20.10.2005
Belçika Jupiler League
inişler-çıkışlar,kısacası her sene olduğu gibi sürprizler yaşandı...2.Lig
den bu sene yükselen Zulte-Waregem,Westerlo müthiş performanslarıyla
zirveyi zorlamaya başladılar. Peki hayal kırıklığı yaratan ekipler olmadı
mı??? Tabi ki oldu...Club Brugge,Genk kalan 9 haftada en büyük hayal
kırıklığ oluşturan ekiplerdi...
Neyse bunlara yazımın ilerleyen bölümlerinde değineceğim ilk başta sizere 9
haftadaki puan durumunu vermek istiyorum...
Takım O G B Y A Ye Av P
1 Standard (STA) 9 7 1 1 20 10 10 22
2 Anderlecht (AND 9 6 3 0 26 7 19 21
3 Westerlo (WES) 9 6 2 1 14 3 11 20
4 Zulte-Waregem 9 5 2 2 18 12 6 17
5 AA Gent (GNT) 9 4 3 2 12 10 2 15
6 Club Brugge(BRU 9 4 3 2 11 9 2 15
7 Racing Genk 9 3 5 1 16 13 3 14
8 Lokeren (LOK) 8 4 1 3 9 10 -1 13
9 Charleroi (CHA) 9 2 6 1 10 8 2 12
10 Beveren (BEV) 9 3 1 5 11 13 -2 10
11 FC Brussels 9 2 4 3 11 11 0 10
12 Sint-Truiden 9 3 0 6 5 11 -6 9
13 Lierse (LIE) 8 1 5 2 5 9 -4 8
14 Roeselare 9 2 2 5 9 13 -4 8
15 Cercle Brugge 9 2 1 6 7 15 -8 7
16 Moeskroen 9 2 0 7 6 16 -10 6
17 G. Beerschot 9 1 3 5 9 17 -8 6
18 La Louviere 9 0 4 5 7 19 -12 4
Standard:
Genelde lige kötü başlayan Standard bu sene işi baştan sıkı tuttu.Ligin ilk
9 haftalarında 2002-2003 senesinde 6,2003-2004 senesinde 16,2004-2005
senesinde 15 puanla başlayan Standard bu sene ilk 9 haftada 22 puan
toplayarak tavan yaptı diyebilirz.Geçen sezona nazaran daha mütevazi bir
kadroyla lige başlayan Standard buna rağmen beklenilenden üst bir performans
sergiledi.Defansın önemli ismi Dragutinovic'i Sevilla'ya,Belçika'nın en iyi
golcülerinden Sambegou Bangoura'yı da Stoke veren Standard.Geçen sezon az
şans tanınan isimleri kadroya sokarak şuan özellikle Bangoura nın yokluğunu
aramadı.21 yaşındaki Kongo'lu Tchite beklenenin çok üstünde bir performans
sergileyerek Jupiler Lig de 9 golle şuan ligin en golcü ismi durumunda.Geçen
sene Jestrovic in 18 golle gol kralı olduğu aklıma gelince bu sene Tchite
gol krallığında en fazla adı geçen isim olacaktır diye düşünüyorum.
Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda Standard 2003-2004 sezonun kadrosundan
Carini,Emile Mpenza,Önder Turacı,Gonzalo Sorondo,Joseph Enakarhire gibi çok
önemli isimleri kaybetmesine rağmen 2004-2005 sezonuna daha da kaliteli
transferler yaparak o oyuncuların yerini akıllıca doldurdu.Carini nin yerine
tecrübeli Runje,defansa Lyon'da da kaptanlık yapmış isim Deflandre ve
Ekkoto,orta alana dünyaca ünlü orta alan oyuncusu Sergio
Conceiçao,Geraerts,bizlerinde yakından tanıdığı Milan Rapaic,forvete
Wamberto-Souza Campos gibi oldukça kaliteli isimler katarak şampiyonluk
yarışında biz de varız dediler..Ama 2003-2004 sezonundaki gibi yine 3.lükle
yetindiler.Aslında geçen sezon dönüm maçı olan Anderlecht maçında 90.
dakikada Thinen'den o golü yemeselerdi belkide Belçika'yı Anderlecht yerine
Standard takımı Şampiyonlar Ligi'nde temsil edecekti...Geçmişte yapılan
hatalardan iyi ders olacaklar ki bu sezon elindeki çekirdek kadroyu korumaya
çalıştılar.2003-2004 sezonunun yıldızlarından Portekizli Morreira'yı tekrar
kazandılar.Savunmadaki en önemli isim Dragutinovic'in sezona yeni
başlamışken gitmesi nedeniyle bir boşluk yaşasalarda.Beda ve Sarr ile bu
boşluğu kapatabileceklerini gösterdiler.Ara transferde kaliteli bir defans
oyuncusuyla bu ligin tozunu daha da attırabilirler...Yine sezon başında orta
alanda Rapaic gibi çok önemli ismin yaşadığı sorunlar yüzünden
gönderilmesiyle duran top organizasyonlarında ve orta alanın top dağılımı
konusunda sorun yaşamaları muhtemeldi ama teknik direktör Dominique
D'Onofrio bu sorunu takımın kendi içinde çözmeyi başardı.Göderileni diğer
isimler defans oyuncusu Gonzague Vandooren(Genk),Curbelo,Mumlek,Gomez ve
Curbelo'ydu.Yerlerine yapılan akıllı transferlerle bu sene Standard takımı
liderliği götürebilecek mi sorunun yanıtını bizlere verecek..
Anderlecht:
9 haftada hem şampiyonlar ligini hem de ligi götürmeye çalıştılar
ama işler teknik direktör Vercautern'in istediği gibi gitmiyor.Aslında
zirveden uzak değiller ve de iyi top oynuyorlar ama Şampiyonlar Ligi'nde en
son Betis maçında alınan kötü sonuç Vercautern'i epey üzdü..
Aslında bu sezon şampiyon olmasını beklediğim Anderlecht geçen sezonki
takımdan önemli sayılabilecek bir Aruna Dindane'yi sattı..Yerine Kadıköy
Boğası lakaplı Serhat Akın'la doldurmayı tercih ettiler ki bana göre
Dindane'nin pozisyonuna uygun en ''cuk'' diye yerine oturan transferiydi
Anderlecht'in..Ayrıca orta alana Lierse'den tanıdığımız Delorge ve yine
Lierse den alınan oldukça önemli isim Mitu ile takviye yaptılar.Defansa
Macar Roland Juhasz'u da kattıktan sonra forvete de Nantes takımından
Pujol'u kattılar..Kısacası elinde Kompany gibi yakında Avrupanın en iyi
defans oyuncusu olacak bir isim ile geçtiğimiz yılın gol makinesi
Jestrogol'e ve bunlar gibi daha bir çok değerli yıldıza sahip olan
Anderlecht bu sezon beklenen patlamayı en azından ligde yapcaktır diye
düşünüyorum..
Westerlo:
Öncelikle takımın başına Jan Cuelemans'ın yerine geçtiğimiz sezon
Beveren'i çalıştıran Herman Helleputte'yi getirdiler.Daha sonrada yapılan
tecrübeli-genç karması mayasının tutmasıyla sezon mükemmel başladılar..İşte
Westerlo'nun başarısının sırrı..Geçen sezon kendi 11 i yerine gençlere şans
vererek Adnerlecht maçına çıkan ve Anderlecht i belkide şampiyonluktan eden
Westerlo,bu sene beklenilenden çok daha yukarlarda mücadele ediyor.Takıma
tecrübeli isimler Albacete'den Gaspercic,Monchengladbach'dan Van Kerckhoven
gibi veteran isimlerin yanında.St.Truiden'den Van Imschoot,Antwerp'den Bernt
Evens,Oostende'den Björn Dewilde ve Victoria Zizkov'dan Michal Scasny gibi
çok da üst düzey kalitede olmayan isimleri transfer ettiler.Gidenlere
baktığımızda ise çok büyük kayıp yaşadılar..Jan Cuelmans Brugge'e,Harrie
Gommans ve Bart MVV'ye,Joe Keenan Chelsea'ye,Alex Brosque Queensland ve Jan
de Llanghe Aalst'ta,Heraldsen Ham Kam'a gönderildi.Ayrıca kontratı biten
takımın bana göre hücumunun %80 ini oluşturan çok önemli isim David
Paas,defansın belkemiği Saido Ba ve diğer isimler Stijn
Vlaminck,Houben,Svoboda'yla da yollarını ayırdılar.Bu kadar olaylara rağmen
takım şuan mükemmel gidiyor.Ama sezonun uzun olduğunu ve kısıtlı bir kadroya
sahip olduklarını düşünürsek ligin tepelerinde yer almak için ara transferi
iyi değerlendirmeliler diye düşnüyorum.
