24.12.2015
Teknik direktörlerde domino etkisi (22 Aralık Topcast)
Şom ağazımızı açtık, ne zaman kovulacak bu Mourinho dedik, adam 2 gün sonra kovuldu. Şimdi Hiddink ile Chelsea ne yapacak? Bayern'in Ancelotti'yi açıklamasıyla bizi ne bekliyor? Real 9 kişilik takıma 10 attı, ayıp değil mi? Hepsi 22 aralık kaydında.
16.12.2015
Bu Mourinnho ne zaman kovulacak? Topcast 15.12
Mourinho'nun gitme vakti gelmedi mi? Ha keza, Van Gaal ve Benitez'de. Haftalık futbol geyiği.
13.11.2015
Amalfi
Tren bizi Salerno’ya kadar bırakacak, ardından kıyılardaki
kasabalar için otobüse binerek girintili, çıkıntılı yollardan geçeceğiz. Tren
yavaş yavaş Salerno’ya yaklaşıp deniz göründüğünde içimiz kıpır kıpır olmaya
başlıyor. O zaman tabi, 5 gün sonra tekrar Salerno’yu dönüş için gördüğümüzde “oha burası ne kadar büyük şehirmiş” diyeceğimizi
bilmiyorduk. Amalfi kıyılarında birçok
ufak köy kasaba bulunuyor. Hemen ilk akla gelen, “bir Fiat 500 kiralayayım, geze geze bütün köyleri görelim!” Bu
fikri aklınızdan çıkartın. Öncelikle yollar çok dar, çok virajlı. Bazı
noktalarda iki araç yanyana geçemeyecek kadar dar, o yüzden sürekli her kör noktalı virajda korna çalıp karşıdakine
haber veriyorsunuz. İkincisi dağ yamaçlarına kurulmuş bu köylerde ciddi bir
park yeri sorunu var ve park yerine ödeyeceğiniz para araba kirasını rahatlıkla
geçebilir. Örneğin Positano’da haftasonu park yerinin günlük kirası 30 avro.
Bunun yerine köyler arasında dolaşan SITA buslar var, bilet fiyatı 1,80 avro.
Kimsenin bilet kontrolü yaptığı yok. Biz 5 gün boyunca aynı bileti tekrar
tekrar makineye sokup durduk. O şekilde tüm kıyıları gezdik. Kıyının en gözde
köyleri, kıyıya ismini veren Amalfi, jet sosyetenin mekanı olan Positano ve
Praiano. Tabi bu kadar gözde yerlerde konaklama da bir o kadar pahalı. Gecelik
120-130 avrolardan başlıyor. Bu sebeple biz kendimize konaklamak için Amalfi’ye
otobüsle 15 dakika mesafedeki Minori’yi tercih ettik. 3 yıldızlı otelde
kahvaltı dahil geceliği 80 avroya konakladık. Bu köy, tatilcilerden ziyade daha
çok yazlık bir yer. Gecenin 11’inde bile
babaneler ile çocukların denize girdiği, kurulan pazarın öğlen toplanacağı
kadar küçük şirin bir sayfiye alanı. Burayı kendimize merkez alıp hergün
buradan diğer köylere dağılıyoruz.
İlk gün yönümüzü, jet sosyetenin uğrak mekanlarından olan
Capri adasına çeviriyoruz. Burada zaten konaklama fiyatları hepten uçmuş
durumda. Deniz kıyısındaki yamaçlara kurulmuş lüks otellerin geceliği 1000 avro
diye ifade ediliyor. Hal böyle olunca sabah 8’de kalkıp, akşam 5’te dönen
günübirlik tekneler imdadımıza yetişiyor. Yol yaklaşık 2 saat sürüyor ve kişi
başı gidiş dönüş 30 avro gibi tuzlu bir bedeli de var. Capri limanına geldikten
sonra şehir bir tepenin üzerinde kalıyor ve teleferikle gidilebiliyor. Biz onun
yerine limandan tekneyle ada turu almayı tercih ediyoruz. Adanın etrafını
dolaşan teknenin fiyatı ise 15 avro. Açıkçası biz bunu alırken ilk düşündüğümüz
şey Grotto Azzuro’ya gitmekti. Ancak sonradan gördük ki iki tane otobüs ile 3
avro karşılığında da bu mağraya varılabiliyormuş. Yine de tekne turu keyifli.
Kaptan, yamaca kurulmuş restoranları gösterip “bu romantik restoranın bir diğer özelliği bir yiyorsunuz, on
ödüyorsunuz” tarzında baba espirileri de yapabiliyor. En nihayetinde esas
gelmek istediğimiz yere Grotto Azzuro’ya varıyoruz. Bu mağranın önünde ciddi
bir kalabalık var. Yaklaşık 45 dakika bekledikten sonra sıra bize geliyor.
Tekneden bizi alan gondollar ile mağraya giriyoruz. Zira mağranın girişi çok
alçak. Belki en fazla 40-50 cm vardır. Mağraya girmek ve gondollar için de yine
kişi bir 13 avro bayılıyoruz. Girişe geldiğimizde gondolda da dik oturamıyoruz.
Boylu boyunca gondolun zeminine yatmamız gerekiyor. Gondol sürücüsü de mağara
girişinin kenardaki zincirlerden bizi hızlıca çekip yatıyor ve o kuvvetle
mağranın içine kayıyoruz. Sonrasında gördüğümüz doğa harikasının ise tarifi
yok. Kendimizi böyle Karayip Korsanları’ndaki kayıp şehir, gizli mağara gibi
bir film sahnesinde buluyoruz. Giriş çok dar olduğu için içeriye güneş ışığı
giremiyor ve içerisi karanlık ama bir şekilde güneş ışığı denize vuruyor, ışık kırılıp
mağarayı suyun içinden aydınlatıyor. Bizim iphone bunu fotoğraflamak için
yetersiz kalıyor o yüzden ne demek istediğimi anlatmak için Google’dan bulduğum
profesyonel fotoğrafı kullanacağım.
Mağara sonrasında gemi turu da tamamlanıyor. Marina taraflarında
bir yere oturuyoruz. Burada Margarita pizza 7-8 avro civarında. Yemek sonrası,
dönüş gemimiz kalkmadan önce yaklaşık bir saatlik bir zamanımız kalıyor. Bu
sebeple Capri’nin merkezine çıkmak yerine zaten bütün bir gün kafamızda güneşi
yediğimiz için kendimizi denize atıyoruz. Su oldukça tuzlu ama bunu dert
edebilecek durumda değiliz. Saat 16.30 gibi teknemiz Minori’ye geri dönmek
üzere hareket ediyor ve biz de sıcaktan sızıyoruz.
İkinci gün istikametimizi Fiordi di Furori’ye çeviriyoruz.
Şu fotoğrafta gördüğünüz doğa harikasına ulaşmak için Amalfi’den bir yarım
saatlik otobüs yolculuğu yapıyoruz. Vadiyi çevrleyen dağlardaki ağaçlar doğal
şemsiye görevini üstleniyor. Vadi o kadar dar ki bir tarafta gölge kalmayınca,
diğer tarafta gölge başlamış oluyor. Çok kapalı bir koy olduğu için su devinimi
çok yüksek değil ve ilk denize girerken biraz pislik olabilir, aldanmayın. Zira
biraz açılınca boğazda çok ciddi bir akıntı var. Su oldukça derin. Belli bir
yükseklikteki kayalara tırmanıp atlayabiliyorum. Daha yükseğe çıkanlar da var
ama o yemiyor işte. Bu arada dikkatli olun kayalar yengeçlerle dolu. Yanınıza
yeteri kadar nevale almadıysanız, ufak bir restoran bile var. Bunun dışında her
taraf bakir alan. Ağaçların arasından vadi derinleşiyor da derinleşiyor. Dönüşümüzde
Amalfi’de biraz vakit geçirmeye karar veriyoruz.
Kıyılara ismini veren Amalfi kasabası ortaçağda denizcilik
anlamında oldukça önemli bir liman iken sonrasında 1343 yılındaki bir Tsunami
ile liman ve şehir yerle bir oluyor. Sonrasında bu tarihi şehir önemini
yitiriyor ve düşüşe geçiyor. Zaten
otobüsten inip, Amalfi’nin meydanına açılan kapıdan geçtiğinizde gördüğünüz
manzara, buranın çevredeki diğer kasabalardan daha farklı olduğu hissini
anlamanızı sağlayacak. Kafe ve dondurmacılarla çevrelenmiş meydandan yukarıya
doğru çıkan yayalaştırılmış yol sağlı sollu butiklerle bezeli. Klasik elbise
satan butiklerin yanında buranın alametifarikası ise limon. Yıl boyu yoğun
güneş alan bu güney sahil şeridinin yamaçları liman yetiştirmek için oldukça
elverişli. Ayva büyüklüğünde limonlar yetiştiriyolar ama sulu sulu bir
içerikten ziyade kavun kabuğu kalınlığına sahip kabuklara sahipler. İşte bu limonlar sabundan tutun da risottoya
kadar her türlü malzemede kullanılıyor. Elbette ki bunların arasında
Limoncello’yu unutmamak lazım. %35 alkol oranıyla tatlı ama adamı sağlam çarpan
içkiyi üreten burada birçok imalathane mevcut.
