İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

29.11.2007

Türk usulü başarı

Galatasaray’ın UEFA ve Süper Kupa başarılarından sonra yakın zamanda yeni bir futbol zaferi beklemiyorduk. Derken, Şenol Güneş yönetimindeki Milli Takım, dünya üçüncüsü oldu. Kurayla Dünya Kupası’na gidilen dönemlerden, dünya üçüncülüğüne…



Biz, yani taraftarlara kala kala bu işin sevinci ve gururu kalır. Prim, araba, tatil beklentimiz de yok, böyle bir imkan da.. Sadece sevinmek yeterdi bize… Avazımız çıktığı kadar sevinemedik maalesef…



Dünya üçüncülüğünü sağ-sol kavgasına dönüştürenler yüzünden. Garip günlerdi o günler… Avrupalı takımlarla oynamamışız, dünya üçüncüsü olsak da dünyanın en iyi üçüncü takımı olduğumuz anlamına gelmezmiş, falanlar, filanlar…



Aradan geçti, 5 sene… Beş sene önce dünya üçüncülüğünü sırf saçlarını yana tarayan adamdan dolayı es geçenler, Norveç ve Bosna Hersek maçlarından sonraki halimizi, ‘büyük başarı, Titre Avrupa Türkler geliyor’ manşetleriyle önümüze koymaya çalışıyorlar. Ama yemezler…



Biz bunu hak etmiyoruz işte…



Bize başarı diye yutturulanlardan bıktık artık. Böyle bir gruptan son anda son maçta çıkmayı, başarı olarak kabul etmiyoruz. Başarı, 2000’deki UEFA Kupasıdır.Başarı, 2002’deki Dünya üçüncülüğüdür.



Eğer böylesi bir gruptan finallere kalmak başarı ise ve kırk gün kırk gece kutlanacaksa, sekiz sene önce en büyük futbol zaferlerinden birini, altı sene önce de bir başkasını yaşatanları hala omuzlarda taşıyor olmamız lazım.



Çok yakın geçmişte yaşadıklarımızı unutmuşuz gibi, Euro 2008 finallerine kalmayı başarı sayan bu temcit pilavı artık fazla gelmeye başladı. Böyle alalede sonuçları milletin önüne başarı diye koyarsanız, bu millet ilelebet o aşağılık psikolojisinden kurtulmaz. Norveç’i, Bosna Hersek’i yenmeyi marifet diye anlatırsanız, bu ülke futbolu ancak bu ülkelerdeki futbol kadar ilerler… Başarı mı? Yunanistan’ın Avrupa Şampiyonu olması… Başarı mı, Hırvatistan’ın İngiltere’de İngiltere’yi yenmesi ve EURO 2008’in dışına itmesi.



Yani dört büyüklerden birinin küme düşmesi nasıl bir halse, öyle bir hal… Var mı ötesi.? Ders budur. Futbol dersi budur…



Farkında mısınız değil misiniz bilmiyorum ama değilseniz ben bir hatırlatmada daha bulunayım: Türk futbolu, 2000’lerden önce sevindiği şeylere sevinmeye başladı. Sanki bazı şeyleri ilk kez yaşıyormuşuz gibi.



Sanki Norveç yenilmez armada… Sanki Bosna-Hersek, futbolda ekol…



Allah, fakire eşeğini kaybettirir sonra da buldurur. Sevinsin garip diye… Tam bu hal üzereyiz.



Bunu hak etmiyoruz?



Dünya Kupası’nda üçüncülük derecesi olan bir Türkiye Avrupa Futbol Şampiyonası’nda nasıl bir hedef koyacak merak ediyoruz… Gruptan çıkmayı başarı, İtalya’ya, Fransa’yı mağlup etmeyi olay haline getirmeyiz diye umuyorum…



Başarının anlamının kişilere göre değişmediği, biraz İtalyanca bilmeyle, saçlarını arkaya taramayla ve ders vermeyle, Dünya üçüncüsü olmak arasındaki o derin farkı görürüz diye bekliyorum…



Haa unutmadan Yunanistan son Avrupa şampiyonudur. Daha ne diyeyim?

27.11.2007

Euro 2008 Elemeleri Bitti

İsviçre ve Avusturya'nın ortaklaşa düzenleyeceği Euro2008 turnuvasının elemeleri bitti. 16 Ağustos 2006'da başlayan elemeler, 24 Kasım 2007 gecesi oynanacak Sırbistan-Kazakistan maçıyla sona erecek ve ev sahibi iki takımın yanında elemeler katılacak olan on dört takım belirlenmiş oldu. Bu yazıda gruplara tekrardan bakmaya ve göze çarpanlara bakmaya çalışacağız...

A Grubu'ndan başlayalım. Sekiz takımın bulunduğu tek gruptu A Grubu. 2006 Dünya Kupası'nın dördüncüsü Portekiz'in yanında, gruplarda elenen iki takım Polonya ve Sırbistan, onların yanında Avrupa'nın önemli takımlarından Belçika ve yükseliş trendinde olan Finlandiya. Kazakistan, Ermenistan ve Azerbaycan da grubun ''etkisiz elemanları'' olarak yer aldılar. Gruba iyi başlayan Finlandiya oldu. Diğer tarafta ise favori Portekiz kötü başladı. Polonya istikrarlı giderken, Belçika da beşinciliğe doğru yol almaya başladı. Portekiz elemelerin ikinci yarısında ağırlığını koydu ve toplamda sadece bir maç kaybederek ikinciliğe çıktı. Polonya da istikrarlı bir çizgide ilerleyerek grubu zirvede bitirdi. Finlandiya son beş maçında bir galibiyet alabildi ve üçüncü bitirdi. Yeniden yapılanan takımlardan Sırbistan dördüncü, Belçika beşinci bitirdi. Bu gruptan gelen en tehlikeli takım Portekiz gibi gözüküyor. Yaş ortalaması düşük olan Polonya, büyük turnuvalarda son dönemlerde başarılı olamıyor ve bir yenisine daha tanık olabiliriz. Diğer tarafta ise son Avrupa Şampiyonası finalisti ve Dünya Kupası yarı finalisti Portekiz var. Savunmada Ricardo Carvalho-Andrade-Fernando Meira üçlüsüne sahipler. Ortada Maniche-Costinha, hücuma doğru Cristiano Ronaldo-Deco-Quaresma-Simao fantastik hücum gücüne sahipler. İleride Postiga veya Nuno Gomes oynayacak. '86 doğumlu Miguel Veloso-Joao Moutinho-Nani üçlüsü de arkadan geliyorlar. Kısacası, Portekiz'in önümüzdeki şampiyonada ileriye doğru bir adım daha atması hiç de zor görünmüyor. Lider Polonya'nın kadrosunda ise pek bir değişiklik yok Dünya Kupası kadrosundan. Hücumda Zurawski-Raziak, orta alanda Smolarek-Krzynowek isimleri göze çarpıyorlar...

B Grubu'nda heyecan son maçlar öncesinde bitti. Dünya Kupası'nda çeyrek final oynayan altı Avrupa takımından üçü bu grupta buluştular: İtalya, Fransa ve Ukrayna. Zidane sonrası Fransa elemelere iyi başladı ve iyi devam etti. Ukrayna ise bir türlü istikrarı sağlayamadı. Gruptaki ikincilik mücadelesi İskoçya ile İtalya arasında geçti. Dünya Şampiyonluğu sonrası fazlaca rehavete kapılan İtalya, karşısında fazlaca istekli bir İskoçya buldu. Son iki maça kadar iki mağlubiyetle avantajlı olarak giden İskoçya, önce Gürcistan deplasmanında kaybetti ve avantajı İtalya'ya bıraktı. Final niteliğindeki maçta kendi evlerinde İtalya'ya son dakika golüyle yenildiler -ki beraberlik de işlerine gelmiyordu-. Dünya Şampiyonu İtalya, turnuvaya Dünya Şampiyonu yıldızlarının yanına gençleri de ekleyerek gidiyor. Cannavaro'nun yanında Grosso, Oddo, Zambrotta'ya sahipler, Juventus'lu Chiellini'nin performansı da umut veriyor. Orta alanda Pirlo-Gattuso ikilisinin yanında Perrota, De Rossi ve Camoranesi de eklenebilirler. Hücumda ise Iaquinta, Gilardino, Del Piero, Rosina, Luca Toni son derece etkili silahlar.... Fransa cephesine bakıyoruz. Savunmada; Evra, Gallas, Abidal'in yanına Mexes ve Sagnol gibi önemli isimler eklenebilir. Orta alanda; Patrick Vieira'ya sahipler. Arsenal'li Flamini tam bir görev adamı. İleriye dönük olarak kendilerini çok geliştiren Samri Nasri ve Hatem Ben Arfa var. Franck Ribery ve Florent Malouda da unutulmamalılar. Forvette ise dünyanın bir numarası Thierry Henry'nin yanında David Trezeguet, Nicolas Anelka ve Karim Benzema gibi alternatifler mevcut...

Milli Takımımız'ın da yer aldığı C Grubu'na gelelim. Elemelerin en vasat grubuydu dersek abartı olmaz herhalde. Son şampiyon Yunanistan, Türkiye ve Norveç'in ilk iki için yarıştığı grupta Bosna'nın dördüncü, Macaristan'ın beşinci, Moldova ve Malta'nın da sona yuvarlanacakları baştan belliydi. 12 maçta 10 gol yiyen Yunanistan, rakiplerinin son derece vasat olmasından faydalanarak rahat bir şekilde zirveye çıktı. Elemelere iyi başlayan ancak Malta, Moldova ve Bosna deplasmanlarından iki puan çıkarmayı başarabilen Türkiye, kendini bir anda üçüncülükte buldu. Yunanistan-Türkiye maçları dışında sadece bir maç kaybeden Norveç, final niteliğinde olan maç öncesi Türkiye'ye karşı büyük avantajla çıktı karşılaşmaya. Öne de geçmelerine rağmen kaybettiler ve ikincilik de Türkiye'nin oldu. Finallere giden Yunanistan-Türkiye ikilisinde başarı beklemek bence çok zor. İkinci Türkiye, böylesine vasat bir gruptan çıkmayı son anda başardı ve gelecek için de hiçbirşey vaad etmiyor. Yunanistan'ın ise kadro derinliği yok ve şampiyon kadrodan sadece iki kişi değişmiş durumda. Futbolda değişim olmadan gelişim olması epeyce zor. Önemli hücum silahları Georgios Samaras, Angelos Charisteas, Theofanis Gekas ve Amanatidis. Savunmada ve orta alandaki silahları ise sertlikten başka birşey değil. Stelios, Karagounis, Katsouranis, Basinas'lı orta alan hiç iç açıcı değil... Türkiye'nin ise savaşçı gözüken bir kadrosu var ama bir türlü istikrarı sağlayamıyor. En önemli isimler yurtdışında kariyer yapan futbolcular: Hamit Altıntop, Yıldıray Baştürk, Nihat Kahveci, Halil Altıntop, Emre Belözoğlu. Bu futbolcuların performanslarını sergileyememeleri durumunda bir B planı yok...

