İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

30.05.2005

Şampiyonlar Ligi Finali İzlemek

Saat 17’ye doğru Taksim’e vardığımızda yavaş yavaş maçın havasına girmeye başlamıştık. Otobüs duraklarının olduğu yerde bin belki de daha fazla Liverpool taraftarı toplanmıştı. Hayatımda ilk defa açık havanın bira koktuğuna şahit oldum. Adamlarının hepsinin kollarının altında 24’lük kolilerde bira vardı. Enver’e “ bu adamlar için bira içmek su içmek gibi bir şey herhalde” deyince Enver bana “sen koltuğunun altında 24’lü su mu taşıyorsun?” diye yanıt verdi. Haklıydı! Kalabalığa baktım. Herkesin kafasında üç aşağı beş yukarı bir İngiliz taraftar tipi vardır: Renkli gözlü, beyaz tenli, yanakları hafif pembeleşmiş/kızarmış ve dazlak. Gerçekten de oradaki tüm taraftarların tipi bu şekildeydi. Herhalde İngiltere’de uzun saçlı taraftarları dövüyorlar! Sarhoş olmuş bir şekilde iğrenç aksanlarıyla şarkı söylüyorlardı. Tek anladığım oyuncuların ismiydi. Başka da hiç bişi anlaşılmıyordu. Bizdeki tezahürat sisteminden oldukça farklıydı bağırma şekilleri. Bunu daha önce Prof. Halil Berktay ile konuşmuştuk. Berktay, biz de kilise kültürü olmadığı için maçlarda şarkı söylemediğimizi söylemişti. İlginç bir bakış açısı açıkçası. Her neyse, Liverpoollu taraftarları gören bazı cin Eğitim-Sen’ciler hemen onların yanlarında protesto yapmaya başladı. Nasılsa, İngilizler varken bizim polisimiz onlara dokunamazdı. Ancak sarhoş ve kalabalık İngilizler, Eğitim-Sen’cilerin elinde megafonu alıp Liverpool diye bağırmaya başladılar. Eğitim-sen’ciler “biz burada eğitim sistemini protesto etmek için bulunuyoruz” deseler de, İngilizler “Evet biz de İngiltere’de eğitime önem veririz” diye geçiştirip megafonla Liverpool tezahüratlarına devam ettiler. Dahası bazı Liverpool taraftarları, Eğitim-Sen’cilerin elinden bayrakları alıp sallamaya başladılar. Komikti Taksim, ama çok daha komik manzaralarla karşılaşacakmışız 2 saat sonra…

Sahil yolu, Yeşilköy, Güneşli’yi geçip İkitelli’ye geldiğimizde artık bulunduğumuz yerin İstanbul ile alakası yoktu. Yolda Liverpool’lu taraftarlarla beraber geldik. Kimisi bildiğimiz taksilere binmişti. Bazı uyanıklar ise arabalarını taksi gibi kullanmıştı. Örneğin 5 İngiliz’in bordo bir Şahin’e tıkıştığını gördük. Adamların hayatındaki sanırım ilk ve son şahine binişleri olmuştur. Başakşehir diye gayet varoş bir yere geldik. Şehrin yol kısmının muhtelif yerlerine “ Welcome to champion Başakşehir” ya da “Sports is friendship and peace” gibi pankartlar asmışlardı. Önce sağlı sollu veletler gözüktü. Yolun kenarında arabalardaki İngilizlere “çak çak” yapıyorlardı. Bazı uyanıkları ise biraz önce bir şekilde öndeki arabalardan aldıkları/çaldıkları Liverpool atkılarını arkadaki arabadaki İngilizlere satmaya çalışıyordu. Daha da dumuru az sonra geldi. Tüm mahalle halkı yolun kenarına inmişti. Yaşlı başlı teyzeler yolun kenarında çekirdek çitletiyorlar, daha gençleri ise ellerindeki Türk bayraklarını sallıyorlardı. Erkeği – kadını, yaşlısı – genci bütün mahallenin işi gücü yoktu ve yoldan geçenleri izliyorlardı. Yanlış anlamayın gelen Başbakan ya da takım otobüsü falan değildi. Allahın liman işçileri idi.

Yol tıkanmıştı. İşin komik tarafı sağımız uçsuz bucaksız çayır, solumuz da öyle. Ama gel gör ki sadece 2 şeritli yol yapılmış. Daha da Türk aklı sanki o saatte karşıdan gelecek varmış gibi gelişi bir türlü gidişe katmadılar. Yolda durmuş etrafı izlerken, birden 10 tane veledin bir tepeye koştuklarını gördüm. Azıcık ilerleyince tepenin arkası gördündü. Dünyanın birası için İngilizlerden teki işiyor, bizim veletler tepeden adamınkine bakıyor, adam da kafayı kaldırmış veletlere bakıyor. Daha sonra yolun tıkanıklığından yararlanan tüm İngilizler yolun kenarını İngiliz sidiği ile doldurdular. Nihayetinde stat göründü ve saatlerdir otobüsün içersinde sıkılan İngilizler, otobüsten indiler ve dağ, tepe, bayır, çayır aşarak stada gittiler. Biz de arabamızı park edip stada girdik. Gazetelerde, yok karaborsa timi yok 3 kademeli güvenlik falan yazıyordu ya. Hepsi palavra. Doğru düzgün üstüm aranmadı bile.

Böylece maça iki saat varken stada girdik. Acıktım. Büfeye gittim. İnanılmaz bir arbede. Bizim büfedekiler İngilizce anlamıyorlar, adamlar da haliyle Türkçe bilmiyorlar. Bu karışıklıktan yararlanıp “bana oradan 2 tane hamburger versene” deyip sıra mıra hiç bir şeyi takmayıp yemeğimi aldım, üzerine bir güzel de İngilizlerden küfür yedim. Neyse yerimize oturduk. Bir tek penaltıların atıldığı tribün Milanlılarındı. Bir de numaralı da bir kısım pek bağırmayan İtalyanlar vardı. Yine de Milanlılar çok daha organize olmuşlardı. Tribünlerde görmüşsünüzdür, oturma düzenleri diklemesine kırmızı, beyaz, siyah şeritler halindeydi. Olimpiyat stadının iğrenç ambiyansında bile karşı tribünden sesleri çok net duyuluyordu. Kalan tribünlerin nerdeyse tamamı Liverpool taraftarıydı. Her taraf kırmızıydı. Liverpool bariz bir şekilde ev sahibi takımıydı maçın. Hatta maç başlamadan önce Milan sahaya çıkarken “ We will rock you” çalarken, Liverpool “You’ll never walk alone” ile çimlere ayakbastı.