Üçüncü günümüzde yine iki dağın yamacı arasına kurulmuş, şık
butikleri ile sosyetenin uğrak mekanlarından biri olmuş Positano’ya yolumuzu çeviriyoruz.
Kasabanın girişindeki deniz kıyısına yakın durakta inmek yerine, çıkışında
tepedeki durakta inmeyi tercih ediyoruz. Böylelikle hem manzaranın keyfini
çıkartırken hem de kasabanın dolambaçlı yollarından şık butiklerin arasından
geçiyoruz. Kasabadaki pahalılık her halinden belli oluyor. Bir fikir vermek
gerekirse, günlük otopark fiyatı 30 avro, şezlong kirası 15 avro. Restoranların
bazıları o kadar sofistike ki margarita pizza bulunmuyor o yüzden bu endeksten
burada faydalanamıyorum bile. Manzaranın
en iyi hakkını veren yer ise denizin içi. Denizdan kasabaya baktığınızda çok
güzel bir manzara sizi bekliyor.
En son artık döneceğimiz günü ise kendi kasabamıza Minori’ye
ayırıyoruz. En başta da dediğim gibi Amalfi, Positano ya da Capri ile turistik anlamda
kıyaslanmayacak ama belki de o yüzden bana daha içten gelen bir yer burası.
Markete meyve almaya girdiğimizde, “niye
benden alıyorsun, arka sokakta manav var” diyen içten esnafı, plaja
giderken bize kendi güneş şemsiyesini veren otel sahibesi ile 4 akşamın sonunda
özümsediğim , bir tatil kasabası burası.
Akşam olup artık Roma’ya gitmek için yola çıkıyoruz tekrar Salerno’ya doğru. En
başta da dediğim gibi 5 günümüzü bu küçük kasabalarda geçirdikten sonra normal
bir Anadolu şehri kıvamındaki Salerno bile bize çok büyük geliyor.
12.11.2015
Napoli - Pompeii
Klasik hikayedir; yıllardır sanayisi ile oldukça gelişen,
coğrafi konumu sayesinde İsviçre, Avusturya gibi daha düzenli ve disiplinli
kültürlerden etkilenen Kuzey İtalyalılar, Güneylileri tembel ve asalak olmakla
suçlar, “biz bu güneylilere bakmak zorunda mıyız?” derler. Yılların ezilmişliği ile de 1990 Dünya
Kupası’nda Napoli halkı “Napolililer beni
sever” diyen kendilerini şampiyon yapmış Maradona’nın takımı Arjantin’i
İtalyanlara karşı destekler.
Napoli havalimanına indiğinizde karşılaştığınız bu keşmekeş
ve boşvermiş hava esasında kuzeylilerin ne kadar haklı olduğunun göstergesi
aslında. Pasaport görevlisinin sol elini çenesine dayayıp sağ eliyle omuzunun
üstünden bezgin gözlerle pasaportuna bile bakmadan geç işareti yapması daha
dakika bir gol bir şeklinde bu tembelliğin kanıtı. Schengen bölgesine giriyorum
ve pasaportumda girişim yok. Ola ki biri çevirse, Avrupa’da kaçak konumundayım.
Sonrasında valizlerin çıkacağı kapının değişip, koca bir güruhun öteki tarafa
koşuşturması, ardından çıkışta, karşılamaya gelenlerin kapının önüne
yığıldıkları için insanları yara yara kendimizi dışarıya atmamız işte hep bir
hafta boyunca nelerle karşılaşacağımızın özeti gibiydi.
37 derecede nemli havada valizlerle çok da dolaşmamak için
tren garına yakın, UNESCO dünya mirası listesindeki eski merkezde bir otele
geliyoruz. Korna seslerinin hiç
dinmediği eski merkez bildiğin Aksaray’ı andırıyor. Koruma altına alınan
yayalaştırılmış sokaklar ise bildiğin tahtakale. Açıkçası bu merkezin nesinin
korunduğunu anlamadan, esas olayımıza yani Napoli pizzasına geçiyoruz. 16.
Yüzyılda Peru’dan, o dönemde de fakir
olan Napoli’ye gelen gemiler Avrupa’da
bulunmayan domatesi kıtaya getiriyorlar. Napoliler domatesi hamurun üzerine
sürüp yiyorlar ve ortaya pizza çıkıyor. Hatta bildiğin domates sosu olan, “napoliten sos”un da hikayesi bu. Klasik bir Napoli pizzası deneyimi için öğlen
ilk olarak soluğu Da Michele’de alıyoruz. İçeriye girmek için öncelikle
yaklaşık bir 20 kişilik bir sıra bekledikten sonra duvarları fayanslarla
döşeli, masa örtüsü namına saman kağıdın serildiği salaş ötesi Da Michele’de
bütün menü bir çerçeve içinde duvarıda asılı: Oregano pizza, margarita pizza,
kola, fanta, bira, su. Margarita pizza malumunuz (birazdan buna değineceğim zaten),
Oregano pizza ise salça, sarımsak, kekikten oluşuyor. Bunun dışındaki yok
mantardı, salamdı, sucuktu şuydu buydu gibi malzemeler ise tamamen Amerikan
icadı. Hatta Dominos’ta çalıştığım dönemde bir araştırma yapmıştık. Türk halkı
için paranın karşılığını alabilmek için pizzada ne kadar fazla malzeme varsa o
kadar mübah anlayışı hakim. O yüzden Türkiye’de en çok satan pizza çeşidi
hiçbirşeyin doğru düzgün tadını alamadığınız pek de birşeye benzemeyen
“Karışık” pizzadır, hatta göz açlığı ile kalın hamurlu ekmek kıvamında pizza
söylenir, sonra karın doyunca da “ekmeksiz
götür” anlayışı ile yazık olmasın diye üzerindeki malzemeler tırtıklanır ve
hamuru çöpe atılır, pizza yedim adı altında esasında şarküteri yenilir. Da
Michele’ye geri dönelim. İki pizzadan da birer adet sipariş ediyoruz.
Lahmacundan da ince bir hamurda pizzalar geliyor. Pizzanın tanesi 4 avro. Bu
anektod bir yerlerde bulunsun zira sonrasında gittiğimiz her şehirde
restaurantların pahalılığını karşılaştırmak için margarita pizza endeksini kullanacağız. 1889’da, bir pizzacı, birleşik İtalya’nın ilk
kralı II. Emmanuel’in karısı Margarita için kırmızı domates, beyaz mozarella ve
yeşil fesleğen ile İtalyan bayrağının renklerinde bir pizza üretir. Kraliçe
pizzayı çok beğenir. Pizzanın da ismi kraliçeye atfedilir ve günümüze kadar bu
içerik konulur. Akşam yemeği için ise işte bu pizzacı abinin mekanına Pizzeria
Brandi’ye gidiyoruz. Burası daha bir restoran ve margarita pizzanın fiyatı 6
avro.
Napoli bana bir anlamda Gaziantep’i hatırlatıyor. Şehirde gezip
görülecek yerler var ama öncelikli gitme amacı yemek. Antep’te iki öğün
arasındaki sindirim döneminde soluğu Zeugma müzesinde almıştık. Antep sıcağını
aratmayan Napoli’de ise Pompeii ve diğer antik şehir kazılarından çıkartılan
heykellerin, mozaiklerin sergilendiği Arkeoloji müzesinde serinledik. Dediğim
gibi eski tarihi şehir Aksaray’ı andırıyor. Şehrin daha güzel yerleri liman
kıyısında. Metro istasyonundan çıkar çıkmaz sizi geniş kuleleriyle Castel Nuova
selamlıyor. Yeni kale dendiğine bakmayın yapım tarihi 1282. Pizzacıya giderken
yolumuzun üstünde bir kalabalık ile karşılaşıyoruz. “Aa noolmuş, ne varmış” merakıyla içeri dalıyoruz. Meğerse burası
1737 yılında yapılmış San Carlo Tiyatrosu imiş. Tam oyun arasına denk gelmişiz.
