Saat 17’ye doğru Taksim’e vardığımızda yavaş yavaş maçın havasına girmeye başlamıştık. Otobüs duraklarının olduğu yerde bin belki de daha fazla Liverpool taraftarı toplanmıştı. Hayatımda ilk defa açık havanın bira koktuğuna şahit oldum. Adamlarının hepsinin kollarının altında 24’lük kolilerde bira vardı. Enver’e “ bu adamlar için bira içmek su içmek gibi bir şey herhalde” deyince Enver bana “sen koltuğunun altında 24’lü su mu taşıyorsun?” diye yanıt verdi. Haklıydı! Kalabalığa baktım. Herkesin kafasında üç aşağı beş yukarı bir İngiliz taraftar tipi vardır: Renkli gözlü, beyaz tenli, yanakları hafif pembeleşmiş/kızarmış ve dazlak. Gerçekten de oradaki tüm taraftarların tipi bu şekildeydi. Herhalde İngiltere’de uzun saçlı taraftarları dövüyorlar! Sarhoş olmuş bir şekilde iğrenç aksanlarıyla şarkı söylüyorlardı. Tek anladığım oyuncuların ismiydi. Başka da hiç bişi anlaşılmıyordu. Bizdeki tezahürat sisteminden oldukça farklıydı bağırma şekilleri. Bunu daha önce Prof. Halil Berktay ile konuşmuştuk. Berktay, biz de kilise kültürü olmadığı için maçlarda şarkı söylemediğimizi söylemişti. İlginç bir bakış açısı açıkçası. Her neyse, Liverpoollu taraftarları gören bazı cin Eğitim-Sen’ciler hemen onların yanlarında protesto yapmaya başladı. Nasılsa, İngilizler varken bizim polisimiz onlara dokunamazdı. Ancak sarhoş ve kalabalık İngilizler, Eğitim-Sen’cilerin elinde megafonu alıp Liverpool diye bağırmaya başladılar. Eğitim-sen’ciler “biz burada eğitim sistemini protesto etmek için bulunuyoruz” deseler de, İngilizler “Evet biz de İngiltere’de eğitime önem veririz” diye geçiştirip megafonla Liverpool tezahüratlarına devam ettiler. Dahası bazı Liverpool taraftarları, Eğitim-Sen’cilerin elinden bayrakları alıp sallamaya başladılar. Komikti Taksim, ama çok daha komik manzaralarla karşılaşacakmışız 2 saat sonra…
Sahil yolu, Yeşilköy, Güneşli’yi geçip İkitelli’ye geldiğimizde artık bulunduğumuz yerin İstanbul ile alakası yoktu. Yolda Liverpool’lu taraftarlarla beraber geldik. Kimisi bildiğimiz taksilere binmişti. Bazı uyanıklar ise arabalarını taksi gibi kullanmıştı. Örneğin 5 İngiliz’in bordo bir Şahin’e tıkıştığını gördük. Adamların hayatındaki sanırım ilk ve son şahine binişleri olmuştur. Başakşehir diye gayet varoş bir yere geldik. Şehrin yol kısmının muhtelif yerlerine “ Welcome to champion Başakşehir” ya da “Sports is friendship and peace” gibi pankartlar asmışlardı. Önce sağlı sollu veletler gözüktü. Yolun kenarında arabalardaki İngilizlere “çak çak” yapıyorlardı. Bazı uyanıkları ise biraz önce bir şekilde öndeki arabalardan aldıkları/çaldıkları Liverpool atkılarını arkadaki arabadaki İngilizlere satmaya çalışıyordu. Daha da dumuru az sonra geldi. Tüm mahalle halkı yolun kenarına inmişti. Yaşlı başlı teyzeler yolun kenarında çekirdek çitletiyorlar, daha gençleri ise ellerindeki Türk bayraklarını sallıyorlardı. Erkeği – kadını, yaşlısı – genci bütün mahallenin işi gücü yoktu ve yoldan geçenleri izliyorlardı. Yanlış anlamayın gelen Başbakan ya da takım otobüsü falan değildi. Allahın liman işçileri idi.
Yol tıkanmıştı. İşin komik tarafı sağımız uçsuz bucaksız çayır, solumuz da öyle. Ama gel gör ki sadece 2 şeritli yol yapılmış. Daha da Türk aklı sanki o saatte karşıdan gelecek varmış gibi gelişi bir türlü gidişe katmadılar. Yolda durmuş etrafı izlerken, birden 10 tane veledin bir tepeye koştuklarını gördüm. Azıcık ilerleyince tepenin arkası gördündü. Dünyanın birası için İngilizlerden teki işiyor, bizim veletler tepeden adamınkine bakıyor, adam da kafayı kaldırmış veletlere bakıyor. Daha sonra yolun tıkanıklığından yararlanan tüm İngilizler yolun kenarını İngiliz sidiği ile doldurdular. Nihayetinde stat göründü ve saatlerdir otobüsün içersinde sıkılan İngilizler, otobüsten indiler ve dağ, tepe, bayır, çayır aşarak stada gittiler. Biz de arabamızı park edip stada girdik. Gazetelerde, yok karaborsa timi yok 3 kademeli güvenlik falan yazıyordu ya. Hepsi palavra. Doğru düzgün üstüm aranmadı bile.