D Grubu'ndan çıkanlar hiç de sürpriz olmayan bir şekilde Çek Cumhuriyeti ve Almanya. İrlanda başlarda biraz zorlasa da açık ara kaybetti. Slovakya, Galler ve Kıbrıs Rum Kesimi de sıralandılar. San Marino da sıfır çeken üç takımdan biri oldu. (Andorra, San Marino ve Faroe Adaları) Finalleri garantileyen ilk takım olan Löw'ün Almanya'sı turnuvanın favorilerinden biri olarak gözüküyor. Dünya üçüncüsü takımın savunması aynen duruyor. Serdar Taşçı gibi iyi bir yedeğe de sahipler. Orta alanda Bastian Schwensteiger, Tim Borowski, Hitzlberger, Khedira, Hilbert, Kehl son derece derin bir kadroya sahipler. Hücumda ise Miro Klose'nin yanında Lukas Podolski, Mario Gomez, Kevin Kuranyi alternatiflerine sahipler. Son derece geniş bir kadrosu olan Almanya da turnuvada en azından yarı final oynayabilir gibi gözülüyor... Yeniden çıkışa geçmeye çalışan Çek Cumhuriyeti'nin kadrosuna göz atalım: '80 doğumlu David Rozehnal ve Zdenek Grygera'nın parladığı savunma hatları var. Hücuma dönük olarak Jaroslav Plasil ve Tomas Rosicky isimlerine sahipler. Forvette ise muhteşem ikili Jan Koller ve Milan Baros varlar. Hepsinden önemlisi, Çek Cumhuriyeti her zamanki gibi çok savaşçı bir takıma sahip. 12 maçta sadece 5 gol yiyen üç takımdan biriler (Fransa, Hollanda ve Çek Cumhuriyeti) ve bunların içinde en fazla gol atan takım (27) durumundalar...

E Grubu, elemelerin en çekişmeli grubuydu. Son üç büyük turnuvaya ilk turda veda eden Hırvatistan, son dönemin sürekli hayal kırıklığı İngiltere, Guus Hiddink'i takımın başına getiren umutlu Rusya ve patlamaya hazır İsrail ilk dörde girmeye aday takımlardı. Gruba iyi başlayan ve son maçlar öncesinde yerini garantileyen Hırvatistan oldu. Elemelere kötü başlayan İngiltere, iyi başlayanlar ise Rusya ve İsrail idiler. İsrail'in nefesi yetmedi ve aradan çekildiler. Son iki maça girilirken Rusya ile İngiltere arasında müthiş bir çekişme vardı. Rusya, İsrail'e kaybedince avantaj İngiltere'ye geçti. İngiltere ise hakemlerin müthiş katkısına rağmen Hırvatistan'a içeride mağlup olmayı başardı ve eline geçen fırsatı adeta zorla Rusya'ya verdi. İngiltere finallere gidemediği için kendinden başka kimseyi suçlayamaz. Grubu rahat lider bitiren Hırvatistan'ın kadrosuna bakalım: Tecrübeli bir savunma hattına ve Manchester City'nin genç sağ beki Corluka'ya sahipler. Orta alanda Bremen'li Vranjes, Betis'li Babic varlar. Hücuma dönük olarak ise Portsmouth'un parlayan yıldızı Nico Kranjcar ve Schalke'nin müthiş genci '88 doğumlu Ivan Rakitic kadroda. Forvette üç müthiş isim; Ivica Olic, Mladen Petric ve Arsenal'li Eduardo da Silva. Hırvatistan'ın bu genç takımıyla finallerde çeyrek finalden öteye gidebileceğini sanmıyorum, açıkçası. Ancak; '98 Dünya Kupası'ndaki gibi harika bir Hırvatistan geliyor ve bu harika bir haber... Rusya'da ise forvetler dışında pek göze batan bir isim yok. Sevilla'lı Alex Kerzhakov ve Lokomotiv Moscow'lı Dmitri Sychev turnuvada parlamaya adaylar. Teknik direktör Guus Hiddink faktörünü de unutmamak gerekir. Rusya, teknik kapasitesi sınırlı olsa da sonuna kadar savaşan bir takım ve finallerde de pes etmeyecekleri kesin...

F Grubu'ndan finallere giden takımlar İspanya ve İsveç. Elemelere iyi başlayan Kuzey İrlanda'nın nefesi ikinci bölüme yetmedi. Danimarka da içeride İspanya'ya mağlup olarak havlu attı. İspanya ve İsveç her zaman olduğu gibi elemelerde başarılı oldular. Şimdiki soru; her zaman olduğu gibi finallerde başarısız mı olacaklar? İsveç, son üç turnuvada sadece gruplardan çıkmayı başardı. İspanya da favori olarak gittiği turnuvalardan çeyrek finalin ötesini göremeden ayrıldı. Lider bitiren İspanya'nın kadrosuna bakalım: Savunmada tecrübeli Carles Puyol'un yanında Sergio Ramos ve Raul Albiol gibi iki kaliteli gence sahipler. Orta alanda Xavi-Iniesta ikilisinin yanında Cesc Fabregas ve David Silva parlayan iki genç. Hücumda David Villa, Fernando Torres ve Jose Antonio Reyes var. İspanya hiç fena bir kadroya sahip değil ve yarı final favorilerinden gözüküyor.... İsveç'in de pek değişik bir kadrosu yok. Zlatan Ibrahimoviç liderliğinde Freddie Ljungberg ve Kim Kallström gibi önemli isimlere sahipler. Defalarca söylediğim gibi, Ibrahimoviç'in liderlik ettiği bir takımın yukarılara gitmesi, ancak rakiplerin katkısına bağlıdır. 2004'teki gibi bir turnuva olursa İsveç'in şansı olabilir...

Son grupta da ilk iki için mücadele eden üç takım oldu: Hollanda, Romanya ve Bulgaristan. Hollanda ve Romanya ilk ikide yer almayı başardılar. Hollanda'nın savunmasını gençlere emanet ettiğini görüyoruz. Orta alanda Seedorf, Robben, van Bronckhorst gibi tecrübeli ve kaliteli isimlere sahipler. Forvette ise Ruud van Nistelrooy'un partneri olmaya aday isimler Ryan Babel, Dirk Kuyt, Klaas-Jan Huntelaar ve Vennegoor of Hesselink. Geçmiştekişlerin aksine genç ve istekli olan Hollanda takımı yarı finale gidebilir... Lider bitiren Romanya, Fiorentina'lı Adrian Mutu'nun etrafında kurulan ve son derece savaşçı olan bir takım. '90ların Romanyası hala bir adım ötede...

Son olarak da kur'alar öncesi açıklanan torbaları belirtelim: 1.torbada evsahipleri İsviçre ve Avusturya'nın yanı sıra Hollanda ve son şampiyon Yunanistan var. İkinci torbada İtalya, İsveç, Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan; üçüncü torbada Portekiz, Almanya, Romanya ve İspanya; son torbada ise Türkiye, Rusya, Polonya ve Fransa. Bu torbalar neye göre seçildi, merak ediyorum. İlk torbadaki takımlardan Hollanda dışındakiler FIFA sıralamasında ilk 10 içinde yer almıyorlar. Dünya sıralamasında 5.,6. ve 8. olan Almanya, İspanya ve Portekiz üçüncü torbadalar. Dünya dördüncüsü, son Dünya finalisti, '98 Dünya ve 2000 Avrupa şampiyonu Fransa da son torbadan giriyor.

Son söz olarak şahsi fikrimi de söyliyeyim: Favorim Portekiz. Gönlüm de Portekiz'den yana. Umarım İspanya'yla final oynarlar. İtalya yarı finale kalırsa sürpriz olur. Bu turnuvayla beraber yükselen takımların değişmesini bekliyorum. İtalya, Fransa, Hollanda ve İngiltere(ki zaten yok) gidecek ve yerlerine Portekiz, İspanya, Almanya ve hatta Hırvatistan parlayan takımlar olacaklar gibi gözüküyor...

26.11.2007

Fas

Fransa maceramın üçte ikilik kısmı tamamlanırken, geçtiğimiz hafta Fas’a gittim. Kanadalı ev arkadaşım 2 aydır bütün ülkelerde diplomat itibarı görüp, her haftasonu bir Avrupa ülkesini vizesiz gezerken ben evde köskös oturduğumdan, Türkler'den vize istemeyen Fas benim için de iyi bir tercihti.

Yolculuğumuz Çarşamba günü başladı. Madrid aktarmalı olarak Casablanca’ya uçarken, uçakta verilen Herald Tribune’de, bir önceki cumartesi İsrail’in Rusya’yı yenip İngiltere’yi favori konuma sokmasından bahseden İngiliz yazar, Rusya’nın Sovyetler'in çökmesi ile birlikte düşüşe geçtiğini, eski Sovyet takımında hızlı Ukraynalı kanat oyuncularının, sağlam Gürcülerin, Ermenilerin olduğunu ancak SSCB bölündükten sonra hiçbir Sovyet ülkesinin başarıda istikrarı yakalayamadığını yazıp durmuş. 4 gün sonra eve dönerken aynı gazetenin "FA bu takım sizin eseriniz, kıçınıza kına yakın!" şeklindeki yakarışlarını okuyunca, maç skorunu bilmeyen ben, uçakta ufak bir türbülans yaşadım.

Fas’a gelirsek, 4 günde Casablanca ve Fez’i gezdik. Fas’ın 10-15 yıl öncesinin Türkiye’sinden ya da şehirlerin varoş mahallelerinden pek bir farkı yok. İlk defa bir Müslüman ülkeye gelen benim coni arkadaşlarıma Fas çok değişik gelirken, Osmanlı’nın 500 yıllık başkentinden gelen benim için, 2 tane kıçı kırık cami, ya da kapalı çarşı çakması çarşılar pek de ilginç değildi. Mimari olarak Türkiye’den tek farkı minarelerin silindir değil, dikdörtgen prizması şeklinde olmasıydı.