Kimse “hop birader, nereye?” demeden
kendimizi salonun içinde bulduk. Hem aç olduğumuzdan hem de nasılsa birşey
anlamayacağımız için şöyle bi bakıp yolumuza devam ettik. Yemek sonrası
kendimizi Piazza del Plebiscito’da buluyoruz. Meğersa sabahtan beri gelmemiz
görmemiz gereken yer burasıymış. 1860’ta Napoleon’un kayınbiraderi Napoli Kralı
Murad’ın düzenlendiği bu meydanın bir tarafında saray, karşısında bazilika,
etrafında da zamanının önemli binaları var. Meydan ise Muse’dan Bruce
Springfield’a kadar birçok şarkıcının açık hava konseri verdiği bir meydanmış.
Biz bilmediğimiz için anca hava kararınca gittik, ama siz biliyorsunuz
gündüzden gidin.
Böylelikle Napoli’yi tamamlayıp ertesi sabah erkenden
Circumvesuviana treni ile Pompeii’ye doğru yola çıkıyoruz. Pompeii treni
alışılageldik bir şehirler arası tren değil daha çok Sirkeci – Halkalı gibi bir
banliyö treni. Uçak inişe geçtiği zaman Napoli körfezindeki yerleşimlere bakıp,
“Napoli amma büyükmüş” demiştim. Bu
trene binince anladım ki daha çok İstanbul – İzmit arası gibi yerleşimin
kesintisiz olması sebebiyle şehirler içiçe geçmiş. 25 dakika boyunca Pompeii’ye
varana kadar hep evlerin arasından geçtik.
Pompeii’ye vardığımızda, her ne kadar tren istasyonundaki görevli “Vezüv daha sıcaktır, çünkü yüksekte olunca
Güneş’e daha yakınsın” gibi bütün Coğrafya bilgilerini hiçe sayan bir
açıklamada bulunsa da 37 derece sıcaklıkta ilk önce yolumuzu yanardağa
çevirdik. Tren istasyonunun önünden 23 avroya parka bileti de dahil olacak
şekilde dağa otobüsler kalkıyor. Bu otobüsler bizi ulusal parkın girişine kadar
bırakıyor. Oradan sonra boyum kadar lastikleri olan 4x4 minibüsler ile dağa
tırmanıyoruz. Bu yolculuk sırasında mideniz allak bullak oluyor. En nihayetinde
4x4’lerin bizi bıraktığı yerden tozların içinde yaklaşık 20 dakikalık bir tırmanış
ile zirveye çıkıyoruz. O sıcakta o zirveye çıkış gerçekten zorlu oluyor.
Zirveye çıkıp kraterin içine baktığınızda, Mordor’a çıkmış Frodo gibi bir sahne
görmeyi umuyorsanız, unutun öyle birşey yok. Zira dağ 60 senedir uykuda olduğu
için kreterin içinde göreceğiniz tek şey toz haline gelmiş lavlar. Muhtemelen o
son patlamaya tanık olmuş yaşlıca bir amca elindeki siyah beyaz fotoğraflarla
bize patlamayı anlattı. Patlamanın yarattığı basınç ile dağın tepesi patlamış
ve yüksekliği 100 metre azalmış. Sicilyada bulunan ve 2002’de patlayan Etna
bundan daha aktif durumda ve orada dumanlar çıkıyormuş. Buradan ise
görebileceğiniz yegane şey Napoli’den başlayıp Sorrento’ya kadar uzanan körfez
manzarası. Buraya gelirken bindiğimiz
4x4’ler bir buçuk saat sonra bizi aşağıya geri götürüyor. 2500 yıl önce de
lavlar bu şekilde aşağıya inerek koca bir şehri yutmuş ve o dönemde 40 bin
kişinin yaşadığı Pompeii lavların altında kalarak yok olmuştu. Yapılan kazılar
ile şehrin yaklaşık yarısı gün yüzüne çıkarılmış, ki bu da epeyce büyük bir
alan. Evler, amfitiyatrolar, sokaklar, kasabı, manavı ile kocaman antik şehir
Pompeii. Bu kadar gezmenin ardından yavaş yavaş akşam oluyor ve biz
yorgunluktan ölüyoruz. Normal şartlarda insanlar Pompeii’ye ya Napoli’den ya da
Sorrento’dan günübirlik gelirler ve dönerler. Ancak biz yolumuzu Napoli’den
Amalfi’ye çevirdiğimiz için konaklamayı yeni Pompeii’de yapıyoruz. Burası
tahmin ettiğimden daha şirin bir yazlık kasaba. Okullar da kapalı olduğu için
her taraf ergen kaynıyor. Hepsinde fiks iğrenç bir saç tıraşı var: Yanlar
kazıtılmış, tepedeki saçlar ise yana yatırılmış. İki günlük bol tarih, gezip görmeli kısmı
tamamlayıp, yarın 4 gece kalacağımız deniz tatilimiz için Amalfi kıyılarına
geçiyoruz.
10.11.2015
Roma ve Londra'da Derbi haftası
İtalya'da Şampiyonluk yarışı dolu dizgin, İspanya'da El Classico geliyor, Pochettino'nun çıkardığı oyuncular, Chelsea kümeye. Haftalık futbol geyiği
5.11.2015
Bir Stamford Bridge Hatırası: Chelsea – Dinamo Kiev
Desteklediğim açık mavililerin birkaç pantone daha koyusu düz
mavi kazağımı giyip, aynı renkte atkımı sarıp otelden çıktım. Metro
istasyonunda benimle aynı renkte insanlarda 3 durak ötedeki stada gitmek için
bekliyorlardı. Haliyle metro buraya kadar çoktan dolmuştu. Ben her ne kadar
Zincirlikuyu metrobüs durağından bu şartlara alışsam da lüzumsuz kibarlıktaki
İngilizler “aa çok dolu diye binmiyorlar”
Daha doğrusu orta taraflar boş, bunu metronun camından görüyorum ancak
adamların kültüründe birinden bir şey isteme olmadığı için, çıkıp da kimse “beyler, orta taraflar boş, arkalara doğru
ilerleyelim” demiyor. Böyle böyle,
birinci metroya binemedikten sonra hemen 3 dakika sonra gelen ikinci metroda,
başlarım sizin kibarlığınıza deyip Zincirlikuyu moduna geçiyorum ve bekleyen
kalabalığı yararak kendimi trenin içine atıyorum.
Geçen yıl da aynı tarihlerde fuar için Londra’ya gelmiş
ancak o zaman içeride maç oynayan Arsenal bilet satın almada önceliği kulüp
üyelerine verdiği için bilet bulamamış anca stadın etrafını tavaf edip bir
pubda maçı izlemek zorunda kalmıştım. Bu yıl ise Chelsea içeride oynuyordu ve
bilet için üyelik şartı aramıyorlardı. İngiltere’de kombineler lig için
satılıyor ve Avrupa kupası maçlarını kapsamıyor. O yüzden Şampiyonlar Ligi’ne
bilet bulmam daha rahat oldu. 35 poundluk fiyatıyla da, Bayern taraftarlarının
eleştirdiği Arsenal’in 64 poundluk biletinin yanında ucuz bile sayılabilirdi.
3 durak sonra Fulham Broadway istasyonunda iniyoruz. Bu şuna
denk geliyor: Takımın ismi Şişli ama stadı Kasımpaşa’da ve hali hazırda
Kasımpaşa’nın kendi bir takımı ve stadı var. Metro çıkışında beklenildiği gibi
önce karaborsacılar hemen ardından 10 pounda bir tarafında chelsea, diğer
tarafında Dinamo Kiev yazan maç atkılarını satmaya çalışan işportacılar
beliriyor. Bu karaborsacıların dikildiği yolda İngilizce ve Cince olarak, “karaborsadan bilet almayın, sahte olabilir,
maça giremeyebilirsiniz” uyarı levhaları var. Hemen ardından bizim tükürük
köftesinin buradaki karşılığı sosisciler ve hamburgerci standları ile birkaç
pub diziliyor. Stada girerken ise resmi maç programını satan görevliler var. Bu
kültürü halen anlamış değilim. Takım kadrolarını, puan durumunu, son maçların
skorları gibi zaten oraya gelen herkesin ezbere bildiği maç programlarını 3
pounda satıyorlar ve herkes bunları alıyor. Biletimin olduğu Matthew Harding
tribününün girişini buluyorum. Harding, 1994 yılında kulübe hissedar olan ancak 2 sene sonra henüz 43 yaşında vefat eden bir iş adamıymış. Sadece tribün isimlerini değil aynı zamanda kapılara da birilerinin isimlerini
vermişler. Dixon girişi, Jimmy kapısı gibi.
