFA Kupası’ndaki Stau Bükreş yenilgisinden sonra taraftarlarına yeniden güven vermeyi amaçlıyordu ancak bu haftaki Brugge maçına arka arkaya 2 yenilgi alarak çıkacaklar.


Anderlecht 4 – Genk 2
Anderlecht ve Genk geçtiğimiz pazar gecesi karşılaştılar. Anderlecht köşesinde Çarşamba günü maruz kalınan bir Werder Bremen mağlubiyeti ile arka arkaya alınan 2 yenilgi ve Şampiyonlar Ligi’nde 3 maçta sıfır çekme vardı.

Üstelik, Engelaar’in ayağından ilk golü yiyen tarafta Anderlecht oldu. Ancak 24. dakikada Matouku 2. sarı karttan kırmızıyı görünce rüzgar terse döndü. Buna rağmen Genk devrenin sonuna kadar dayandı.İkinci yarıya Broos Fransız Ehret yerine forvet Oleg Iachtchouk’yu alarak başladı ve Oleg 63. dakikada skoru güzel bir kafa vuruşuyla eşitledi. 4 dakika sonra Genk 10 kişi olmasına rağmen Beslija ve Priske’nin kollektif hücumu ile yeniden öne geçti. 76. dakikada Broos yeni bir değişiklik yaptı ve taraftar tarafından yuhalanan Lovre yerine genç Rus Gerk’i oyuna aldı.Oyuna yeni giren Gerk’in ortasında Genk savunması topu kendi kalesine attı. 89. ve 90. dakikalarda Aruna Dindane skoru belirledi.