Çarşamba akşamı, yapacak fazla bişi bulamayınca, bir kahveye girip Fas – Senegal maçını izledik. Tabi, barda bira içerek maç izlemeye alışmış benim coni arkadaşlarım için kahvede çay içerek maç izlemek ilginç bir deneyimdi. Fas, maçı 3-0 aldı. 3 gün önce de Stade de France’da 2-2 berabere kalmışlardı. Ben maçı izlemedim. Maçı izleyen Faslı arkadaşım, takımın oynadığı oyunla gururlandığını söyledi. Golleri izleyince zaten kalecinin iki aptal hatasıyla gol yediklerini anlıyorsunuz. Arkadaşım, sırf maç için Fas’tan birçok insanın günübirlik Paris’e geldiğini de söyledi. Zaten özetlere bakarsanız stad full Faslı.

3 sene önce bir arkadaşım Fas’a gittiğinde her yerde Chamakh forması gördüğünü söylemişti. Halen daha çakma Chamakh formaları duruyor. Ancak şu sıralarda Fas’ın en formda oyuncusu Boukhari. Porto’da oynuyor. Şampiyonlar Ligi’nde bu sene Marsilya’ya çok güzel bir gol attı. Fransa maçındaki 2 gol de ona ait. Senegal filelerini de boş geçmedi.

Fas futbolu için şu dönemlerde iyi şeyler söyleyebilirim. Senegal'e karşı oynadıkları maçı, çok az pozisyon vererek tamamladılar. Ocak sonunda başlayacak ve takvim itibariyle benim izlemekten en keyif aldığım turnuvalardan biri olan Afrika Uluslar Kupası’nda işleri pek kolay olmayacak. Kurada torbalar FIFA sıralamasına göre değil önceki kupalardaki başarılara göre düzenlendiğinden torbalar güç dengesine pek yansımadı. Bunun sonucunda Fas kendini Essien ve Appiahlı evsahibi Gana ile birlikte, şu anda FIFA Afrika sıralamasında Nijerya ve Fildişi Sahilleri'nin arkasında üçüncü sırada olan Gine ile aynı grupta buldu. Gine’de Trabzonlu Yatara, Antepli Diawara, eski Beşiktaşlı Youla tanıdık oyuncular var. Grubun son takımı ise Namibia.

16.11.2007

Bundesliga'ya Kısa Bir Bakış

Sezon başında Bundesliga köşesinde tekrardan yazmaya karar verdikten sonra sezon öncesi lige genel bakış içeren yazılar yazmıştım ve o günden bu güne Bundesliga'dan uzak olmasam da yazı yazabilecek boşluk bulamadım desem pek de yanlış olmaz. 13. maç gününün tamamlandı ve beklendiği gibi Bayern lider. Her takımı tek tek incelemek yerine ligde ilgi çeken gelişmelere şöyle bir bakalım.

Şampiyonluk Yarışı

Beklediğimiz gibi Bayern Munih tepede. Sezona müthiş başladılar ancak son haftalardaki düşüşleri gözden kaçmıyor. Hem ligde hem UEFA kupasında beklenmeyen puan kayıpları Hitzfeld ve ekibinin imajını biraz olsun sarstı. Sakatlıklar bunda ne kadar etkili tartışılır keza Klose sakatlıklar yüzünden maçlar kaçırıyor. Hamit sezon başındaki çıkışından sonra takımı takiben bir düşüş yaşıyor. Haftasonu oynanan Stuttgart maçı öncesi Hitzfeld'in iddialı açıklamaları onları rezil etti desek yanlış olmaz. Lell, Kroos ve Ottl gibi oyuncuların bu rüya takımda sıkça yer bulmaları altyapının Almanya'daki önemini tekrar tekrar anlamamızı sağlıyor. Toni, Klose ve Riberry ise diğer tarafta Bayern'i taşımaya devam ediyor. Kahn ise bence en büyük soru işareti.

Sezon başında Klose'nin gitmesine rağmen bu sezon Bayern'in rakibinin Werder Bremen olduğunu savunmuştum. Tek kelimeyle "müthiş" bir hücum takımı Bremen. Sanogo-Almeida ikilisi ve arkalarındaki Diego iyi bir uyum ve yeterlinin üzerinde bir performans gösteriyorlar. Toni-Klose-Ribery'nin 19 golüne karşılık Sanogo-Almeida-Diego üçlüsünün de 19 golü var. Bremen Schaaf ile yıllardır oynadığı futbol şemasını devam ettiriyor ve çok gol atan, karşı sahada müthiş top çeviren ama istikrarlı bir şekilde defans hataları yapan Bremen'in oynadığı her maçı izlemek ilginç oluyor. Şampiyonlar Ligi'nde yine hayal kırıklığı yaşadılar ama hala şansları var. Carlos Alberto ise sezonun hayal kırıklıklarının başında geliyor. Bremen transfer rekoru kıran oyuncu "hiçbir şey yapmadı." Munih'in 1 puan arkasındalar ve kendi sahalarında oynadıkları Münih maçı dışında çok güçlü gözüküyorlar. Umarım şampiyonlar liginde de bir üst tura çıkmayı başarırlar.

Ben yarışın bu iki takım arasında geçeceğini tahmin ediyorum. Hamburg şu an için bu ikiliye uyum sağlamış tek ağır top. Onlar sessiz sedasız geliyorlar. Van der Vaart yine başrolde. Kişisel görüşüm kendileri dahi şampiyonluk inancı içinde değiller.

Karlsruhe: Kontratak mı dediniz?

Ayağa paslarla kontratak yapan takımlar izlemesi keyifli olurlar. Karlsruhe oyun tarzı ve aldığı skolarla şu ana kadar lige damgasını vurdu. Tek tek oyuncular olarak baktığınızda pek bir şey göremeseniz de takım olarak müthişler. İyi bir "coaching" futbolda nasıl etkili oluyor; bunu her maçta kanıtlıyorlar. Macar ortasaha oyuncusu Hajnal iyi bir oyun kurucu olarak maçlara damgasını vuruyor. Sadece 14 gol atan bir takımlar ancak tam 23 puanları var ve 4.sıradalar. Onlara ve antrenör Edmund Decker'e futbolun esas olarak nasıl oynanması gerektiğini hatırlattıkları için (kontratak futbolundan değil takım olmaktan bahsediyorum) teşekkür borçluyuz. Deplasmanda topladıkları 13 puan onların ne kadar disiplinli bir takım olduklarını kanıtlıyor.

Nürnberg: Sezonun hayal kırıklığı

Karlsruhe dışında sezon başında beklenenden çok çok uzaklardaki tek takım Nürnberg. Geçen yılı 6. sırada bitiren ve ses getiren Nürnberg, şu an sondan üçüncü. Kötü skorlar aldılar. Kendi sahalarında aldıkları 5-1 lik Frankfurt galibiyeti dışında herhangi iyi bir sonuç yok. Bakalım Nürnberg önümüzdeki haftalarda ne yapacak...

Schalke çok kaybetmese de yeterince maç kazanamadı. Hayal kırıklığı kısmına onları da koyabiliriz herhalde. Mesut ciddi bir sakatlık geçirdi. Onun adına üzüldüm çünkü çıkışını bu sezon da sürdürse gelişimi açısından iyi olurdu. Kuranyi ise her maçta beni çıldırtıyor. Hedefe yönelik oynamaktan çok uzak. Taraftarı olduğum bir takımda böyle bir oyuncuyu izlemek hoşuma gitmiyor açıkçası. Asamoah'ın son 3 yıldaki en iyi sezonunu geçirmesi Kuranyi'nin formsuzluğu yüzünden pek ödüllenmiyor desek yanlış olmaz.

Sezon arasında Bundesliga'ya bir daha bakana kadar...OKG'cülerden bir ricam var... bu ülkede futbolu gördükleri yerde bana haber verirlerse sevinirim....futbol oyunu dışında herşeyi görüyorum ama futbolu bir türlü yakalayamadım...o kadar da maç izledim aslında... (Sivas - Kasımpaşa maçındaki Sivasspor'un müthiş futboluna bu sitemde haksızlık ettiğimi kabul etmeliyim)..

NOT: MYFC, Ebbsfleet United ile anlaştı..ilgilenenler için www.myfootballclub.co.uk...Zamanım olunca üzerine daha detaylı bir yazı yazmayı planlıyorum...Oyunu görelim, sevelim, koruyalım

Demir Perde: Rinat Dasaev

Demir Perde: Rinat Dasaev

Geçmiş yazılarımdan hatırlarsanız, kalecilerin özellikle G. Amerika’da çektikleri zorluklardan ve gördükleri muameleden bahsetmiştim. 20. yy’ın son 10 yılına kadar dünyadaki herhangi bir sahnede varlığı her zaman hissedilen rahmetli Sovyetler Birliği’nde ve onun devamı sayabileceğimiz bugünün Rusya’sında ise durum çok farklı olmuştur. Dünyanın büyük bir bölümünde sokaklarda, bahçelerde top oynayan çocuklar forvet mevkî için kapışırken, Moskova’dan Sibirya’ya kadar olan coğrafyada aynı kavga kaleye geçebilmek için yapılagelmiştir. Kimileri bu garipliğin (!) sebebini 1936 yapımı Vratar (kaleci) isimli müzikal-komedi filmine bağlar. Bir roman uyarlaması olan filmde esas oğlan Anton Kandidov, karpuz atıp-tutmada ve düşen karpuzları yakalamakta o kadar başarılıdır ki, kendisini filmde ismi anılmayan bir takımın kalesinde bulur. Filmin finalinde ise, ülkeye gelen bir yabancı takıma karşı muhteşem kurtarışlar yaptıktan sonra son dakikada bütün sahayı geçerek maçı kazandıran golü bile atar. Filmin en sevilen şarkılarından birinde ise; “Ey kaleci, kavgaya hazırlan/Sen kalede bir nöbetçisin/Arkandaki sınırı unutma” denmektedir. Artık biliyoruz; “Futbol asla sadece futbol değildir”.

Tabi bu filmi bilmeyenler, Sovyetler’de kaleciliğin bu kadar kutsal bir mevki olmasını Lev Yashin’e bağlayabilir. Ancak, Yashin en büyük olmasına rağmen Sovyetlerin ilk büyük kalecisi değildir. “Kara Örümcek” , bir ara kendisini yedek bırakarak, neredeyse futbolu bırakarak hokeye geçmesine sebep olacak Alexei “Kaplan” Komich’in başlattığı geleneğin devamıdır.