Maçın başlaması çok komik oldu. Bizim alıştığımız “santra ile üçleme” olmayınca bizim bulunduğumuz tribünde maçın başladığını idrak etmek yaklaşık yarım dakikamızı aldı. Zaten hemen sonrasında da Maldini’nin golü gelince iki saattir bağıran Liverpoollular yerlerine çöktüler. Kaka döktürüp, Crespo golleri atarken statta mutlak sessizlik vardı. Bu arada Shevchenko’yu statta seyretmek inanılmaz büyük keyif. Televizyon toplu oyuncuyu çektiği için Sheva’nın topsuz koşularını görmek mümkün olmuyor. Sheva yaptığı çapraz koşularla savunmayı dağıttı, son iki golde de çok büyük payı vardı bu açıdan. Stam gerçekten mükemmel bir stoper buna değinmeden geçemeyeceğim. Baros’un geçmesine hiçbir şekilde izin vermedi.

Her neyse. Devre olunca Liverpoollular yeniden canlandılar. Bir kez daha şarkı söylemeye başladılar. Bu arada şunu gördüm, adamların futbol kültüründe teknik direktörün yeri çok büyük. Bizde teknik direktör için yazılmış benim bildiğim bir tek “ Bir günde kral olmadık, bir günde tahtan inmeyiz” var. Oysaki adamlar nerdeyse tüm maç “arı vız vız vız” melodisinde “Rafa Rafael (3x), Rafael Benitez” şeklinde bağırdılar. Zaten pankartlarında da bu yansıyor. Statta bol miktarda “Rafa’s Red Army” ve türevi pankartlar vardı.

Milan’ın göbeğindeki Seedorf – Kaka – Pirlo üçlüsü ilk yarı boyunca kanatları kullanmadılarsa da Cafu’nun sürekli ileriye çıkmasıyla sağ kanatta etkili oldular. Ancak Maldini’nin bunu yapamadığını gören Benitez, soldan bindiren bir Milanlı olmayınca sağ bek Finnan’ın yerine ikinci yarıya Hamann ile başladı. Ancelotti’nin bu hamleye karşılık vermesi epey zamanını aldı ve Serginho’yu oyuna alana kadar iş işten geçmişti.

Gerrard’ın müthiş aşırtması ile arkamdaki Liverpoollular üstlerini çıkarmışlardı. Hemen ardından iki, derken üçüncü golle arkamdakiler birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar. Milan’ın ne olduğunu anlaması 80. dakikayı bulmuştu. Bu dakikadan sonra yeniden kontrolü ele geçirdiler. Her neyse, maça çok fazla girmeyeceğim, zaten izlediniz.

120 dakika boyunca çok saçma sapan hatalar yapan Dudek’in - bu arada 118. dakikada Dudek kurtarmadı, Sheva atamadı.- üç penaltı kurtarması maçın ironisiydi. Maçın oyuncusu Steve Gerrard seçildi ama bence Jamie Carregher’dı. Uzatmalar boyunca Bülent Korkmaz’ın Arsenal maçındaki performansını hatırlatan bir oyun sergiledi. Tüm duran toplardaki kafa toplarını uzaklaştırdı, kaç kere sakatlanma pahasına müdahaleler etti, nitekim sakatlandı da. Sonuçta İngilizler kazandılar, kupayı kaldırdılar, stadı turladılar ve gittiler.

Sabahın 4’ünde ancak vardım eve, yine aynı trafik sorunu yüzünden. Sabah 10.30’da Taksim Meydanı’ndaydım yine, bu kez okula gitmek için. Liverpoollular dolanıyorlardı meydanda. Ellerinde poşetler, içlerinde altılı bira kutuları…

26.05.2005

Bundesliga 2004/05

Bundesliga’da bir sezon bitti şöyle bir panorama çekiyim dedim.

Şampiyon: Bayern Münih. Magath ve ekibi sezon boyunca gittikçe yükselen bir performans çizdiler ve hak ettikleri şampiyonluğa erdiler.

Şampiyonlar Ligi: Schalke. Ragnick’in gelişi ile şampiyonlukta Bayern’e bir süreliğine rakip oldular. Ancak sonradan yaşadıkları düşüş onları asıl hedeflerinden uzaklaştılar. Belki de Ragnick ile başlansa farklı olabilirdi.

Bremen: Geçen sezonun şampiyonu inişli çıkışlı bir sezonun ardından son hafta sonunda Stuttgart’ın yerini çalıp şampiyonlar ligine katılmaya hak kazandı. Ligin en iyi takımlarından biri olmalarına karşın benim tahminim şampiyonlar liginde oynamak onların ligdeki yerlerini etkiledi.

UEFA Kupası: Hertha Berlin: Sezonun bir başka inişli çıkışlı takımı son hafta eline gelen fırsatı tepti ve Şampiyonlar Ligi’ni kaçırdı. Kendi sahalarında Hannover’i yenmek yetiyordu. Tecrübesizliklerine veriyorum.
Stuttgart: Ligi uzun süre ikinci veya üçüncü sırada götürdüler. Şampiyon olamayacakları belli olsa da son haftalardaki saçma puan kayıpları onları Şampiyonlar Ligi dışında bıraktı. Ligin en yüksek potansiyelli oyuncularına sahipler belki ama tecrübesizlik onları da yaraladı diye düşünüyorum.

Küme Düşenler: Freiburg: Ligin başından beri pek varlık gösteremediler. Düşmeyi hak ettiler ve düştüler. Kadro kaliteleri de buna uygun.
Rostock: Ligin devre arasına sonuncu girdiler ama devre arasında Litmanen transferi ile biraz hareketlendiler. Son birkaç haftada düşme potası heyecanını arttırmak dışında pek bi katkıları olmadı. Ligdeki tek Doğu Almanya takımı da düşmüş oldu.
Bochum: Bir önceki sezonun başarılı takımı, bütün yıldızlarını satmanın bedelini ağır ödedi. Zaman zaman iyi performanslar verseler de son 20 haftadır düşme potasından çıkamadılar.

Yılın Takımı: Şampiyon Bayern tabiiki.

Bahsetmeğe Değenler: Mainz. Bundesliga’ya tarihlerinde ilk defa geliyolar. Ligin ilk yarısında sürpriz galibiyetler ile lige renk kattılar. Son 5 haftadaki performanslarıyla da ligde kalmayı hak ettiler. Devre arasında en iyi oyuncularından Azaouagh’ı Schalke’ye sattılar ve biraz düşüşe geçtiler ancak benim en büyük alkışım onlara.

Dengesizler: Wolfsburg: Ligin ilk yarısında tepeye oynayan lige büyük heyecan katan yeni bitme Yeşiller, sezonun ikinci yarısında sakatlıklar falan derlerken sıradan bir orta sıra takımı oldular.
Dortmund: Ligin ilk yarısında isimlerine hiç yakışmayacak bir durumdalardı. Devre arası oldu ne olduysa o zaman oldu. İkinci yarının en başarılı takımıydı belki de. UEFA Kupası’nın sadece 3 puan altında bitirdiler.

Hayal Kırıklığı: M’Gladbach: Kadro-başarı oranı en düşük takım olabilir. Özellikle devre arasında birçok transfer yaptılar. Ben bu kadroyla Dortmund benzeri bir performans bekliyordum ama düşme potasının bir üzerinde bitirdiler.

