30.12.2013
2013'ün "Enleri"
Yıl biterken o yılın en iyilerini seçmek adettendir. Ben de kendimce Dünya'da ve Türkiye'de yılın enlerini seçtim.
Dünya--
Dünya--
Yılın Takımı: Fazla tartışılacak bir şey yok. Almanya Ligi, Almanya Kupası, Şampiyonlar Ligi, Süper Kupa ve son olarak Kıtalar Arası Futbol Şampiyonası'nı kazanan Bayern Münih.
Yılın Teknik Direktörü: Bayern müthiş başarılı bir yıl geçirdi. Heynckes bu başarılarda biraz da karakteri dolayısıyla çok ön plana çıkmadı ve Haziran'da görevi Guardiola'ya teslim etti. Yani 2013'ün sadece 5 ayında vardı. Ancak yine de diğer tüm adayların önüne koyuyorum onu.
Yılın Oyuncusu: Bu konuda topcastlerde uzun uzun konuştuk. Fazla uzatmayacağım. Ben kupa kazanamasa da bireysel anlamda müthiş bir sezon geçiren Ronaldo'yu seçiyorum.
Yılın Çıkış Yapanı: Neymar diyorum. 2013 yılı öncesi Brezilyalı genç yetenekti, şimdi bir Dünya yıldızı. Konfederasyon Kupası'nı ülkesine getiren performansı ve Barcelona transferi ona iki üç seviye birden atlattı. Barcelona'da da iyi oynuyor.
Yılın Genç Yıldızı: Çok hakim olduğum bir alan değil açıkçası. Türkiye'deki U20 Futbol Şampiyonasının yıldızlarından Juventuslu Pogba aklıma gelen ilk isim. PSG'nin 40 milyon euro ile teklif yapmaya hazırlandığı söyleniyor.
Yılın Sürprizi: Yıllardır "Geliyoruz" diyen Bosna Hersek'in altın jenerasyonunun 2014 Dünya Kupası'na katılma vizesi kazanması belki çok büyük bir sürpriz gibi gözükmeyebilir. Ama beni çok sevindiren bir olay olduğu için onlrı seçiyorum.
Yılın Hayal Kırıklığı: Benfica.. Mayıs ayında önce ligi, sonra UEFA Kupası'nı en son olarak da Portekiz Kupasını son maçta kaybettiler. Çok üzücü bir yıl oldu onları için. Özellikle Mayıs ayı.
Türkiye--
Yılın Takımı: Aslında Fenerbahçe de epey iyi bir yıl geçirdi. Türkiye Kupası Şampiyonluğu, UEFA'da yarı final, lig ikinciliği. Bu sezonun ilk yarısını da 8 puan farkla önde bitirdiler. Ancak Galatasaray 2013 yılı şampiyonu oldu ve Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynadı. Bu sezon da ligde ikinci ve Şampiyonlar Ligi'nde yine gruptan çıktı. Galatasaray bir adım önde.
Yılın Teknik Direktörü: Galatasaray'la yılın ilk yarısını son derece başarılı geçiren Fatih Terim yılın ikinci yarısında yönetimle yaşadığı problemlerden dolayı görevinden oldu. Ancak "her şey bitti" denirken Milli Takım'ı baraj maçı potasına kadar getirmesi nedeniyle yılın ikinci yarısını da çok başarısız geçirdiğini söyleyemeyiz. Terim'i seçiyorum
Yılın Oyuncusu: Gelelim en sürpriz tercihime. Ben Türkiye'de yılın oyuncusu olarak Felipe Melo'yu seçiyorum. Galatasaray'ın 2013 yılı boyunca en istikrarlı ismiydi. Galatasaray'ı dikkatli izleyenler Melo'nun performansının arttığı dönemlerde Galatasaray'ın da vites yükselttiğini fark ediyordur. Ayrıca saçma sapan hareketleri ile sinir bozsa da takıma ciddi bir motivasyon sağlayarak takımın saha içindeki liderlerinden biri oldu, olmaya devam ediyor. Kuyt ve Burak Yılmaz'ın da çok iyi bir yıl geçirdiklerini söylemeliyim.
Yılın Çıkış Yapanı: Caner Erkin. Yıllardır sol açık-sol bek arasında arafta kalan orta seviye bir oyuncuydu. 2013 yılı ile birlikte yıldız oyuncu statüsüne yükseldi. Biraz daha sakin olursa sempati de kazanacak. Umarım 2014 yılında da bu alanda kendini geliştirir.
Yılın Genç Yıldızı: Oğuzhan Özyakup. Menşei Arsenal olduğu için Türkiye'ye geldiği günden beri dikkatler onun üzerinde. Şu ana kadar beklentileri karşıladı. İstikrar en büyük eksiği.
Yılın Sürprizi: Akhisar Belediyespor. Herkesin küme düşer diye beklediği Akhisar 2013'te ligde kaldı. 2014'te de hiç düşecek gibi gözükmüyorlar. Türkiye'de hemen hemen her futbolseverin sempatisini de kazandılar.
Yılın Hayal Kırıklığı: Aslına bakarsanız bir kişinin/kurumun vs hayal kırıklığı olması için ondan bir şeyler beklemeniz gerekli. Başkanı Yıldırım Demirören olan TFF'den de pek bir şey beklediğimi söyleyemem. Ama bu kadar saçmalamalarını da beklemiyordum. 2013 yılı boyunca burada anlatmakla uğraşmayacağım o kadar çok yanlış karar verdiler ki onları seçmek durumunda kaldım. 2014 yılında umarım doğru kararlar verirler. İlk yapmaları gereken şey de şu 6+0+4 saçmalığını değiştirmek olmalı.
27.12.2013
23.12.2013
Lev Yashin 3. Bölüm - Rakamlar ve Şahitlerle Dünyanın En İyisi
Peter Jackson büyüğümüz sağolsun bir hikayeyi 3 bölümde anlatmanın çok da yanlış bir seçim olmadığını hepimize ispatladı. Bu da Yashin efsanesinin üçüncü ve son bölümü…
Bir önceki yazıyı Yashin’in son 4
büyük turnuvasının 2-1’lik maçlarla sona erdiğini yazarak bitirmiştik. Bu dört
turnuvanın son üçünde Sovyetler Birliği kaybeden taraf olmuştur. Yashin’in
büyüklüğünü önce rakamlarla anlatmak için iyi bir başlangıç noktası olabilir.
20. yüzyılın en büyük kalecisinin milli takım kariyeri boyunca oynanan 8 büyük
organizasyonun (4 Dünya Kupası, 2 Avrupa Şampiyonası, 2 Olimpiyat) gol
ortalamasını (3.86) ikiye böldüğümüz zaman takımların maç başına 2 gol yediğini
görüyoruz. Yani diyebiliriz ki aslında SSCB bu yıllarda sonuna kadar
gidebilecek kalibrede bir takım değildir ve Yashin’in o turnuvalarda oynayan
ortalama bir kaleci kadar gol yemesi (ki üst turlarda iyi takımlara karşı
normal karşılamak lazım) bile Sovyetler’in elenmesine yetmiştir. O dönemin Dünya
Kupası finallerini hızlıca hatırlarsak 1954: 3-2, 1958: 5-2, 1962: 3-1 ve 1966:
4-2 bitmiş. Yani kazanan takımların kalecileri 1962 dışında 2 gol yemiş ama
takım arkadaşları en az 3 gol atmayı başarmış.
“Hade len oradan, Yashin’i
yüceltmek için amma kasmışsın” diyenleriniz varsa yukarıda ulaştığımız “1954-66
arası büyük turnuvalarda takımların maç başına 2 gol yediği” istatistiğini o
dönem için dünya ortalaması olarak kabul edip devam edelim. Yashin çoğu kaynağa
göre 270, bazı Rus kaynaklarına göre ise 207 maçı gol yemeden tamamlamış.
Kariyerinde 800’ün üzerinde resmi maç olmasına rağmen Dinamo Moskova formasıyla
326 defa sahaya ilk 11’de çıkmış. Tek tek ayıklamakla uğraşamayacağım ve
FIFA’nın kaydına göre milli takımda forma giydiği 75 defanın (başka kaynaklarda
74-78 arası değişiyor) tamamında da 90 dakika görev yaptığını kabul edeceğim.