Böylece maça iki saat varken stada girdik. Acıktım. Büfeye gittim. İnanılmaz bir arbede. Bizim büfedekiler İngilizce anlamıyorlar, adamlar da haliyle Türkçe bilmiyorlar. Bu karışıklıktan yararlanıp “bana oradan 2 tane hamburger versene” deyip sıra mıra hiç bir şeyi takmayıp yemeğimi aldım, üzerine bir güzel de İngilizlerden küfür yedim. Neyse yerimize oturduk. Bir tek penaltıların atıldığı tribün Milanlılarındı. Bir de numaralı da bir kısım pek bağırmayan İtalyanlar vardı. Yine de Milanlılar çok daha organize olmuşlardı. Tribünlerde görmüşsünüzdür, oturma düzenleri diklemesine kırmızı, beyaz, siyah şeritler halindeydi. Olimpiyat stadının iğrenç ambiyansında bile karşı tribünden sesleri çok net duyuluyordu. Kalan tribünlerin nerdeyse tamamı Liverpool taraftarıydı. Her taraf kırmızıydı. Liverpool bariz bir şekilde ev sahibi takımıydı maçın. Hatta maç başlamadan önce Milan sahaya çıkarken “ We will rock you” çalarken, Liverpool “You’ll never walk alone” ile çimlere ayakbastı.
Maçın başlaması çok komik oldu. Bizim alıştığımız “santra ile üçleme” olmayınca bizim bulunduğumuz tribünde maçın başladığını idrak etmek yaklaşık yarım dakikamızı aldı. Zaten hemen sonrasında da Maldini’nin golü gelince iki saattir bağıran Liverpoollular yerlerine çöktüler. Kaka döktürüp, Crespo golleri atarken statta mutlak sessizlik vardı. Bu arada Shevchenko’yu statta seyretmek inanılmaz büyük keyif. Televizyon toplu oyuncuyu çektiği için Sheva’nın topsuz koşularını görmek mümkün olmuyor. Sheva yaptığı çapraz koşularla savunmayı dağıttı, son iki golde de çok büyük payı vardı bu açıdan. Stam gerçekten mükemmel bir stoper buna değinmeden geçemeyeceğim. Baros’un geçmesine hiçbir şekilde izin vermedi.
Her neyse. Devre olunca Liverpoollular yeniden canlandılar. Bir kez daha şarkı söylemeye başladılar. Bu arada şunu gördüm, adamların futbol kültüründe teknik direktörün yeri çok büyük. Bizde teknik direktör için yazılmış benim bildiğim bir tek “ Bir günde kral olmadık, bir günde tahtan inmeyiz” var. Oysaki adamlar nerdeyse tüm maç “arı vız vız vız” melodisinde “Rafa Rafael (3x), Rafael Benitez” şeklinde bağırdılar. Zaten pankartlarında da bu yansıyor. Statta bol miktarda “Rafa’s Red Army” ve türevi pankartlar vardı.
Milan’ın göbeğindeki Seedorf – Kaka – Pirlo üçlüsü ilk yarı boyunca kanatları kullanmadılarsa da Cafu’nun sürekli ileriye çıkmasıyla sağ kanatta etkili oldular. Ancak Maldini’nin bunu yapamadığını gören Benitez, soldan bindiren bir Milanlı olmayınca sağ bek Finnan’ın yerine ikinci yarıya Hamann ile başladı. Ancelotti’nin bu hamleye karşılık vermesi epey zamanını aldı ve Serginho’yu oyuna alana kadar iş işten geçmişti.
Gerrard’ın müthiş aşırtması ile arkamdaki Liverpoollular üstlerini çıkarmışlardı. Hemen ardından iki, derken üçüncü golle arkamdakiler birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar. Milan’ın ne olduğunu anlaması 80. dakikayı bulmuştu. Bu dakikadan sonra yeniden kontrolü ele geçirdiler. Her neyse, maça çok fazla girmeyeceğim, zaten izlediniz.
120 dakika boyunca çok saçma sapan hatalar yapan Dudek’in - bu arada 118. dakikada Dudek kurtarmadı, Sheva atamadı.- üç penaltı kurtarması maçın ironisiydi. Maçın oyuncusu Steve Gerrard seçildi ama bence Jamie Carregher’dı. Uzatmalar boyunca Bülent Korkmaz’ın Arsenal maçındaki performansını hatırlatan bir oyun sergiledi. Tüm duran toplardaki kafa toplarını uzaklaştırdı, kaç kere sakatlanma pahasına müdahaleler etti, nitekim sakatlandı da. Sonuçta İngilizler kazandılar, kupayı kaldırdılar, stadı turladılar ve gittiler.
Sabahın 4’ünde ancak vardım eve, yine aynı trafik sorunu yüzünden. Sabah 10.30’da Taksim Meydanı’ndaydım yine, bu kez okula gitmek için. Liverpoollular dolanıyorlardı meydanda. Ellerinde poşetler, içlerinde altılı bira kutuları…