Gol Kralı: Nürnberg’in Slovak hücumcusu Marek Mintal 24 golle bu senenin gol kralı oldu.

Yılın Oyuncusu: Bence Ballack. Orta sahada her şeyi yapıyor. Gol atıyor, pres yapıyor. Bence Almanya’nın en iyisi. Makaay, Lincoln, Mintal, Voronin, Berbatov, Barbarez, Ernst iyi birer sene geçirdiler.

Yılın Antrenörü: Magath, takımını şampiyonluğa taşıdığı için. Falco Götz, Ragnick iyi sene geçirenler.

Yılın Olayı: Ne yazık ki Hoyzer skandalı.

Sonuç ne bilmiyorum ama sürekli yenilenen stadlar, yüksek seyirci ortalaması, sürpriz ve bol gollü maçları ile güzel bir yıl geçti Bundesliga’da. Şimdi sıra transfer dedikodularında ve bomba transferlerde. Sezon içinde belli olana göre Bremen’in başarılı oyuncusu Ernst seneye Schalke’de olacak. Daha çok transfer olacak heyecanla bekliyorum.

22.05.2005

Sona Yaklaşırken: Ailton vs. Makaay

Tepede olanları konuşmayı severiz biz halk olarak, aşağıdakiler ne yapmış etmiş pek umrumuzda olmaz genelde. Şöyle Bundesliga'nın bugün(20 Şubat) sona eren 22.maç gününe bakınca iki tepe takımının kritik galibiyetleri göze çarpıyor. Bayern Münih ikinci yarının formda takımı Dortmund'u evinde 5 - 0 gibi rahat bir sonuçla geçerken, inatçı takipçisi Schalke04 deplasmanda devre arasının transfer şampiyonu Borussia M'Gladbach'ı 1 - 3 lük sonuçla yenerek nefesini hissettirdi. İki maçın ortak yönü takımların baş golcüleri Ailton ve Makaay 3 gol birden atarak hat-trick(bu sözün Türkçesi var ve bilmiyorsam affola kullanmayı da hiç sevmiyorum) yaptılar. Bu önemli bir nokta bence. Son 12 haftasına girdiğimiz Bundesliga'da yavaş yavaş büyük takımlar ve oyuncular ağırlığını koyacaktır. (benim sene başında çok umutlu olduğum Wolfsburg'un düşüşü de buna örnek) Werder de kazanmaya başladı. İzlediğim kadarıyla Werder Bremen, Bayern Münih, Schalke04 ve Bayer Leverkusen bu ligin ağır topları.(Tarih olarak bakarsak değişir tabi) Bence Werder ve Leverkusen'i sene başında zorlayan, Bayern Münih kadar alışık olmadıkları Şampiyonlar Ligi'ydi. Bu takımlar son haftalarda gördüğümüz gibi lige ağırlıklarını koyuyorlar. (Bu biraz Shaq'ın playoffları beklediği yorumuna benzedi galiba) Werder Bremen, Hamburg SV ve Leverkusen son 5 maçlarının 4'ünü kazanarak tepeye yanaştılar. Hamburg bence diğerleri kadar kaliteli bir kadroya sahip değil ama diğerlerinin Şampiyonlar Ligi sorununu düşününce yukarlarda yer bulmaları olanaksız değil.

Şampiyonluk yarışını ise Ailton ve Makaay dan biri belirleyecek ama bakalım artık... 4 puan gerideki Werder ve takım oyunları da rakip tabi.(Başlık ikili daha etkili. Bir de Klose'yi eklsek kötü olurdu)

Sonuçlara bakarsak fena değiller. Bol gollü maçlar vardı ve haftanın gol ortalaması 3'ün üzerindeydi. Bu da zaten maçlara gelen taraftarı mutlu ediyor olsa gerek ki seyirci ortalamaları çok yüksek. Bu haftaki ortalama 32000 civarıydı ve 20000'in altına düşen hiç yok. Wolfsburg uzun süre aradan sonra evinde sonuncu Hansa Rostock'u 4- 0 la geçti. D'Alessandro ve arkadaşları bir şeyler yapmazlarsa bu takım sıradanlaşır ve Bundesliga için pek hayırlı olmaz. Mainz'in kan kaybı durmuyor. Bielefeld deplasmandan istediği puanı alırken Mainz sessiz kaldı ve Bochum'un da kazanmasıyla ara iyice kapandı. Bochum Freiburg'u 3 -1 kazanırken kümede kalma yolunda güven de kazandı. Hem alt ile farkı açtı hem üst ile azalttı.

Bayern Munich 5 - 0 Dortmund: Bayern ligin en güçlüsü olduğunu gösterdi diyebiliriz. Makaay gerçekten çok kaliteli vuruşlara sahip. Ze Roberto'nun top gösterisi de görmeye değermiş.(Özetlerden gördüğümüz kadarıyla.)

M'Gladbach 1 - 3 Schalke: Golleri daha görmedim ama Ailton müthiş bir iş çıkarmışa benziyor.

Stuttgart 1 - 0 Hertha Berlin: Ne yazık ki NTV'nin canlı verdiği maçı kaçırdım. Ama Stuttgart için kritik bir galibiyet. Hertha için ise söyleyecek söz fazla yok zaten. Sağı solu bu kadar belli olmayan çok takım yok. 11 maçtır yenilmeyen bir takım için üzücü bir son.

Hamburg 2 - 1 K'Lautern: Takahara ve Morreira'nın gollerine Halil Altıntop tek golle yanıt vermiş. Halil gittikçe geliştiriyor kendini. Gol atması veya gol pası vermesi alışılan bir durum oldu. Milli takıma da dönecekti ki kar yağdı. Rückrunde'nin formda ismi denebilir. Hamburg ise kazanmaya devam ediyor. Liderle sadece 7 puan farkları var. Tabi bu yakalayabilirler demek değil ama bulundukları yere güzel bir iltifat.

Nürnberg 2 - 4 Leverkusen: Bu adam attıkça atıyor. Marek Mintal bu senenin yıldız golcüsü. Nürnberg'in küme düşmesini engelleyerek yerel kahraman olacak gibi geliyor bana. Her ne kadar yenilseler de iki gol atıp taraftara umut vermiş. Zaten Leverkusen'i kendi sahalarında yenmeleri zor. Nürnberg ters bir takım. Deplasmanda başarıyı daha çok seviyorlar.

Wolfsburg 4 - 0 Rostock: Hansa Rostock Jari Litmanen ile anlaşınca sürpriz puanlar alır lige yeni bir renk katar diye düşünmüştüm. Schalke'ye yenilmediler diye umutlandım bi ara. Belki bir seri yakalarlar da çıkarlar yukarı diye umdum. Ama olmadı... (Ağlayacam şimdi.) Hansa kısaca her tarafı pis bir durumda. Jörg Berger birkaç hafta Bursaspor'da çalışmış sonra anasının evine geri dönmüştü. Bursa gazeteleri ona Almanya'da İtfaiyeci derler düşenleri kurtarır demişti. Hakkaten adamın lakabı bu. Ama Rostock'taki yangın çok büyümüş ve her tarafa sıçramışa benziyor.