Yani, ortalama bir kalecinin maç başına 2 gol yediği yıllarda Lev Yashin’in
“clean sheet” oranı tam %67. Resmî olarak teyit edilmese de dev kalecinin
150’nin üzerinde penaltı kurtarmış olduğu da artık itiraz edilmeyen bir gerçek
hâlini almış. Ortalığı bakkal defterine çevirdiğimiz yeter…
Peki Yashin nasıl bu kadar
başarılı olmuş. Öncelikle bütün maçı genellikle altıpas içerisinde geçiren
çağdaşı kalecilerin aksine bütün ceza sahasını kendi bölgesi olarak kabul etmiş
ve bu yolla bir devrim yaratmış. Kontrataklarda rakip forvetleri kale
çizgisinin daha ilerisinde karşılamaya başlayan Yashin’in bazı uzun topları
ceza sahası dışında kafası ile engellediğini söyleyenler bile var. Sadece
şutları ve ortaları beklemek yerine oyuna aktif bir şekilde katılmayı seçen
Yashin, bir anlamda kaleci-savunma arasında bugün çok normal olarak kabul
ettiğimiz bağlantıyı ilk kuranlardan olmuş. Hatta kimilerine göre Yashin’in
karısı, önündeki defansa çok fazla bağırdığı gerekçesiyle kocasına bozuk
atmıştır.
Sovyet kaleci ayrıca topu hızlı
bir şekilde oyuna sokma konusunda da diğer kalecilerden çok daha ileri
çıkmıştır. Aslında bütün bunlara baktığımız zaman bugün herhangi bir kaleciden
beklenen standartların yarım asır önce Yashin tarafından konulduğunu görüyoruz.
Hatırlarsanız Arjantinli Amadeo Carrizo da hemem hemen aynı yıllarda (1945-68)
River Plate’in kalesinde benzer bir misyon üstlenmişti ancak ismi bu konuda
Yashin kadar sık anılmıyor.
Tabi gol kurtarmadaki becerisi
olmasa Yashin bu kadar büyük olmazdı. O dönem kalecileri için uzun
sayılabilecek 1.90’lık boyuyla Yashin esnekliği, refleksleri ve sıçrama
kabiliyetiyle “insan olan bu işleri sadece ikişer kol ve bacakla yapamaz”
dedirtecek şekilde “Kara Örümcek” ve bazen de “Kara Ahtapot” olarak anılır.
Daha önce bahsetmiş olduğumuz “Kara Panter”le birlikte lakaplardaki ortak
kelime ise Yashin’in kariyeri boyunca giydiği baştan aşağı siyah kıyafetlerden
gelmektedir.
Yashin gol yeme fikrinden nefret
etmektedir. Bir çok kaynakta kendisine atfedilen sözlerden en ünlüsü: “Gol
yediği için acı çekmeyen adam nasıl bir kaleci olabilir ki? Acı çekmelidir.
Aksi takdirde geçmişi ne olursa olsun geleceği yoktur”. Daha keyifli olduğunu
tahmin ettiğimiz bir zamanda ise “Yuri Gagarin’i uzayda görmenin keyfini
geçecek tek şey iyi bir penaltı kurtarışıdır” demiştir. Belki de kariyerinin
başında aşırı heyecanlanmasına ve hatalı goller yemesine bu nefreti neden
olmuştur. Ama Yashin bu sorunu da kendince çözmüştür; “maçtan önce sinirlerini
yatıştırmak için bir sigara ve kaslarını gevşetmek için sert bir kadeh içki”.
Lev Yashin daha kariyeri
sırasında en büyüktür. Bunu da dünyanın tepesi için en ciddi rakibi Gordon
Banks söyler; “Yashin’in yaptığı her şey en üst kalitedir”. Eusebio ona
katılır; “Yashin eşsizdir”. Sandor Mazzola ise Yashin’e karşı bir penaltı
kaçırdıktan sonra; “Topu beyaz noktaya dikip kafamı kaldırdığımda devasa kara
bir adam gördüm ama etrafında kale yoktu. Nereye atacaktım ki?” diyecektir. Ayrıca
Yashin saha içi ve dışında da gerçek bir centilmen ve halk adamıdır. Gordon
Banks “Kaleciliğinin yanı sıra Yashin gerçek bir centilmendir. Bir maçında
kayarak kurtarışı sırasında kafasının yanından geçen tekmenin ardından ilk
yaptığı üzerinden atlarken düşen rakibinin iyi olduğunu kontrol etmek olmuştu”
diyor. Diğer yandan Yashin’in özellikle Rus halkıyla iletişiminin ve
popülerliğinin Dinamo Moskova yönetimindeki bazı üst düzey yetkililerin maçlara
gelmekten vazgeçmesine yol açtığı ileri sürülmektedir.
Özellikle Avrupalı kalecileri
anlatırken bu kalecilerin varsa Türkiye ile olan temasını da anlatmaya
çalıştık. Yashin de bu konuda bir istisna değil ve bizle olan ilişkisi adına
yakışır şekilde en iyilerle olmuştur. Resmî maçlarda Yashin, Türklerin
karşısına sadece bir defa 12 Kasım 1961’de Dünya Kupası elemelerinde çıkar.
İstanbul’daki maçı SSCB 2-1 kazanır ve Yashin gol atabilen tek Türk oyuncusu
Metin Oktay olur. Türkçe bir blogda Lefter’in de Yashin’e jeneriklik bir gol
attığı, Yashin’in bu golden sonra Lefter’i tebrik ettiği ve çok iyi dost olan
iki efsanenin sonradan birbirine hediyeler gönderdiğini yazıyor. Üç ayrı
hikayeyi bir araya getiren başarılı bir araştırmacı taraftarlık örneği; (1)
Lefter ve Yashin sadece yukarıda andığım maçta karşı karşıya gelmiştir ve o
maçta da bizim golümüzü Metin Oktay atmıştır, (2) Lefter’in, Fiorentina’da
oynadığı dönemde ceza sahasının dışından çaktığı nefis vole sonrasında
kendisini tebrik eden kaleci Çekoslavak efsanesi Bearra’dır ve (3) Yashin’le
sıkı dost olan ve birbirine hediyeler gösteren Türk oyuncusu Turgay Şeren’dir.
Çünkü Yashin 1967 yılında Turgay Şeren’in jübilesinde oynamak üzere bir kez
daha İstanbul’a gelmiş ve o dönemin gazetelerine göre maçtan sonra Şeren’in
misafiri olarak birkaç gün fazladan kalmıştır.
Sonuç
Yashin kariyerinin son yıllarında
yaşayan bir efsane olarak sahada daha çok sembolik bir rolle yer alır ve hem
Dinamo Moskova’da hem de milli takımda yerini diğer kalecilere bırakmaya
başlar. Böyle büyük bir ismin futbola vedası da büyük olur. Yashin’in jübilesi
için Moskova’daki Lenin Stadyumu 27 Mayıs 1971 tarihinde 100,000’ün üzerinde
seyircisiyle hınca hınç dolar ve Dinamo Moskova, kadrosunda Pele, Beckenbauer,
Eusebio ve Müller gibi dünyanın en iyileri olan FIFA karmasının karşısına
çıkar. 1-1 berabere biten maçla ilgili en ilginç hikaye Gerd Müller’in bütün
çabalarına rağmen 42 yaşındaki Yashin’e gol atamamış olmasıdır.
Yashin futbolu bıraksa da Dinamo
Moskova’dan kopmaz ve çeşitli kademelerde antrenörlük ve yöneticilik yapar. Bu
arada 1972 yılında hâlen devam eden bir geleneği başlatır ve ülke çapında
gençlerin mücadele edebileceği yıllık bir futbol turnuvası fikrine imza atar.