Zulte-Waregem:
Sezona bir diğer patlama yaparak giren ekip de Zulte
Waregem'di.2.Ligden yeni yükselmelerine ve ksıtlı bütçelerine rağmen şuan
onlar için her şey çok iyi gidiyor.Takımdan 7 oyuncu gönderip 10 oyuncu
transfer ettiler.Bu transferlerde göze çarpan isimler Ibrahim Salou,Tim
Mathjs ve Dindelux...Salou ve Mathijs ikilisi ilerde etkili
gözüküyor.Bunlara ek olarak Stijn Meert ve Tony Sergeant ın da gol
yollarında etkili olması takımın bu noktaya gelmesinde en önemli
etkenler..Bir başka anektod ise yapılan 10 transferden 4 ünün Gent
takımından olması.Bu oyuncuların birbirini tanıyor olması büyük avantaj
tabiki...
Lafı uzatmadan eper Zulte bu sezon bu takım oyununu sürdürürse ligde üst
sıraları zorlayacak bir orta sıra ekibi olarak yer alacaktır.
AA Gent:
Bu sezon benim büyük işler beklediğim takım konumundaki Gent takımı
sezona yeni bir yapılanmayla gitti.Takımdan 17 oyuncu gönderildi yerlerine
14 oyuncu alındı.Ben size önemli transferlerinden bahsetmek istiyorum.Geçen
sezon özellikle gol yollarında sıkıntı yaşayan Gent sezon başında Mons'ta
forma giyen Standard'ın youncusu golcü Aliyu Datti'yi kadrosuna kattı.Bence
çok önemli bir transferdi Gent adına...Ayrıca Anderlecht'ten orta alan
Gregoire'yi aldılar.Defansa GBA'dan önmeli bir isim olan Thompson ve
Anyanwu yu aldılar.Kaleye milli takım forması da giymiş önemli isim
Herpoel'in yedeği olarak Cercle'dan Peter Mollez'i getirdiler.Ayrıca
Metalurg Donetsk ten gelen Nenam Mladenovic ile Vardar'dan alınan Jovica
ileriki haftalarda daha sık görev almaya başlıyacak isimlerin başında
geliyorlar.Takımın tek sorunu kadroyu hala tam oturtamamaları..Bu yüzden her
maç ilk 11 de sürpriz oyuncularla karşılaşabiliyoruz...
Kısacası Gent eğer ideal ilk 11 ini de oturtursa üst taraflardaki yerini
koruyacaktır diye düşünüyorum.
Club Brugge:
Bu sezona tam bir hayal kırıklığıyla başladılar.Bunda en büyük etken kadronun yeni yapılanmaya gitmesi ve de sakat oyuncuların çokluğuydu.Başarılı teknik adam Trond Sollied Olympiakos'un başına geçme kararını aldıktan sonra,Brugge yönetimi hem Jupiler Lig tecrübesi olan hem de içlerinden olan eski futbolcuları Jan Cuelemans'ı,Westerlo'dan kendi takımlarının başına getirdi.Ayrıca takım kadro olarak da kan kayıpları yaşadı.Belçika milli takımının da yıldızlarından olan ve takımın en önemli isimlerinden Timmy Simons,Van Bommel'i kaybeden Psv'ye transfer oldu.Ayrıca orta alanda hem gole yakınlığıyla bilinen hem de oyun kurcu görevinin üstlenen ve geçtiğimiz sezon 10 golle takıma büyük katkı sağlayan Nastja Ceh de Austuria Wien'e transfer oldu.Genç ve kaliteli defans oyuncusu Hans Cornelis Genk'e,Çek defans David Rozenhal Psg'ye,sol bek Peter Vanderheyden de Wolfsburg'a giderek takımda büyük kan kayıpları oluşturdular.Tabiki Brugge bu boşlukları yeni transferlerle doldurmayı düşündü ve bunun için David Rozenhal'ın yerine Celtic'den Joos Valgaaren,Simons'un yerine Schalke'den Vermant,Ceh'in yerine Malaga'dan Ivan Leko transfer edildi.Bunların yanı sıra Fransa'nın Caen takımından Gregory Dufer,forvet oyuncuları Lange ve Ishiaku'nun sakatlığı dolayısıyla da Real Madrid'den Javier Portillo getirildi.
Yapılan transferler de tabiki iyi transferlerdi ama bir Vermant,Simons'un ya da son yılların en formda isimlerinden Sloven milli takımının da yıldızı Ceh'in yerini de Leko doldurabilecek mi? Bunlar herkesin merak ettiği konular...
sonuç olarak daha sezon başında Şampiyonlar Ligi ve Jupiler Lig'de Brugge'ün hayal kırıklığıyarattığı çok açık tabi ki bunda en önemli meseleler yeni alnınan oyuncuların daha adapte olamadan sakatlanmaları ve ayrıca da diğer önemli ve de çok şey beklenilen oyuncularının da sakat olması...Umarım bu 15 günlük aradan sonra sakatlıkların yavaş yavaş azalmasıyla Brugge'de geçtiğimiz sezonun havasını yakalar ve bizlere iyi bir lig izlettirirler...
KRC Genk:
Genk bu sezona beklenenlerin çok altında bir performansla
girdiler.Halbuki geçen sezon ortasında yapılan yeni transferler meyvesini
vermiş takım ligi 3. sırada bitirmişti.Bu sene geçen seneki kadronun üstüne
çok kaliteli oyuncular da kattılar ama lig şuan istedikleri gibi yürümüyor
bunun bence en büyük etkeni geçen sene Anderlecht'e kabus yaşatan Hugo
Broos'un takıma getirilmesi.Bence daha Hugo Broos kendini toplayamamışken
Genk in başına getirilmemeliydi.Her neyse takıma katılan oyuncular çok
akliteli isimler demiştim.Bunlar defansa Club Brugge2den alınan 21 yaşındaki
Hans Cornelis,Dortmund'dan çalışkan orta alan oyuncusu Sunday
Oliseh,Standard'dan defans oyuncusu Gonzague Vandooren...Aslında takımda bir
diğer şanssız olay sakatlıklardı.Onlarında canı Club Brugge gibi
sakatlıklardan çok yandı.Geçen sene takımın orta alanının beyni Orlando
Engelaar sadece 3 maçta oynayabildi.Ayrıca adı bir ara Beşiktaşla'da anılan
Seyfo Soley sadece son 4 maçtır görev yapıyor.Bence bu takımda en yararlı
isimlerden birisi Seyfo Soley...
Genk takımı çok genç ve tecrübesiz bir takım.İlerde bu kadroyu
koruyabilirlerse bence yakın çağda Jupiler Lig'de çığır açacak bir kadro
potansiyeline sahipler. Mesela defansın bekemiği Mikulic,orta aldan önemli
isim Koen Dearden 23 yaşında,yine diğer önemli isimler Beslija ve Haroun 20
yaşında,Belçika Milli takımında da oynayan müthiş forvet Kevin Vandenbergh
21 yaşında,bir başka forvet ve bu 9 haftada 169 dak.şans bulabilen Defour 17
yaşında,geçen sezon ortasında Ajaz'tan transfer edilen Tom Soaters 25
yaşında,yine defansın önemli isimleri Matouko 23,Cornelis de 21 yaşında,ve
takıkmın en önemli ofansif orta sahası Orlando engelaar 26 yaşında..
Bu isimler ilk 11 de sık sık şans bulan hatta çoğu 11'in daimi
isimleri.Artık heralde benim demek istediklerimi anlamışsınızdır.Bu Genk
takımı eğer bir kaç sene daha bu çekirdek kadroyu korursa bekledikleri
başarı kısa sürede gelecektir..ama bana göre önce Hugo Broos'un gönderilmesi
şart.Zaten bu gidişle fazla uzun da duramıyacak ve işte o gün takımdaki
yükselmeyi göreceksiniz sizlerde..
Lokeren:
Sezona deplasmanda aldığı sürpriz galibiyetlerle damga vuran Lokeren
adına her şey şuan yolunda gözüküyor.Evinde oynayacağı Lierse maçı eksik ve
bu durumda 13 puanla 8. sıradalar,o maçtan da 3 puanla ayrılırlarsa 5. liğe
kadar yükselecekler.Bu sezon deplasmanda Mouscron'u 2-0,Sint Truiden'i
2-1,Club Brugge'ü de 1-0 geçmeyi başardılar.Bunun yanı sıra Standard'dan da
son dakikalarda puan almayı kaçırdılar.Bunun yanında ligin yeni ekibi
Roseleare'ye 4-0 yenilmekten de kurtulamadılar.Ama o maçta hem
sakatlıklardan dolayı sıkıntıdalardı hemde 60.dakika maç 1-0 ken 10 kişi
kalınca oyun disiplinini kaybetmişlerdi.Yinede disiplinden kopmamalılardı..