Daha önce Manchester City maçında da tecrübe ettiğim gibi girişteki
görevliler sadece düzene bakıyorlar. Onun dışında siz kendiniz biletin
barkodunu okutup içeri giriyorsunuz, kimse de üzerinizi falan aramıyor.
İçeriye girince artık her taraf kapalı. Bir staddan ziyade
daha çok kapalı spor salonu havası var. Duvarlara geçmiş yılların maçlarından
sahneler ve takımın efsane futbolcularının Chelsea kariyer bilgilerinin yer
aldığı panolar konulmuş. Bunların arasında Didier Drogba da var. Bekleme
alanında bira içmek serbest. Fiyatlar çok pahalı da değil. Fıçı bira 4.3 pound.
TL’ye çevirsen bile Türkiye’de dışarıda o fiyata bira alamıyorsun. Ama sahaya
alkol ile geçemiyorsun. Oturduğum koltuk hemen köşe gönderi hizasında. Stada
girdiğimde ilk gözüme çarpan stadın biçimsizliği oluyor. Her bir tribün ayrı
telden çalıyor. Bir kale arkasının alt tribünü daha büyükken, karşı kale arkası
tam tersi, ya da kapalı tribün diye tabir ettiğimiz yer kale arkasına göre daha
yüksek. Tribünler o kadar ayrı telden çalıyor ki en sonunda zaten birleştirmeyi
başaramamışlar kapalı ile kale arkası arasında duvar var. Bu Chelsea’ye petrol oligarkı
değil, bir laz mütahit başkan lazım. Şaka bir yana Chelsea 109 yıldır maçlarını burada oynuyor. Stadın şehrin içinde kalmasıyla stadı büyütme konusunda sorunlar yaşıyorlar. Bir ara başka bir yere yeni stad yapılması gündeme gelmiş ama şu anda mevcut yerinde kapasiteyi 60.000'e çıkarmak için proje üretiyorlar.
Tribünlerin tamamı doluyor lakin bir tribün
diğerlerinden ayrılıyor. Bana yakın olan taraftaki kale arkasında benim
seçebildiğim kadarıyla belli bir taraftar grubu olmasa da bütün maçı ayakta
izlediler ve maç boyunca bağıran tek grup onlardı. Öteki tribünler tamamen
tiyatro seyircisi kıvamındaydı. O kadar ki o tribündeki bayrakları bile stad
görevlileri sallıyordu. Bir tek maç
sonunda “stand up for the special one”
(Jose için herkes ayağa) tezahüratı ile şöyle bir ayaklanıp hayat belirtisi
gösterdiler.
Jose demişken Liverpool mağlubiyeti sonrası taraftarın nasıl
tepki vereceğini merak ediyordum ancak daha maç başlamadan “Jose Mourinho”
tezahüratı ile destek verdiklerini gösterdiler. Zaten bildikleri 2-3 tezahürattan
bitanesi buydu. Bütün maç boyunca bir “çelsi, çelsi, çelsi” bir “diyeeeegoo”
bir de “coze morinyo, coze morinyo” diye bağırdılar. İçinde stamford bridge
geçen bir tane de şarkı vardı, onun dışında pek monoton bir havaydı. Ha bir de
Zouma’ya Cuma muamelesi yapıyorlar. Zamanında Arsenalliler de Toure’ye zenci
esprisi yaparlardı. Burada da ırkçılık kokan şamar oğlanı modundaki isim genç
Fransız olmuş.
Maça Chelsea baya yüklenerek başladı.Skorborda Bayern’in
arka arkaya golleri yansımaya başlayınca tribündekiler pek bir keyifliydi.
Chelsea’nin ilk yarıda geleceğini çokça öngördüğüm golü de gelince devre
arasında tribünler mutlu bir şekilde girdi. Ancak ikinci yarıda Chelsea hiçbir
şey oynamamaya başladı. Bu noktada artık deplasman tribünün sesi daha fazla
çıkmaya başlamıştı. Dinamo atsa da şu İngilizler g.t olsun derken istediğim
oldu. Kievliler haklı olarak coştular. Ancak 5 dakika sonra tam da benim
oturduğum yerin önünde Willian frikikten çaktı ve dizlerinin üstünde kayarak
bizim tribünün önüne geldi. Brezilyalı,
çokça zora giren gruptan çıkma şansını söküp getirdi. Bu defa artık Kiev’in bir
direnci kalmamıştı ve maç böyle bitti.
21.10.2015
Klopp, Liverpool'da
Klopp, Liverpool'a neler getirir? Juventus toparlayabilecek mi? Şampiyonlar Ligi'nde ne olur? Euro 2016'ya katılacak son takımlar kim olur? Haftalık geyiğimiz.
6.10.2015
İngiltere'de kovulma mevsimi (Topcast 5 Ekim)
Rodgers ve Advocaat gitti. Mourinho sıkıntılı. Barça'nın kolu kanadı kırık. Napoli çoştu gidiyor. Haftalık futbol geyiği
5.10.2015
Dachau ve Neuschwanstein: Münih'ten Günübirlik
Her ne kadar Oktoberfest amacıyla bu seyahate çıkmış olsak
da bütün gün içemeyeceğimize göre etrafı gezip görmek için de yeterince
vaktimiz oldu. Bu doğrultuda bir gündüzümüzü Münih’e trenle 15 dakika
mesafedeki Dachau’da geçirdik. 1933 Ocağında başa geçen Naziler daha 6 ay
dolmadan, temmuz ayında diğer bütün partileri kapatıp faşist rejimi ilan
ediyorlar ve daha o yıl Dachau’da ilk toplama kampını inşa edip, karşıt politik
görüşlü insanları kamplarda toplamaya başlıyorlar. İşte her ne kadar Yahudi
lobisinin yönlendirdiği Hollywood filmleriyle toplama kamplarında yahudiler ön
plana çıksa da bu toplama kampının, savaştan çok önce ilk ziyaretçileri diğer
siyasi görüşteki insanlar.
Dachau tren istasyonunun hemen önünden kalkan 726 numaralı
otobüs sizi bu toplama kampına götürüyor. Kalabalığı takip etmeniz yeterli,
zira Dachau’ya gelmenin yegane sebebi bu kamp. 1965 yılında burası hayatını
kaybedenler için anma merkezine dönüştürülüyor. Salı -
Cuma günleri arası 17.30’a kadar açık ve ücretsiz. Bir dere kenarına kurulu kampa üzerinde
“Çalışmak Özgürleştirir” yazan kapıdan geçerek giriyoruz. Zira bu kampın ilk
yıllarındaki amacı tutukluları günde 14 saat boyunca çalıştırmak. Müzeye girer
girmez sağ tarafta bir müze var. Burada size Nazizim’in nasıl geliştiği ve
Dachau’daki hayat hakkında bilgiler veriliyor. İlk başta eski propaganda
afişleri ve verilen bilgiler oldukça ilginç gelse de müze uzuyor da uzuyor bir
türlü bitmek bilmiyor ve bir yerden sonra sıkılıp yarıda bırakarak gezmeye
başlıyoruz. Zamanında tutukluların kaldığı barınaklardan sadece ikisi ibret
olması açısından ayakta bırakılmış, gerisi yıkılmış. Barınakların bittiği yerde
1965 yılında burada hayatını kaybedenler anısına Yahudiler ve Hristiyanlar
için ayrı ayrı iki anıt dikilmiş. Sola döndüğümüzde sonradan eklenen ve kaçmayı
imkansızlaştıran elektrikli dikenli telleri görüyoruz. Bazı insanların bu
işkencenin bir an önce son bulması için kendilerini dikenli tellere atarak
intihar ettiklerini yazıyor bir tabela. İşte bu dikenli tellerin arasında ufak
bir geçit bulunuyor kampın dışında kalan. Derenin hemen öteki tarafında kalan,
ormanın arasında ağaçların gizlediği küçük binaya gelmeden hemen önce 1994’de
Rusların, burada hayatını kaybedenler için inşa ettiği küçük bir şapel
bulunuyor. Kocaman bacası bulunan bu küçük binanın sadece birkaç odası
bulunuyor: Soyunulan bekleme odası, duş görünümü verilmiş gaz odası ve
krematoryum.
İkinci gün ise Dachau’nun aksine daha masalsı, daha huzur
veren bir yere Neuschwanstein Kalesi’ne gidiyoruz. Burası karlı
fotoğraflarıyla ikonik bir hal alan, aynı zamanda Disney logosunda da yer alan
Alplerin eteğinde orta çağ görünümlü ama esasında 1880’de tamamlanan bir saray.