Bu arada gittiği her yerde el üstünde tutulmaya devam eder ve kendisine
yaklaşanları hiçbir zaman gerçi çevirmez. Yukarıda bir yerlerde Yashin’in
başarısının sırrı olarak maçtan önce bir sigara içtiğini söylediğini yazmıştık.
Aslında sadece maçtan önce değil hemen her yerde sigara içiyordur;
antremanlarda ve hatta yedek kulübesinde bile. Sigara alışkanlığı midesinde
ülsere de neden olmuştur ama Yashin bu sorunu yanında sürekli taşıdığı ve suya
karıştırarak içtiği kabartma tozu ile çözmüştür. Ayrıca birçok fotoğrafında
bandajlı gördüğümüz sağ dizinde bir türlü gerçek anlamda tedavi görmediği bir
sakatlığı vardır. Hatta futbolu bıraktığı yıllarda yurtdışından bu sakatlığın
tedavi edilmesi için birçok teklif almıştır ancak bunu kabul etmemiştir.
Maalesef bunlar Yashin’in ilk yılları olduğu gibi son yıllarının da sıkıntılı
geçmesine neden olmuştur. Önce 1986 yılında Budapeşte’deyken kangrene dönüşen
sağ dizindeki sakatlık nedeniyle bacağını diz altından kaybeder. Daha sonra ise
geçmişi ülsere dayanan mide kanserine yakalanır ve cerrahi müdahalelere rağmen
20 Mart 1990 günü bu dünyadan göçüp gider. Cenazesi için devlet töreni
düzenlenir ve ülkesinin diğer sanatçı ve sporcularının yer aldığı Vagankovo
mezarlığına gömülür.
Bu kadar görkemli bir insanı
anlattığım yazıyı nasıl bir bitirsem bilemedim… Yashin ve kalecilik hem ülkesi
hem de dünya için Dostoyevski veya Tolstoy ve edebiyat, Çaykovski ve müzik,
Kandinski ve resim, Kasparov ve satranç kadar birbirinden ayrılamayan kavramlar
olmuş. Onun Vratar filmini gerçeğe çevirmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Yashin hayattayken, Sovyetler
Birliği’nin en yüksek hizmet nişanını (1967), Olimpiyatlar (1986) ve FIFA’nın
(1988) yaşam boyu başarı ödüllerini kazanır. FIFA başta olmak üzere birçok
kaynağın “en iyi” seçimlerini abluka altına alır. 1994’den bu yana Dünya
Kupası’nın en iyi kalecisine Lev Yashin ödülünün verilmektedir. SSCB ve
uzantısı ülkelerde ise 100. maçını gol yemeyen kaleciler “Yashin Kulübü”nün
üyesi olmaktadır. Ve son olarak 1997 ve 1999 yıllarında Luzhniki ve Dinamo
stadyumlarına dikilmiş iki heykeli vardır.
Bu yıl içerisinde Rusya Devlet
Başkanı Putin, Yashin’in hayatının filme alınması görüşünü ortaya atmıştır ancak
Yashin’in hâlen hayatta olan eşi buna şiddetle karşı çıkmıştır; “Lev ya da beni
istedikleri gibi göstermelerini kabul etmiyorum. Ben öldükten sonra
istediklerini yapabilirler”. Bu arada son ilginç notumuz; Yashin’in torunu da
kaleciliği denemiş ancak dedesi kadar başarılı olamayınca futbolu bırakarak
beden eğitimi öğretmenliğine geçmiştir.
Sanırım en iyisi son sözü Pele’ye
bırakmak: “Dünyanın her yerinde 1,000’in üzerinde gol attım. Siz seyircilere
bir çoğunu kolayca halletmiş gibi görünebilirim ama öyle değildi. Ve ancak
Yashin’e gol attıktan sonra kendimi tam bir golcü olarak hissedebildim”
Söz vermiyorum ama efsane bir
başka kaleci için bir yazı daha yazmayı planlıyorum. Onun dışında 2006 yılında
başladığımız “20. Yüzyılın En İyi Kaleciler” serisini böylece sona erdiriyoruz.
Can ve İlker’e bana bu imkanı verdikleri, sizlere de okuduğunuz için çok
teşekkür ediyorum.
Her ne sürç-i lîsan ettiysek
affola…
20.12.2013
Lev Yashin: 2. Bölüm – 20 Yılı Aşan Bir Kariyer
Teknik kadronun güvendiği Yashin,
mentoru Khomich’le birlikte sıkı bir antrenman temposuna girer ve bunun
meyvesini hemen 1954 sezonunda Dinamo Moskova’yla birlikte SSCB ligi şampiyonu
olarak tadar. 1954 ayrıca Yashin’in milli takıma da yükseldiği yıl olacaktır ve
8 Eylül tarihinde İsveç’e karşı oynanan bir özel maçta ilk defa Sovyetler
Birliği’nin kalesini korur. Serimizdeki diğer kalecilerin bazısı için kulüp ve
milli takım kariyerlerini ayırmak zor olmuştu ancak futbol oynadığı yılların
tamamını Dinamo’da geçiren Yashin için bu daha kolay. Kulüp kariyerini hızlıca
aradan çıkartalım…
Yashin, Dinamo Moskova’nın
kalesini koruduğu 17 sezonda toplam 5 kez lig, 3 kez kupa şampiyonluğu
kazanırken takımı Sovyet Ligi’ni 5 defa da ikinci bitirmiştir. Bu arada 1960,63
ve 66’da 3 defa ülkenin en iyi kalecisi ödülünü almıştır. “Sadece 3 kez mi..?”
Bakın bu konu biraz araştırmaya değer.
Birincisi ülkenin prestijli haftalık
dergisi Ogonyok “En İyi Kaleci” ödülünü 1960 yılında vermeye başlamıştır ve
Yashin hâlihazırda 31 yaşındadır. 1961 yılında Dinamo Moskova ligi 11. bitirir
ve bu yıl ödülün kaçması doğaldır. 1962 ise birazdan göreceğiniz üzere
Yashin’in kariyerindeki en kötü yıldır. 1964 ve 1965’te Dinamo’nun yine
zirveden uzak olduğunu görüyoruz ve artık 35’ine gelmiş olan Yashin’in (müzeye
buyrun) Kavazashvili ve Bannikov (ligin en uzun süre gol yememe rekoru sahibi) gibi
çok önemli iki rakibi vardır. Daha önce demiştik ya; Sovyetler Birliği iyi
kaleci konusunda sıkıntı yaşamayan bir ülkedir. Ayrıca Sovyet Ligi de dünyanın
en çetin liglerinden birisidir; 1960-70 yılları arasında 5 ayrı şampiyon
çıkmıştır 1966-68 arası 3 kez şampiyon olan Dinamo Kiev dışında üst üste 2
şampiyonluk yaşamış takım da yoktur. Yashin “En İyi Kaleci” ödülünü son kez
1966 yılında özellikle Dünya Kupası’ndaki başarısıyla almıştır (Dinamo o sezonu
8. bitirmiştir). Son dipnotumuz, Dasaev ve Akinfeev bu ödülü toplam 6 defa
kazanmış. Bugün hâlen verilmekte olan ödülün adı artık Lev Yashin olduktan
sonra kimin kaç kez kazandığının ne önemi var.
Bugün bakan bizler için Yashin’in
kariyerindeki en büyük eksiklik Avrupa’da başarı olarak görülüyor. Ama bu
eksikliğin nedeni Sovyet takımlarının Avrupa arenasında (başka klişe laf kaldı
mı.?) ancak 1966-67 sezonundan itibaren mücadele etmeye başlaması. Bu yıllar
artık Yashin’in de son dönemi olmakla birlikte Dinamo Moskova’nın da düşüşe
geçtiği yıllar. Takım 1968-69 sezonunda Kupa Galipleri Kupası’nın ilk turunda
tek maç oynamadan turnuvadan çekilirken, aynı kupada 1971-72 sezonunda Glasgow
Rangers’e kaybettiği final dışında iki defa yarı-finalden ötesini göremiyor.
Zaten Dinamo, Sovyet (ve sonraki Rusya) liginde de 1976’dan bu yana
şampiyonluğa hasret.