Geçen seneden 7 kişiyle yollarını ayırdılar.Bunların içinden geçen sene
takıma katkısı büyük olan oyuncularda vardı.Brezilyalı Dos Santos geçen sene
takımda sürekli ilk 11 de yer alıp 8 gol atmıştı.Bunun yanında bir diğer
Brezilyalı forvet Correa da 2000 dakikayı aşkın sahada kalıp 4 gol
atmıştı.Ayrıca defans oyuncular Mamadou Coulibali,Ibrahima Conte ve Roma da
takımla sözleşmeleri fesh edilen diğer futbolcular.Bunu yanında Hendrix de
GBA'ya transfer oldu.Takım bu kan kayıplarının ardından 2 Yugoslav'danIvan
Vukumanovic'i Alania Viladikavkaz'dan,Goran Drulic'i Real Zaragoza'dan
aldı.Hırvat Stjepan Jukic Osijek'den,Hakim Bouchouari FC Nieuwkerken Sint -
Niklaas'dan,Gunther Van Handanhoven de La Louviere'den kadroya katılan
isimlerdi...Ligde gol atma sıkıntısı çeken Lokeren'in forvetlerinin
kendisine bir an önce çeki düzen vermesi şart.Özellikle geçen senenin yıldız
ismi Bance forvette biras daha etkili olmaya çalışırsa Lokeren adına işler
daha da kolaylaşacaktır...
Charleroi:
Geçtiğimiz sezon müthiş bir çıkışla ligi 5. bitirdiler ve kulüp
tarihinin en iyi sezonlarından birini geçirdi.Tabiki bence bunda en büyük
etken teknik direktör Jacky Mathijssen'di...Az bir bütçe ce kısıtlı bir
kadroyla neler yapabileceğini gösterdi ve takımı çok akıllıca oynattı...
Charleroi takımı aslında Jupiler Lig ekipleri arasında pek sevilmeyen bir
takım,geçtiğimiz sezon çıkan şike haberleriyle de yıkmaya çalışsalarda
ayakta kalamyı başardı Chareroi ve büyük çıkışını devam ettirdi...
Ama herşey bu sene değişti,Charleroi beklenilen gibi başlayamadı ve Avrupa
hayalleri çok erken bitti.Şuan da ligdeki konumlarıda geçen senekini aratır
biçimde.Geçen seneki kadrosundan çok önemli isimler kaybettiler.Bunlardan
Ibrahim Kargbo defansın belkemiğiydi ama sezon bitiminde Malatyaspor
transfer etti.Ama onlarda sakatlıklar nedeniyle verim alamadıkalr Kargbo'yla
yollarını ayırdılar.23 yaşındaki Sierra Leone'li oyuncu da bunun üzerine
Jupiler Lig'e FC Brussels formasıyla geri döndü..Charleroi ayrıca geçen
sezon 19 maç oynayıp 9 golle takımın en golcü ismi Türk asıllı İzzet
Akgül'ün bonservis sorunu yüzünden eski takımıyla Fifa'lık olması nedeniyle
onu oynatamamanın zorluğunu yaşıyor.100 bin dolar bile olmayan bu bedel
yüzünden Charleroi bence çok şey kaybetti..Bir diğer önemli kayıpta Laurent
Macquet'in takımdan ayrılması oldu..Bu oyuncuların yerini çok iyi
transferlerle dolduramayan Charleroi'de sonuç olarak düşüş yaşıyor.Teknik
direktör Mathijssen yine yoluna genç oyuncularla devam ediyor ama Strechele
gibi genç isimler de bence bir an önce bekleneni veremezse takım geçen
sezonu mumla arar...
Beveren:
Her sezon kadrosunda hep bildik Fil Dişi Sahilleri oyuncularını izlediğimiz Beveren tipik bir orta sıra takımı olduğunu bu sene de göstermek istiyor.Geçen sezon düşme potasına çok yaklaşsalarda bana göre bu sezon da ligde orta sıra takımı olmaya devam edeceklerdir...
Takım Arsenal'in sömürgesi olduğu için Fil Dişi Sahilleri'nden 18 oyuncuyla mücadele ediyor.Takımdaki diğer Afrikalılar da Congo ve Mali'den..
Geçtiğimiz sezon takımı sırtlayan isimleri 22 yaşındaki oyuncular Moussa Sanogo ve Ndri Romaric'di.Forvet Sanogo 14 orta saha Romaric ise 13 golle takımı sırtlayan isimler olmuşlardı.Ama bunlardan sadece Sanogo'yu ellerinde tutabildiler,Romaric bu sezon Fransa Ligue 1'e yeni çıkan Le Mans takımına transfer oldu.Teknik direktör Helleputte'nin Westerlo'ya gittiğni yerine Vincent Dufour'un getirildiğini de unutmamak lazım...
Bunnların dışında takımda pek bir değişiklik olmadı,Beveren yine Fil Dişi Sahili vatandaşı oyuncularyıla yoluna kadlığı yerden devam ediyor.
FC Brussels:
Geçtiğimiz sezon ilk yarı kesin düşer gözüyle bakılan Brussels takımı 2. sezona fırtına gibi başlayıp düşmelerini bekleyenleri oldukça şaşırtmıştı.Bu sezon da bu çıkışı devam ettirecekler gibi gözüküyor.Geçtiğimiz sezon takımın kurtarıcısı Emilio Ferreira'nın La Louviere'ye geçmesinin ardından onlarda La Louviere teknik direktörü Albert Cartier'i takımın başına getirdi.Ve bence teknik direktör Cartier yönetiminde hem transferlerde hem de taktiksel açıdan takım daha iyi bir hale geldi.
Kalede bizlerinde Gençlerbirliği'nden yakından tanıdığımız Patrick Nijs yer alıyor.Bana göre oldukça başarılı ve güven veren bir kaleciyle,kale konusunda bir problem yaşayacaklarını pek zannetmiyorum.Defansta da Fritz Emeran'ın takımdan ayrılmasından sonra sözleşmesi malatyaspor'la fesh edilen Kargbo'nun getirilmesi de bence oldukça yerinde bir transferdi.Orta sahada Riise'nin yerine La Louviere'den de tanıdık bir isim olan Mario Espartero ve Metz takımından Julien Goruis transfer edildi.Teknik direktör Cartier forvet mevkinde ise bir değişikliğe gitmeyerek Snelders ve Camagro ikilisiyle devam etti.Anlaşılan takımın yükü yine orta alanda geçen sezon 10 golle takımın en fazla gol atan Çek oyuncu Culek'de olacak.Bu oyuncuya Espartero ve Sels'in de katkısıyla Brussels iyi işler yapmaya devam edecektir diye düşünüyorum..
Sint-Truiden:
Kanaryalar lakaplı Sint-Truiden bu sezona da orta sıralarda yer almak amacıyla başladı.Şuan içinde bizlere böyle bir görüntü verdiler.Geçtiğimiz sezonda her sezonki gibi kayıplar yaşasalarda kendi maddi olanakları doğrultusunda yerinde transferler yaptılar.Marco Nijs,Cyrl Ramond,Ilıja Stoica gibi iyi transferlerin yanında Beda,De Cuellar,Van Imschoot gibi geçtiğimiz sezon göze çarpan isimleri kaybettiler.
Kısacası Sint-Truiden geçen sezon gibi bir sezon yaşayacak gibi gözüküyor...
Lierse:
Bu sezon Bosman'dan yara lan klüplerin başında gelen Lierse kayıplarını bütçesine göre yaptığı transferlerle kapatmaya çalıştı.Ateşli taraftarlarıyla tanınan Lierse geçtiğimiz sezondan Jupiler Lig'in en iyi orta olan oyuncusu Rumen Mitu'yu Anderlecht'e,defans oyuncusu De Roeck'i GBA'ya ve takımın en golcü ismi Avusturalya'lı forvet Archie Thompson'ı Bosman kuralları nedeniyle hiç bir bedel ödemeden göndermek zorunda kaldı.Bunların yanında orta sahanın önemli isimleri Delorge Anderlecht'e,Arjantinli Solari de ülkesinden bir takıma transfer oldular..
Bu kayıpların yerine Lierse takımı bombayı Bastia takımının tecrübeli yıldız ismi Tony Vairelles'i kadrosuna katarak patlattı.Bunun yanında,Flamengo'dan 23 yaşında genç forvet Alessandro Nunes,10 numaraya Hajduk Split'ten Lovrek,defansa Hırvat Andic ve Goran Mujanovic,forvete Figuirense'den Couto,yine orta alana GBA'dan da yakından tanıdığımız Kolombiyalı önemli isim Daniel Cruz ve bir kaç isim daha katıldı.
Sonuç olarak 9 haftada Lierse takımındaki en büyük sorun gol yollarında oldu.Vairelles'in formsuzluğu ve forvete katılan diğer Brezilyalıların uyum sorunu gol yollarında onların oldukça etkiledi.Ama ben inanıyorum ki Lierse takımı bir yükselişe geçip ligi orta sıraların üstünde bitirecektir..