Münih’ten yaklaşık iki saatlik bir tren yolculuğu ile önce Füssen’e oradan da
otobüsle Hohenschwangau köyüne ulaşılıyor. Eğer iyi bir planlama yaparsanız,
biletinizi 2 gün önceden internetten almakta fayda var. Zira biz köye vardığımızda
saat 12.30 idi, yarım saat bilet kuyruğu bekledikten sonra anca 16.50’de giriş
için bilet alabildik. Eğer biraz daha geç kalsaydık muhtemelen bilet
alamayacaktık.
Bu aradaki 4 saatlik boşluk bize Alplerin keyfini çıkarma ve
temiz dağ havası almak için bir fırsat verdi. Bir yerde oturup öğle yemeği
yedikten sonra yağlı boya tablolarından fırlamış güzellikteki gölde, deniz
bisikleti kiralayarak bir de tepedeki şatoya gölün içinden baktık. Sonrasında
şatoya çıkmak için birkaç yol var. Öncelikle yürüyebilirsiniz, 1,80 avro
karşılığında otobüse binebilirsiniz ya da 6 avro verip faytona binebilirsiniz.
Biz tercihimizi faytondan yana kullandık. Sabahtan beri in çık yapan iki at 13
kişi ve bir de araba çekmekten pert olmuş, yanımızdan geçen insanlar bizden
daha hızlı çıkıyordu ama olsun.
Almanların üretim bandı şatoya girişte de devam ediyor. 5 dakika arayla içeriye 20’şerli gruplar
halinde alıyorlar. Elinize audioguide’ı tutuşturuyorlar. Bir odaya girdiğinizde
audioguide otomatik olarak çalışmaya başlıyor ve audioguideda anlatılanlar
bitmeden odayı terk edemiyorsunuz. Kısacası öyle sağ sola baka baka laylaylom
bir şekilde yürüyemiyorsunuz. Adamlar size ne bilgi aktarmak istiyorlarsa
öncelikle onu dinleyeceksiniz. Ben size
kısaca verilmek istenen bilgileri özetleyeyim: O bölgede doğan Bavyera kralı
II. Ludwig Wagner’in bir operasından esinlenip daha önce hali hazırda harabeler
bulunan tepenin üzerine şato diktirip burada inzivaya çekilmek ister.
1600’lerdeki mutlak monarşiye özenen ve böyle bir dünya hayali kuran kralımız
biraz geç kalmıştır zira artık o dönemlerin üzerinden 200 yıl geçmiş ve
demokrasi hareketleri başlamıştır. En nihayetinde Prusyalılar gelir ve II. Ludwig’i hapse tıkar, kralımız
da hapishanede intihar eder. Sarayın
dışı, içinden çok daha gösterişli. Hatta 12 avro vermeye değer mi emin değilim.
Kısacası eğer geldiğinizde bilet bulamazsanız fazla üzülmeyin, pek bir şey
kaçırmamış olacaksınız.
Şatonun o meşhur fotoğrafları bir köprünün üzerinden
çekiliyor ve ne yazık ki biz gittiğimizde köprü bakıma alınmıştı ve biz oradan
fotoğraf çekemeden geri dönüş yoluna çıktık ve 4 günlük güney Bavyera
tatilimizi sonlandırdık. Açıkçası 2 günümüz daha olmasını isterdim zira
Münih’in kuzeyinde kalan ve UNESCO dünya mirası listesine alınan Würzberg, Bayreuth,
Rotenburg gibi ufak kasabalar ve II. Dünya Savaşı’ndaki önemiyle Nürnberg’e
arabayla bir roadtrip yapmak isterdim. Artık başka bir sefere diyerek
bayramımızı sonlandırdık.
2.10.2015
Münih: Bir Oktoberfest Hatırası
Askerdeyken izne çıktığımda sabah 10’da birane sahibiyle
birlikte kepenkleri açar o kahvaltısını eder ben ise demlenmeye başlardım.
Hayatımda bir daha da bu kadar erken saatte alkol almamışımdır. Her şey dahil
otellerin bokunu çıkarmak için sabah kahvaltısında içmeye başlayan görgüsüz
Ruslara şahit olmuştum ama bir tren istasyonunda altlık babında bir güruhun
yaptığını görmek apayrı bir deneyim. Kareli gömlekli, deri pantolonlu erkekler
ve göğüs çatalını açıkta bırakan driendl adlı elbiseleriyle kadınlar sabahın
10’unda bira içmeye gitmek için treni beklerken boş durmuyorlar ve çoktan altık
yapmaya başlıyorlardı. – ki bu benim anca uyanıp, kahvaltı edip sonrasında
trene bindiğim saatti. Festival alanında bira servisinin zaten 10’da
başladığını düşünürsek, birkaç saat öncesinden bunu halihazırda yapmış başka
bir güruh da pekala olabilir. –
Daha önce sanırım Madrid yazımda da belirttiğim gibi
gezip-görme kültürü artık çoğunlukla deneyim yaşamaya endekslendi. Dünyanın en büyük bira festivali Oktoberfest’in 2015’in kurban bayramına denk
geleceğini ta 2013’te fark etmiş, bu yılın şubat ayında otel rezervasyonumuzu
yaptırmıştım bile. Zira bu 2 haftalık süreç bütün yıl Münih’in en yoğun olduğu
dönem ve oteller normal zamanın 3 katı civarlarda fiyat çekip geceliği yaklaşık 180 –
200 avro arasında değişiyor. Bu sebeple biz konaklamamızı Münih’e trenle 40
dakika mesafedeki Augsburg’da geceliği ortalama 70 avrodan ayarladık. Kahvaltı
bile olmadığını düşünürsek esasında bu bile pahalı bir fiyat. Ulaşım için benim
bulabildiğim en iyi seçenek günlük Bavyera biletleri. Bir kişi günlük 23 avro
ile başlayıp sonra her bir kişi için 5 avro ödüyorsunuz. Yani örneğin 2 kişinin
fiyatı 28 avro oluyor, bir başka deyişle kişi başı fiyat 14 avroya düşüyor. Eğer
daha kalabalıksanız çok daha az oluyor. Bu biletle bütün bir gün boyunca hızlı
trenler hariç trenler, S-bahn ve metroya binebiliyorsunuz. Tek yön normal tren
biletlerinin 15-20 avrolarda gezindiğini düşünürsek bu Bavyera biletleri baya hesaplı
oluyor. Şehir içi tren ve metroda
rast gelmese de şehirler arası trenlerde sürekli kontrol var, kaçak binmeyi
denemeyin.
Bayramın ilk günü sabahı Münih’e varıp Can Özenç ve kardeşi
Deniz ile Münih belediye binasının da bulunduğu meydan olan Marienplatz’da
buluşuyoruz. Meydanda aşağı yukarı
dolanan herkeste bu klasik Oktoberfest kıyafetleri var. Yani öyle gazetede
gördüğünüz fotoğraftaki geleneksel kıyafetli insanlar tek tük değil. Daha tren
istasyonundayken karşılaştığımız işportacılardan, büyük mağazalara kadar bu
kıyafetler satılıyor. Sektör büyük anlayacağınız. Kadın driendlları 40 avro
gibi fiyatlardan başlıyor. Erkeklerin pantolonları deri olduğu için 70 avrodan
daha düşük fiyata pantolon yok. Erkekler bütün gün içip kafayı bulunca olur da
bira bardaklarını devirirlerse pantolonları ıslanmasın, bira pantolondan kayıp
gitsin diye bu pantolonları deriden yapıyorlarmış. İstanbul’dan getirdiğim
kareli gömlek, pantolon askısı, ve yeşil/kahve rengi arası normal pantolonum
ile ucundan bucağından kıyafetlere yaklaşmaya çalışıyorum.
Münih’in şehir merkezinde pek fazla bir şey yok. Belediye
binası, birkaç kilise, şehir kapısı, vb. çok da olmazsa olmaz yerleri
gördüğümüzde saat 13.30’du. Artık 30’una gelmiş bizler uzun uzadıya bu kadar
içemeyeceğimizi düşünerek soluğu Olimpiyat Park’ında alıyoruz. Ülkede spor
kültürü olunca 1972 Olimpiyatları için yapılan bu tesisler halen daha aktif bir
şekilde kullanılabiliyor. Örneğin Mark Spitz’in zamanında şov yaptığı havuz
bugün aylık üyelik sistemi ile kullanılıyor. Biz gittiğimizde içeride insanlar
yüzüyordu. Ya da sporcuların konaklaması için yapılan olimpiyat köyü bugün
üniversite öğrencilerine devlet yurdu işlevini görüyor. Burada mimarlık
öğrencisi olan Deniz bize buradaki binaların mimarileri hakkında bilgiler
veriyor. Ne demişler: Onlar konuşur, Almanlar yapar! En önemlisini en sona
saklıyoruz ve Alienz Arena yapılana kadar Bayern ve milli takımın maçlarına
ev sahipliği yapan Olimpiyat stadına geçiyoruz. Stadın mimarisi son derece
değişik. Tribünleri Aspendos gibi bir tepenin yamacına kurulmuş ve stada girip
yukarıya çıkmıyorsunuz tam tersine aşağı iniyorsunuz. Gönül isterdi ki
yanımızda bir futbol atkımız olsun, hatıra fotoğrafını onunla çektirelim ama
olmayınca Deniz’in fuları ile idare ediyoruz.