Yashin toplam 4 Dünya Kupası’nda oynar ancak 1970’te katıldığı son kupada 44 yaşındadır ve daha çok varlığının hissedilmesi için Meksika’ya götürülür, zaten bir yıl sonra da futbolu bırakır. Sonrasında geçen 10 yıl ise Sovyet futbolunun en karanlık dönemi olarak anılır. Takım, 1974-78 Dünya Kupaları’nı kaçırken kaleden bizim müzeden Yevgeny Rudakov ve Vladimir Astapovskiy gibi isimler geçer. Bütün ülke “Yashin’in Varisini” beklemektedir.

Dünya onu ilk kez 5 Eylül 1979’da bir başka rahmetli ülke Doğu Almanya’ya karşı oynanan maçta görecektir. Sahaya yürüyen 22 yaşındaki genç adam, 1.87 boyunda ve o zaman 75 kilo ağırlığındadir. Kadroda ismi Rinat Dasaev olarak geçmektedir. Ailesinin koyduğu ikinci isim olan Fazyrakhmanovich ise, bu ismi yazmaya çalışan daktilograflarda ortaya çıkan parmakların düğümlenmesi vakaları nedeniyle giderek daha az kullanılacaktır. Soyadını ise başka yerlerde Dasayev ya da Dassaev olarak da görebilirsiniz.

Dasaev, 13 Haziran 1957’de Volga’nın Karadeniz’e döküldüğü deltanın kollarından birisinin suladığı Astrahan’da dünyaya gelir. Bu bölgedeki yoğun Tatar nüfus kendisini Dasaev’in yüzünde de gösterir; yüksek elmacık kemikleri ve hafif çekik gözler. Dönem, Yashin’in bütün dünyayı avucuna aldığı dönemdir ve genç Rinat’ın henüz sekiz yaşında Volgar Astrakhan takımında kaleci olarak futbola başlaması pek şaşırtıcı olmamalıdır. Takımın alt kademelerinden birer birer geçer ve 18 yaşında A takıma kadar yükselir. İnanılmaz refleksleri, teknik bilgisi, yüksek toplardaki hakimiyeti ve istikrarı ile ülkenin en büyük takımlarından Spartak Moskova’ya transferi sadece 3 yıl sürecektir. Yıllar sonra yapılan bir röportajda, kariyerinde unutamadığı birçok maç oynadığını ancak aralarından birisini seçmesi gerekirse Spartak kalesine ilk defa geçtiği maç olduğunu söyleyecektir. Dasaev, bugün bile o maç boyunca dizlerinin nasıl titrediğini hatırlamaktadır.

Dasaev, Spartak Moskova’da oynamaya başladığı 1979 yılında yukarıda anlattığımız şekilde milli takımda da oynamaya başlar ve 1980 yılında Moskova’da düzenlenen olimpiyatlarda Sovyetler Birliği’nin üst üste aldığı 3. bronz madalyanın kazanılmasına katkıda bulunur. Ancak, Dasaev’in bütün dünyanın dikkatini çekişi 1982 Dünya Kupası’nda olacaktır. Zaten çoğu kişi de kariyerinin zirvesi olarak 1982-1988 yılları arası dönemi gösteriyor. 1982 D. K. elemlerinde Çekoslovakya, Galler ve bize karşı oynanan 6 maçta sadece 1 gol yer (o da bizden değil) ve Sovyetler Birliği rahatça İspanya’daki finallere katılmaya hak kazanır. Daha ilk maçta karşılarına, 82’nin favorisi Brezilya çıkacaktır. Sovyetler maça daha iyi başlar ve 34. dakikada Bal’ın attığı golle 1-0 öne geçer. Sonrasında ise maç Brezilya ile Dasaev arasında geçer ve Dasaev 75. dakikaya kadar dayanır. Sonrasında Socrates (efsane kalecileri değil de efsane futbolcuları yazıyor olsam ilk isimlerden birisi Socrates olurdu) ve Eder’in golleriyle Brezilya 2-1 kazanır. Ama Sovyetler Birliği yine de grubu aynı puanda bitirdiği İskoçya’yı gol averajıyla geçmeyi başararak ikinci tura geçer. Bu arada Dasaev’in 2-2 biten İskoçya maçında yaptığı bir kurtarış kariyerinin en iyilerinden birisi olarak anılır. İkinci tur grubunda ise bu defa Belçika’ya iki gol daha az atabildiği için averajla Polonya’nın gerisinde kalır ve Sovyetler Birliği yarı finale kalamaz. Belçika, Sovyetlerin kalbini 4 sene sonra bir kez daha kıracaktır. Ancak, bütün dünya, Sovyetler’in yakaladığı yeni nesli ve kalelerindeki adamı farketmiştir artık. Dasaev’in 1982’nin en iyisi olamamasının sebebi de bir önceki yazıda selam durduğumuz Zoff olmuştur.

Sovyetler Birliği, 1984 Avrupa Şampiyonası’na katılamaz. Aslında grubun son maçına lider girmiştir ve ikinci Portekiz’in 1 puan önündedir, ancak ilk maçta Moskova’da 5-0 yendikleri Portekiz’e, deplasmanda 1-0 yenilince Fransa’ya gidiemez. Dassaev 6 maçta sadece 2 gol yemiştir ama bu gollerin diğeri de 1-1 biten Polonya maçına aittir. Ve bu beraberlikte sonunda Portekiz’in bir puan farkla Paris yollarını tutmasına sebep olur. Yine de ne Sovyetler Birliği’ni ne de Dasaev’i çok eleştirmemek lazımdır. Çünkü ev sahibi Fransa’nın dışında sadece 7 takımın daha eleme gruplarından çıkarak katıldığı Euro 84’te, onların yanı sıra son dünya şampiyonu İtalya, dünya 3.’sü Polonya, Hollanda ve İngiltere gibi ülkeler de yoktur.

1986 yılında ise 3 yıl aradan sonra yeniden göreve gelen Valery Lobanovksy’nin yönetiminde SSCB, Meksika’ya favorilerden biri olarak gider, kupaya da öyle başlar. İlk maçta, Macarlara 6 atan Sovyetler daha sonra Fransa’yla 1-1 berabere kalıp, Dasaev’in dinlendirilmek için çıkmadığı maçta Kanada’yı 2-0 yenerek gruptan lider çıkar. İkinci turda rakibi, belki de tarihinin en güçlü kadrosuna sahip Belçika’dır ve iki takımın 16 Haziran’da Guadalajara’daki karşılaşmaları 1986’nın en tartışmalı maçlarından birisi olur. Belçika’nın gücüne rağmen Sovyetler maça favori olarak başlar ve 27. dakikada Belanov’un golüyle öne geçer. Sonrasında ise Belçika iki kez geriye düşmesine rağmen maçı 2-2’ye getirerek uzatmaya taşımayı başarır. Ancak bunda Belçika’nın her iki golünde de ofsaytı görmeyen İsveçli hakem Frederiksson’un da katkısı büyüktür. Uzatmalarda ise psikolojik avantajı da ele geçiren Belçika, maçı 4-3 kazanır. Dasaev bu maçta tam 4 gol yese de çoğu yerde bu gollerin kurtarılamayacak toplar olduğu ileri sürülerek Schifo, Ceulemans, Demol ve Claesen’in hakkını vermektedir. Dasaev’in kaptanlığındaki takım Moskova’ya büyük bir hayalkırıklığı içinde döneceklerdir ama çileleri burada bitmeyecektir.

Hemen iki yıl daha atlayıveriyoruz ve 1988 yazında Batı Almanya’ya gidiyoruz. Lobanovsky’nin özellikle Dinamo Kiev iskeleti etrafında kurduğu Sovyetler Birliği yine favorilerden birisidir ve gruptan 2 galibiyet ve 1 beraberlikle çıkar. Yine sadece 8 takımlı turnuvada A grubunun lideri olarak, B grubunun ikincisi İtalya ile karşılaşır ve 2-0’lık galibiyetle 25 Haziran 1988’de Münih Olimpiyat Stadındaki final maçına çıkma hakkını kazanır. Hollanda-SSCB maçını bilmeyen var mı..? Hadi kısaca geçelim sonra Dasaev’e döneriz. 34’te Gullit’in kafasıyla Holanda 1-0 öne geçer, 54’te ise Van Basten’in, bu maçı efsaneler arasına kazıyan golü gelir, 70’te Belanov’un penaltısını ise Van Breukelen kurtarır (ve o gün 11 yaşında olan yazarın o yıllardaki kalecilik idolü olur) ve SSCB’ye öldürücü darbeyi vurur. Bence Van Basten’in o topu doğrudan kaleye vuracağını, bırakın Dasaev, dünyanın bütün kalecileri bir araya gelse tahmin edemezdi. Ama sonuçta, aynı Grosics’in bütün kariyerinin 1954 Finali’yle birlikte anılması gibi Dasaev’in de kariyeri artık bu maçla anılmaya başlayacaktır. Kendisi bu durumdan hâlen şikayet ediyor; “Bu soruyu kaç defa cevapladığımı hatırlamıyorum. Evet çok güzel bir goldü ama neden bu kadar büyük oldu!? Çünkü Avrupa Şampiyonası Finali’nde atıldı. Çünkü o yıl dünyada yılın kalecisi seçilen Dasaev’e atıldı. Ve ben spor tarihine –Van Basten’in en güzel golünü yiyen adam- olarak geçtim”.

Bu maç sadece Dasaev için değil SSCB için de büyük bir yıkımdır, çünkü Avrupa Şampiyonası’nı kazanmaya bir daha bu kadar yaklaşamayabileceklerinin farkındadırlar. Hatta bir yerlerde Sovyetler Birliği’nin esas çöküş tarihini bu maç olarak anan bir yorum okudum. Hep beraber tekrarlıyoruz efendim: “Futbol, asla sadece futbol değildir”.

