Bir önceki Dünya Kupası’nı kazanan İngiltere’nin, 1970 yılındaki kupadan arşivlere kalan belki de en önemli görüntüsüdür. Grup maçlarının ikincisinde rakip Brezilya’nın sağ kanatta başlayan atağı, Jairzinho’nun aut çizgisine kadar inerek, ceza sahasına girer girmez topu ortalamasıyla devam eder. Penaltı noktasının bir metre soluna koşan Pele, savunmacısının Tsubasa bakışları arasında zıplayarak yaptığı kusursuz kafa vuruşuyla topu, diğer taraftaki direğin hemen içerisine ve çizginin yarım metre kadar önünde sıçrayacak şekilde sertçe gönderir. Pele, vuruşundan o kadar emindir ki “Gol” diye bağırmıştır bile. Eminiz ki tribünlerdeki seyircilerden önemli bir kısmı da gol sevincini yaşamaya hazırlanarak, ayağı kalkmaktadır. O sırada ortayı takip ederek sağ direğin yakınından altıpas çizgisinin hemen içinde hareketlenmekte olan kaleci ise, Pele’nin vuruşu anında kaleyi henüz ortalamıştır. İşte o anda olan olur; sarı kazaklı kaleci, bir adım daha atar ve bütün gücüyle hem sola hem de kendisine göre geriye doğru dalışa geçer. Yerden henüz sekmiş topu daha çok başparmağıyla tokatlamayı başarır ve yere kapaklanır. “Topa dokunabilmiştim ancak, yine de gol olduğunu sanıyordum” diyecektir daha sonra. Fakat tribünlerden kulakları sağır edecek bir GOL sesi yerine önce hayret dolu bir uğultu sonra da alkışları duyar. Gözünü açtığında ise, şaşkınlığını gizleyemeyen Pele’yi görür önce, sonrasında kaptanı Bobby Moore’un elini sırtında hisseder. Kafasını kaldırır ve topun kalenin arkasında zıplamakta olduğunu fark eder. “O anda gidip boğazına sarılmak istedim” diyor Pele; “fakat o ilk şaşkınlığı atınca, hayatımda gördüğüm en muhteşem kurtarış olduğunu anladım”.
Brezilya yine de maçı Jairzinho’nun ikinci yarıda attığı golle 1-0 kazanır. İngiltere buna rağmen grubundan ikinci olarak çıkmayı başarır ve Çekoslovakya’yı 1-0’la geçtikten sonra çeyrek finallerde, 4 yıldır ellerini ovuşturarak kendisi bekleyen Batı Almanya’nın karşısına çıkar. Maçtan bir gün önce İngiltere kalecisi midesinden rahatsızlanır. Bütün gün ve geceyi, tuvalet ile yatak arasında mekik dokuyarak geçirdikten sonra maç günü menajer Alf Ramsey’e kendisini daha iyi hissettiğini söyler. Yine de yapılan kısa bir deneme sonrasında Ramsey, bir şeylerin ters olduğuna karar vererek, yedek kaleci Bonetti’ye forma verir ve yüksek sesle düşünür: “Kaybedebilecek o kadar oyuncumuz varken onu kaybettik”. Bonetti’nin iyi oynadığı ilk 60 dakika sonunda İngiltere 2-0 öne geçse de Batı Almanya önce maçı beraberliğe taşımayı, uzatmada da 3-2 kazanmayı başarır. Bir ihtimal, bu maçı ve 1974 finalini kazanış biçimleri, o yıllarda yeni ergen olan Gary Lineker’in meşhur sözünde etkili olmuştur: “Futbol, 22 kişinin oynadığı ve sonunda Almanların kazandığı bir oyundur”.
Bank of England, bizdeki Merkez Bankası’nın İngiltere’deki karşılığıdır. Şimdiye kadar ismini özellikle yazmamaya uğraştığım yukarıdaki hikayelerin kahramanı Gordon Banks, Bank of England’ın kasası (safe) kadar güvenli olduğu için zamanla Banks of England olarak anılmaya başlamıştır. İngilizlere sorarsanız, gelmiş geçmiş en iyi kaleci oldur. Dünyanın geri kalanına sorarsanız, onlar da Banks’ın çok iyi olduğunu kabul eder ama sonuçta en iyinin yine de Lev Yashin olduğunu söylerler. Zaten aksi olsaydı, son iki Dünya Kupası’nda verilmeye başlanan ve sırasıyla Oliver Kahn ve Gianluiggi Buffon’un aldığı en iyi kaleci ödülünün ismi “Lev Yashin” değil, “Gordon Banks” olurdu. Yine de hemen her futbolbilir ve de sever, Banks’ın yukarıda anlattığım kurtarışının “Yüzyılın kurtarışı” olarak kabul eder, böyle anlatır.