Çok uzadı, artık Yashin’in milli
takım kariyerine bakma zamanı. Onu en son İsveç karşısında ilk kez milli
olurken bırakmıştık. Sonrasında Dinamo Moskova’dakine paralel bir yükseliş
başlar. SSCB ilk olarak 1956’da Melbourne Olimpiyatları’nda altın madalya
kazanır, daha sonra ilk defa katıldığı 1958 Dünya Kupası’nda çeyrek finale
kadar yükselip ev sahibi İsveç’e boyun eğer. Ancak bu yenilginin de kendince
bir mazereti vardır. Grubundan çıkmak için o günkü statüye göre play-off
oynamak zorunda kalan Yashin ve arkadaşları –gruptan direk çıkan İsveç’in
aksine- sadece bir gün dinlenebilmiştir. Yine de ilk defa katıldığı dünya
Kupası’nda gelen çeyrek final ülke için yeterli bir sonuçtur.
Yashin ve SSCB’nin bugüne kadarki
(ve artık ülke mazi olduğu için bundan sonraki) en büyük başarısı 1960 yılında
gelmiştir. UEFA tarafından ilk defa düzenlenen Avrupa Şampiyonası’nın finalleri
Fransa’da yapılacaktır. Yine ilginç bir statü ile takımlar eleme turlarından
süzülmüş ve Paris’e sadece 4 takım yarı-final ve final için gelmiştir.
Sovyetler Birliği yarı-finalde Çekoslovakya’yı 3-0, finalde ise uzatmalar
sonunda Yugoslavya’yı 2-1 yenerek tarihin ilk Avrupa Şampiyonu olmuştur. Yashin
ise turnuvanın en iyi kalecisi seçilmiştir. Buraya bir not; ilk eleme turunda
Macaristan’ı geçen Sovyetler Birliği çeyrek finalde rakibi olan İspanya’nın
Moskova’ya gitmeyi reddetmesi üzerine otomatikman yarı finale yükselmiş.
Artık dünyanın en iyileri
arasında gösterilmeye başlanan Yashin’in ve yavaş yavaş iyi bir kuşak yakalamaya
başlayan SSCB, 1962 Dünya Kupası’nda favoriler arasında gösterilmeye başlanmıştır
ancak bu turnuva Yashin’in kariyerinin en kötü dönemi olarak kayıtlara
geçecektir. İlk turun ikinci maçında Sovyetler Birliği, Kolombiya karşısında
67. dakika itibariyle 4-1 öndedir ancak bu dakikadan sonra Yashin kariyerinin
en başındakine benzer bir hâle bürünür ve onun hatalarıyla Kolombiya maçı 4-4’e
taşımayı başarır. Bu gollerden birisi Marcus Coll’un direkt kaleye giren korner
vuruşudur ki bu hâlen Dünya Kupaları tarihinin kornerden direkt atılan tek
golüdür. İkinci tur yani çeyrek finalde ise ev sahibi Şili’ye karşı 2-1
kaybeden Sovyetler hayal kırıklığı içerisinde eve dönerken Batı Avrupa
gazetelerinde Yashin’in artık kariyerinin sonuna gelmekte olduğuna ilişkin
yorumlar görülür. Tarih de bazen böyle yorumları ve yorumcuları madara eder.
Sadece iki yıl içerisinde en
tepeden en dibe çöken Yashin, 1962-63 kışını yoğun bir şekilde çalışarak
geçirir ve dönüşü muhteşem olacaktır.
Dinamo Moskova 1963 sezonunu
ezeli rakibi Spartak’ın önünde şampiyon olur ancak istatistiklere bakarak
Yashin’in bu şampiyonluktaki payını anlayabiliriz. Dinamo, ligin ilk 5 sırası
içinde Dinamo Minsk ile birlikte en az gol atan takımdır ama Yashin ile 38
maçta sadece 14 gol yemiştir (diğer 4 takımın yediği gol ortalaması 35).
Böylelikle Dinamo Moskova, Spartak’tan 1 tane az galibiyet almasına rağmen daha fazla berabere kalmayı
başararak 3 puan farkla zafere ulaşmıştır. Bu başarı, zaten dünyanın ilgisini
bir kez daha Yashin’in üzerine toplamaya yetmiştir ancak onun işi henüz bitmemiştir.
Çoğumuzun bildiği üzere günümüz
futbolu 1863 yılında İngiltere’de Football Association’ın (F.A.) kurulmasıyla
başlamıştır. FA, kuruluşunun 100. yılını kutlamak için İngiltere’nin FIFA
karmasıyla oynayacağı bir maç ayarlar ve bu maçı “İngiltere-Dünyanın Geri
Kalanı” adıyla duyurur. Dünyanın geri kalanında kimler yoktur ki; Eusebio,
Puskas, Seeler, Schnellinger, di Stefano, Kopa, Masopust, Law ve Yashin. Peki
kimler gerçekten yoktur ki; mesela Pele başta olmak üzere 1962 Dünya Kupası’nı
kazanan Brezilya’dan sadece defans oyuncusu Santos gelmiştir. Yine de kabul
edelim yukarıda saydığımız isimler yeterince güçlü bir kadro oluşturuyor.
Zaten biz kaleciler için bu maçın
gerçek önemi gelecekte 20. yüzyılın en iyi iki kalecisi seçilecek olan Lev
Yashin ve Gordon Banks’in karşı karşıya geldiği tek maç olmasıdır. Yalnız bu maçla
ilgili bugün bir şeyler okumak isterseniz Banks’in ismini sadece kadrolarda
görebilirsiniz. Hatta maçın kendisiyle ile ilgili çok az şey yazılmaktadır…
Herkes Yashin’in performansından bahsetmektedir ve bazıları ilk 45 dakikayı
“Jimmy Greaves-Lev Yashin’e karşı” diye adlandırmaktadır. Dünyanın Kara Panter lakabıyla
tanıdığı ancak o gün sarı bir kazak giyen Yashin insan ötesi reflekslerle
imkansız kurtarışlar yapmaktadır. İlk yarısı 0-0 biten maçın ikinci yarısında Yashin
yerini Yugoslav Milutin Soskiç’e bırakır (bu defa müzenin amma yeni sakini oldu
yahu) ve maçı İngiltere 2-1 kazanır. Bu sene FA’nin kuruluşunun 150. yılı ve
benim bildiğim kadarıyla buna benzer bir maç yapılmadı değil mi? Ne büyük bir
kayıp..!
Bu maç 1963 yılını muhteşem
geçiren Yashin’in tacındaki en büyük mücevher olmuştur ve taaaa en başta
belirttiğimiz şekilde Avrupa’da Yılın Oyuncusu seçilerek Altın Top ödülünü alır
ve bugüne kadar bunu başarabilmiş tek kaleci olur.
Yashin artık 35 yaşına merdiven
dayamıştır ve kariyerinin son dönemine gelmiştir. Ancak büyük kalecinin henüz
barutu bitmemiştir. Sovyetler Birliği 1964 yılında İspanya’da düzenlenen 2.
Avrupa Şampiyonası’nı ev sahibine finalde 2-1 kaybeder. 1966 yılında
İngiltere’de düzenlenen Dünya Kupası’na gelindiğinde ise Yashin’in artık kaleyi
Kavazashvili ile paylaşmaya başladığını görmekteyiz. Üç grup maçının ikisinde
dinlendirilen Yashin, çeyrek finalde Macaristan’a karşı kaleyi koruduktan sonra
yarı finalde Batı Almanya’nın karşısına çıkar. Sonraki 10 yılın büyük gücü
olacak Batı Almanya’ya tek başına direnmeye çalışır ama Haller ve
Beckenbauer’in gollerine engel olamaz. Son dakikalarda Porkuyan’ın attığı
teselli golü yetmez ve Sovyetler Birliği 3.’lük maçını da Portekiz’e karşı aynı
skorla 2-1 kaybeder. Vay anasını, şimdi dikkatimi çekti; Yashin’in uluslararası
kariyerindeki bütün önemli turnuvalar SSCB için 2-1’lik skorlarla bitmiş.