Saat 15.30 oldu ve artık bira içmek için hazırız. Metro bizi
doğrudan festival alanının içerisine çıkartıyor. Burası rollercoasterları, dönme
dolapları çarpışan arabaları ile klasik bir lunapark gibi ama bunun yanı sıra
her biri yaklaşık 8500 kişi kapasiteli 14 bira çadırı olayın odak noktası. “Ya Perşembe akşamı kim gelecek, bu adamlar
zaten yarın işe gidecekler” kafasıyla çadırlara dalıyoruz ama hepsi akşam
için rezervli. Adamlar yarın iş var demiyor, içiyorlar. Bu rezervasyon işi
yurt dışından gelen bir turist için meşgaleli. Çadırlar rezervasyonlarını mayısta
başlatıyorlar ve öncelik bira üreticilerinde, sonra yerel devlet makamları,
ardından Münihli şirketler, devamında Münih’te ikamet eden vatandaşlar,
takibinde Bavyera eyaletinde oturanlar ve listenin en sonunda olur da yer
kalırsa diğerleri geliyor. Neyse ki
şansımıza hava güzel, yağmur yok. Bahçelere rezervasyon yapılmıyor ve Paulaner
çadırının bahçesinde bir masa bularak biralarımızı ısmarlıyoruz. O yüzden
çadırlardan “hangisine gidelim, hangisini
tavsiye edersin” diye bir
sorarsanız, hangisinde yer bulursanız oraya oturun derim. Çadırlar, bahçeler,
sokakta yürüyenler, dönme dolap vb. şeylere binenleri hesaba katarsanız bu panayırda aynı anda
250-300 bin kişi bulunuyor.
15.09.2015
Topcast: Chelsea, Juve nereye? (14.08.2015)
Sezonun ilk topcastini Ali Aktas ve Cuma Ali Ucar ile yaptık. Hava durumunun ardından spor haberlerinde "noolacak bu chelsea ile juve'nin hali dedik?"
11.08.2015
"Adamlar buldu mu acımıyorlar"
Premierleague'de haftanın açılış maçları için en doğru tabiri Sinan Engin söylemiş: "Adamlar buldu mu acımıyorlar, atıyorlar" Nitekim birçok maçta gidişat atamayana atarlar ile özetlenebilir. Sezonun açılış maçında ilk 15 dakika mutlak baskı kuran Tottenham, iki pozisyondan yararlanamadıktan sonra, kendi kalesine attığı golle, United daha şut bile çekmemişken mağlup duruma düştü ve sonrasında bir daha da toparlanamadı.
Geçen hafta Community Shield'da oynadıkları için lige görece daha hazır girmelerini beklediğim Chelsea ve Arsenal bu yukarıdaki tabirin iki terse tarafında yer alıyorlar. Arsenal 22 şut çektiği maçta bir türlü golü bulamazken, duran toptan gelen golle geriye düştüler. Cech iki golde de hatalıydı. Tek maçlık bir süreç mi yoksa bir sezon boyunca neredeyse hiç oynamamanın etkisiyle henüz hazır değil mi göreceğiz. Bir de Digitürk'ten daha dersine çalışan spikerler bekliyoruz. İngiltere'de kimse Avrupa Ligi'ni sallamıyor, lige konstantrasyonu bozan lüzumsuz bir kupa olarak görüyorlar. Bilic de bu sebeple Avrupa Ligi'ne bırak yedek kadroyu, rezerv takım oyuncularından kurulu bi kadro ile maça çıkıp bir noktada Avrupa Ligi'ni "satmışken" çıkıp da spikerin "West Ham zayıf rakibine karşı Avrupa Ligi'nden elendiği için takımda moraller bir hayli bozuk, eleştiri okları Bilic'e yöneltildi" gibi abuk sabuk ahkam kesince maç çekilmez oluyor. Digitürkplay'de ne yazık ki yerel dil seçeneği yok. Keşke olsa da öyle izlesek.
Öte yandan Chelsea komple formsuz durumda. Swansea karşısında Hazard ve Costa sadece birer şut çekebildiler. Fabregas hiç ortalarda görünmüyor. Dahası şahane savunma yapıyor dediğimiz takım, kendi evinde Swansea'ye 10'u kaleyi bulan 18 şut çekmesine izin verdi. Chelsea iki şansa bulduğu golle maçtan puan çıkarmayı başardı ama Chelsea'nin şu haliyle bir City taraftarı olarak gelecek haftadan epey umutluıyum. City demişken ilk 24 dakikada çektiği 2 şutun da kaleyi bulup gol olduğunu dip not düşelim.
Diğer maçlarla devam ediyorum. Ligin iki yenisi Norwich ve Bournemouth'da sırasıyla çektikleri 17 ve 11 şut ve maçı domine etmelerine karşılık yenilgiyle ayrılan takımlar. İzlemeyenler için yukarıya Norwich - Palace maçının özetini koydum. Attıkları ikinci gol izlediğim en güzel çalışılmış korner organizasyonlarından bir tanesi. Geçtiğimiz sezon bana ve birçoklarına göre yılın menajeri seçilmesi gereken Alan Pardew'un takımı, Cabaye transferi ile önemli bir boşluğu doldurdu. Zaha, Puncheon, Bolasie gibi patlayıcı kuvveti olan oyuncuların yanına onları iyi yönetecek bir adam lazımdı ve Cabaye ile bu boşluğu doldurdular. Önlerinde zorlu bir fikstür var. Bu fikstürün ardından ligi ilk 10'da bitireceklerine dair bahis oynamak çok mantıklı bir hareket olacaktır.
Bournemouth'un bu sezonun Burnley'si olmasını bekliyorum. Bırakın Premierleague'i, tarihlerinde Championship'te bile toplam 3 sezon mücadele etmiş, 11.700 kişilik stadı olan bu mütavazı takımın bu bütçelerle rekabete girmesi çok zor. Eğer ligde kalabilirlerse Eddie Howe kesinlikle yılın menajeri seçilmesi lazım. Yine de 2.28 oranla küme düşme bahsi fazlasıyla çekici duruyor. Kaldı ki, her ne kadar sezonun ilk maçı da olsa, yıllardır küme düşme ile flört eden, bu sezona da Vlaar - Delph - Benteke iskeletini kaybetmiş, ilk 11'inde 5 yeni transfer yapan Villa'ya evinde kaybedersen sezonun geri kalanında sana kolay gelsin. Ve lütfen artık Villa bu sezon küme düşsün. Newcastlle gibi bir dibe batıp, lüzumsuz oyunculardan kurtulup yeniden yükselmek onlar için en hayırlısı olacak.
Geçen hafta Community Shield'da oynadıkları için lige görece daha hazır girmelerini beklediğim Chelsea ve Arsenal bu yukarıdaki tabirin iki terse tarafında yer alıyorlar. Arsenal 22 şut çektiği maçta bir türlü golü bulamazken, duran toptan gelen golle geriye düştüler. Cech iki golde de hatalıydı. Tek maçlık bir süreç mi yoksa bir sezon boyunca neredeyse hiç oynamamanın etkisiyle henüz hazır değil mi göreceğiz. Bir de Digitürk'ten daha dersine çalışan spikerler bekliyoruz. İngiltere'de kimse Avrupa Ligi'ni sallamıyor, lige konstantrasyonu bozan lüzumsuz bir kupa olarak görüyorlar. Bilic de bu sebeple Avrupa Ligi'ne bırak yedek kadroyu, rezerv takım oyuncularından kurulu bi kadro ile maça çıkıp bir noktada Avrupa Ligi'ni "satmışken" çıkıp da spikerin "West Ham zayıf rakibine karşı Avrupa Ligi'nden elendiği için takımda moraller bir hayli bozuk, eleştiri okları Bilic'e yöneltildi" gibi abuk sabuk ahkam kesince maç çekilmez oluyor. Digitürkplay'de ne yazık ki yerel dil seçeneği yok. Keşke olsa da öyle izlesek.