Aslında Banks’in kariyeri hiç de böyle muhteşem başlamamış. 1937/Sheffield doğumlu Gordon, Yorkshire kentinde okul takımının kalesini koruduğu sırada hayatını bu işten kazanmayı düşünmezmiş bile. Nitekim, okulu bitirdikten sonra bir kömür işletmecisinin yanında çalışmaya ve kömür torbalayıp taşımaya başlamış daha sonra da bir tuğla ustasının yanına çırak olarak girmiş.
Rastlantılar gerçekten de çok ilginç olabiliyor. Bir Cumartesi günü bölgedeki amatör lig maçlarını izlemeye giden Banks, kalecisi hastalanan Millspaugh takımının seyircilerden bir kaleci istemesi üzerine yeniden kaleye geçmiş. Bunlar olmasaydı bugün ben yukarıdaki hikayeleri yazamıyordum. Banks’in ilk yıldaki performansı onu bir üst ligde oynayan Romarsh takımına taşımış ama ligin ilk iki maçında toplam 15 gol yiyince gerisin geri Millspaugh’a postalanmış. Ancak, burada da uzun kalmamış ve o zamanki 3. Lig’in Kuzey Grubu’nda yer alan Chesterfield tarafından keşfedilerek 1957 yılında maç başına 2 sterlin ücretle yarı-profesyonel futbol hayatına başlamış. Daha bu takımla sadece 23 maç oynayabilmiştir ki, 1. Lig’deki Leicester City’nin dikkatini çeker ve 1958/59 sezonunda bu takıma transfer olur. Gordon Banks’in Leicester City kariyeri 8 yıl sürer ve bu süre içerisinde takım 1964 yılında Lig Kupası’nı kazanır. Bu arada takımın 1961 ve 63 yıllarında da finale kadar yükseldiğini ancak, Wembley’de sırasıyla Totenham ve ManU’a yenildiklerini de belirtmek lazım.
Bu arada Banks, Nisan 1963’te ilk defa milli olur. Bu, takıma Dünya Kupası’nı kazandıracak olan ve yukarda bahsettiğimiz Alf Ramsey’in de sadece ikinci maçıdır. İskoçya’ya karşı oynadıkları maçta Gordon Banks, biri penaltıdan iki gol yer. Sonraki maçı ise Brezilya’ya karşı yine Wembley’dedir. Özel karşılaşma 1-1 sona erer ancak, Banks yediği golden dolayı Ramsey’nin ağır eleştirilerine hedef olur. Brezilya’nın sol açığı Pepe’nin (hayır yazım yanlışı yok-Pepe) 30 metreden vurduğu şutun kalenin soluna giderken son anda falso almış ve sağa dönerek gol olmuştur. Banks, futbol hayatının en “hayret verici” anı olarak tanımladığı şutu hiç bir kalecinin kurtaramayacağını savunmuştur. Bir sonraki maçta Çekoslovakya’yı 4-2 yenerler de Banks, milli formayla ilk galibiyetini alır. İngiliz milli takımının kalesini koruduğu 73 maçın sadece 38’inde, toplam 57 gol yiyecektir. Diğer 35 maç ise gol yemeyen kaleciler için kullanılan “clean sheet” olarak geçer tarih kitaplarına. 1.83 boyundaki Gordon Banks’in en önemli özellikleri ise yer tutmadaki şaşmaz başarısı ve hücum oyuncularının ne yapacaklarını kestirebilme yeteneğidir. Tabi reflekslerindeki hız da epey yardımcı olmuştur.
Banks’ın milli takımla çıktığı zirve tabi ki 1966 Dünya Kupasıdır. Grup maçlarında Uruguay, Meksika ve Fransa’nın yanı sıra çeyrek finaldeki olaylı Arjantin maçında da gol yemez. Yarı finaldeki rakip Eusebio’lu Portekiz’dir. İngiltere maça iyi başlar ve Bobby Charlton’un 30. dakikadaki golüyle öne geçer. Charlton 79. dakikada ise farkı 2’ye çıkartır. Portekiz’in tek cevabı ise 83. dakikada Eusebio’nun penaltısından gelir. Bu gol Banks’in İngiliz milli takımında bugün bile kırılamamış iki rekorunun bitişini belirlemiştir. Gol yemeden üst üste 7 maç ve en uzun gol yememe (708 dakika-443’ü Dünya Kupası). İşte bu dönemde kendisine Banks of England lakabı takılır. Banks, Portekiz maçını, Batı Almanya’ya karşı oynadıkları final maçının da üzerinde tutmuş ve kariyerinin en önemli maçı olarak nitelendirmiştir. Eusebio’nun attığı gol ise, penaltıdan olduğu için çok kişiyi üzmediyse de kendisi için “o seviyedeki maçlarda yenen her gol, saplanan bir bıçak gibidir”.