Dasaev bu arada, 11 senedir oynamakta olduğu ve 1983’ten beri de kaptanlığını yaptığı Spartak Moskova’yla iki kez lig şampiyonu olur. O yıllarda SSCB liginde iki takım hükmetmektedir; Spartak Moskova ve Dinamo Kiev. “Dinamo’yla maçlarımız muhteşemdir. Her maç sanki son maçımızmış gibi oynardık ve kazanan taraf Dünya Kupası’nı almış gibi sevinirdi”. Bu arada Dasaev ülkenin en köklü haftalık dergilerinden Onokyok tarafından 6 defa “en iyi kaleci” seçilir. Bu arada, yukarıda da belirttiğimiz gibi 1988 yılında dünyanın en iyisi ünvanını alacaktır. Ancak her ne kadar “kendini beğenmiş olarak görünmek istemem ama bütün kariyerim bir zafer havası içerisinde geçti” dese de 1988 yılı kalecinin zirve yılı olarak görülebilir.

Euro 88 finalinden sadece birkaç hafta sonra Dasaev, toplam 385 maç (50’si Avrupa Kupaları) kalesini koruduğu Spartak Moskova’dan Sevilla’ya transfer olarak SSCB dışına çıkan ilk oyuncu olur. “Bugün, başka bir ülkeye giden oyuncuların uyum süreci daha kolay. O zaman ben ve benden sonra çıkan birkaç arkadaşım ise çok zorlandık. Öncelikle hızlı bir şekilde dil öğrenmemiz gerekiyordu. Diğer taraftan Sovyet disipliniyle yetişmiş olan bizler takım antremanlarından sonra da bireysel olarak çalışmaya alışkındık ve batı klüplerinde bu yoktu. Buna da bağlı olarak, çok boş zamanımız oluyordu ve yabancı bir ülkede, yalnız başına boş zamanınız olduğu zaman, varolan problemlerin psikolojik ağırlığı daha beter çöküyordu”. “Demir Perde” Dasaev’in, yurtdışına transferiyle birlikte Lobanovksy ile arası bozulur. Disipliniyle tanınan Lobanovsky, hem Dinamo Kiev’de hem de milli takımda oyuncuların kontrolünü elinde tutmaktan hoşlanıyordu. Milli takımın kaptanının bu düzenin dışına çıkması onun için affedilemez bir hataydı ve Lobanovsky İtalya 90’a Dasaev olmadan gitmeyi düşündüğünü saklamıyordu. “Lobanovsky’yle bu konuda hiç tartışmadık, hatta konuşmadık bile. Sadece iletişim koptu ve bu durum kendisi ölene kadar devam etti. Bugün yaşasaydı ilişkimizin normale döneceğini tahmin ediyorum, ne de olsa milli takıma 7 yıl birlikte hizmet ettik”.

Sovyetler Birliği, tarihinde son defa 1990 İtalya’da boy gösterir ancak, Lobanovsky’nin arası Dasaev’in yanı sıra ülke dışına çıkan Zavarov, Aleinikov ve Khidiatulin’le de bozuktur. Bunun üzerine bir de turnuva başlamadan birkaç hafta önce Michailichenko’nun sakatlanması takımın moralini darmadağın eder. Dasaev, milli formayı son defa İtalya 90’daki ilk grup maçında Romanya’ya karşı giyecek ve diğer iki maçta yerini Uvarov’a bırakacaktır. Bu maçla birlikte toplam 91 defa milli olur ve SSCB tarihinin en çok milli olan ikinci ismi olur. E, böyle bir ülke de kalmadığına göre bu onuru da Dasaev’in elinden kimse artık alamaz. Milli forma altında sadece 70 gol yer. 1982 ve 86 Dünya Kupaları’nın güçlü ismi Sovyetler Birliği bu defa 3 maçta sadece tek galibiyetle grup sonuncusu olur. Bu arada minik bir not; ikinci maçta SSCB’nin Arjantin’e 2-0 yenildiği maçın hakemi eski dost (!) Frederiksson’dur.

Başarısızlığın ardından Lobanovksy’nin eleştirileri daha da artar ve Dasaev’in üzerindeki psikolojik baskı da ağırlaşır. Sevilla’da kendi hâlinde geçen sezonların ardından 1991 yılında kontratının sona ermesiyle birlikte futbolu bırakır. “35 yaşında futbolu bıraktım. Kesinlikle değil ama göreceli olarak erken bir yaş bu. Belki Rusya’ya dönseydim 40 yaşıma kadar devam ederdim”.

Ama Dasaev, futbolu bıraktığı zaman dağılmış olan ülkesine dönmez. Bir süre daha Sevilla’nın kaleci antrenörlüğünü yapar. Sonrasında açtığı spor malzemeleri satan mağazası ise, biraz da kendi ününe bağlı olarak iyi bir başlangıç yapsa da sonunda iflas eder. “Tek kelimeyle battım, çünkü ben bir ticaret adamı değilim. Benim hayatım futbol”. Bu arada eşinden de boşanmıştır. O uğursuz Hollanda maçından beri yaşadıkları artık Dasaev’in taşıyabileceklerinden fazladır. Aniden ortadan kaybolur. O kadar ki Rus gazeteleri artık anne-babasını bile aramayan efsane kalecinin ölmüş olabileceğini ileri sürer; “Anne babamı aramadım çünkü çok kötü durumdayım, ve bilirsiniz yaşlılar kötü haberleri daha da abartır”. 1998 yılında bir anda yeniden Moskova’ya döner ve eski evine yerleşir, yeniden evlenmiştir ve 4 çocuk sahibi olacaktır (2 de ilk evlilikten, eder 6; Allah bağışlasın). Ve röportajlarında, ortadan kayboluşunun üzerindeki sır perdesini kaldırmamak konusunda çok özenlidir. Yine de pek parlak olmayan on yılını geçirdiği İspanya için “ikinci evim” demektedir.

2003 yılında kendi kurduğu “Uluslararası Futbol ve Kalecilik Akademisi”nin başına geçer ve aynı yıl iki yıllığına Rus milli takımının başına getirilir. Rinat Dasaev son olarak 2007 yılında 50. yaşgünü şerefine düzenlenen ve eski Sovyetler Birliği oyuncularıyla, Pele, Maradona ve Platini gibi efsanelerin karşı karşıya geldiği özel maç ve bu sezon başında Torpedo Moskova’nın teknik direktörlüğüne getirilmesiyle gündeme gelir. Arada bir de Rus medyasına röportajlar vermekte ve 50 yaşında, karizmatik, stil sahibi ve kesinlikle oyunculuk günlerinden daha yakışıklı bir adam olarak geçmişi ve bugünleri yorumlamaktadır. Geçmiş kırgınlık ve çöküntülerini ne kadar geride bırakmıştır bilemem ama benim gördüğüm, hayata olumlu bakmayı ve rahat bir tavır gösteren bir adamdır. Çoğu zaman kendisine varisi sorulmaktadır ve Dasaev’in verdiği cevapları derlersek şöyle bir sonuç çıkmaktadır.

“Kaleci olmam, tesadüf ya da bir anda verilmiş bir karar değildir. Başından beri ne olmak istediğimi biliyordum. Yola “-ikinci Yashin- olarak çıkmadım, bugünün genç Rus kalecilerine de –ikinci Dasaev- olmak için değil kendi isimleriyle anılmak için çalışmalarını öneriyorum” .

Bence Dasaev, hedefine ulaşmıştır. Düşünsenize Yashin gibi “20. yy’ın en iyi kalecisi” seçilmiş bir efsane varken, yetenek vaadeden genç Rus kalecilerin “yeni Dasaev” olarak adlandırılması. Bunun üzerine bir gurur var mıdır acaba?
Bugünlük bu kadar efendim... Bir dahaki yazıda yeniden Atlantik’in diğer yanına geçelim ve Arjantili Fillol ve Meksikalı Carbajal’ı hatırlayalım.

12.11.2007

Ders Verin

Kuralar çekildi. Evvela herkese hayırlı olsun. Tabii önce bize. Herkes yorum yapmaya başladı.Hocamız birkaç kanalda boy gösterdi hemen, klasik üslubuyla gruptaki şansımızı değerlendirdi. Şöyle bir göz gezdirdim insanların grubumuz hakkında ne düşündüğü konusunda bir fikir sahibi olabilmek için. Genel olarak herkes karamsar diyebilirim. Grupdan çıkabilecekler anılırken inşallahlar eksik olmuyor Türkiye’nin önünden. Bu konuda yorum yapacağım. Ama önce rakiplerimizi bir nebze olsun tanıyalım. Hoş, sitemiz sakinlerinin iyi kötü bildiği takımlar hepsi…

Çek Cumhuriyeti:

Namağlup bitirdikleri grup maçları sonunda katıldıkları Euro 2004’ün en beğenilen takımlarından biriydiler. Grup maçlarında 3’te 3 yapıp bir üst tura çıktıklarında karşılarında Danimarka vardı.Onları da 3-0 gibi net bir skorla geçip yarı finalde antipatik şampiyon Yunanistan’a uzatmalarda 1-0 yenilip elendiklerinde (Gümüş gol) benim gibi bir çok kişi de üzülmüştü. Portekiz’le beraber gönüllerin şampiyonu ünvanını almışlardı. Takımın golcüsü Baros turnuvanın gol kralı olmuştu.2006 dünya kupasında ise şampiyon’un grubunda yer almışlar ve ilk turda kupaya veda etmişlerdi. Süper yıldızları Nedved de Millî takıma…

Eleme gruplarında D Grubunda yer aldılar. Daha kuralar çekilir çekilmez Almanya ile birlikte grubun favorisiydiler ve otoriteleri yanıltmadılar. Oynadıkları 12 maçın 9’unu kazandılar, 2 beraberlik aldılar ve yalnızca bir kez kaybettiler. O mağlubiyet de kendi sahalarında Almanya’yla oynadıkları maçta geldi: 1-2 Ama Almanya’da oynadıkları maçta rövanşı alıp hesabı gördüler: 3-0 Çek Cumhuriyeti Elemerin en az gol yiyen üç takımından biri. Yedikleri gol sayısı 5. (Diğerleri Hollanda ve Fransa) Eleme grubu maçlarındaki en golcü oyuncularıysa 6 gol kaydeden Çeklerin Hakan Şükür’ü Jan Koller*. 34 yaşındaki Monaco’lu futbolcu kariyerinin son kupasına formda geliyor. Onu 3’er golle Sionko ve Baros takip ediyorlar. Kaydettikleri 27 golü 12 farklı futbolcu kaydetmiş.

Kaleciler:

Çekler dünyanın en iyi 3 kalecisinden birine sahipler: Petr Cech(Chelsea)… Sağlam olduğunda alternatifsiz. Sakatlığında kaleyi Tecrübeli eldivenler Zitka(Anderlecht) ve ya Blazek(Nürnberg) koruyor.