Öte yandan Chelsea komple formsuz durumda. Swansea karşısında Hazard ve Costa sadece birer şut çekebildiler. Fabregas hiç ortalarda görünmüyor. Dahası şahane savunma yapıyor dediğimiz takım, kendi evinde Swansea'ye 10'u kaleyi bulan 18 şut çekmesine izin verdi. Chelsea iki şansa bulduğu golle maçtan puan çıkarmayı başardı ama Chelsea'nin şu haliyle bir City taraftarı olarak gelecek haftadan epey umutluıyum. City demişken ilk 24 dakikada çektiği 2 şutun da kaleyi bulup gol olduğunu dip not düşelim.
Diğer maçlarla devam ediyorum. Ligin iki yenisi Norwich ve Bournemouth'da sırasıyla çektikleri 17 ve 11 şut ve maçı domine etmelerine karşılık yenilgiyle ayrılan takımlar. İzlemeyenler için yukarıya Norwich - Palace maçının özetini koydum. Attıkları ikinci gol izlediğim en güzel çalışılmış korner organizasyonlarından bir tanesi. Geçtiğimiz sezon bana ve birçoklarına göre yılın menajeri seçilmesi gereken Alan Pardew'un takımı, Cabaye transferi ile önemli bir boşluğu doldurdu. Zaha, Puncheon, Bolasie gibi patlayıcı kuvveti olan oyuncuların yanına onları iyi yönetecek bir adam lazımdı ve Cabaye ile bu boşluğu doldurdular. Önlerinde zorlu bir fikstür var. Bu fikstürün ardından ligi ilk 10'da bitireceklerine dair bahis oynamak çok mantıklı bir hareket olacaktır.
Bournemouth'un bu sezonun Burnley'si olmasını bekliyorum. Bırakın Premierleague'i, tarihlerinde Championship'te bile toplam 3 sezon mücadele etmiş, 11.700 kişilik stadı olan bu mütavazı takımın bu bütçelerle rekabete girmesi çok zor. Eğer ligde kalabilirlerse Eddie Howe kesinlikle yılın menajeri seçilmesi lazım. Yine de 2.28 oranla küme düşme bahsi fazlasıyla çekici duruyor. Kaldı ki, her ne kadar sezonun ilk maçı da olsa, yıllardır küme düşme ile flört eden, bu sezona da Vlaar - Delph - Benteke iskeletini kaybetmiş, ilk 11'inde 5 yeni transfer yapan Villa'ya evinde kaybedersen sezonun geri kalanında sana kolay gelsin. Ve lütfen artık Villa bu sezon küme düşsün. Newcastlle gibi bir dibe batıp, lüzumsuz oyunculardan kurtulup yeniden yükselmek onlar için en hayırlısı olacak.
3.08.2015
Fantazi Premier League 2015/16
Bu haftasonu Premierleague'de perde açılıyor ve biz de artık bilmem kaçıncı geleneksel OrtaKafaGol fantazi premierleague'ine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Zaten daha önceden takımınız varsa takımınızı yenilediğinizde lige katılıyorsunuz. Yoksa eğer, buraya tıklayıp kadronuzu kurduktan sonra 5818-5284 koduyla lige katılabilirsiniz.
2.08.2015
Gökçeada
İstanbul’da araba kullanmak için tek ideal zamandır
haftasonu sabahları. Normalde işe giden yığınlar uyuyorken bomboş yollarda
araba kullanırken hep İstanbul’un nüfusu benim doğdum zamandaki kadar
kalabilseymiş derim. Kafamda bu
düşüncelerle, Cumartesi sabaha karşı gün daha ışımaya başlamadan düştük
yollara. Dikiz aynamda güneş yükselirken Tekirdağ’a varmıştık bile. Kabatepe
vapur iskelesine geldiğimizde ise dünyanın öteki ucunda, Yeni Zellanda’da hava
kararmış, U20 Dünya Kupası’nın finalinde Brezilya ile Sırbistan kapışmaya
başlamıştı bile. Hayret verici bir şekilde vapurdayken 3G kesilmemiş, maçı
rahatlıkla izleyebilmiştim. Turnuva başından beri bitiricilik sorunları yaşayan
Brezilya her ne kadar topa sahip olsa da pozisyon bulmakta zorlanıyordu. Vapur
Gökçeada iskelesine yanaşırken maçın normal süresi 1-1 sona eriyor ve benim
Brezilya 90 dakikada kazanamaz bahsim tutuyordu.Bahisi kazanmanın mutluluğu,
adaya ayak basmanın mutluluğuna karışarak başladık haftasonunun tatil
programına. Son zamanlarda çokça moda olan Bozcaada’ya zaten mayısta koşu için
gidince bu defa yönümüzü onun yanında biraz atıl kalan ama tek feribot ile
geçildiği için daha yakın olan Gökçeada’ya çevirdik. Zira en iyi şartlarda
Bozcaada vapuruna binmek 7 saati alırken, Gökçeada vapuruna 4 saatte varmıştık.
Hemen vapurdan iner inmez, çınarağacının ve rum evlerinin
sizi kucakladığı ufak Bozcaada sevimli bir kuzu ise, Gökçeada artık kocaman bir
koyun konumunda. Zira ada fazlasıyla büyük. Değil yayan, tepelik zemini
yüzünden bisikletle bile adaya gitmek hiç akıl karı değil. Mesela vapur
iskelesi, şehir merkezinden 8, şehir merkezinden plajlar ise 20 km mesafedeler.
O yüzden araba olmadan Gökçeada’ya gitmek çok mantıklı değil. Adada turistik
bir destinasyondan ziyade daha çok yazlık bir mekan. Bunu bilerek giderseniz, “ama ben böyle hayal etmemiştim” diye
bir hayal kırıklığı yaşamazsınız. Böyle
asmaların dış cepheyi kapladığı renkli Rum evlerinin yerine, mıcır yolun
kenarına dizilmiş ucuz pansiyonlar sizi karşılıyor. Belki de bu yüzden Bozcaada
aşırı turistik tesis rantlaşması tehlikesi yaşarken, burası kendi haline
bırakılmış.
Plaj olarak önce daha büyük olan Aydıncık koyuna
gidiyoruz. Burası konaklama tesislerinin de bulunduğu bir koy. Konaklama tesisi
derken, tatil köyü falan değil tabi ki, bahsettiğim birkaç bungalowdan ibaret. Yine
de bir süre sonra kalkıp sağlı sollu kekik otlarının güzel kokusuyla bezenmiş
bir yol ile Laz koyuna geçiyoruz. Başı
boş bırakılmış koyunlar kendilerini kekik yemeye vermişler. Sanırım koyunların kime
ait olduğunu belirlemek için koyunlar boyanmış. Kurbağa kıvamında yeşil
koyunlar bile var. Kekik ile beslenmeleri acaba etlerinin tadına da sirayet
eder mi? Arabanın amortisörlerini parçalayan bir patikadan geçerek Laz koyuna
ulaşıyoruz. Hepi topu bir tane büfesiyle
burası gerçekten kuş uçmaz kervan geçmez bir şekilde sap sarı kumlara sahip
keyifli bir yer. Gökçeada’nın denizi malumunuz soğuktur, bunu tekrar
hatırlatmakta fayda var.
Türkiye’nin en batı ucunda, yılın en uzun gününde güneşi
batırdıktan sonra akşam yemeği için bir Rum köyü olan, Tepeköy’e Barba Yorgo’ya
doğru yol alıyoruz. Açıkça söylemek gerekirse, yolda giderken kafamda, “ya artık orada rum kalmamıştır, Türk
işletmecinin bir tanesi restoranına Rum ismi vererek dikkat çekmeye çalışıyor” diye
düşünmüştüm. Köye girişte arabamı
parkedip, köy meydanına yürüdüğümde karşılaştığım manzara ile ne kadar
yanıldığımı anladım. Kiliseden çıkmış siyah elbiseleri ile oturan teyzeler ile
birlikte köy meydanından sadece Rumca yükseliyordu. Gördüğüm birkaç çocuk
haricinde hepsi çok yaşlı nüfustu. “Bunlar da öldükten sonra burada artık Rum
da kalmaz” şeklindeki düşüncemi ise Barba Yorgo’nun Gökçeadalı garsonu
düzeltti. Lise zamanı geldiğinde buradan ya İstanbul’a ya da yurtdışına göçen
Rumlar emekliliklerinde tekrar köylerine dönüyorlarmış. Zira buradaki azınlık
statüsünü kaybetmek istemeyen Yunanistan bu insanlar bu köylerde yaşasınlar
diye ayrıca maaş veriyormuş. Güzel keyifli bir hayat tabiki. Restoranın vadiye
bakan güzel bir manzarası var. Döne döne sürekli zorba çalıyor. Peynir, salata,
oğlak yiyip, kendi yaptıkları şaraptan içiyoruz. Hepi topu 2 kişi alkol dahil
85 lira verip çıkıyoruz Barba Yorgo’dan.