Bochum 3 - 1 Freiburg: Bochum yanan parçaları Freiburg'un üzerine doğru attı maç ile birlikte. Freiburg da onları aldı yanıyo. Alt taraf kızıştı gerçekten. Kritik bir maçtı bu. Ama Freiburg için kötü bitti. Bakalım ilerki haftalarda nolacak.

Hannover 1 - 4 Bremen: Bremen kazanıyor ve yukarıdan puan kaybı bekliyor. Çok güçlüler. Bana kalırsa takım olarak en iyiler. Ancak bir Ailton veya Makaay'dan yoksunlar. Klose iyi güzel ama bu ikisi değil. Zor zamanlarda bir adam çıkar bi vurur maçı değiştirir. Tam rüyalardaki gibi. İşte o adam yok Bremen'de. Micoud tam o adam değil bence. Belki Almanya'nın en etkili oyuncusu ama o kahraman değil. Onun için Bremen arada dizlerini dövüp Ailton için ağlıyodur diyorum. Fabien Ernst de seneye Schalke'ye katılacak. İmzaladı bile. Bir posta da onun için ağlayabilirler...(Deplasman da 1 - 4 kazandıkları bir maç sonrası çok yüklendim galiba..)

Mainz 0 - 0 Bielefeld: Ah Mainz.. Ligin yeni takımı, Bundesliga'da yeni doğmuş bir bebek belki de. Ama bebekler yürümeyi çok kere düştükten sonra öğreniyorlar. Mainz de ilk çıkışında düşecek mi acaba? Halbuki ilk başlarda sürpriz takım, bir mucize diye bahsediyorduk ne güzel. Yeni bir heyecan gelmişti Bundesliga'ya. Gittikçe aşağıya yanaşıyorlar. Umarım düşmezler.


Puan Durumu:

1) B.Münih 44
2) Schalke 44
3) Bremen 40
4) Leverkusen 38
5) Stuttgart 38
6) Hamburg 37
7) H.Berlin 36
8) Wolfsburg 33
9) Hannover 32
10) K'Lautern 31
11) Bielefeld 29
12) Dortmund 28
13) Nürnberg 24
14) M'Gladbach 24
15) Mainz 23
16) Bochum 19
17) Freiburg 16
18) H.Rostock 13

19.05.2005

Futbolun Coğrafyası

Yazı Avrupa futbolundaki başarı dağılımının ekonomik ve kültürel dağılımını anlamak üzere kaleme alınmıştır.

Futbolun ilgi çekmediği Dünya üzerinde pek az yer kalmaya başladı. Çünkü artık o bir endüstri ve pompalanan bir heves. Peki ama şöyle bir düşünürsek futbolu sevmek, başarı için yeterlimi ya da futbol oyununa yetenekli olmak için dünyanın her hangi bir yerinde doğmak mı gerekiyor. Genetik mühendislerine göre futbol geni yok. O nedenle nerede doğduğunuz çok önemli değil. Peki Dünya üstünde futbola bakış açıları ve başarı nasıl dağılıyor.

Yazının yazılmasındaki mantık silsilesi özellikle Akdeniz ülkeleri (Türkiye, Kıbrıs, Lübnan, İsrail, Mısır, Libya, Cezayir, Fas, Portekiz, İspanya, İtalya, Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek, Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan) nin futbola bakışları ve bu ülkelerin ekonomik konjoktürleri ile İskandinav ülkeleri ve Dünyanın diğer bölgelerinin futbola bakışlarının karşılaştırılmasıdır.

Akdeniz ülkelerini genel ve çok şaşmayan bir yaşam mantığı vardır. Siestalar, uzun tatiller, sıcak insanlar, ufak kurnazlıklar bunlardan bazıları. İtalyanlar ve Yunanlılardan çok farklı olmadığımızı anlamamak için kör olmak gerekir. Şunu da herhalde inkar etmeyiz: taraftar portremiz ve oyuna bakış açılarımız. Bizim için futbol bir eğlenceden çok ötede. İngilizler hafta sonlarını geçirmek için futbolu kullanırlarken, almanlar gündüz maçları oynansın diye eylem yapıp, hafta sonu öğlenlerini bira içip maç izleyerek geçirirken, biz de maçlar çok büyük oranla gece oynanır (o sezon daha çok gündüz maçı oynayan takım manasız mızmızlanmalarda bulunur) ölüm kalım meselesidir, ayrıca maç 2 saat, etkileri bir dahaki maça kadar ve hatta bazen bir ömür boyu sürer. Ben atlet giyerek ve yüzünü boyayarak taraftar kılığı tasarlayan iki ülke biliyorum ikisi de Akdeniz ülkeleri. Yani bir yaşam biçimi olmuştur Akdeniz ülkeleri için futbol. Siz bir Başbakanın kulüp başkanlığı yaptığı bir ülke hatırlıyor musunuz, ya da küme düşen takımın siyasi olaylar göz önüne alınarak belirlenmeye çalışıldığı ?

Peki bu başarıyı etkiliyor mu? Yani bu işe önem vermek ve yaşam biçimi olarak görmek bu işte başarıyı getiriyor mu? Cevaplar ortada.

Dünya kupasını kazanan Akdeniz ülkesi sayısı:2
Toplam Dünya Kupası Kazanılma Sayısı:3 (İtalya 2, Fransa 1)
Oran:3/17 0.17
Avrupa Şampiyonası Kazanan Akdeniz Ülkesi Sayısı:4
Toplam Avrupa Şampiyonası Kazanılma Sayısı: 5 (Fransa 2, İspanya 1, İtalya 1, Yunanistan 1)
Oran:5/12 0.41

Peki kulüpler seviyesinde nasıl bu başarı seviyesi.

Ülkeler Kupa Alan Takımlar Toplam Kupa
İtalya 9 35
İngiltere 13 33
İspanya 5 31
Almanya 9 17
Hollanda 3 14
Belçika 2 7
Portekiz 3 7
İskoçya 3 4
SSCB 2 4
Romanya 1 2
Türkiye 1 2
Fransa 2 2
Yugoslavya 2 2
İsveç 1 2
Çekoslovakya 1 1
Macaristan 1 1
Oran:0.481

Cevap en azından milli takımlar seviyesinde hayır. Bu rakamların ifade ettiği önemli şeylerden birkaçı şöyle özetlenebilir. Milli takımlar seviyesindeki başarı ile kulüpler seviyesindeki başarı düzeyi Akdeniz ülkeleri için farklılık gösteriyor. Peki bunun sebepleri neler. Bir liste daha bunun nedenini daha iyi açıklayacak.