Roeselare:Jupiler Lig'in bir diğer yeni ekibi Roeselare lige beklenenin aksine iyi başladı.Maddi durumu nedeniyle ksıtlı transferler yaptılar.Oostende den Eric Joly,Mouscron'dan,Genk'den Daan Vaesen,Mouscron'dan kaleci Jonathan Hochepied,La Louviere'den Wagneu Eloi, Red Star Waasland'dan Sebastian Dufoor ve Gent takımından kiralık olarak De Connick'i kadrolarına kattılar.Yeni transferlerinde beklenen formda oynamaları takımın iyi başlamasını sağladı.Şuan iyi gidiyolar ama lig uzun maraton bu kısıtlı kadroyla ligde tutunmak zor olaiblir.Bu yüzden ara transferde iyi bir kaç oyuncu almaları şart..
UEFA'da Rakipler: Bolton Wanderers
Bolton adına, “Dünyanın en iyi pazarlanan Ligi” macerası, 2001 - 2002 sezonunda başladı. 28 bin kişilik Reebok Stadium’u (Stadın adı bile reklam) her maç dolduran hevesli kalabalık için Avrupa macerası ise geçen sezon gelen 6. sıra başarısının ardından, bu sezon apayrı bir heyecan (Bolton ilk kez Avrupa arenasında)..
Aslında geçtiğimiz sezon dehşet bir serinin ardından (14 maçta; 9 galibiyet, 3 beraberlik, 2 mağlubiyet) son beş haftaya girilirken Bolton, Şampiyonlar Ligi yolunda müthiş bir avantaja sahipti. Ama arka arkaya gelen üç beraberlik ve Chelsea mağlubiyeti, son hafta 3-2 yendikleri Everton’un onların yerine Şampiyonlar Ligi’ne gitmesine neden oldu.
1874’de kurulan kulüp, 1990’ların sonunda başlayan yatırım hamleleriyle birlikte, bugünkü kadro yapısı ve transfer politikasına taban tabana zıt bir şekilde, istikrarlı bir yükseliş içerisinde..
Bolton’ın genel kadro yapısı, gözle görülür bir prensip üzerine kurulu: Büyük takımların forma bulmakta zorlanan orta halli oyuncuları ve orta halli takımların istikrar sorunlu yıldızları bir araya toplanmış.. Bu bir bakıma takımın adındaki Wanderers (Gezginler) ifadesiyle de uyumlu bir tutum..
Premier Lig macerasının başladığı 2001 – 2002 sezonuyla birlikte bu prensibi hayata geçiren Bolton, evvela tecrübeli bir ismi, Sam Allardyce’i (Big Sam) takımın başına getirdi. Djorkaeff, N’Gotty gibi isimlerle başlayan düşük maliyetli ya da maliyetsiz yıldız transferleri, Okocha (PSG), Campo (Real), Speed (Newcastle), Hierro (Real) şeklinde devam etti.
Aralarda Bolton’a uğrayan ünlüler kervanına Mario Jardel, Les Ferdinand ve hatta Bülent Akın bile katıldı..
Bu politika, ilk hedefi yani taraftar desteğini sağlarken, Big Sam ilk etapta kadro içinde uyum sorununu aşamadığı için başarı biraz gecikti. Premier Lig’de ilk iki sezon düşme potasına yakın seyreden Bolton, bunlardan birinde düşmekten kılpayı kurtuldu. Şimdilerde ise uyumun sağlandığı dönemlerde gelen periyodik başarılarıyla biliniyor.
2001 – 2002’de düşme potasının iki basamak üzerinde, 16. olan Bolton, sonraki sezon düştü-düşecek derken 34. haftada en önemli rakibi WestHam’ı yenip, gayet zorlu bir seriden (Blackburn (D), Arsenal ve Southampton (D)) üç beraberlikle ayrıldı ve son haftada M’brough’u 2-1 mağlup ederek ligde kaldı. 2003 – 2004’de şaşılacak bir yükselişle ligi 8. bitiren Bolton; geçtiğimiz sezon da, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, özellikle ikinci yarı performansıyla Premier Lig’in en büyük sürprizi oldu.
Transfer politikasını geçtiğimiz sezondan itibaren kiralık oyunculara yoğunlaştıran Bolton, bu sezon Fadiga ve Oakes’i Derby’ye geri gönderirken, Fiorentina’dan Nakata ve Lens’ten Diagne-Faye’yi kiraladı. İlaveten de 2002 Dünya Kupası’nda parlayıp sonradan ortalardan kaybolan iki oyuncuyu transfer etti: Meksikalı Jared Borgetti’yi her arayanın bulamayacağı kadar ücra yerlerden bulup getirdi (Borgetti, biraz Avrupa’da, biraz Latin Amerika’da dolaştıktan sonra kendi ülkesinde Pachuca takımına dönmüştü) ve Liverpool’un kulübe mahkumu El Hadji Diouf’la birlikte o ofansif oyuncu kalabalığının içine dahil etti.
Emektar Hierro da artık uzatmaları da bitirdi ve emekliye ayrıldı.
Velhasıl, Bolton UEFA Kupası’nda şöyle bir kadroyla mücadele edecek:
Kaleciler:
(12) Ian Walker
(22) Jussi Jääskeläinen (Finlandiya)
(30) Chris Howarth
Defans:
(2) Nicholas Hunt
(5) Bruno N'gotty (Fransa)
(11) Ricardo Gardner (Jamaika)
(15) Radhi Jaidi (Tunus)
(26) Tal Ben Haim (İsrail)
(32) Jaroslaw Fojut (Polonya)
Orta saha:
(4) Kevin Nolan
(6) Gary Speed
(7) Stylianos Giannakopoulos (Yunanistan)
(8) Iván Campo (İspanya)
(10) Jay-Jay Okocha (Nijerya)
(16) Hidetoshi Nakata (Japonya)
(23) Fabrice Fernandes (Fransa)
(24) Joseph O'brien (İrlanda)
(25) Abdoulaye Faye (Senegal)
(35) Scott Jamieson (Avustralya)
(39) Khalilou Fadiga (Senegal)
Forvet:
(9) Henrik Pedersen (Danimarka)
(14) Kevin Cyril Davies
(18) Jared Borgetti (Meksika)
(20) Ricardo Vaz Té (Portekiz)
(21) El Hadji Diouf (Senegal)
(27) Bedi Buval (Fransa)
(31) Jamer Sinclair
(33) Johann Smith (ABD)
Bu kadro felsefesi takıma o denli sirayet etmiş vaziyette ki, Big Sam bile ne yapacağı konusunda biraz kararsız.
İçerde, belki tribünleri, belki de bu kadar (Kendilerine göre) üstdüzey ofansif oyuncuyu kadroya dolduran kulüp yönetimini memnun etmek adına garip taktik varyasyonlara ve buna bağlı olarak garip kadro seçimlerine malzeme olan Bolton kadrosu, ne zaman deplasmana gider ve sahaya doğru düzgün yayılırsa iyi işler yapabiliyor..
Bu iç saha karmaşıklığını geçip, Bolton’ın olması gereken ve olduğunda da iyi semere veren saha içi formasyonuna bakarsak:
Kalede tercih Jääskeläinen’den yana. Savunmanın dörtlü olduğunu düşünürsek, sağ bek Hunt, sol bek Gardner, stoperler N’gotty, Jaidi (Çok yönlü bir isim) veya Ben Haim. Bunlara ilaveten, bazen savunmanın herhangi bir yerinde, bazen de savunmanın hemen önünde organizatör olarak gördüğümüz Campo var.
Bolton’un iyi oynadığı maçlar genellikle savunmanın önünde Kevin Nolan ve Speed’in ikili oynadığı maçlar. Bu varyasyon kimi zaman da yerini Campo, Nakata, Giannokopoulos üçlüsüne bırakabilir. Bu savunmaya dönük hattın (İkili de olsa üçlü de olsa) önünde genellikle Okocha’yı görmek mümkün, o yoksa da yerine bakacak adam sürüyle..
Forvet hattı da pek çeşitli; ama Pedersen biraz daha vazgeçilmez. İkili veya üçlü tercih edilen bu hatta, alternatif isimler olarak Diouf, Faye, Davies’i görmek mümkün, bazen de Borgetti’yi.
Bolton’ın geçen sezon sıklıkla kullandığı 4-2-3-1 dizilişi, bu seneki kadro için de gayet uygun. Hatta yapılan transferler, bu dizilişin artık sabitleneceği izlenimini uyandırdı. Ama ilk on resmi maç sonrasında sahada “ideal” namına herhangi bir şey yok: Taktik diziliş de, 11 de…
Bolton, Premier Lig’in dokuzuncu haftasına 8 maçta; 4 galibiyet, 2 beraberlik ve 2 mağlubiyetle beşinci sırada girdi. Cumartesi günü Beşiktaş provasını Chelsea deplasmanında yapan Bolton; 4. dakikada Giannokopoulos’la 1-0 öne geçmesine rağmen ikinci yarının hemen başında çözüldü ve sahadan 5-1 mağlup ayrıldı.
UEFA Kupası birinci turunda Lokomotiv Plovdiv takımını iki maçta da aldıkları ilginç 2-1’lik galibiyetlerle eleyerek 3. torbadan H Grubu’na dahil olduklarını da hatırlatalım.