Tekrarlayalım; 1960 Avrupa Şampiyonası Finali, 1962 Dünya Kupası Çeyrek Finali,
1964 Avrupa Şampiyonası Finali ve 1966 Dünya Kupası Yarı Finali. Burası yazının
ikinci bölümüne noktayı koymak ve son bölüme rakamlarla başlamak için ideal bir
yer…
19.12.2013
Lev Yashin: 1. Bölüm – Zor Yıllar
Biraz daha bekleseymişim Zenga
yazımı bitirmemin üzerinden tam 4 yıl geçmiş olacakmış. Dört yıl uzun zaman, hepimiz
değiştik… Okuduk, evlendik, işlendik, çocuklandık, şehirlerden göçtük (@Levent
Öge). Bu sürede memlekette futbol giderek daha tatsızlaştı, dünyada Messi
rüzgarı esti ve daha neler…
Dört yıl içerisinde birkaç defa
Yashin’i de sizlere tanıtıp “20. yy’ın En İyi Kalecileri” serisini bitireyim
dedim ama başta tembellik olmak üzere çeşitli sebeplerle hep erteledim. Ama
bugün deyim yerindeyse ilahî bir işaret geldi. Bir kez daha Yashin’le ilgili
araştırma yapmak için bilgisayarın başına geçtim ve karşıma çıkan ilk
sayfaların birisinde tam 50 yıl önce bugüne gidiyordu. 17 Aralık 1963’te France
Football dergisinin yılın en iyi Avrupalı futbolcusuna verdiği Altın Top
ödülünü ilk ve şimdilik tek defa olmak üzere bir kaleci kazanmıştı. Artık bunu
gözardı edemezdim. Elwood Blues’ın dediği gibi: “We’re on a mission from God”.
İyi de ben şimdi size ne
anlatacağım.!? Artık internet o kadar dallanıp budaklandı ki neyi merak
ediyorsanız Google’a yazıyorsunuz ve sonsuz bir bilgi deryası önünüze
dökülüveriyor. Ayrıca diğer efsane kalecileri –hele de en eskileri- araştırırken
birçok farklı kaynaktan pek de bilinmeyen bilgileri bir araya getirip önünüze
koyuyordum. Ama sıra Yashin’e gelince hemen her yerde tarihe kazınmış bir
kariyeri, başarıları ve rakamları buluyoruz. Rakamlara da gireriz ama ben daha
çok Yashin’in büyüklüğünü ve bu yoldaki hikayesini anlatma taraftarıyım. Hem bu
hikayede başvurduğumuz kaynağa göre pek çokı farklılıklar karşımıza çıkıyor. En
iyisi ben herkese söz vereyim; siz de kendi hikayenizi istediğiniz gibi yazın…
Moskova Ekim devriminin 12.
yıldönümüne hazırlanırken, Ivan Petroviç ve Anna Petrovna Yashin çifti
ailelerine katılan erkek çocuğuna Lev İvanoviç adını verir. İlk isminin anlamı
Rusça’da “aslan” demek olan ve 22 Ekim 1929 günü doğan bu çocuğun bir kardeşi
olmuş mudur, hiçbir yerde yazmıyor. Bilinen ya da tahmin edilen küçük Lev’in
yaşıtlarıyla birlikte futbol oynamayı çok sevdiği. 2. Dünya Savaşı’nın
Sovyetler Birliği’ne sıçramasıyla birlikte, Moskova’da bulunan bazı
fabrikalarla birlikte işçileri de 900km doğuda yer alan, Lenin’in memleketi Ulyanovsk’a
gönderilir. Yashin ailesi de bu zorunlu göçe katılmıştır ve Lev, henüz 12
yaşındayken bir fabrikada çırak olarak çalışmaya başlar. Ama neyin çırağı işte
o kısmı pek muğlak; okuduğunuz kaynağa göre makinist, tesisatçı, tesviyeci,
mühendis….
Savaşın -en azından Sovyet topraklarında-
bitmesiyle birlikte Yashin ailesi de 1944 yılında Moskova’ya döner. Artık
ergenliğe girmiş olan Lev, bir yandan başkentte bir fabrikada çalışmaya ve bir
yandan da Tushino semtinin (bazı kaynaklara göre de çalıştığı fabrikanın) futbol
takımında oynamaya başlar. Aslında hayali birçoğunuz gibi forvet oynayıp
leblebi gibi goller atmaktır ama öncelikle sahadaki en küçük çocuk olduğu
sonralıkla da yeteneği farkedildiği için zorla kaleye geçer. Başka anlatıcılar
ise Yashin’in, akranı birçok Sovyet çocuğu gibi 1936 yılında çekilmiş olan
Vratar (Kaleci – imdb:7.4) adlı filmden çok etkilenerek kaleye geçtiğini iddia
eder (Vratar filmini Dassaev’in hikayesinden de hatırlarsınız). 15 yaşındaki
Lev Yashin, bütün hayatını fabrika ve futbol sahası arasında geçirmeye
başlamıştır ancak bu yoğun tempoya sadece 3 yıl dayanabilir. Bazı kaynaklar,
Yashin’in 18 yaşında ciddi bir bunalım geçirdiğini ve fabrikadaki işinden
ayrıldığını yazmaktadır. Stalin’in Rusya’sında işten kaçma suçlamasına maruz
kalmak ve tamamen yitip gitmek hiç zor değildir ve Yashin bu tehlikeden orduya
yazılarak kurtulur.
Lev Yashin askere yazılmıştır
ancak kendisini keşfeden polis ve KGB’nin takımı Dinamo Moskova olmuştur. 1949
yılında mavi-beyazlıların genç takımına seçilir ve aynı zamanda A takımın 3.
kalecisi olur. Ancak işi hiç kolay değildir ve iş neredeyse futbolu bırakmaya
kadar gidecektir. A takımın kalesinde zaten bir efsane olan Alexei “Kaplan”
Khomich vardır ve onun ilk yedeği de “ilk ve son defa burada göreceğiniz
isimler” müzemizden Walter Sanaya’dır. Bu yetmezmiş gibi Yashin’in Dinamo
kalesindeki ilk 3 deneyimi de tam bir bozgun niteliğinde olur.
Bunlardan ilki 1950 yılında,
Dinamo Moskova ile Stalingrad arasındaki bir hazırlık maçıdır. Stalingrad kalecisi
uzun bir degaj yapar ve top Dinamo ceza sahasına kadar ulaşır. Yashin ise kendisi
gibi sadece yukarıdan gelen topa bakmakta olan defans oyuncusuyla çarpışır ve
top ikisinin yanından geçerek tıngır mıngır Dinamo ağlarına gider. Kimilerine
göre Yashin o kadar heyecanlıdır ki degaj sırasında dizleri titreyerek ceza
sahasını adımlamaktadır. Tabi soyunma odasında genç kaleciyi sıkı bir nutuk
beklemektedir. Ancak Yashin, ikinci kötü maçı sonrası başına geleceği bilse
büyük ihtimalle bu nutku severek kabullenecektir.
Aynı yıl içerisinde bir lig
maçında, Dinamo ezeli rakip Spartak karşısında 1-0 öndeyken Khomich eline gelen
bir darbe ile sakatlanır ve yerini Yashin’e bırakmak zorunda kalır. Yine o
kadar heyecanlıdır ki peş peşe yaptığı hatalar, en sonunda Spartak’ın golüne
dönüşür ve Dinamo galibiyeti kaçırır. Rivayet odur ki maçtan sonra bayağı üst
düzey bir yetkili (bir polis müdüründen, İçişleri Bakanı’na kadar gidiyor)
soyunma odasını basar ve teknik direktöre bağırarak bu salağı bir daha asla
oynatmamasını söyler. Gerçekten de Yashin bir süre Dinamo Moskova’nın
kalesinden uzak kalacaktır ama sadece yeşil sahada.