Dünyanın En Pahalı Transferleri
Zinedine Zidane (R. Madrid).....45.62 milyon Fransa
Luis Figo (R. Madrid).....37 milyon Portekiz
Hernan Crespo (Lazio).....35.5 milyon Arjantin
Gianluigi Buffon (Juventus).....32.6 milyon İtalya
Christian Vieri (Inter).....32 milyon İtalya Avustralya
Rio Ferdinand (M. United).....29.1 milyon İngiltere
Gaizka Mendieta (Lazio).....29 milyon İspanya
Ronaldo (R. Madrid).....28.49 milyon Brezilya
Juan Veron (M. United).....28.1 milyon Arjantin
Rui Costa (Milan).....28 milyon Portekiz
Pavel Nedved (Juventus).....25.5 milyon Çek Cumhuriyeti
Didier Drogba (Chelsea).....24 milyon Fil Dişi Sahilleri
Nicolas Anelka (R. Madrid).....23.5 milyon Fransa
Denilson de Oliveira (Real Betis).....22 milyon Brezilya
Gabriel Batistuta (Roma).....22 milyon Arjantin
Lilian Thuram (Juventus).....22 milyon Fransa
Claudio Lopez (Lazio).....22 milyon Arjantin
Marc Overmars (Barcelona).....21.6 milyon Hollanda
Ronaldinho (Barcelona).....21.25 milyon Brezilya
Nicolas Anelka (PSG).....20.29 milyon Fransa
NOT: Bedeller avro üzerindendir.

Yani bu ülkeler üretmeden tüketiyor. Daha açık bir deyimle parayı bastırıp eğlenceyi satın alıyorlar. Peki bu ülkelerin ekonomik seviyeleri nasıl? Yani bu transferleri yapacak parayı nerden ve nasıl buluyorlar? Yukarıdaki listede transfer yapan kulüplerden sadece ikisi Akdeniz ülkeleri kulüplerinden biri değil. Çoğu İtalyan kulüpleri tarafından yapılmış ve İtalyan ekonomisi iyi sayılabilecek bir ekonomi. İspanya ve Fransa daha iyi ekonomilere sahip olmalarına rağmen daha az para saçmışlar bu endüstriye. Biz herhalde daha çok benziyoruz İtalyanlara. Akdeniz ülkeleri için ligde kimin şampiyon olduğu, ulusal takımın elde ettiği başarılardan çok daha önemlidir. Çok tanıdık gelmiyor mu size de ?

Şu Akdeniz’in ucunu biraz Amerika’ya uzatsak ortalama bir toplum profili yaratırız herhalde. Yani bu Akdenizlilik ciddiye alınacak kadar önemlidir. Bu ülkelerde oynayan futbolcuların beyanatlarına dikkat edelim. “Ne yapsam olay oluyor, rahat rahat dolaşamıyorum bile” duymayan var mı böyle bir beyanat? David Beckham’ın İspanya’da yaşadığı sorunların arkasında bu gerçek yatmıyor mu? Bu yunan mitolojisine kadar dayanan bir hikaye. Mitolojide halk tanrıları takip ederdi, her yaptıklarını bilmek isterdi. Sonra tek tanrılı dine geçince merak duygumuzu törpülemek amacı ile kendi tanrılarımızı yarattık ve onları takip ediyoruz. Zaman zaman kendi hayatımızdan önemli hale geliyor yarattığımız tanrıların hayatı.

Bu ülkelerin ulusal başarılarının altında güçlü jenerasyonlar ve bir kupa organizasyonuna ev sahipliği yapmak yatıyor. Fransa ve İtalya Dünya kupasını birer kez kendi evsahipliklerinde kazandılar. İtalya bunu iki sefer başka ülkelerde becerdi. Çünkü bu tip başarılar için sabır ve altyapı yatırımları gereklidir. Ve Akdeniz ülkelerinde bu sabır seviyesi yeterli değil herhalde.Fransa bu işi hala borusunun öttüğü ülkelerden topladığı oyuncularla götürüyor.

Yani aslında toplum yani çevremiz her şeyi etkilediği gibi oyuna bakış açımızı da etkiliyor. Akdeniz ülkesi olmak ve Akdeniz insanı olmaktan çok memnunum, sadece mutfak olarak bile güzel bir kimlik ama biraz cool olarak nitelendirilmek de fena olmazdı gibime geliyor.

14.05.2005

Yunanistan Ligi'ne Yürek Dayanmıyor

Yunanistan,2004 Avrupa Şampiyonası'ndaki çıkışıyla herkesi şaşırtmıştı. Yunanistan'ın başarısı kimilerine göre bir tesadüftü,kimilerine göre oynadıkları katı savunmanın eseriydi.Ancak şu bir gerçekti ki;hiç kimse bir türlü kupayı Yunanistan'a yakıştıramamıştı.Sezon başında,Yunanistan takımlarının Avrupa kupalarındaki alacakları sonuçlar merak ediliyordu.

AEK,UEFA kupası 1.turunda puan dahi alamayarak herkesi şaşırttı.Ancak Panathinaikos ve Olympiakos Şampiyonlar Ligi'nde gruplarını üçüncü sıralarda bitirerek yollarına UEFA'da devam ettiler.Panathinaikos 2.turda Sevilla'ya (1-0, 0-2lik sonuçla) Olympiakos 3.turda Newcastle'a (1-3, 0-4lük sonuçla) elendi. Avrupa kupalarında alınan sonuçlar belki tatmin edici değil;ancak Yunanistan Ligi'nin bu sezon bizlere sunduğu heyecan,Yunanistan futbolunun gerçekten ilerlediğini gözler önüne serer gibi.

Avrupa liglerinde sezon sonları yaklaştıkça, takımlar ya bitime birkaç hafta kala şampiyonluklarını ilan ettiler (Chelsea, Bayern Münih gibi) yada çekişme iki takım arasında geçiyor ve biri oldukça şanslı gözüküyor.(Milan-Juventus çekişmesinde Juventus,Barcelona-R.Madrid çekişmesinde Barcelona gibi.)

Yunanistan Ligi'nde ise özellikle bu hafta heyecan üst seviyede. Şampiyonluk mücadelesi veren üç takım bulunuyor.Bunlar; AEK,Panathinaikos ve Olympiakos.Ülkedeki Panathinaikos-Olympiakos çekişmesini bilmeyen yoktur zaten.Basketbolda bu sezon darmadağan olan Olympiakos,en azından futbolda Panathinaikos'u geride bırakmak istiyor.Sezon boyunca bir AEK,bir Olympiakos,bir Panathinaikos lider oldu.

Olympiakos daha başarılı bir sezon geçiriyordu ancak sahasının iki maç için kapatılması ve üç puanın silinmesi gibi olaylar,onlara büyük bir darbe oldu.Bundan AEK ve Panathinaikos iyi yararlandı.28.haftaya Panathinaikos 59 puanla lider girmişti. 2.sırada AEK vardı ve puanı 58di,3.sıradaki Olympiakos'un ise puanı 56ydı.Ama 28.haftada işler değişti.AEK kendi evinde Ionikos karşısında 87.dakikada gelen golle yıkıldı: 0-1.Panathinaikos ise PAOK deplasmanında 1-1’lik sonuçla iki puan bıraktı,ligin gol kralı Konstantinou takımını bu kez zafere ulaştıramadı ve Olympiakos Kerkyra'yı deplasmanını 3-1 geçerek haftanın en karlı takımı oldu.