İngiltere’deki ilk Lokomotiv maçında rakip ilk yarıda 1-0 öne geçti, Bolton son yirmi dakikaya girerken bulduğu bir golle beraberliği yakaladı, Borgetti’nin son dakikada attığı gol galibiyeti getirdi. İkinci maçta da pek benzer bir manzara vardı. Lokomotiv, ikinci yarının başında bulduğu golle yine öne geçti ve tur için yeterli bir skor yakalamış oldu. Bolton bu sefer son on dakikaya girerken beraberliği, 85’te de galibiyeti buldu.
Takımın gözde oyuncularından Hidetoshi Nakata, takıma alışma sürecinde zaman zaman yedek kalsa da Premier Lig’de olmaktan gayet memnun. Bir bakıma Premier Lig’de oynayan bir çok orta saha oyuncusunun kaderi olan “Kafasının üstünden uçup giden topları seyretmek”, şimdilerde onun canını pek sıkmıyor. En azından bunu Serie A’da zırt pırt sakatlanmaya yeğ tutuyor olmalı.
Aslında Bolton, kadro yapısı itibariyle, dan-dun oynamayan nadir İngiliz takımlarından biri (Yakında bunlar Premier Lig’i ele geçirip, daha izlenir bir lig yapacaklar, Sir’in tahtı iyice sallanıyor); yazık ki çok iyi bir organizatör olmaya namzet Nakata (Ee, burda da Okocha var, ne olacak şimdi? Hadi yavrum, sen yine sağ-iç’e geç), kiralık olduğu için (İyi tarafından bakılırsa aykırı ve iyi oynamaya başlayan) Fiorentina’ya ve (Kötü tarafından bakılırsa değişim konusunda Premier Lig kadar umut vermeyen) Serie A’ya dönmek zorunda..
Yeri gelmişken, Okocha, burada da kendini kabul ettirmiş, şovunu yapmakla meşgul, kendine yeni bir Fenerbahçe bulmuş da denilebilir. Belirli bir beklentiye alıştırılmış taraftar da ondan gayet memnun. Gerçi futbolunun son demlerinde ve bu kalabalık içinde o da birer ikişer kulübede oturmaya başladı ama hala takımının saha içinde güvenebileceği bir ofansif oyuncu ve geçen yılki başarıda önemli bir pay sahibi.
Orta sahanın defansif yükünü sırtlayan iki isimden bahsetmiştik: Kevin Nolan ve Gary Speed..
Aslında bu iki oyuncu, takımın anahtarları. Hücumcularıyla dikkat çeken Bolton’ın topsuz alan hakimiyetleriyle saha içindeki denge unsurları diyebiliriz bu ikisine. Bu sayede Bolton, rakip kim olursa olsun, en azından direnebiliyor.
Gary Speed, 36 yaşında ve Premier Lig’de parlak ve ilginç bir geçmişi var. Leeds, Premier Lig’de adından söz ettirirken o ordaydı. Newcastle yendien doğarken de orda. Everton sürpriz bir çıkış yaparken, yine orda. Şimdilerde Bolton sürprizinde aktif. Kısaca, nerede düşük bütçeli bir başarı varsa, Speed’i orada görmek mümkün.
Bu yaştaki oyuncular için sık kullanılan bir tabirle; “Neredeyse oğlu yaşındaki” Nolan’la (82 doğumlu) daha iyi bir ikili oluşturmasının önündeki engel, daha fazla birarada oynayamamaları. Bu da Big Sam’in huyu (Ya da huysuzluğu), daha çok bir basketbol takımını çalıştırır gibi davranmayı seviyor ve sahadaki kadroyu ve taktik düşünceyi sürekli değiştiriyor.
Tecrübe, teknik ve hız gibi unsurların ağırlıkta olduğu kadrosu, bir rakip olarak Bolton’ın artı tarafları.. Lokomotiv Plovdiv maçlarında da çok net belli olduğu üzere, Britanya dışına ilk kez çıkıyor olmaları ve yabancı herhangi bir futbol kültürünü tanımıyor olmaları, Premier Lig’de tedbir ağırlıklı oynayan Bolton’ın eksileri..
Lokomotiv karşısında iki kez zıplayan çekirge, bu grubun kesinlikle favorisi değil. Yukarıda bahsettiğimiz artı unsurlarıyla bu gruba renk katacakları kesin ama eksi unsurlarıyla da grubun dengesini bozabilirler. Yani bir yerlerde sürpriz puanlar bırakıp ya da bir yerlerden sürpriz puanlar alıp hesapta olmayan takımların potaya girmesine sebep olabilirler.
Bu da bizim Bolton’a Beşiktaş gözüyle bakışımız olsun..
18.10.2005
Artmedia
Bu Slovak futbol tarihinde 2. defa gerçekleşiyor. Daha önce FC Kosice de 1997/98 yılında Şampiyonlar Ligi’ne katılma başarısı göstermişti ancak tek bir puan bile alamadan elenmişlerdi. Bundan sonrasında Kosice’nin çöküşü gerçekleşti. Kosice takımının en büyük yatırımcısı olan çelik üreticisi Alexander Rezes 2002 yılında vefat edince takım İstanbulspor’un yaşadıklarının bir benzerini yaşadı ve iflas etti.
Artmedia başkanı Kaspar’ın yaptığı açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla FC Kosice’den ders almışa benziyorlar. Kaspar Şampiyonlar Ligi’nden gelecek parayla yatırım yapacaklarını ve altyapılarını geliştereceklerini söylüyor. Bunun yanında Artmedia’yı bekleyen ek gelir kaynakları da var. Örneğin Artmedia’nın 5000 kişilik stadı UEFA kriterlerini karşılamıyor ve bunun sonucunda maçlarını 30.000 kişilik Tehelne Pole stadında oynayacaklar ve stadın tamamen dolacağını tahmin etmek için fazla düşünmeye gerek yok sanırım.
Artmedia ilk maçında evinde Inter ile karşılaştı ve tahmin edilenden çok daha iyi oynadılar. Gerçi bunda Inter’in maçın hemen başında bulduğu golle beraber maçı rölantiye almasının etkisi vardı. Ancak 2 hafta sonra Slovak ekibi bir kez daha Avrupa futbol kamuoyunun dikkatini çekmeye başardı ve Porto deplasmanında 2-0 geriden gelip maçı 3-2 kazanmayı becerdi. Gerçi bu kez de şans Artmedia’nın fazlasıyla yanındaydı. Çektikleri 4 şutun üçü kaleyi buldu ve hepsi gol oldu. Porto %65’lik topla oynama yüzdesi ile maçı domine eden taraftı ancak çerçeveyi bulan 12 şutun sadece ikisinde golü bulabildiler.
Takımın bu maçtaki ikinci golünü atan Jan Kozak zaten Batı Avrupa takımları tarafından yakından takip ediliyor. 25 yaşındaki AM RC oyunucus 2002 yılında Slavia Prague’dan gelmişti. Takımın bir diğer önemli oyuncusu ise bu yıl Inter Bratislava’dan gelen Slovak U21 Juraj Halenar. Halenar Celtic ile oynanan ilk maçta hat-trick yapmıştı.
Bundan sonra Artmedia, Rangers ile karşılaşacak. Zaten şimdiye kadar yeteri kadar Avrupa futbolunu yeteri kadar şaşırttılar, daha fazlasını yapabilecekler mi göreceğiz.
Arsenal ve Man. Utd.
İngiltere Ligi’nin yeteri kadar yıpratıcı olması sebebiyle İngiliz takımlarının Şampiyonlar Ligi’nde kendi potansiyellerini yansıtamadığı ve çok yüksek başarılara ulaşamadığı bilinir. Ya ancak Chelsea gibi çok kaliteli kadron olacak ya da Liverpool gibi ligi fazla umursamadan doğrudan Şampiyonlar Ligine yöneleceksin. Örneğin Arsenal namağlup olduğu sezonda bile Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finalden öteye gidememişti. Yine aynı şekilde Manchester United da 1999 efsanevi şampiyonluk sonrasında sadece bir kez yarı final görebildi. Ancak bu yıl hem Arsenal hem de M.United görece olarak çok kolay kuralar çektiler. Ajax- Sparta Prag- Thun üçlemesi belki de gelebilecek en rahat kuraydı. Keza Villareal- Benfica- Lille üçlüsü de öyle.
Diğer gruplara baktığımızda da çok göze batan bir sürpriz yok zaten. Favoriler maçlarını kazanmayı bilmişler ve gruplarda üst sıralarda yer alıyorlar.
Premiership Kabuk Değiştiriyor
16.10.2005
Beşiktaş, H Grubu ve UEFA Kupası
Beşiktaş’ın yer aldığı H grubunun; Stuttgart, Rapid, Shaktar, Rennes ve PAOK’tan oluşan G grubu ile birlikte (Fikstürler de gözönüne alındığında) kupanın şu aşamada en zor iki grubu olduğunu belirterek, daha sonra tekrar döneceğimiz grup manzaralarına şöyle bir dokunup geçmiş olalım..