Defans:

Çekler burada bol alternatife sahipler ve kalecileri de hesaba katıldığında “taş” gibiler. Newcastle’li Rozenhal, Grup maçlarının tamamında forma giyen iki oyuncudan biri. Yanında oynayan Ujfalusi(Fiorentina) ve Jankulovski (Milan) ile birlikte Çek savunmasının vazgeçilmezleri. Bu üçlüye bazen Pospech(Sp. Prag)bazen de Grygera(Juventus) ve Jiranek(Sp. Moskova) eşlik ediyor. Ujfalusi ve Jankulovski gibi tecrübeli ve yıllardır İtalya liginde forma giyen defans oyuncularıyla Çek cumhuriyeti savunması güven veriyor.Hücuma katkıları da üst düzeyde… Zaten elemelerde de bunu gösterdiler. Zapotocny(Udinese), Elemelerde forma giymese de Hübschman(Shakthar) Bu bölgenin diğer alternatifleri. Michal Kadlec(Miroslav Kadlec’in oğlu (Sp.Prag)) de bu bölge için adını sayabileceğimiz son isim.

Orta Saha:

Tomas Rosicky(Arsenal)… Çeklerin altın çocuğu Nedved’in millî takımı bırakmasından sonra artan sorumluluğun altından kalkmasını bildi. Takımın orta sahadaki beyni olan Rosicky’nin en büyük yardımcısıysa Plasil. Osasunalı oyuncu, grup maçlarının tamamında forma giyen bir diğer oyuncu… Grup süresince ülkesi adına en etkili oyunculardan biriydi. Millî takımımızın bu ikiliye çok dikkat etmesi gerekecek. Tecrübeli Galasek(Nürnberg) ilerlemiş yaşına rağmen Jan Polak(Anderlecht), Radoslav Kovac(Sp. Moskova) ve David Jarolim(Hamburg) le birlikte takımın orta sahadaki kozlarından… Libor Sionko(Kopenhag), Bu turnuvada sürpriz yapabilecek,dikkat edilmesi gereken bir isim . Oynadığı 5 grup maçında 3 gol atıp, 3 de asiste imza koydu. Slavia Prag’dan genç Daniel Pudil, Marek Matejovsky(Mleda Boleslav),Tomas Sivok(Udinese) bu bölgedeki diğer alternatifler.

Forvet:

Jan Koller, futbolunun son baharını yaşarken, yanında Baros(Lyon) gibi süratli bir isim.2.02’lik kule ve süratli bir partner kulağa yeterince ürkütücü geliyor. Elemelerde 6 gole imza atan Koller, 4 de asist yaptı. Baros ise 8 maçta forma giyip 3 gol kaydetti.Marek Kulic(Sp.Prag), David Lafata(A.Wien) ve Kanada’daki u20’nin yıldızlarından Martin Fenin bölgenin diğer alternatifleri.

Teknik Direktör Karel Brückner, 2002 senesinden beri takımın başında. Oturmuş bir sistem ve kadroya sahip teknik adam, 2004’e göre daha şanslı. Çünkü takımdan beklentiler bir önceki turnuvada olduğu kadar fazla değil. Ama, 2006 dünya kupasındaki hezimeti unutturmak isteyen Çeklerin, ekstra işlere ihtiyacı var. Bu da onların genlerinde fazlasıyla mevcut. Zaten kağıt üstünde de Portekizle beraber grubun favorisi olarak gösteriliyorlar. Euro 96’daki sürpriz çıkışlarını tekrarlamaları zor. Ama bu sefer böyle bir şey yaparlarsa, onlar için işler daha kolay. Çünkü artık ne gümüş gol var, ne de altın…

İsviçre:

İntikam davulları çalsın. Savaş boruları üflensin. Silahlar kuşanılsın. İsviçre maçı öncesi muhtemel başlıklar… Umarım böyle olmaz tabii ama İstanbul’da yaşanan olaylardan sonra İsviçre ile aynı gruba düştüğümüzde biraz çekindim. Elbette İstanbul’da yaşananların benzeri olacağından değil. Ama basının bu maçla ilgili atacağı başlıklar ve oyuncularımıza motivasyon için seçeceğimiz yöntem beni yine de şimdiden düşünmeye sevketti. Umarım bu sefer daha “modern ve profesyonel” yöntemler seçeriz. Ki artık ortaçağ çok gerilerde kaldı, futbolcularımız da savaşçı değil…Bu doğrultuda çekimlerden hemen sonra Kuhn,Terim ve Scolari dostluk mesajları verdiler. Umarız başladığı gibi devam eder.

Çikolata ülkesi bir önceki turnuvaya Rusya, İrlanda,Arnavutluk ve Gürcistan’ın da bulunduğu gruptan lider çıkarak katılmış, final grubunda (B Grubu) ise Fransa,İngiltere ve Hırvatistan’ın ardında 1 puanla son sırada yer almış ve yalnızca bir gol atabilmişlerdi. 2006 dünya kupasına ise olaylı(!) bir şekilde katılmışlar, Fransa,Togo ve Güney Koreli Gruptan lider olarak ikinci tura yükselmişler,0-0 biten maçın ardından penaltılarla 3-0 yenilerek, hiç gol yemeden kupaya veda etmişlerdi. İyi bir kadroları var. Jacob “Köbi” Kuhn, gerçek bir lider. –O zamanlar- tecrübesiz olan takımını Euro 2004’e götürdü. Ardından da Dünya Kupasına.Kupa performansı oldukça iyiydi bu “çok uluslu milli” takımın.Kendisi de 63 kez milli olan Kuhn, 2001’den beri takımın başında ve büyük ihtimalle bu onun son turnuvası olacak. Bu kez ev sahibi kontenjanından katıldıkları turnuvada taraftarlarının da desteğini alarak ev sahibi olmanın avantajını “sonuna kadar” kullanmak isteyeceklerdir.

Çeklerle açılış maçını yapacak olan ev sahibi, turnuva yaklaşırken, kendi evlerinde oynadığı son iki hazırlık maçında da 1-0’lık skorlarla yenildi. Önce Amerika’ya, sonra da Nijerya’ya. Oynadıkları son 10 hazırlık maçının beşini kaybettiler. Henüz istedikleri seviyede değiller. Turnuvaya kadar 6 aylık bir zamanları var, ve Köbi onlara gereken motivasyonu sağlayacaktır. Belki de biraz kavgaya ihtiyaçları vardır. Kim bilir?

Şu anda 40 gibi geniş bir oyuncu sayısına sahip olan takım, Nijerya maçından sonra açıklanan doğruysa, 27 kişiye düşürülecek. Yani iskelet yavaş yavaş belli olacak.

Kaleciler:

Fabio Coltorti(Santander), Pascal Zuberbühler(Neuchatel), Diego Begnalio(Nacional Madeira).36 yaşındaki Zuberbühler kaleyi dünya kupasında da koruyan isimdi. Tecrübesiyle diğer kalecilerin arasından sıyrılıyor. En büyük alternatifi Diego Begnalio.

Defans:

Arsenalli Senderos(şu anda sakat) ve Patrick Müller(Lyon) savunmanın göbeğini oluşturuyor. Bir diğer Arsenalli(Birmingham’da Kiralık) Johan Djorou, dünya kupasından sonra kendine daha çok yer bulmaya başladı. Özellikle Senderos ve Djorou fizik olarak çok iyiler ve genç yaşlarına rağmen premier lig’de kendilerine yer bulabilmiş isimler. Behrami (Lazio), Degen(Leverkusen),Spycher(Frankfurt) ve özellikle bizimle oynadıkları maçta sinirleri iyice geren Stuttgart’lı Magnin, savunmadaki kalburüstü isimler. von Bergen(Hertha), Grichting(Auxerre), Lichtsteiner(Lille) diğer alternatifler…

Orta Saha:

İsviçre orta sahası, dünyanın en çok uluslu orta sahasıdır herhalde. Cabanas(G’hoppers), Barnetta(Leverkusen),Gygax(Metz), Wicky(Sion), Gökhan İnler( Udinese) ve her ne kadar kulüp bazında başarısız transferler yapsa da Hakan Yakın(YoungBoys), gibi isimlerle İsviçre, çok dinamik ve yıpratıcı bir orta sahaya sahip. Genç yetenekler Ziegler(Sampdoria) Fernandes(M.City), Margariaz(Osasuna) ve Dzemaili(Bolton) takımda yer bulabilecek kalitede. Tecrübeli İsimler Huggel(Basel) ve Celestini(Getafe) bu bölgede Köbi’nin yaralanabileceği diğer isimler.

Forvet:

Sakatlığı sebebiyle son hazırlık maçlarında forma giyemeyen Frei(Dortmund), takımın hücumdaki en önemli ismi. Yokluğunda takım 4-4-1-1 gibi bir dizilişle sahaya çıktı. Marco Streller(Basel), Çek Jan Koller’in değişik versiyonu. 1.97’lik boyuyla savunmamız için önemli bir tehdit. İstanbul’daki maçta takımının 2. golünü atmıştı. Vonlanthen(A.Wien) takımın diğer gol umudu. Dünya Kupası tecrübesinin ardından bu ikinci büyük turnuvası olacak ve Vonlanthen sürprizlere açık bir isim olabilir. Nkufo(Twente),5 yıl sonra milli takıma tekrar merhaba dedi. Frei’ın yokluğunda Streller ve Vonlanthen’in alternatifi olarak tekrar kadroya çağırıldı. Degen(Basel), Lustrinelli(Luzern), ve Regazzoni(Young Boys) gibi isimlerse çok az şans bulabilen oyuncular…

İkinci bölümde Portekiz’i inceleyeceğiz. Ardından da grupta ne yapabiliriz sorusuna cevap arayacağız.

7.11.2007

Slavia Prag'lı Futbolcular Taraftarlarının Önünde Diz Çöktü. Siz Niye Çökmüyorsunuz?

Bundan önceki Şampiyonlar Ligi yazılarımı unuttum. Her şeye sıfırdan başlayalım. Ben bir Beşiktaş taraftarıyım. Maç günü, üniversitede okuduğum bölümün en zor dersinin sınavından çıktım (sınav çok yorucuydu ve çok kötü geçmişti), radyoda programımı yaptım ve kafedeki televizyonun başında maçı izlemeye koyuldum. Bu durum sırf bana mahsus değil. Pek çok Beşiktaş taraftarı, işinden yorgun çıkan, karısıyla kocasıyla kavga eden, patronundan fırça yemiş, ya da ihaleyi bağlayamamış,... Takımlarından tek beklentileri, iyi bir performans... Performansı da geçtik, biraz gayret...