Önümüzdeki hafta Panathinaikos AEK'yı ağırlayacak ve Olympiakos Panionios'u konuk edecek.29.hafta da tıpkı bu hafta gibi, Olympiakos için karlı geçebilir. Panathinaikos-AEK maçından çıkacak bir beraberlik belki de Olympiakos'u lider yapacak.Yazımın başında da belirttiğim gibi şu anda Avrupa'da üç takımın şampiyonluk iddasının bulunduğu hiçbir lig yok.Komşudaki lig mücadelesine yürekler dayanmıyor.Malesef Türkiye'de uzun zamandır böylesine bir lig mücadelesi yok.Umarım önümüzdeki senelerde Yunanistan Ligi'nin heyecanı bizim ligimize de taşınır.

NOT: Portekiz liginde son iki haftaya girilirken, Benfica ve Sporting Lisbon puanları eşit olarak bir ve ikinci sırayı paylaşıyorlar.Braga dört ve Porto üç puan gerisinde bu takımların ve şampiyonluk şansları matematiksel olarak var.Ancak bu haftaki Benfica-Lisbon derbisinde kazanan şampiyonluğu garantileyecek.Beraberlikte bu iki takımdan biri gene şampiyon olacak diye düşünüyorum.Dolasıyla Avrupa’da üç takımın şampiyonluk mücadelesi verdiği başka bir lig yok derken bu aslında kendi yorumumdu.Tabi olaya matematiksel olarak bakarsak Portekiz liginde şampiyonluk kovalayan dört takım var.Portekiz ligini takip edenler yanlış anlamasın...

8.05.2005

Küreselleşen Futbol

Bu yazının amacı futbolun küreselleşmesine bir başka açıdan bakarak küreselleşmenin taraftara etkisini vurgulamaktır.

Her Türk vatandaşı o veya bu şekilde bir futbol takımını desteklemektedir. Bu düstur gibidir. “Takım tutmayan adam mı olur kardeşim” ibaresi çok haklı görünür gözümüze. Hiçbir takımı desteklemeyen insanlar milli takımı desteklerler. Onu dahi desteklemeyene vatan haini gözüyle bakarız. Herkes futbol endüstrisinden payını alır yani. Peki, küreselleşmenin etkisi bu boyutta nasıl etkiledi bizi.

21.Yüzyılın en moda kavramı küreselleşme bazılarına göre “bizi bu durumlara getiren emperyalistlerin oyunu”, bazılarına göre “yaşamamız icap eden bir süreç”, bazıları için ise “zincirin en önemli merkez halkası”. Peki, bu halka bizim taraftarlığımızı etkiledi mi?

Yanıt kesinlikle evet. İçinizde herhangi bir Avrupa ligi izlemeyeniniz var mı? Sanırım hayır. Peki, ne kadar zamandır izliyoruz bu ligleri? Şifresiz televizyon kanalları bu ligleri göstermeye başladığından beri. 21 yaş kuşağının sadece müziğini hatırladığı, 30yaş grubunun ise izlemek için uykusuz kaldığı ve o zamanlar Avrupa futbolundan haber almanın tek yolu olan “Avrupa’dan Futbol” programı şimdi hepimizin izlemekte olduğu takımları daha güzel göstermiyor muydu? Yani üç beş dakika izlediğimiz özet görüntülerde o zamanın meşhur takımı Atalanta çok daha güzel gözükmüyor muydu? O zaman inter taraftarı bu kadar meşale atmıyordu sahaya herhalde ki bize sempatik geliyordu.

Bir Avrupa takımını Türkiye’de tuttuğunuz takımın yanına kardeş olarak seçmek bize o günlerden yadigâr olsa gerek ama bu kadar pompalanan bir heves değil di bizimkisi. Yani o zamanlar bu Nike ve onun gibi firmaların ürettiği formaları satmak için başvurduğu bir yöntem gibi gelmiyordu bize. Peki şimdi öylemi? Bu herhalde başka bir yazının konusu.

Ama şu bir gerçek ki NTV, TV8 gibi kanallar Avrupa liglerini canlı maç yayınları ile aktarmaya başladıklarından beri hepimiz birer chelsea’li biraz barcelona’lı biraz milan’lı olduk. Küreselleşmeden nur topu gibi bir ikinci takımımız oldu.

Bu ikinci takım mevzusu gariptir. Azımsanmayacak şekilde iki takımı destekleyen insanlar vardır futbol ahalisinde. Ankara’nın iki takımını tutmak gibi. Ya da üç büyüklerden birini tutup “Mersin idman yurdu ne yaptı acaba bu hafta” gibi soruları aklından çıkarmayan bir topluluk sayıca kesinlikle az değil.

Örneğin el clasico üç büyüklerin herhangi bir maçından daha önemli hale gelmeye başlamadı mı? İtiraf edeyim kendi takımımım maçını izlemeyip bu derbilerden birini izlemek için bira alıp koltuğuma kurulduğumu hatırlıyorum. Artık daha fazla ilgimizi çekiyor bu maçlar. Kendi aramızda bu maçlar için iddialara girmeye başladık. Eskiden bu tip iddialar Türkiye’deki maçlar için olurdu. Kendi adıma Southampton’u Kayserispordan daha fazla izledim bu sene ve daha fazla bilgiye sahibim Southampton hakkında. Lig maçının özetini izleyip yorum yapan bizler Arsenal’in 90 dakikasını izleyip yorum yapmaya başladık. Artık Roma’nın nasıl oynaması gerektiğini tartışıyoruz.

Kesinlikle yazıdan şu anlaşılmasın “Avrupa maçları yayınlanmasın”. Demek istediğim bu değil. Artık yöresel değerlerin azaltılıp, küresel değerlerin ön plana çıkartıldığı gerçeğinin çağımızın en büyük endüstrilerinden biri olan futbolu etkilediği kadar taraftarları da etkilediği gerçeği. Ve artık öz evladımızın sırtını sıvazlayıp onu cesaretlendirmiyor, komşu çocuğunun yaptıklarını alkışlıyoruz. Yani kendi ligimizin güzelliklerin görmüyoruz. Tamam ben de biliyorum ligimiz keçi boynuzu tadında ama biz onu bile kaçırıyoruz.

Hak Eden !?!