Beşiktaş; bir buçuk – iki sene kadar evvel oynadığı meşhur Samsunspor maçının ardından, istikrarın sokağına bile uğramadığı bir takım.. Halbuki, o zamana kadar, saltanatına kimin son vereceği merak bile edilemeyecek kadar istikrarlıydı. Bu –başı-bozukluğun sebebi ayrı bir yazı konusu (Mehmed, nefis bir pasla Cihan’ı topla buluşturuyor, Cihan gol pozisyonunda, Cihan, Cihaaaaan!), biz sonuçlarına bakalım..
Beşiktaş; kale, savunma, orta alan ve hücum bölgesinde, Türkiye için kalburüstü sayılabilecek oyunculara sahip. Ancak bu kadrodan, savunma dışındaki diğer iki hatta simetri ve paralellik içeren gruplar oluşturulamayacak olması ve orta sahanın genel olarak defansif yönden zayıf yapısı, çok iyi konsantre olunamayan her maçta korkutucu bir uyumsuzluk olarak kendini dışavuruyor. Burada sorun, orta alan oyuncularının geriye gelmemesi değil. Bu alanda en çok forma bulan oyunculardan olan Tümer topsuz alanda (Rakip alanda bile) hiç yokken formanın bir diğer gediklisi A. Hassan sık sık gerilere kadar gelen bir oyuncu olmasına rağmen, oraya gelene kadar rakibe verdiği en ufak bir rahatsızlık yok.
Rıza çalımbay’ın üçlü olarak yapılandırdığı ve Kleberson’u tam ortasına yerleştirdiği orta sahaya Tümer ve A. Hassan forvet hattından ne kadar uzakta dahil edilirlerse sorun o kadar büyüyor. Okan ise belki Kleberson’la ikili oynasa daha hayırlı olacak ama diğer herhangi bir üçüncüyle paylaşabileceği bir vazife yok.
Böyle bir orta sahanın savunma ile bağlantısı kağıt üzerinde bile kendine bağlı değil, sahada ise malumunuz, zaten yok (Konsantrasyon meselesi istisna). Top rakipteyken liberoya güvenip adam adama oynayan Beşiktaş’ta bu destek sorunu zaman zaman kabusa dönüşebiliyor haliyle..
Hücum bölgesinde tercihin, yapı olarak kendine müslüman iki oyuncu üzerinde yoğunlaşması, orta sahanın, her halükarda ofansif meziyetleri gayet yüksek oyunculardan kurulu olmasına rağmen bu bölge ile de bağlarını zayıflatıyor.
Ailton’un formsuzluğunun ve bu vesileyle sürekli forma bulamamasının Beşiktaş’a verdiği en büyük zarar; Youla’yla hiçbir zaman iyi bir ikili oluşturamayacaklarını Rıza Çalımbay’ın tecrübeyle kavramasını geciktirmesi.
Malum Samsunspor maçına kadar, gerek sahada oynanan futbol gerekse bu futbolun getirileri olarak zirve yapan Beşiktaş; bu miladın sonrasında her iki açıdan da o zirveye yaklaşamıyor bile.. Bazen izleyende hayranlık uynadıran maçlar oynsa da (Geçen sezon Bilbao ve her iki Fenerbahçe maçı gibi), ilki malum miladın hemen öncesine takabül eden yanlış transfer hareketlenmeleri neticesinde oluşturulmuş –bir çok açıdan- asimetrik kadro, ilerisi için umut vermekten uzak. Şimdilik bağlanılabilecek yegane umut, önümüzdeki transfer dönemlerinden birinde (Mümkünse ilkinde) daha akıllıca hareket edilmesi (Ben şahsen, Giunti ile benzer niteliklerde bir oyuncunun transfer için adının geçmesi halinde umut için umutlanmayı düşünüyorum).
Kadrosuyla, oynadığı futbolla, aldığı sonuçlarla, transfer politikasıyla tutarsızlıklar bütünü haline gelen Beşiktaş; kağıt üzerindeki en zor maçı olan Sevilla deplasmanından galibiyetle de dönebilir, kağıt üzerinde en kolay maçı olan Zenit karşısında 3 puanı İnönü’nün çimlerine de gömebilir.
Bu durmda Beşiktaş’ın Avrupa’daki akibetini, Bolton’la İnönü’de yapacağı açılışa bağlamak bile fazla iyimserlik olur.
Ama yine de bir çıkar yol adresi görmeyecek kadar da karamsar olmamak lazım (Malum konu Beşiktaş, ne olacağı belli olmuyor). İngiliz takımlarının klasik uluslararası deplasman kısırlığının da yardımıyla gelecek bir galibiyet ve aynı dönemde ligdeki nispeten kolay fikstür sonucunda alınacak idare eder sonuçların da rüzgarıyla kısa vedede Beşiktaş için bir toparlanış sözkonusu olabilir.
Tabi bunun uzun vadeye aktarımı, rehavet ile ters orantılı..
Aksi bir başlangıç ihtimali üzerinden kombinasyonlar üretecek kadar ileri de gitmeyelim, şimdilik bu kadar yeter.
UEFA Kupası H Grubu’na tepeden bakınca, pek dengeli ve eğlenceli olmaya namzet bir manzara göze çarpıyor. Beşiktaş’ın olası oturmuş halinin bile bu grupta zorlanacağına şüphe yok. Şaka gibi ama dengesiz bir Beşiktaş’tan daha çok şey bile beklenebilir.
Bolton – Sevilla maçının İngiltere’de, Sevilla – Guimares maçının İspanya’da (Portekizliler İspanyollara karşı deplasmanda daha direnişli olabiliyor), Beşiktaş – Bolton maçının Türkiye’de olması, Zenit’in iki iç saha maçını Rusya’nın kuzeyine nazaran hayli sıcak iklimlerden gelecek iki takımla (Sevilla ve Guimares) oynayacak olması, grubun akibeti konusunda tahmin yapmayı zorlaştıran unsurlar. Ayrıca kendi liglerinde Sevilla ve Beşiktaş’ın kötü, Zenit ve Bolton’un iyi görüntüsü (Guimares’inki berbat) ve Bolton’ın ilk defa çıktığı uluslararası arenada ne yapacağının belirsiz olması da işin cabası.
UEFA Kupası’nın nihai belirleyicileri olan Şampiyonlar Ligi’nden elenen üçüncüler gelmeden kupada ileriye bakmak zor. Ama UEFA’nın uluslararası kupaları elinden geldiğince acayipleştirmeye çalışması bile, en azından bir iki grubun dikkatimizi çekmesini de engelleyemiyor.
Mesela Galatasaray’ı eleyen Tromsø’nun yer aldığı E Grubu (Roma, Tromsø, Basel, Zvezda, Strasbourg) kura çekiminden değil de, o güzelim kadroyla gitgide batmayı başaran Roma’nın keyfi seçiminden çıkmış gibi duruyor.
Burada Galatasaray turu geçseydi, seribaşı dengeleri değişeceği için böyle bir grupta yer almayacaktı diye bir hatırlatma yapalım.
Benzer durumdaki F Grubu da, Marsilya, Heerenveen, CSKA Moskova, Dinamo Bükreş ve Levski’den oluşuyor ve bu grup da bize cevabını bilmediğimiz varsayarsak hayli komik hale gelen bir soru sorduruyor: “Bu grubun 1 no’lu seribaşı kimdi?”. Hadi geçen senenin şampiyonunu unutup hep beraber söyleyelim: CSKA Moskova..
Neyse ki meraklısına küçük eğlenceler kabilinden, yazının başında da bahsettiğimiz G Grubu gibi güzellikler de var.
Bundesliga’nın yükselmeye devam eden değeri Trapattoni’nin Stuttgart’ı, Lucescu’nun iyiden iyiye adam ettiği Shaktar, küçük Lucescu’nun Rapid’i, Lige kötü, Avrupa’ya iyi bir başlangıç yapan Rennes ve artık Avrupa’da hem kulüp bazında hem de Milli bazda kendine yer edinen Yunan futbolunun yükseliş-alçalış bakımından yer değiştirip duran temsilcilerinden PAOK, ayrıca Yunan takımlarıyla deplasmanda oynamanın zorluğunu da hatırlayalım (PAOK bu grupta Stuttgart ve Rennes’i konuk edecek)..
Ayrıca bu gruptaki takımların diğer iki ortak noktası: Hepsi isim yapmış takımlar ve kendi liglerinde bu sezon durgun vaziyetteler; bu sebepler onların Avrupa’ya daha bir bilenmesi için geçerli sebepler..
Geri kalanlar için de bir link vererek mevzuyu kapayalım:
9.10.2005
Dünya Kupası Elemelerinde Son Perde
Cumartesi günü biz Türkler için sübjektif olarak konuya bakarsak elbette Danimarka – Yunanistan maçkı gecenin en önemli maçıydı. Ancak daha tarafsız bir gözle tüm elemeleri göz önünen alırsak Afrika elemeleri şüphesiz hem son maçlar olması sebebiyle hem de bu maçlarda alınan neticeler itibari ile gecenin en dikkat çeken maçlarına sahip oldu.