Sovyetler Birliği’nde yazın
futbol liglerinde oynayan kalecilerin, kışın buz hokeyine geçmesi pek de nadir
olmayan bir olaydır. Yashin de formda kalmak için sürgün yıllarını bu şekilde
geçirir. Ama bir yandan da efsane hokey koçu Arkady Chernyshev’in kanatları
altında gelişimini sürdürür. Hatta 1953 yılında Dinamo Moskova’yla birlikte
SSCB şampiyonu olur ve 1954 yılında yapılacak olan Dünya Şampiyonası’na gidecek
milli takım için adı geçmeye başlar. Ancak kader ağlarını henüz tam örmemiştir…
1953 yazında Dinamo futbol takımı
Yashin’e bir şans daha vermeye karar verir. Mavi-beyazlar rakipleri karşısında
4-1 öndedir ve maçı rölantiye almaya hazırlanır. Ancak Yashin’in oyuna girmesi
ve bir kez daha heyecanına yenilmesiyle skor bir anda eşitleniverir. Allah’tan
Dinamo forveti bir gol daha atmayı başarır ve maçı 5-4 kazanırlar. Artık Lev
için bu son darbe olmuştur ve futbolu bırakıp tamamen buz hokeyine yönelmeyi
düşünmeye başlar. Ancak futbol takımının teknik heyeti bu yetenekli genci
bırakmaya niyetli değildir ve Yashin’i kazanmanın yolunun onu sürekli
oynatmaktan geçtiğine karar verirler. Bu arada, Sanaya’nın takımdan ayrılması
ve 35’ine merdiven dayamış Khomich’in de ağabeylik pozisyonuna geçmesiyle
birlikte Yashin, 1954 yılında Dinamo Moskova’nın birinci kalecisi olur. Efsane
de bundan sonra yazılmaya başlayacaktır…
Zaten uzun bir hikayeye uzun da
bir girizgah ekleyince sizlerin ilginizi ve göz sağlığınızı korumak adına
yazıyı birden fazla bölüm hâlinde yayınlamaya karar verdim… Özlemişim zaten,
daha yolumuz uzun…
18.12.2013
Örümcek Adam: Walter Zenga
Rezalete bakın... İki gündür bir gazla Yashin'i yazarak 20. yüzyılın en iyi 20 kalecisini hatırladığımız seriyi sonlandırmaya çalışıyorum. Hatta Yashin'in hikayesinin ilk bölümü 10 dakikalığına siteye bile kondu ama sonradan farkettim ki serinin Yashin'den önceki son halkası olan Zenga yazılmış ama hiç yayınlanmamış... Bu durumda önce hemen kendisine yapmış olduğum bu saygısızlığı telafi ediyorum. Yarından itibaren de Yashin tefrikasının yayımına başlarız. Dört seneyi geçen tembellikten sonra görkemli bir final yapmak lazım...
Bir başka efsane olan Dino Zoff’u anlatırken, İtalya’nın savunma ağırlıklı
futbol ekolünde kalecilerin önemine değinmiştik ve Catennacio’nun 1960’larda
yerleşmesinden bu yana Zoff’la başlayarak bugün Buffon’a kadar uzayan bir
zincirden bahsetmiştik. Bu zincirin Zoff’tan sonraki ikinci büyük halkası Zenga
olmuştur.
Tarih: 28 Nisan 1960. Milano’da bahar kendisini bütün güzelliğiyle
hissettirmektedir ve bu türizm-kültür ve moda şehrinde yaşayan şanslı faniler,
yorucu bir günün akşamında bir fincan cappucinonun tadını çıkartacak şansı
bulabilmeye başlamıştır. Şehrin o tarihte henüz 1.5 milyona ulaşmış nüfusuna
bugün katılan küçük Walter daha sadece 10 yaşındayken gençler liginde oynadığı
bir maçta yetenekleriyle Internazionale’nin altyapı sorumlusu Italo
Galbiati’nin dikkatini çeker. Kendini bildi bileli tutmakta olduğu Inter’den
davet aldığı gün tahminen ufaklık için çok mutlu geçmiştir. Ancak bazen San
Siro’daki maçlara top toplayıcı olarak çıkmaya ve idolü Ivano Bordon’un
kalesinin arkasında onu izleyerek hayaller kurmaya başlamasına rağmen
lacivert-siyahlı formaya ulaşması için biraz beklemesi gerekecektir. Öncelikle
Inter’in altyapısında oynamaya başlar ve bu arada boyu 1.88’e kadar ulaşır.
Zenga, 1978’de biraz pişmesi için kiralandığı C1 Ligi (bize göre eski 3.,
şimdiki 2. lig) takımlarından Salernita’da sezon boyunca sadece 3 defa forma
şansı bulabilir. Genç Walter 1979-80 sezonunu C2 ligi takımı Savona’da
geçirdikten sonra 1980-82 arasında ise yine C1’de Sambenedettese takımında
oynar. Hatta 1981-82 sezonunda ligi ikinci tamamlayarak bir üst kümeye geçmeye
hak kazanmış takımının ismini tam da takılmadan söylemeyi öğrenmiştir ki,
Milano’dan dönüş çağrısı duyulur. Bordon’a yeni bir yedek gerekmektedir ve
Zenga sonunda yedek de olsa hayallerini kurduğu formaya kavuşur. 1982-83
sezonunda ligde hiç oynamasa da İtalya Kupası süresince 5 maçta şans bulur. Sonraki
sezonda ise Bordon, 13 yıllık Inter macerasının ardından Sampdoria’ya transfer
olur (burayı aklınızda tutun). O zaman takımın yöneticileri arasında olan
efsane oyuncu Sandro Mazzola, Zenga’ya o kadar güvenmektedir ki Avellino’da
kiralık olarak oynayan ve Zenga’dan üç yaş büyük olan Stefano Tacconi’nin
serbest bırakılması için yönetimi ikna eder. Hatırlayanlar olacaktır; Tacconi
ise aynı yıl Juventus’e transfer olur ve Platini’li, Boniek’li Tardelli’li,
Scirea’lı efsane takımın önemli bir parçasını oluşturur. Tacconi hakkında
heralde pek kimsenin bilmediği (ve benim de yeni öğrendiğim) bir not ise;
klüpler bazındaki bütün kupaları (1984 Kupa Galipleri ve Süper Kupa; 1985
Şampiyon Klüpler ve Kıtalararası Kupa ve 1990 UEFA Kupası) kazanan sadece 5
oyuncudan birisi ve tek kalecidir.
Bugün hayal meyal hatırladığım Tacconi’yi anmış olmak hoşuma gitmedi değil
ama konumuzu dağıtmayalım. Zenga sonunda Inter’in 1 Numaralı formasıyla Seria
A’daki ilk maçında 11 Eylül 1983 günü San Siro’nun çimlerine adım atar. Inter o
sezon Juventus ile Roma arasında son haftaya kadar süren mücadeleyi geriden
takip eder ve ligi 4. bitirebilir. Inter ve de Zenga 1988-89 yılına kadar Serie
A’da şampiyonluk göremeyecek ve bu dönemde 3.’lükten de yukarı çıkamayacaktır.
Ancak Zenga yavaş yavaş bütün ülkenin ismini ya da akrobatik kurtarışlar yapma
merakı nedeniyle verilen “Örümcek Adam” lakabını bildiği bir kaleci olacaktır.
Tabii ki başarısı ona Milli Takım’ın da kapısını açacaktır.
Dünya Kupası’nın son sahibi İtalya, Meksika 86’ya da favorilerden birisi
olarak gider ancak henüz ikinci turda Platini ve arkadaşlarının Fransa’sına 2-0
yenilerek eve erkenden döner. Zenga ise, kupa öncesi hazırlık maçlarından
itibaren 3. kaleci olarak geçirdiği Dünya Kupası’nın ardından milli formayı ilk
defa, 8 Ekim 1986’da Yunanistan’a karşı oynanan özel maçta giyer. İtalya’nın
2-0 kazandığı maç ayrıca yeni teknik direktör Azeglio Vicini’nin de ilk
maçıdır. Vicini ile İtalya, Euro 88’e katılma hakkını rahatça kazandıktan sonra
8 takımlı turnuvanın A grubundan, ev sahibi Batı Almanya’nın ardından ikinci
olarak çıkar. Yarı finalde ise, o zamanın ağır toplarından olan Sovyetler
Birliği karşısında Litovchenko ve Protasov’un ikinci yarıdaki golleriyle alınan
2-0’lık mağlubiyet eve dönüş biletini keser.