Eh en sonunda 125 maçtan geriye sadece biri kaldı. Oynanan 4 yarı final maçına baktıktan sonra Milan ve Liverpool’un finali hak eden taraflar olduklarına inanmıyorum. Yine de bu iki ekibin finale çıkmasından dolayı mutluyum. 2 senede 200 milyon pound harcayarak tüm kupaları alacağını düşünen Abrahamoviç ile 2 yıldır önüne gelen tüm kupaları toplayarak bir tarafları kalkan Jose Mourinho’nun önce sararmalarını, ardından kızarmalarını, son olarak da morarmalarını seyretmek oldukça keyifliydi. Her şeyin para ile alınamayacağını görmek bizim gibi futbolun endüstriyelleşmesini üzülerek izleyen biz futbol garibanları için bir tebessüm oldu. Yine de Liverpool’un oynadığı berbat anti – futbol ile finale çıkması hayal kırıklığı oldu benim için. Gerçekten de Liverpool, Londra’daki maçta oyunu inanılmaz keyifsizleştirdi ve uyuttu. İkinci maçta da yan hakem o topun çizgiyi geçmediğini süzebilse yine çok keyifsiz bir maç seyredebilirdik. Rafa Benitez’in kazanmak zorunda olduğu bu maçta bile tek forvetli bir sistem benimsemesi ne kadar anti – futbol yanlısı olduğunu gösteriyor. Belki Rafa Benitez, görece kısıtlı kadrosuyla bu aşamaya gelmesi takdir edilebilir ancak yazın Yunanistan’ın yaptığını yarı finalde Chelsea karşısında yaptığını düşünüyorum. Premierleague’de çok kalburüstü bir performans sergileyemeyen Luis Garcia’nın eleme turlarında 6 gol attığı gözlerden kaçmamalı.

Bu sezonun bariz en başarılı teknik direktörü bariz Guus Hiddink. Yıldız adına sayabileceğimiz belki bir tek Mark Van Bommel var ki onun da en üst sınıf bir Avrupa takımında ne kadar oynayabileceği muallâ. Güney Kore’nin başındayken tanıdığı Park ve Lee’den çok iyi faydalanıyor. Eğer Farfan ve Beasley biraz daha tecrübeli olsalardı, İtalya’dan çok daha avantajlı bir skorla dönebilirlerdi. Milan çok kötü 2 maç çıkarmasına rağmen tecrübe farkı ile finale çıkan taraf oldu ki buna çok sevindim. Final maçına dünyanın parasını verdim geçen yıl olduğu gibi yıldızsız bir final seyretmek istemiyorum.

Kupa şu sıralar İstanbul’un büyük meydanlarında sergileniyor. Bu pazara kadar kupa Bakırköy Meydanı’ndaydı. Gerçekten’de bu final şu ana kadar Türkiye’nin yaptığı en iyi spor reklâmı oldu. Statlarda açılan “Road to İstanbul” dövizleri gerçekten de ülke tanıtımı için çok önemli olduğuna inanıyorum. Umarım 25 Mayıs’ta vereceğimiz sınavda da başarılı oluruz.

Son olarak şu 'Aman Liverpool Şampiyon Olmasın' nidalarına aşırı derece de kıl oluyorum. Neymiş, Liverpool kazanırsa şampiyonumuz öneleme oynayacakmışız. 2 senedir başkalarının başarılarıyla Şampiyonlar Ligi'ne kalmayı alışkanlık haline getirdik. Oh ne ala! Sen kupalarda bi halt yiyeme sonra başkasının becerisiyle kaymak ye! Hayır buna karşıyım. Hollanda, Rusya ve Portekiz gibi lig seviyesi kendi ligimizin seviyesine denk olan takımları bu UEFA Kupası'nda oynarken, belki de tarihin en kolay sezonunda Türkiye'nin esamesi okunmadı. Bazı şeyleri kendimiz becermeliyiz, tesadüflerle değil.

6.05.2005

Şampiyon Bayern

Bir Bundesliga yazımda 18 ay sonra liderliğe çıkan Bayern Münih’ten bahsetmiştim. Çıktılar ve sonrasında sadece bir haftalığına bıraktılar liderliği. Bu hafta itibariyle de şampiyonluklarını ilan ettiler. Magath ve ekibini kutlamak gerek. Başarılı bir sezon geçirdiler. Sezon başında biraz tutuk başladılar. Ben bunu takımın Magath’a, Magath’ın da takıma alışma süreci olduğunu düşünüyorum. Tabi bu şampiyonluğu sırf Magath’a bağlamak yanlış. Sonuç olarak ekonomik olarak diğer takımlardan çok üstün bir takım. Kulislerden bahsedince zaten sadece Bayern diyebiliriz. Geçen hafa Antalya’da tatildeydim ve bir gece sabaha kadar iki Almanla Bundesliga’dan konuştuk. İkisi de sıkı Stuttgart taraftarıydı. Bayern Münih hakkında sürekli dedikleri de para onlarda herkesi topluyorlar oldu. Stuttgart ligin iyi takımlarından olmasına rağmen parasızlıktan yakınıyorlardı. Magath’ı sorduğumda ise çok sevilen ve karakter olarak çok iyi biri olduğunu söylediler. Aralarından biri bir gece bir kafede oturup muhabbet ettiğini ve çok sıcak biri olduğunu, gittiği için de kırılmadıklarını söyledi. Ama için için Bayern’e kızıyordu. Böyle bir ortamda Bayern’in şampiyonluğu pek sürpriz değil Alman futbolu için. Yine de her sene şampiyon olacaklar diye bir şey yok ve Magath’ın katkısı yadsınamaz. Makaay inanılmaz bir sezonu şampiyonluk maçında üç gol atarak süsledi. Artık Bundesliga’da şampiyon belli çekişme ise hemen altında.

Schalke ve Stuttgart son haftalarda bocalamaya başlayınca, Hertha Berlin, Bremen hatta Hamburg ve Leverkusen heyecanlandı. 5 takımdan ikisi Şampiyonlar Ligi’ne katılacak. Bu hafta evinde 3-1 öne geçen Schalke galibiyeti koruyamadı ve Leverkusen ile berabere kaldı. Kazansalar artık Schalke Şampiyonlar Ligi’nde diyebilirdik. Stuttgart da deplasmanda Gladbach’a kaybetti. Hertha Berlin ve Hamburg da deplasmanda kaybederek önemli bir haftayı puansız kapadılar. Haftanın en karlı takımı da evinde Bielefeld’i yenen Bremen oldu. Bakalım son haftalarda ne olacak ve Devler Ligi’ne hangi ikisi katılacak. Yıldıray son haftalarda çok formda. Berlin bu hafta önemli bir şans kaçırdı. Benim favorim Berlin. Bence Devler Ligi vizesini onlar alacak.

Altta ise spekteküler bir maç Mainz’in kurtuluşu oldu. Maç sonrası Bochum antrenörü Neurer buna anlam veremedğini söylemiş. Evinde rakibine 2-6 kaybetmek gerçekten anlamsız bir olay. Bu galibiyetle Mainz, Nürnberg’i de geçerek rahatladı.(ki ben Nürnberg’i baştan beri bu mücadeleden ayrı tutuyorum.) Gladbach’ın da puan kaybetmesini bekleyen Bochum, Stuttgart karşısında kazanan Gladbach’ı görünce herhalde ümitsizliğe düşmüştür ki haklılar. Rostock ise Hertha Berlin karşısında kazanarak Bochum’a yetişti. Gladbach iki takımın 5 puan önünde 3 maç kala avantajlı. Ama Bundesliga sürprizlere gebe bir lig. Haftaya Rostock ve Gladbach sırasıyla Leverkusen ve Hamburg deplasmanlarına gidiyorlar. İşleri zor. Bochum ise Nürnberg deplasmanına gidiyor. Çok kritik bir maç. Bochum kazanırsa(bence şansları var) Nürnberg’i de olayın içine çekip heyecanlanıcaklar. Bana kalırsa Bochum kazanır, gerisi kaybeder ve son iki hafta da çok heyecanlı olur. Tabi böyle olursa Rostock nerdeyse düşmüş olur. Bekleyip göreceğiz.