Hiçbir takımın son maçlara kadar katılmayı garantiliyemediği Afrika’da alınan sonuçlar neticesinde bir Afrika devriminden bahsedebiliriz. Son 10 – 15 yılda Afrika futbolu deyince akla gelen ilk ülkeler olan Kamerun, Nijerya, Güney Afrika ve Senegal’den hiçbiri Dünya Kupası’nda yer alamayacak.
Bunların yerine tarihlerinde ilk defa Dünya Kupası’na katılacak Angola, Fildişi Sahilleri, Togo ve Gana olacak. Bunlardan son üç tanesinin coğrafi olarak Afrika Burnu’na sırayla dizilmiş olmaları da ayrı bir nokta. Yalnız Eurosport’tan Kamerun – Mısır maçını izleyenler, 80. dakikada maç 1-1 olduktan sonra hakemin nasıl her kararını Kamerun lehine verdiğini, maçı hiç yoktan 5 dakika uzattığını bir şekilde Kamerun golü bulamayınca +95’te nasıl bir penaltı uydurduğunu, penaltı atılırken 7 kişinin ceza sahasının içinde bulunduğunu görmüştür. Ama olmayınca olmuyor işte.
Şimdi bu yeni takımlara bakınca kağıt üzerinde ilk göze çarpan takım Fildişi Sahilleri oluyor elbette. Didier Drogba, Aruna, Kalou gibi forvetlere sahipler. Ancak eğer bu adamların bir önceki maçlarını yani Kamerun maçını izlediyseniz Fildişi Sahilleri’nin çok dengesiz oynadıklarını görmüşsünüzdür. Yani sistemi ve belli bir futbol kültürü olan bir takımla eşleştiklerinde işleri çok zor olabilir. Ama günlerinde olurlarsa da başarı elde edebilirler. Diğer 4 takım için açıkçası hiçbir şey söyleyemeyeceğim. Ancak unutmamalı ki 2002 öncesinde de Senegal hakkında fazla bir bilgimiz yoktu ve çeyrek final oynamışlardı.
Afrika’dan çıkan son takım ise Tunus oldu. Bir buçuk sene öncesinin Afrika Kupası finalinde karşılaşan Tunus ve Fas yine final niteliğinde bir maçta 2-2 berabere kaldılar ve bu sonuçla Tunus Afrika’yı Almanya’da temsil edecek 5. takım oldu.
Asya kıtasının 5.’sini belirleyecek eleme maçının ilki bildiğiniz gibi akıl almaz hakem ve kural hatası yüzünden tekrarlandı ve çok ilginç bir şekilde maça atanan hakem farklı bir konfederasyondan, UEFA’dan oldu. İsviçreli hakemin yönettiği maçta Özbekistan ile Bahreyn 1-1 berabere kaldı.
Kuzey Amerika’da Almanya biletini cebine koyan 3. takım Kosta Rika oldu. Bu arada Meksika onca eksiğine rağmen Guetemala karşısında çok sağlam top oynadılar ve 5 – 2 kazandılar. Konfederasyon kupasındaki başarıları bence tesadüf olmayacaktır ve bu takımın çeyrek finalden önce elenmesi sürpriz olur bence.
4.10.2005
UEFA Kupası'nda İkinci Gece
Lakin futbol dünyamızın duayenlerinden kabul edilen (İyi-kötü, gerçekten de öyledir) Talay Erker, maçtan önce çalıştığı gazetenin (Star) tam sayfa haber yaptığı bir iddiada bulunur: “Bu maçı Fenerbahçe kazanacak”. Bu iddiasına gösterdiği dayanak, teknik-taktik bir analiz içermemekle birlikte, şundan ibarettir: “Ben, seneler seneler seneler önce (Burada Talay Erker’in yaşına ve futbol dünyamızdaki geçmişine hürmet ediyoruz), Fenerbahçe’nin çok iyi, Galatasaray’ın berbat olduğu bir dönemde oynanan bir derbi için de Galatasaray kazanacak dediğimde herkes gülmüştü. Ama o maçı Galatasaray kazandı”
Neyse..
Oynanan maçı Galatasaray, tahmin edilenden de daha kolay kazandıktan iki gün sonra Talay Erker gazetesinde bu sefer yarım sayfalık, hatırladığım kadarıyla 6-7 maddede temellendirdiği bir savunma yazar.
Hepsi birbirine benzeyen bu maddelerin muhteviyatını en iyi açıklayacak ikisi şunlardır:
-Ben, Zeman’ın 4-3-3 oyun sisteminde bu kadar ısrarcı olacağına ve bu maçta bile bundan vazgeçmeyeceğine…
- Sergen’i hala forvet hattının solunda oynatıp, takımı bir kişi eksik oynatacağına…
ihtimal vermemiştim.
Bu iki maddeden, ve bu iki madde ışığında diğer 4-5 maddeden çıkartılacak sonuç; Talay Erker’in tahmininin tutmamasından kendisinin değil, takımı onun tahmin ettiği gibi oynatmayan Zeman’ın sorumlu olduğudur; tabi eğer Zeman’ın, Atatürk Havalimanı’na adım attığı günden, aynı yerden İtalya’ya uğurlandığı güne kadar tüm basın toplantılarında ve basın açıklamalarında “Ben bu oyun sistemiyle (4-3-3) başarılı oldum ve bunu değiştirmem. Fenerbahçe’nin kadro yapısı da buna müsait. Böyle oynamayı öğrenecekler.” ve Sergen’in oynadığı pozisyon ile ilgili ilk spekülasyonlar ortaya atıldığı andan itibaren de: “Sergen’in benim oyun sistemimde oynayabileceği tek pozisyon bu. Burada oynamak istemiyorsa kendisi bilir” deyip durduğunu bilmeyenler yahut balık hafızalı spor basınımız ve spor kamuoyumuz için…
Tüm bu zırvaları niçin anlattım? Tabi ki kendimi haklı çıkarmak için.
Aşağıdaki cümleler bana ait, benim bir önceki yazımdan:
“Kuru milliyetçilik yapmanın lüzumu yok. Nasılsa Tromsø İstanbul’da 3-4 gol yemeden tur için kendisine muhakkak lazım olan bir gol bulamayacak ve Galatasaray’ı eleyemeyecek. Onun için 78. dakikada gelen golü ilahi adaletin bir tecellisi sayarak lafa başlayalım.”
Şimdi…
Madde 1:
Ben, Gerets’in klasik 4-4-2 sisteminde ısrar edip, Hakan Şükür’ü yine yedek kulübesinde bekleteceğine ihtimal………
Amaaaaan!
Tromsø, bu turu 180 dakika boyunca akıttıkları terin son damlasına kadar haketti kardeşim.
Galatasaray, ikinci maçta biraz daha akıllı ve iyi oynayıp, iki gol daha fazla atabilseydi, Galatasaray da hakedecekti.
Ne yani?
Ivırını, zıvırını bu kadar kurcuklayıp, hakkında Gerets’in bile bildiğinden şüphe duyulacak kadar veri topladığım Tromsø’dan, ben bile bu başarıyı beklemiyordum diye, kuru milliyetçilikle ilk maçtaki sahayı ve adeta ikinci maç için beraberlerinde getirdikleri yağmuru mu bahane edecektim; hem de bir İskandinav takımının bu kadar hırslı oynayabilmesini, aktif futbolu altı ay önce bırakmış taze bir teknik direktörün ağzımı bir karış açık bırakan tercih ve hamlelerini ayrıca takdir etmişken?
Kaç zamandır Galatasaray’ın kadrosunda, sorumluluk alıp takımı yönlendirecek bir virtüöz, yahut hücum bölgesinde topu ayağına aldığında rakibi tedirgin edecek, takımının daha kolay hücuma çıkacak cesareti bulmasını sağlayacak, sıkışan herkesin top atmaktan çekinmeyeceği bir ofansif orta saha oyuncusu yok.
Yine de Galatasaray’ı; Avrupa’da gelen başarının verdiği cesaret ve sonraki nesle kattığı havayla mı, Terim’in aşıladığı motivasyonun hala bazı futbolcuların akıllarının ücra bir köşesinden onları yönlendirmesiyle mi, Hagi’nin takıma oynatmaya çalıştığı pozitif futbolun sirayetiyle mi...? Kimbilir hangi etkiyle oynamaya devam edebildiği kaliteli futbol nedeniyle kutlamak lazım. Tabi, takımın sıkıştığı anlarda, senelerdir kimsenin çalamadığı sazı eline almaya cesaret eden ucuz kahramanları da eleştirmekten kaçınmayarak.