Ama sahada Beşiktaş adına ne var? 11 tane beyaz formalı futbolcu. Kırmızı futbolcular daha hızlı, daha istekli, daha teknik, daha güçlü. Sonuç? 8-0. Şampiyonar Ligi tarihinin en farklı skoru. Maçın teknik analizine girmemize gerek var mı emin değilim. Bir noktadan sonra taktik dizilişin, hakem kararlarının pek önemi kalmıyor. O nokta nedir peki? Tuttuğunuz takımın 4-0 yenikse ve bırakın mücadele etmeyi, fark daha fazla açılmasın diye yatay, kısa paslar yapması...



Burada sorulması gereken soru şu olmalı: 100 yılını çoktan devirmiş, milyonlarca taraftara sahip bir takım olan Beşiktaş’ın neden Avrupa kupalarında hiçbir başarısı yok? Liverpool, kuruluş itibariyle Beşiktaş’tan sadece 11 sene büyük. Ve İngiltere’deki taraftar sayısı, Türkiye’deki BJK taraftar sayısı kadar ya vardır ya yoktur. Çok basit bir mantık aslında. Bu iki takım arasında 8 gollük bir fark var. İşte bu fark nereden kaynaklanıyor? Yanıltmasın, Beşiktaş İnönü’de Liverpool’u yenerken de, bütün pozitif futbolu İngilizler oynamıştır. BJK’nin ilk golü ise tamamen şanstır.



Diyeceksiniz ki, “Beşiktaş’ı çok ezdin. Liverpool dünyanın en önemli kulüplerinden biri. Hem geçtiğimiz sezon Roma da Man Utd’dan 6 yedi.” Tamam, Roma 6’yı yedi. Ama 1-) 6 yerken en azından bir gol attı. 2-) O maç bir kazaydı. Roma’nın Şampiyonlar Ligi’ne her girdiği sene averaj takımı olma gibi bir geleneği yok. Oysa Beşiktaş’ın sicili kabarık. 6’lık Leeds maçı, 5’lik Barça maçları, 4’lük Milan maçları...Yani sadece bu seneye mahsus değil. Beşiktaş, tarihi itibariyle Şampiyonlar Ligi’nde, adi bir averaj takımı olmaktan öteye gidemedi. Bunu kabullenelim.



Peki niye “adi” bir averaj takımı? “Adi” olmayan averaj takımları da var. Bakınız, Slavia Prag... 2 hafta önce Londra’da Arsenal’den 7 yediler. Ama ne yaptı futbolcuları o maçtan sonra? Gidip taraftarlarının önünde diz çöktüler. Taraftarları da onları alkışlayarak affetti. Beşiktaşlı oyuncular niye 7’den de fazla, 8, yemelerine rağmen orada binlerce Liverpool’lunun arasında üzerini çıkarıp gururla Çarşı – BJK atkısı taşıyan taraftarının önünde eğilmedi?



Ya da şöyle soralım, Şampiyonlar Ligi’ndeki diğer averaj takımlarının arasında, oyuncuları Beşiktaş kadar ücret alan, transfere Beşiktaş kadar para harcayan bir takım var mı? Her sene neşter, her sene yeni yabancılar. Şu anki Beşiktaş kadrosunda bana bir tane üst düzey oyuncu gösterebilir misiniz? Üst düzey derken, Avrupa’nın ilk 20 kulübünde ancak yedek bekleyebilecek potansiyele bile okey derim. Bir Ricardinho vardı, onun da yaşı geçti. Bobo ise ancak orta sıralarda bir Fransız takımını sırtlayabilir, daha fazlası zor. Serdar’ların, Batuhan’ların daha çok pişmesi gerek.



Bütün bu işe yaramaz oyuncular topluluğunun kaptanı kim? İbrahim Üzülmez. Sahada takım arkadaşlarına liderlik etmeyen, dil bilmeyen, pas atamayan bir kaptan olur mu Allah aşkına? Maçtan sonra gidip kendisine itiraz eden Bobo’yu dövmüş. Sevgili okurlar, Bobo 22 yaşında bir genç. İbrahim ise bu kulübün herkese örnek olması gereken kaptanı.



Oyuncularımızın kalitesizliğinden de söz etmişken... Milli takımımızın defansını sayabilir misiniz? Sol bek: İbrahim Üzülmez, Stoperler: İbrahim Toraman ile Gökhan Zan. Sağ bek: Allah’tan Ali Tandoğan değil. Kaleci: Hakan Arıkan. Ondan sonra “Niye eleme gruplarından çıkamıyoruz?”



Maçla ilgili, Babel’in halı sahada dalga geçermiş gibi topukla attığı golden sonra, en çok aklımda kalacak görüntü, her halde Koray Avcı’nın yavaş tempoda yere tükürüp hakeme itiraz ederken, Riise’nin taç atışı kullanıp son süratte koşan Voronin’e asist imkanı sağlamasıydı. Liverpool, milyon paundlar harcadığı transferlerinden istediği verimi elde edememesine, ligde uzun süredir puan kaybetmesine, rağmen, her maç çıkıp sonuna kadar mücadele ediyor. Transferden yine istediği verimi alamayan, ligde de kazanamayan Beşiktaş niye en azından mücadele edemiyor?



Bütün bu argümanlar tek noktada birleşiyor: Her şeyin özü haddini bilmek. Beşiktaş, bütün parasına, taraftarına rağmen, hala başkanının soyunma odasına indiği, mücadele etme onurundan yoksun, Avrupa’da her sene Türk milli gururunu zedeleyecek kadar kötü sonuçlar alan, sahada kişiliksiz, şahsiyetsiz futbol oynayan bir averaj takımıdır. Kendini dev aynasında görmekten, yaptığı 10. sınıf yabancı transferleri dünya starı olarak lanse etmekten, her puan kaybında hakemi suçlayıp “PAF takımıyla çıkarız” gibi oyunbozanlık yapmaktan vazgeçip, Liverpool ile arasındaki fiziksel güç ve tempo farkını kapatmaya karar verdiği an bu kimlikten çıkmaya başlayacaktır.



Bu yeniden yapılanma sürecinin başlangıç noktası ise, bundan sonraki ilk iç saha maçında, gecikmeden, Slavia Prag’lı oyuncuların yaptığı gibi, tüm takımın ve yönetimin taraftarlar önünde diz çökmesi, sonra da toplu olarak, onurluca istifa etmeleridir. Hepsi de 8'de 8 suçludur.

3.11.2007

HariKAKÁ!

Futbolcu olduktan sonra köşeyi dönen Brezilyalı futbolcuların aksine O, zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Her Brezilyalı ve her erkek gibi futbola tutkundu. Tozun toprağın içinde, çıplak ayaklarla belki hiç top oynamadı ama sadece Brezilya’da değil, tüm dünyada dönemin en iyi futbolcusu seçilmesini sağlayacak yeteneği sayesinde, adını milyonlarca insan öğrendi. Kimden mi bahsediyoruz? Tabii ki de San Siro’lu taraftarların gözbebeği Kaká Leite’den.

Ricardo Izecson dos Santos Leite, 22 Nisan 1982’de Brezilya’nın başkenti Brasília’da doğdu. Fark edileceği gibi uzunca isminin içinde “Kaká” sözcüğü yok. Böyle anılmasının sebebi, kendisi gibi futbolcu olan ve bu yıl itibariyle A. C. Milan’ın savunmasında görev yapmaya başlayan kardeşi Digão’nun, küçükken Ricardo’yu telaffuz edememesinden dolayı, O’na “Kaká” diye seslenmesiymiş.

Kulüp kariyerine 8 yaşındayken São Paulo’da başlayan Kaká, 18 yaşında kulübün A takımına yükselmeyi başardı. Burada geçirdiği iki sezonda toplam 49 maça çıktı ve 22 gol kaydetti. Bir gözleri her daim Güney Amerika üstünde olan Avrupalı kulüpler, Kaká’yla ilgilenmeye başladıklarında yıl 2003’tü ve Kaká, kendisini A.C. Milan’lı yapan imzayı atarak Milano’nun yolunu tuttu. Dönemin Milan başkanı Silvio Berlusconi’nin yeni transfer hakkındaki yorumu ise şöyleydi: “Adını da oyununu da beğenmiyorum. Bu adama bu kadar para vermek delilik!” Ancak Berlusconi herhalde bu laflarını geri almıştır. Zira Kaká, buradaki ilk sezonunda Rivaldo ve Rui Costa’yı takımdan kesecek kadar iyi bir performans sergilemişti.

Bir rivayete göre Kaká, Türk spor camiası tarafından daha 17 yaşındayken keşfedilmiş ve adı, Gaziantepspor’la anılmaya başlanmış. Ancak dönemin Gaziantepspor başkanı Celal Doğan’ın “17 yaşındaki çocuğa 1.5 milyon dolar vermem” demesi üzerine transferden vazgeçilmiş.

Milan’a transfer olmadan bir yıl önce, yani 2002 yılında ilk kez A milli formayı giyen Kaká, 2002 Dünya Kupası kadrosunda yer almasına rağmen, biraz da şanssızlığı yüzünden bu turnuvada sadece Kosta Rika maçında oynayabildi. Almanya ve Brezilya arasındaki final maçında, teknik direktör Luiz Felipe Scolari, maça yedek başlayan Kaká’yı son dakikalarda oyuna sokmak istemişti. Ancak genç oyuncu, fark edilebilmek için saha kenarında girdiği tüm şekillere rağmen, hakem tarafından fark edilmedi ve böyle önemli bir maçta dakika alabilme fırsatından mahrum kaldı.

2003 yılında Brezilya’nın katıldığı Gold Cup turnuvasında takımın kaptanlığını üstlenen Kaká, turnuvanın en iyi 11’i oylamasında en iyi forvet oyuncusu seçilmiş; Brezilya’nın şampiyonluğuyla sonlanan 2005 Konfederasyon Kupası’nda ise, final maçında attığı şahane gol sayesinde adından çokça söz ettirmişti.