Aslında İtalya için daha önemli olan 1990’da ev sahibi olduğu Dünya
Kupası’nı kazanabilmektir. İtalya 90, Meksika’nın aksine saat farkının da büyük
olmamasının da yardımıyla gerçek anlamda seyrettim diyebileceğim ilk dünya
kupasıdır. Ev sahibi kontenjanından kupaya doğrudan katılması nedeniyle İtalya,
eleme grupları dönemini özel maçlarla geçirir. Zenga ise, yukarıda anlattığımız
maçtan itibaren sadece bir defa Tacconi’nin yedeği olarak sahaya çıkar.
İtalya’daki Dünya Kupası daha ilk maçtan sürprizle başlar ve son şampiyon
Arjantin, Kamerun’a 1-0 yenilir. Sürprizler neredeyse İtalya’nın neredeyse
ikinci gün yaptığı Avusturya maçında da devam edecektir. Maçın kesin favorisi
olan azzuri (neden azzuriler olmadığını hatırlıyoruz değil mi?), galibiyeti
ancak 75. dakikada oyuna giren yedek forvet Salvatore Schillaci’nin 3 dakika
sonra attığı golle kurtarabilir. Sonraki iki maçta İtalya, Çekoslovakya ve
ABD’yi de geçmeyi başarır ancak oynanan oyun pek tatmin edici değildir. Zaten B
grubunda Arjantin ve Sovyetler Birliği gibi iki devi turnuva dışına iten
Kamerun ve Romanya şimdiden herkesin dikkatini çekmiştir bile. İtalya ise
ikinci turda Uruguay ve çeyrek finalde İrlanda’yı geçerek yarı finale kadar
uzanır. Bu arada Zenga da turnuvanın başından bu yana gol yemeyerek (ilk
turdaki Çekoslovakya maçında bir gol yemişti ama bu gol yanlış bir ofsayt
kararıyla iptal edilmişti) bir rekor kırmakla meşguldür. Yarı finaldeki
Arjantin maçında İtalya, artık ilk 11 çıkan Schillaci’nin 17. dakikadaki
golüyle öne geçer, ancak özellikle ikinci yarıda Arjantin bastırmaya başlar.
Kaderin bir cilvesi sonucu Napoli’de oynanan ve bu nedenle taraftar desteğinin
İtalya’da değil Arjantin’de olduğu maçın 67. dakikasında, ikinci turda
Brezilya’yı da yıkan kadife bilekli fırtına tanrısı Caniggia beraberliği sağlar
ve İtalya için sonun başlangıcı olur. Bu gol Zenga’nın, Dünya Kupası
finallerinde 518 dakikalık gol yememe rekorunu da mühürlemiştir. Uzatmada da
başka gol olmaz ve penaltı atışlarında hiçbir kurtarış yapamayan Zenga yerine,
İtalya’nın 4. ve 5. penaltılarını kurtaran Goycochea yıldız olur. Ev sahibi ise
teselliyi, İngiltere’yi 2-1 yenerek 3. olmakta bulur. İtalyanlar bugün 1990
Dünya Kupası’nı sadece “Toto Schillaci’nin büyülü geceleri” olarak
hatırlayacaktır. Zenga ise, kupanın en iyi kalecisi seçilerek aynı yıl
kazandığı Avrupa ve dünyada yılın kalecisi ödüllerini perçinleyecektir.
Zenga’nın milli takım kariyeri İtalya 90’dan sonra takımın kendisiyle
birlikte gerilemeye başlar. Takım eleme gruplarında, daha sonra Bağımsız Devlet
Topluluğu’na dönüşecek olan Sovyetler Birliği’nin geride kalarak 1992 yılında
İsveç’de düzenlenen Avrupa
Şampiyonası’na katılamaz. Bu Teknik Direktör Vicini’nin de sonu olurken, yerine
geçecek olan Arrigo Sacchi yavaş yavaş kaleyi Zenga’dan alarak Marchegianni ve
Pagliuca’ya teslim etmeye başlar. Walter Zenga, İtalya formasını 58. ve son
defa 4 Temmuz 1992 günü İrlanda’ya karşı giyer.
Zenga’nın klüp kariyerine döndüğümüz zaman ise Inter ile sadece bir defa
1988-89 yılında Serie A şampiyonu olabildiğini görüyoruz ama bu arada 1989-91
yılları arasında 3 yıl boyunca dünyada yılın kalecisi ödülünü kimselere
kaptırmaz. 1990’ların ilk yılları ise lacivert-siyahlılar için daha çok
Avrupa’da başarılı olunan bir dönemdir ve 1991 ile 1994 yıllarında iki defa
UEFA kupasını müzelerine götürürler. 1994 yılının UEFA şampiyonluğu Zenga için
de çok anlamlıdır çünkü 11 Mayıs tarihinde San Siro’da oynanan finalin ikinci
maçı onun da Inter’deki son maçı olacaktır. Inter maçı, ilk maçtaki skorla 1-0
kazanarak kupaya uzanırken maç içerisinde birçok kurtarış yapan Zenga kaptan
olarak kaldırdığı kupayla 12 yıl ve 328 maçın ardından taraftarlarına veda
eder.
1994/95 sezonu için yerini Pagliuca’ya bırakan Zenga, Sampdoria’ya transfer
olur (Zenga’nın idolu Bordon’un da Inter’in ardından aynı klübe gittiğini
hatırlıyoruz). Sampdoria’da iki sezonun ardından bir yıl da Padova’da geçiren
Zenga, kariyerinin son durağı olarak ABD’yi seçer. New England Revolution
takımında 1997 sezonunda oynadıktan sonra 1998’de kız arkadaşıyla birlikte bir
İtalyan dizisinde oynamak için ara verir. 1997 sezonunda takımının attığı bir
golü tribünlere gelerek kutlamak istediği aynı kız arkadaşı yüzünden rakip
Tampa Bay Munity neredeyse santradan gol atacaktır. 1999 yılında bu defa
menajer-oyuncu olarak ABD’ye geri dönen Zenga aynı yıl aktif futbol hayatına
nokta koyar.
Ancak şimdiye kadar anlattığımız 19 (Schumacher dahil) efsane kalecinin
çoğunluğunun aksine Zenga, futbolu bıraktıktan sonra köşesine çekilmeyi seçmez.
Artık Inter’e teknik direktör olmak gibi yeni bir hayali vardır ve bunun için
yola çıkar. Bu yol çok daha zorlu olacaktır ve 2002 yılından bu yana görev
yaptığı ve arasında Gaziantepspor’un da olduğu 10 takım ve 6 ülke gezer. Teknik
Direktör Zenga, bu takımlardan sadece Kızılyıldız, Catania ve Al Nasr’da tam bir
sezon geçirebilirken, diğerlerinden ya kovulmuş ya da istifa etmek zorunda
kalmıştır. Aslında en başarılı dönemlerini de bu iki takımla geçirir ve
Kızılyıldızla Sırbistan’da lig ve kupayı kazanarak duble yaparken, Catania’yı
da tarihinde Serie A’da topladığı en yüksek puana ulaştırır. Bu arada 2008
yılında birkaç aylığına RAI’de yorumculuk yapan Zenga son olarak Ocak
2011-Temmuz 2013 arasında Birleşik Arap Emirlikleri’nin Al Nasr takımını
çalıştırır.
Zenga, İtalyan milli takımında 1960’ların sonundan itibaren Zoof ve
Albertosi’nin başlattığı gri kaleci kazağı geleneğini hakkıyla taşıyan ve
1980’lerin sonu ve 1990’ların başında dünyanın en iyileri arasında yer alan bir
kaleci olmuştur. Gri kazak ise daha sonra gelecek Pagliuca, Toldo ve Buffon
gibi çok iyi kaleciler tarafından yavaş yavaş terkedilerek futbolun kaybolan
güzel gelenekleri arasına katılmaya doğru yol almaktadır ki fakir yazarınız
gibi internetten eski formaları alabileceği siteleri araştıran birisi için bu
pek de hoş bir haber değildir (bu arada reklam gibi olacak ama bu konuda ideal
adreslerden birisi için http://www.toffs.com/).