Takıma ilk katıldığı dönemlerde gösterdiği performansı övenlere, enaniyet mi, tevazu mu anlaşılmaz bir şekilde ve o performansı Hakan Şükür’ün rüzgarıyla gösterdiğinden bihaber (Selamlar Oben): “Ben aslında ofansif orta saha oyuncusuyum” diyen Necati gibi mesela.. İki Tromsø maçında da, Hakan’ın oyuna girmesinden sonra, o esas mevkiine kaydırılan Necati; yoksa, her iki maçta da bu hamleye karşılık oyuna dahil edilen, ikinci sınıf Norveç Ligi’nin, ikinci sınıf Tromsø takımının yedek oyuncusu Valtin’e diş bileyemiyor mu?
Ya da, 7 maçta (Toplam 494 dakikada) 9 golle Avrupa’ya neğme yollayan milli kahraman Ümit Karan gibi.. Hani, maç boyunca tek olumlu hareketini, maçın fiilen bittiği 60. dakikada yapan Ümit.
Evet, maç o dakikada, yerden ceza sahasına gönderilen pası, Hakan Şükür’ün çapraz koşuşla markajcısını teke düşürdüğü alandan Ümit’in yatarak ayağının içiyle Hasan’ın koşu yoluna yuvarlaması ve Hasan’ın plasesinin auta gitmesiyle bitti. Çünkü bu, Galatasaray’ın son bilinçli hücumuydu ve ancak gol olsa arkası gelebilirdi.
Gerisi: Hasan’ın bocalamaları… Daim işçi Hakan Şükür’e (Oben Kaymakçalan; ziyaretçin var) şişirilen ve onun “Orada Olmayan Adam”ları oynayan Ümit ve Necati’ye indireceği toplardan umulan medet… İki senedir takımdan bir türlü gönderilemeyen Saidou’ya emanet orta saha… vs… vs… Son dakikalarda Mondragon’un yaramazlıkları da olmasa, kasvetli bir yarım saat.
Ha, bir de esame listesinde Volkan diye bir çocuk gördüm. Kimdir bu, bilen var mı? Transfer dönemi kapandığına göre altyapıdan gelmiş olmalı.
Tromsø, maç boyunca bir kez panikledi, onda da Szekeres’in topu arkasındaki Christiensen’e bırakmayıp lüzumsuzca kafaya çıkması sonucu golü yedi.
Galatasaray ise, normalde ekol gereği altı kişiden oluşan ama bu sefer bir hayli takviyeli etten duvarı aşmak için yapması gereken iki şeyden birini hiç yapmadı, diğerini ise birkaç başarılı ve bir hayli başarısız denemenin ardından rafa kaldırıp, Türk Futbolu’nun can simidi şişirme toplara (Bu can simidinin futbolumuza girişinde, modern futbolumuzun kurucusu Derwall’in payı var mıdır Oben’ciğim – Alman usülüdür de, o bakımdan) yöneldi.
Bu yapması gerekenlerden ilki, çizgiye inmektir ki, hayatında o çizgiyi gördükleri şüpheli Heinz, Hasan ve bilhassa Sabri ile mi yapacaktır bunu? İkincisi de o kalabalığın arasına hiç hesapta olmayan ve topla oyalanmadan iş bitirecek adam(lar) sokmaktır (Bkz. G.saray – Rosenborg maçı ve Hagi) ama oralarda zaten bir Necati dolanmaktadır değil mi?
Çekilen şutların bir türlü kaleyi bulmaması ise şanssızlık falan değildir. Çünkü rakip bir Norveç takımıdır ve nedendir bilinmez (Bilinmez mi acaba) bu takımlarla oynayan herkesin en büyük şikayeti, kaleye gönderilen şutların %70-80’inin, bu adamların kıçlarından-başlarından dönmesidir.
Sakın hiçkimse yağmurdan-çamurdan ve bu faktörler nezdinde şanssızlıktan da bahsetmesin, çünkü iki maç da güllük-gülistanlık hava ve tertemiz sahalarda oynansaydı aynı hiçkimseler, 3,5 mevsim kış yaşanan Norveç’in hem de en kuzeyinden gelen ve lig maçlarının büyük çoğunluğunu bu tür hava koşulları altında ve bu tür zeminlerin üstünde oynayan Tromsø’nun şanssızlığından bahsetmeyecekti.
Şanstan bahsedeceksek; geçmiş yazıdan yine tutmayan bir diğer tahmine ve dolayısıyla Beşiktaş’a geçelim (Ama yine bir zırva anlatmayalım, haklı çıkmak adına, hayli uzadı bu yazı)..
Şu cümleler de benim bir önceki yazımdan:
“Şimdi Beşiktaş’ın işi, deplasmanda kapanırken beklenmedik kadar kötü çıkan Malmö’nün, kendi evinde normal futbolunu oynarken, üstelik 1-0’lık deplasman avantajını da koruyamayacak kadar kötü çıkmasına kalmış; yani bir nevi şansa.. Ama kimbilir, belki de Beşiktaş dengede giden maçlarda yaptığı üzere beklenmedik kadar iyi çıkar. Dedik ya; artık gerisi şans..”
Evet, Malmö yine çok kötüydü; ve evet Beşiktaş da bir hayli iyiydi. Ama Beşiktaş’a bunları sağlayan ve maçı kazandıran faktör şans mıydı? Hayır.
İsteyen yine de şans desin, ilk maçın sonunda yerden yere vurduğumuz Rıza Çalımbay, onbirinciye kadar mükemmel oyuncu tercihleri (Ki o onbirinci de maç ertesi gazetelerin kahraman ilan edeceği Youla’dır; bir de Çağdaş var ama o da en azından sırıtmayarak arada kaynadı) ve bilhassa Malmö’yü yalamış-yutmuş izlenimi uyandıran maç taktiğiyle bu maçı ve turu Beşiktaş’a getiren en önemli unsur oldu.
Oyuncu tercihlerinin en mükemmeli şüphesiz Sergen’di. Hani o, Galatasaray’da kaç zamandır yok dediğimiz iki oyuncu profilinden “Hücum bölgesinde topu ayağına aldığında rakibi tedirgin edecek, takımının daha kolay hücuma çıkacak cesareti bulmasını sağlayacak, sıkışan herkesin top atmaktan çekinmeyeceği” olanının tam karşılığı; Malmö’nün kendi yarı sahasına çakılıp kalmasının saha içindeki müsebbibi..
Onun haricinde, Kleberson’u rahatlatıp daha faydalı olmasını sağlayan Okan ve ilk maçın sivrileni Elenga’yı, Ahmed Hassan ile birlikte perişan eden Ali Güneş (Stili bile yeter hocam) de diğerleri..
İşin taktik kısmı; hücumda zeten sadece, Gökhan’ın dönüşüyle toparlanan savunmanın rahatlıkla alt edeceği Afonso Alves ve sprint için Osmanovsky’yi bırakan Malmö’yü, iyi bir hücum ve orta saha presiyle kendi yarı sahasında tutmak. Skor avantajına rağmen kontratak bulamayan Malmö’nün, özellikle taçlarda ve duran toplarda organize hücuma çıkışları da ağır bir takım oldukları için başlarına bela olunca Beşiktaş maçı beklediğinden de kolay kazandı.
Vaziyeti daha iyi anlamak için, ilk yarı sonu istatistiklerden birine bakalım: Malmö’nün ilk yarıda rakip kaleye attığı şut sayısı sıfır..
3-0’lık skoru antrenman yapar gibi bulan Beşiktaş, Sergen çıkıp Tayfur oyuna girerken serbest vuruştan bir gol yiyince, eski faciaları hatırlayıp “Aman Hocam, Tümer” demeye kalmadı, Tümer’in ısındığını gördük. Bu sayede de Beşiktaş, bu dakikaya kadar Sergen’in dar alan etkinliğiyle bulduğu hücum bölgesi üstünlğünü, Tümer’in geniş alan etkinliğiyle devam ettirdi.
Sonuçta, Beşiktaş’ın tam anlamıyla olmasa da, Rıza Çalımbay’ın taktik anlamda sivrilip kendini bulduğuna şahit olduğumuz bir akşamdı. Ve iki hafta öncesinin tam aksine bu sefer, önce Galatasaray’la bozulan sinirlerimizi toparlayıp bize keyifli dakikalar yaşatan da, iki hafta öncesinin mesulu Rıza Çalımbay’dı.
Ee, Malmö’nün ilk maçın aynısını oynamaya çalışması mı şanstır o zaman? O kadar da olsun canım...
İlginç bir şekilde, hem ilk maçlarda, hem de ikinci maçlarda; hem skor bakımından, hem de sahada oynanan futbol bakımından sürprizler yaşadık, Türk futbolseverler olarak.
Ama bu sürprizler salt bizimle sınırlı değildi: Galatasaray; Feyenoord, Auxerre, Osasuna, Everton, Leverkusen gibi elenen iddialı takımlar; Beşiktaş da, Alkmaar, Halmstad, Sevilla gibi, gitti denilen turu geri getiren takımlar kervanında yer aldı.
Yani UEFA Kupası’nın birinci turu, sadece bizi değil, herkesi şaşırtan sürprizlerle doluydu..