Her hafta dağıttığı takımlar Inter, Lazio, Juventus gibi takımlar olunca haliyle futbolunu daha da geliştiren Kaká, 2004 yılında layık görüldüğü “Serie A’daki en iyi yabancı futbolcu” ödülüne, 2006 yılında da layık görüldü. Brezilya milli takımı olarak iyi bir futbol sergilemedikleri 2006 Dünya Kupası’nda ise, Kaká da kendisinden beklenileni sunamadı. Hâlbuki turnuva öncesinde takım arkadaşı Ronaldinho kendisi için şunları söylemişti: “Geçtiğimiz Dünya Kupası’nda Kosta Rika’ya karşı sadece 19 dakika forma giydi fakat biz, onun çok büyük bir yıldız olacağını biliyorduk. São Paolo’da da çok başarılıydı ancak Milan gibi büyük bir takıma gitmesi ve bir anda bu kadar büyük bir adım atması şaşırtıcıydı. O, sihirli bir futbolcu ve harika bir pasör. Bu Dünya Kupası’nda çok çok daha iyi olmasını bekliyorum.”

Geçtiğimiz sezon Shevchenko’nun Chelsea’ye gitmesinin ardından Milan’ın kilit adam rolünü üstlenen Kaká, mental olarak da kendini geliştirdi ve adeta altın yılını yaşadı. Sir Alex Ferguson, Şampiyonlar Ligi’nde Milan’ın Manchester United’ı 3-0 yendiği maç sonrasında “Kaká, dünyadaki en iyi iki futbolcudan biri; diğeri Cristiano Ronaldo” demişti. Ancak İtalyan La Gazzetta dello Sport, İngiliz The Times, Alman Kicker, UEFA ve hatta zor beğenen Ahmet Çakar bile Sir Alex’le aynı görüşte değildi. Onlara göre bir tek “en iyi” olabilirdi ve O da Kaká’ydı.

İyi olduğu kadar yoğun da bir sezon geçiren Kaká, geçtiğimiz Temmuz ayında Venezüella’da düzenlenen Copa América’ya katılmak istemediğini şu sözlerle açıkladı: “Üç sezondur hiç ara vermeden futbol oynuyorum. Bu turnuvada benden beklenileni sergileyemeyeceğimi ve ülkemi iyi temsil edemeyeceğimi düşünüyorum.” Kaká’nın bu açıklaması tüm Brezilyalılar’ı olduğu gibi, Brezilya milli takım teknik direktörü Dunga’yı da hayal kırıklığına uğrattı ancak Dunga, işe iyi taraftan bakmak gerektiğini, Kaká’nın yokluğunda şimdiye kadar az forma şansı bulmuş oyuncuların değerlendirilebileceğini söylemişti.

Futboluyla gündemi oldukça meşgul eden ünlü futbolcunun, haliyle özel hayatı da büyük merak konusu oluyor. Örneğin, koyu bir Katolik olduğu bilinen Kaká’nın, 2006 yılında Kuveyt’e yaptığı bir gezi esnasında Müslüman olduğu ve “Ben Müslüman olmak için doğmuşum.” dediği iddia edilmişti. Ancak Kaká, bu haberlerin asparagas olduğunu kanıtlamak istercesine formasının altına, üstünde “İsa’ya aidim”, “İsa sizi korusun” yazan tişörtler giymişti. Ayrıca Kaká yaptığı açıklamada, 18 yaşında yüzme havuzunda geçirdiği kazadan sonra mucizevî bir şekilde hayatta kalmasının ardından gelirinin bir kısmını Kilise’ye bağışlamaya başladığını ve 2005 yılında evlendiği eşi Celso Celico ile evlenmeden önce bakir olduğunu ve bir Katolik olarak bunlarla gurur duyduğunu dile getirmişti.

Takım arkadaşı Gattuso’nun kendisi için “O kadar muhteşem ki, bazen gerçekten var mı yok mu anlamak için O’na dokunmam gerekiyor” dediği Kaká’yı Allah, onunla aynı ligde, aynı formayı giyerken bir grup kasap tarafından gaddarca bitirilenlerin kaderinden korusun!

Futbol Extra dergisi 2007/10 Sayı: 31'de yayınlanmıştır.

Arsenal - Manchester United (3.11.2007)

Daha başlama düdüğüyle birlikte Hleb’in geri pas atmak yerine topu ileri sürmesinden maçın son dakikasında gelen gole kadar heyecanı azalmayan, tempolu bir maç oldu. İki hoca da hafta içi verdikleri demeçlerde takımlarına çok güvendiklerini ve kesinlikle kazanacaklarını açıklamışlardı ve özellikle Arsenal’in kazanma arzusu maç içinde çok belirgindi. Emirates Stadı’nda taraftarını da yanına alan Arsenal, 16.dk’ya kadar Manchester’a doğru düzgün pozisyon dahi vermedi ancak, Arsenal’in de baskılı oynamasına rağmen çok ciddi bir şans yarattığını söyleyemeyiz. Scholes’un yerine oynayan Anderson her ne kadar onun yerini dolduramasa da yaptığı basit ama önemli faullerle Arsenal’in ataklarını daha fazla büyümeden kesti.



Her iki teknik direktör de maçı kazanamamalarının gururlarına fazlaca dokunacağını bildiğinden dolayı maç boyu yerlerinde duramadılar. Yirminci dakikada Ferguson ayağa kalktı dördüncü hakeme bayağı bir veryansın ettikten sonra Wenger de boş durmadı ve o da hakemlere birşeyler söyledi. Taraftarın da muhteşem baskısıyla Arsenal sağlı sollu ataklar denerken Vidic kilit adamdı. Bir pozisyonda Hleb’i öyle profesyonelce düşürdü ki hakem Howard Webb penaltı vermekten çekindi. Ayrıca kritik pozisyonlarda(Özellikle Anderson’un yaptığı fauller) yanlış karar verdiğini düşündüğüm Howard Webb de ilk yarıda Arsenal’in hızının kesilmesine neden oldu.



İlk yarının tam da bu skorla biteceği düşünülürken ve de Manchester 44.dk’da oyunun kontrolünü eline aldı diye not düşerken, Rooney Toure’nin önlediği pozisyona benzer ön direğe doğru çapraz koşusunu yaptı ve Gallas’ın da yardımıyla takımını öne geçirdi. Emirates’de ilk yarı sonunda büyük bir sessizlik oluştu. Devre arasında Ferguson’ın Hargreaves’i kenara çekeceğini, Wenger’in de Walcott’u oyuna alacağını düşünürken iki teknik adam da aynı 11le devam etti. Manchester, önde olmanın da etkisiyle ikinci yarıya rahat başlarken Hleb’in müthiş pasında bir kontra ataktan, son pozisyonda Sagna’nın yerine Walcott’un olduğunu düşündüğüm bir şekilde golü Fabregas’la buldu. İlk yarının sonunda gelen golle sesi kesilen tribünleri geri döndüren bu gol, Manchester’ın da planlarını bozdu. Golden sonraysa yetmişinci dakikaya kadar müthiş bir orta saha mücadelesine dönüşen maçta özellikle 60 ve 70.dakikalar arası çok yüksek bir tempoda geçti maç ve iki takım da özellikle Manchester soldan geldiği ataklarda etkili oldu. Bu periyotta geçen senelerde kendileri hakkındaki düşüncelerimi adeta bana yedirircesine iki futbolcu takımlarının kilit isimleri oldu: Flamini ve Evra. Flamini doksan dakika boyunca her pozisyonda, maçın her dakikasında etkili oldu ve oyundan düşmedi. Evra’ysa Manchester özellikle 70.dk’dan sonra kontrolü ele geçirdiği dönemde yaptığı bindirmelerle çok etkili oldu ki nitekim golün asistini de o yaptı.



70.dk’dan sonra kontrolü eline alan Manchester ataklarda etkisiz gözüken Wes Brown’ın yerine John O’shea’yi oyuna dahil etti. Wenger’se bence geç kaldığı Walcott değişikliyle zaten çok iyi oynayamayan Eboue’nin yerine kontra atak ve uzun paslarla ileriye daha hızlı çıkmayı istedi. Bu hamleyi gören Ferguson yorulan ve ataklarda kararsız kalan Anderson ve Arsenal’in müthiş baskın ve istekli ortasahasında kaybolan Tevez’in yerine Saha ve Carrick’i aldı ki Saha’nın, Ronaldo’nun golünde önemli bir katkısının olduğuna dikkat etmek lazım. Bu arada Nani yerine Giggs’i tercih eden Ferguson’ın da kararında ne kadar doğru olduğunu Giggs’in Evra’yı etkili kılan paslarında gördük. 82. dk’da gelen golle yenik duruma düşen Arsenal’de 80.dk’da oyundan düşen Rosicky ve Hleb’in yerine Silva’ları oyuna dahil etmişti ancak bu iki değişikliğin de çok olumlu olduğunu söylemek zor. Zira Gilberto Silva ilk 11de zor şans buluyor ki maç eksikliğinden dolayı fiziksel olarak çok güçlü durmadı, Eduardo da Silva’da oynamaya alışkın olmadığı bir yerde Rosicky’nin yaptıklarını yapamadı. Ancak bütün bunlara rağmen son dakikada gelişen atakla kaptan Gallas’ın ayağından golü bulmayı başardı Arsenal.



Maç sonrasında Ferguson son dakikada yenilen gole karşı çok öfkeliydi çünkü Manchester yendiği anda Arsenal’in maç eksiğine rağmen liderlik koltuğuna oturacaktı ancak bundan daha önemlisi ezeli rakiplerinden Wenger’e karşı önemli bir zafer elde etmiş olacaktı. Ayrıca iki kere öne geçtiği maçtan 1 puan çıkartabilmişti. Buna rağmen Wenger, maçtan sonra yaptığı açıklamada kendine has olan üslubuyla takımının teknik kapasitesinin yanısıra gözden kaçmaması gereken bir karaktere sahip olduğunu bunu da iki kere yenik düşmelerine rağmen yenmeleriyle kantladıklarını söyledi. Ferguson’sa bu kadar zorlandıkları maçtan az daha galip gelmenin keyfine varacakken maçın berabere bitmesinden dolayı sinirliydi ve elimize gelen fırsatı teptik dedi. Önemli ayrı bir nokta da şampiyonlukla ilgili sorularaysa iki menajerin de Chelsea ve Liverpool’un düzeldikten sonra belli olur şeklinde açıklama yapmalarıydı. Müthiş bir maçı yorumlamanın zevkini bana tattırdıkları için de her iki menajer ve takımın da önünde saygıyla eğiliyorum.