Bu da böyle biter efendim... Yarından itibaren 20. yüzyılın en büyük kalecisi olan Yashin'in hayatını ve kariyerini anlatmaya başlıyoruz...
12.12.2013
18 Saatte Gelen Zafer - ŞL'den Diğer Kısa Notlar - Kura Yorumu
Tam bilmiyorum ama muhtemelen Şampiyonlar Ligi tarihinin ilk gündüz maçı dün oynandı Türk Telekom Arena'da. Yine bildiğim kadarıyla Türk Telekom Arena'da oynanan ilk gündüz maçıydı ayrıca bu maç. Hikayeyi herkes biliyor. Benim burada değinmek istediğim farklı bir nokta var. 1998 ve 2003 yıllarında yani bundan 15 ve 10 yıl önce türlü bahanelerle İstanbul'a gelmek istemeyen, maç erteleten Juventus bir bakıma cezasını çekti. Ben buna ilahi adalet diyorum. Maç ilk başladığında Juventus'un istediği gibi gidiyordu ve tur ümidim epey azdı. Sonra birden kar başladı. Maç tatil edildi. Juventuslu oyuncular gece otel bulamadılar, yorgun bir gecenin ardından öğlen vakti balçık sahada maça çıktılar. Bence sahanın bu şekli Galatasaray'ın işine geldi çünkü futbol oynanmaya müsait bir saha olsa daha iyi bir takım olan Juventus ağır basabilirdi. Amacım Galatasaray'ın başarısını küçümsemek ya da şansa bağlamak değil tabii ki. Sadece sahada müthiş mücadele eden futbolculara öğlen vakti işinden, okulundan ayrılarak gelen taraftarın desteğinin yanında "ilahi" bir desteğin daha olduğuna inanıyorum. Keyifliyim, madem havalar da soğuk ve karlı, ben de soğuk bir espri ile bitireyim: Karlı zeminden kârlı çıkan Galatasaray oldu.
Şampiyonlar Ligi'nde bu tarihe geçen maç dışında bu hafta gözüme çarpan çok ilginç bir kaç şey daha oldu, kısa kısa vereyim:
- Hakem Wolfgang Stark, Olympiakos-Anderlecht maçında Anderlecht aleyhine 3 penaltı ve 3 kırmızı kart verdi. Bana göre kararlar doğruydu.
http://www.ntvspor.net/video-galeri/olympiakos-anderlecht-3-1
- Basel-Schalke maçında yan topta ofsayt taktiği yaparken gol yedi ama gol gerçekten ofsayttı.
http://www.ntvspor.net/video-galeri/schalke-04-basel-2-0
http://www.ntvspor.net/video-galeri/schalke-04-basel-2-0
- Austria Wien'den 4 yiyen Zenith 6 puanla gruptan çıktı.
- F Grubu, nam-ı diğer "ölüm grubu" heyecanıyla beklentileri karşıladı. Marsilya sıfır çekti, Dortmund-Arsenal-Napoli 12'şer puan aldılar, üçlü averaj sonucu Dortmund ve Arsenal Top 16'ya kaldı. Napoli 12 puan alarak Şampiyonlar Ligi'nde gruptan çıkamayan ilk takım oldu.Son olarak biraz da kuradan bahsedeyim. Kuralar 16 Aralık Pazartesi çekilecek. Niye pazartesi bilmiyorum ama bu da bir ilk. İkinci torbada yer alan Zenith ve Milan şu anki durumlarıyla bence kura çekiminin en zayıf takımları. Yine aynı torbadan Galatasaray-Schalke-Leverkusen-Olympiakos birbirine yakın seviyede 4 orta düzey takım. Manchester City ve Arsenal ikinci torbanın birinci torba seviyesindeki takımları. Birinci torbanın ise tamamı çok güçlü : Man United, Real Madrid, PSG, Bayern, Chelsea, Dortmund, Atletico Madrid, Barcelona. Burdan Real Madrid gelemiyor, Galatasaray'la aynı grupta yer aldığı için. Hiçbir takım için "Çek bir X" diyemiyoruz. Geçen yıl Schalke ve Malaga için bunu söyleyebiliyorduk. Yani Galatasaray'ın işi zor. Ancak bu sezon iyi gitmeyen Manchester United'ın yanı sıra Chelsea-PSG ve Atletico Madrid'in bir seviye daha Galatasaray'a yakın olduğunu düşünüyorum. Tabi tüm bu değerlendirmeler bugün için, maçlar Şubat-Mart'ta oynanacak.
10.12.2013
3.12.2013
27.11.2013
Tel-Aviv ve Yafa
6.000 yıllık tarihi ile tarih boyunca önemli bir liman şehri olan olan Yafa yüzyıllar boyunca Osmanlı himayesinde tamamen Arap yerleşimi haline gelince, Yahudiler Yafa'nın hemen karşı kıyısına kendi şehirlerini kuruyorlar. Bugün Tel-Aviv' in sahilindeki devasa Sheraton, Hilton gibi otellere bakınca şehrin sadece bir asırlık bir tarihi olduğuna inanmak güç ancak kuruluş hikayesi bu şekilde.
Tabi bu kadar yeni bir şehir olunca ve Dubai örneğindeki gibi oraya buraya saçılmayınca şehrin çok da görülmeye değer bir eseri yok. 1920'lerde sosyalist akım ile basit ve eşitlikçi bir yapıyla Art Deco tarzında inşa edilmiş yaklaşık 4000 Bauhaus evi bu sebeple UNESCO dünya mirası altına alınmış ama evler son derece bakımsız. Adet yerini bulsun diye söyle bir sokakları arşınlıyorum ama fazla uzatmadan soluğu Tel Aviv'in en ünlü yerine; 6 km'lik altın sarısı kum plajında alıyorum ve senenin muhtemelen son denizine giriyorum.
Otobüs ile iki şehrin arası sadece 1s15dk olmasına karşılık Tel Aviv ile Kudüs arasında çok ciddi farklar var. Elbetteki bir İstanbullu için bu farkları rahatlıkla bir Etiler - Fatih arasında da görebiliriz o ayrı konu. Yine de Kudüs tam bir orta doğu şehriyken burası bir Avrupa şehri. Kudüs'te bileklerine kadar kapalı olan kadınların yerini burada mini şortlular alıyor.
İşten çıkanlar direk soluğu plajda alıyorlar. Akşam 6 da plaj doluyor. Güneş battıktan sonra ise bu kez kordon yolu binlerce koşmaya çıkmış insanla doluyor. Sahilde bir akşam yemeği sonrası bir bisiklet istasyonundan bisiklet alıp 3 km ötedeki Yafa'ya pedal çeviriyorum. Akşamın o saatinde sadece sokakları bisiklet ile turlayabiliyorum ama bu güzelim iyi korunmuş şehir dururken, neden Akka'nın UNESCO dünya mirasına alındığını anlayamıyorum açıkçası.
Gece hayatı oldukça meşhur olan Tel Aviv'in bu tarafını pas geçmek zorunda kalıyorum. Günlerdir oradan oraya gezmenin yorgunluğu ve elimde bir bavulun olmasıyla artık sabaha karşı olan uçağım için havaalanına doğru yola çıkıyorum.
Tel Aviv, Antalya'yı andıran oldukça güzel bir şehir. Açıkçası expat olarak burada yaşanabileceğini düşünüyorum.
Tel Aviv, Antalya'yı andıran oldukça güzel bir şehir. Açıkçası expat olarak burada yaşanabileceğini düşünüyorum.
Özetle İsrail aradığınız her şeye cevap bulabileceğiniz küçük bir ülke. Gidip bir görülmesini tavsiye ederim. Bu kadar sıcak bir tatilin ardından bir sonraki tatilde ters tarafa, soğuk Kanada'ya uçuyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)