1.05.2005

Sosyoljik Bakış: Oyun ve Hile

Bu yazının yazılış amacı faulden sonra kıvranan oyuncuların aynı dakika içinde kalkıp görev alanlarına koşmalarına yazarın duyduğu garip duygu ve ilettiği kelimelerin sözcüsü olmaktır.

“Futbol basit bir oyundur” cümlesini çoğu kez duymuşuzdur. Bu cümleyi sarfeden kişi neyi vurgulamak istiyor. Oyun önemsiz mi demek istiyor yoksa oyunu mu övüyor. Benim anladığım oyunun övdüğü. Çünkü basit şeyler kendi iç döngülerini yaratırlar, basit kurallar ile bunu çevrelerler ve hiç biri birbirinin aynı olmayan sahneler ortaya koyarlar. Asıl güzel olan bu tür oyunlar değil midir? Peki oyun kendi içinde döngüler oluştururken hileleri de kendi mi yaratıyor yoksa gizli bir güç oyuncuları bu döngüye müdahale etme yoluna mı itiyor? Yazının konusu bu müdahalelerden legal olmayanlar.

Bu müdahalelerin sonuçları bazen hayal edilmediği ve hatta bu müdahaleyi yapan oyuncunun da amaçlamadığı boyutlara ulaşabiliyor. Örneğin ceza sahasında kendini yere atması, aldığı darbeyi abartarak yerde yattığı süreyi uzatması, ofsayt olmayan pozisyonda elini kaldırması vb gibi hileleri kastediyorum.

Asıl üstünde durmamız gereken şey bunları yapmak zorunda hissetmemizi sağlayan hissiyat ve bizi bu hareketlere itenin oyunun ta kendisi olup olmadığı. Yani bu hileleri niye yapıyoruz. Maçı kazanmak ya da kaybetmemek, rakibe sarı kart göstertmek, gole giden oyuncuyu durdurmak kısaca kazanmak için. Yani oyunun amacı oyunun hilesini doğuruyor.Bilgisayar oyunları da böyledir. Oyunlar piyasaya hileleri ile beraber sürülür ki çabuk oyunun bitirip yenisini alalım. Tamam kazanmak önemli, tamam futbolcular galibiyet primleri ile yaşamlarını idame ediyorlar ama kazanmak uğruna her şey mübah mı?

Peki şöyle bir durum hayal edilemez mi? Kimsenin zaman geçirmek için yerde yatmadığı ve bunun profesyonellik olarak nitelendirilmediği, ofsayt pozisyonuna sadece yardımcı hakemin bayrağı ile müdahale ettiği bir futbol maçı. Ütopya mı dersiniz. Peki Fowler’in kendisi lehine çalınan penaltının haksız olduğunu iddia ederek hakeme itirazını nasıl açıklayacağız. Fowler kazanmak istemiyor mu? Demek ki bir güç bizi hile yapmaktan alıkoyabiliyor. Hileyi ödüllendirmemek bunun yollarından biri olabilir. Çünkü hileyi yutturursanız sizden iyi oyuncu yoktur. Arif Erdem ve Serhat Akın taraftarlarca bu yüzden sevilmiyorlar mı?

Taraftarların galibiyetten başka bir şeye sevinmedikleri futbolumuzda oyuncuların hilelerini hoş görme yolunu mu seçmeliyiz yoksa hilelerden uzak saf bir oyun izlemek hakkımızı sonuna kadar aramalı mıyız? Bence ikincisini yapıp oyunun güzelliğinden vazgeçmemek en akıllıcası. Hakemleri bu hilelerin avcısı olmaktan da çıkartırız belki.

Şimdi şöyle bir durum hayal edelim ve yazıyı noktalayalım. İnanın bana çok uzak bir hayal değil sadece bu oyundan zevk alanlar olarak istemek yeterli.

33. Hafta
Fenerbahçe ile Galatasaray büyük ölçüde şampiyonu belirleyecek maçta kadıköyde karşı karşıya. Maç karşılıklı ataklarla başlıyor. Maç ilginç şekilde hakemi zorlamayacak kadar dürüstçe geçiyor. Kimse ofsayt diye yan hakemden önce ve onu etkileyecek şekilde elini kaldırmıyor. Kimse faulden sonra rakibe sarı kart göstertmek için müdahaleyi abartıcı hareketlerde bulunmuyor.

30. Dakika’da ceza alanı içinde yerde kalan Serhat Akın’a penaltı çalınıyor. Kadıköy çalkalanıyor. Fakat o da ne? Serhat hakemle konuşuyor ve penaltı olmadığını söyleyip hakemin kararını değiştiriyor. Taraftarlar ise Serhat’ı bu itirafından dolayı alkışlıyor. Dakikalar ilerliyor. Gol gelmiyor. 65. Dakika Arif Erdem Lüciano ile mücadelesinde yerde kalıyor ve Luciano son adam. Hakem tam kırmızı kartına yönlenirken Arif müdahale edip kendisi düştüğünü söylüyor ve oyun hakem atışı ile başlıyor.

75. Dakika kornerden genle topa eliyle ağlara atan Servet çetin gol sevinci yaşarken Daum orta noktaya koşan hakeme bir şeyler söylüyor ve gol iptal ediliyor. Daum’un söylediklerinin “O Servetin değil, tanrının eliydi” olmadığı çok açık!!!! Daum bu dakikada serveti kenara alıyor. Sebep çok açık.

Maç böyle bitecek denilirken Tuncay topu ağlara yolluyor. Kadıköyde herkes bir şey olup golün iptalinin bekliyor. Ama böyle bir şey olmuyor çünkü gol nizami. Galatasaraylı futbolcular (Rakibe hakemin görmediği alanlarda dirsek atmasıyla ve yakalanmaması ile meşhur kaptan Bülent Korkmaz) dahil itiraz yok. Ve son düdük……

Galatasaray şampiyonluğu kaybediyor ama gayet nizami ve legal olarak. İçlerinde hiçbir hınç, öfke yok çünkü onlar da oyunun güzelliğini bu denli yaşadıkları bir maç hatırlamıyor. Ayrıca taraftar dernekleri Arif Erdem’e kendisine yapılan hareketin faul olmadığını itiraf etmesi sebebiyle ödül veriyor.

İnanın bana uzak bir hayal değil yeter ki biz hileleri veri olarak kabul etmeyelim, hile yapıp yutturanı profesyonel olarak nitelendirmeyelim.