Finalde Batı Almanya ile karşılaşan İngiltere, bu siteye takılan herkesin ezbere anlatacağı maçı kazanarak Dünya Kupası’nın sahibi olur. Almanların 90. dakikada attığı gol için Banks; “Everest’in tepesine 1 metre kala aşağı itilmek gibi bir duyguydu” demiş daha sonra. Bugün o maçı yorumlayanlardan bazıları, Weber’in attığı gol öncesinde Gordon Banks’in topu kurtarmak için bir şansı olduğunu ancak, oradaki defans oyuncusunun (Ray Wilson galiba) kendisinden önce hamle ettiğini ve önü kapanan Banks’in çaresiz kaldığını ileri sürüyorlar. Sonrasını ve 1970 DK’sını biliyorsunuz ya da ben anlattım. Bu arada 1968 yılında İngiltere, İtalya’daki Avrupa Şampiyonası’nın yarı finalinde Yugoslavya’ya 1-0 yenilirler. Banks of England isimli kitabında Gordon Banks o maçı “Yugoslavlar hareket eden her şeye tekme atıyorlardı ve hakem de göz yumuyordu” diye hatırlamış.
Milli takımda böylesine bir efsane yaratan Banks’in klüp kariyerinde ise çok ilginç bir gelişme yaşanır. 1967 yılında takımı Leicester City, Banks’i satışa çıkarır. Ve bu Banks’e 4 sene öncesinden çıtlatılmış hatta Banks’te bunu onaylamıştır. Şöyle ki: 1963’te bir antrenman sonrasında Leicester’in minik takımının antrenmanını izlemek için sahada kalan Banks’in dikkatini 13 yaşında bir kaleci çeker. Menajer George Dewis’e “bu çocuk fena değil” der. Aldığı cevap şakayla karışık olarak “evet ve günü geldiğinde kaleyi senden alacak”. İşte bu çocuk benim bir türlü adamdan saymamakta ısrar ettiğim Peter Shilton’dur ve gerçekten de Peter 17 yaşına gelip de kaleye geçebilecek hâle geldiği zaman Banks’e yol görünür. Banks’i en çok isteyen takımların başında Liverpool gelmektedir fakat o, 50,000 sterlin karşılığında Stoke City’e transfer olur. Lig kariyerinin en üstüne ulaştığı 1972 yılı aynı zamanda sonun başlangıcı da olur. Hâlen İngiliz milli takımının kalesindeki 1 numaralı isim olan Banks (37 defa Leicester, 36 defa da Stoke formasını giyerken milli olur), Stoke City’nin 1972 Lig Kupasını kazanmasındaki baş aktördür ve 26 sene sonra ilk kez bir kaleci “Yılın Futbolcusu” ödülünü kazanır. Bu arada ilk milli maçını oynadığı İskoçya, son milli maçında da rakiptir ve Mayıs 1972’deki bu son maçı gol yemeden tamamlar.
Gordon Banks aynı yıl bir trafik kazası geçirir ve sol gözünün görme yetisini kaybeder. Her ne kadar sonrasında yaptığı çalışmalar sonucunda yine kaleye geçebilecek hâle gelse de mükemmeliyetçi yapısı nedeniyle bir daha aynı seviyeye asla gelemeyeceğini anlar ve İngiltere’deki futbol hayatını noktalar. Bir süre antrenörlük yapar ve sonra 1977 yılında ABD’de yeni yeni filizlenmeye başlayan futbol liginde oynayan Fort Laurdale takımına transfer olur. 40 yaşında ve tek gözle bile sezonun en iyi kalecisidir. Ancak, ABD’de seyirci çekebilmek için yapılan türlü ticari maymunluklardan rahatsız olur ve İngiltere’ye döner. Hâlen Almanya’da tanıştığı karısı Ursula ile birlikte kendi hâlinde bir emeklilik sürmektedir.
“İlk başladığım zamanlar, takım gol yediğinde kimse pek önemsemezdi. Gol yemek hoş bir şey değil ama bunun futbolun gerçeği olduğu kabul edilir ve bütün takım bunu telafi etmeye girişirdi. Ne zamanki oyunculara ödenen ücretlerdeki tavanlar kaldırıldı ve primler önemli hâle geldi, gol yemek bir suç gibi görülmeye başlandı”.