Akşamın sonunda ise soluğu Kaleköy limanında alıyoruz.
Burası adanın, deniz kıyısındaki tek yerleşim yeri. Sıra sıra balıkçı
restoranlarının da dizildiği yerde içerisi tamamen boş olan, bir gitaristin
canlı müzik yaptığı 2. Sınıf bir bar da var. Yazlıkçı havası buraya da tamamen
sirayet etmiş. Birkaç incik boncuk satan masa, bir seyyar midyeci ve bir
dondurmacı ile birlikte mizansen tamamlanıyor.
Keyifli ve sakin bir haftasonu geçirdikten sonra Pazar akşamı
Tekirdağ’dan itibaren birkez daha kendimizi İstanbul trafiğinde buluyoruz. Bir
sonraki durağımızda İtalya’nın güneyine, Napoli ve Amalfi kıyılarına gidiyoruz.
17.06.2015
Madrid
4 saatlik uçuşun ardından neredeyse yarım saattir uçağın
için havalimanında ilerliyoruz. Bir an için uçakla acaba şehir merkezine kadar
gidecek miyiz diye düşünüyorum. Gittikçe husursuzluğum artıyor. Zira
yılbaşındaki İtalya programının aksine bu sefer birçok aktivite bizi bekliyor
bu dört günlük Madrid tatilinde.
Biraz da Barcelona’nın deniz kenarı hayatını övmek için
niyeyse memlekette lüzumsuz bir benzetme vardır: “Madrid, Ankara’ya çok benizyor.” Ülkenin merkezinde birer başkent olmaları
dışında açıkçası ben pek bir benzerlik göremedim. Çok Ankara uzmanı sayılmam
ama bizim başkentte şu yandaki gibi Yunan sütunları ile bezeli, heykellerle
süslü bir Tarım Bakanlığı bildiğim kadarıyla yok. Gerçi hakkını yemiyelim bizim
başkentte de Transformers ve dinazor heykelleri var. Çok daha fütüristikler.
Passeo del Prado’ya yakın bir otelde kalıyoruz. Burası
Madrid’deki her yere yakın. İlk önce yönümüzü saraya doğru çeviriyoruz. Yol
üzerinde iki önemli meydan var. Puerto del Sol ve Plaza Mayor. İkincisi,
engizisyon mahkemesinin verdiği idam kararlarının uygulandığı tarihi bir öneme
sahip. Meydanın hemen çıkışında San Miguel pazarı bizi bekliyor. İşte burası
meşhur İspanyol tapaslarının tadına bakabileceğiniz yer. Şöyle bir turladıktan sonra açıkçası gözüm
dönüyor. Bir büfe peynirlere odaklanmışken, diğerinde deniz ürünleri, hemen
yanında etçi, sonra tatlıcı diye diye saymakla bitmiyor. Her bir tapas 2-3 avro
olunca ucuzmuş gibi görünüyor ama onu da deneyeceğim, bunun da tadına bakayım
derken iki kişi 40 avro bırakıp çıkıyoruz marketten. Ancak o kadar fazla
yemişiz ki akşam yemek yemeye ihtiyaç bile duymadık.
Buradan saraya geçiyoruz. 1931’de iç savaş sonrası Franco
dönemi başlayana kadar krallar burada yaşıyorlarmış. Günümüzde sadece müze
olarak kullanılıyor. Madrid’in tarihini tamamladıktan sonra bu defa ters tarafa
sanata yöneliyoruz. Madrid’deki üç sanat müzesi işin uzmanları tarafından
oldukça önemli kabul ediliyor. Biz yönümüzü akşam 18’den sonra ücretsiz olan
Prado müzesine çeviriyoruz. Girişte çok vakti olmayanlar için güzel bir
uygulama yapmışlar, bir saatiniz varsa hangi eserleri, iki saatiniz varsa hangi
eserleri görmeniz gerektiği konusunda bir broşür veriyorlar. Ama açıkçası ne
Eda ne de ben resimden anlamıyoruz. Bana göre yapılan iki tane resim türü var:
Birincisi, fotoğraf makinesi olmadığı için, “ya
abi bi resmi mi çiz de torunlara yadigar kalsın” mantığıyla yaptırılan
portreler; ikincisi “lan bu kilisede iyi
para var, iki Hz. İsa, Hz. Meryem resmi yapayım da yolumu bulayım” kafasındaki opportunist dini temalı resimler.
Açıkçası bize resimleri açıklayacak bir rehbere ihtiyacımız var ama twitter
çağında bir resmi 10 dakika anlatan audioguidelara da tahammülümüz yok. O
yüzden şöyle kabaca resimlere bakıp turumuzu tamamlıyoruz.
Günümüzde artık geziler; müze, saray görmekten ziyade bir
deneyim sunmayı amaçlıyor. Zaten esas anlatılacak şeyler de bu deneyimler.
Yukarıda anlattığım tapas deneyimi gibi. Bu konuda bizim gelmeden önce
planladığımız iki tane deneyimimiz var. Öncelikle Cuma akşamı bir flamenko
gösterisine gidiyoruz. İki abi gitar
çalıyor, Kibariye kılıklı bir teyze bir ağıt yakıyor, bir erkekle bir kadın da
gömlekleri terden sırılsıklam oluncaya kadar ayaklarını taka tuka vura vura
dans ediyorlar. Açıkçası erkek dansçı bana çamaşır yıkama dansı yapan Adnan
Şenses’i hatırlatıyor. Adamların payına flamenko düşmüş, bizimkisine ise
arabesk. Şans işte. Onlar “ole, ole” naraları eşliğinde dans
ederlerken biz de masalarımızda Sangria yudumluyoruz.
Geçen yılın Şampiyonlar Ligi finalini oynamış iki takımın şehrine
gelmişken futbol maçına gitmemezlik edeceğimi düşünmüyordunuz sanırım. Şehrin
eflatun beyazlıları haftayı deplasmanda geçirirken, bizim de payımıza Atletico
- Elche maçı düştü. Metro çıkışında
kırmızı beyaz formalıları takip ederek Vicente Calderon’u buluyoruz. Altından
otoban geçen 50 yıllık bu stadı Atletico 2016’da terkedecek. Bunu da hesaba
katarsak ileride tekrarlayamacağımız bir deneyim yaşıyoruz. Tam santra
çizgisinin hizasında oturuyoruz. Bulunduğumuz yerin lugatımızdaki karşılığı
kapalı tribün ama sorun şu ki üstü kapalı değil. Bir yağmur patlatsa ayvayı
yiyeceğiz. Ali Sami Yen’den bu yana bu kadar döküntü ve eski bir stad
görmemiştim. Ancak Atleticolular için bu pek de sorun değil. Zira tribünler
tamamen dolu. Bulunduğumuz tribünü gibi birşey olmalı zira her tarafımızda 4-8
yaş aralığında çocuklar var. Bizdeki çekirdek çitlemenin yerini burada cips
almış. Haftaiçi Şampiyonlar Ligi’nde kırmızı kart gören Arda maçta yedek. İlk
yarıda Torres dünyaları eziyor ama ikinci yarıda Griezmann kilidi açmasını
biliyor. İlk yarı boyunca tezahürat yapmayan, oturduğu yerden maçı izleyen
taraftarlar golle birlikte stadda olduklarını hatırlıyorlar. Ayağa kalkıp
zıplamaya başlıyoruz. Bu sırada “Zıpla, zıpla, zıplamayan realli” mi diyorlar
bilmiyorum. İkinci golle birlikte iyice keyifler yerine geliyor ve Meksika
dalgasına başlıyoruz. Atletico maçı üç golle kazanırken, saat 9’u geçmesine
rağmen maç bittiğinde daha hava kararmamışken passoligi protesto ettiğim için
bu sezon gittiğim tek futbol maçından şehre geri dönüyorduk.
Madriddeki trafik ve korna sesleri size sürekli büyük bir şehirde
olduğunuzu hatırlatıyor. Bundan kaçmanın en kestirme yolu Retiro Park. Burası
zamanında bir saray kompleksinin bahçesiymiş. Saray yıkılmış geriye bu büyük
şehir parkı kalmış. Parka girdikten birkaç adım sonra ağaçlar o trafiğin tüm
gürültüsünü kesiyor. Sessiz sakin
yerlerde yürüdükten sonra parkın daha hareketli yerine yapay gölüetin olduğu
tarafa doğru yürüyoruz. Göletin kenarında Cha-cha çalan sokak çalgıcıları
ortama güzel bir arka fon katıyor. Göletteki kiralık kayıklardan birini de biz
alıp suya açılıyoruz. 45 dakikası 5-6 avro mu ne. Parkın keyfini çıkarmak için
gayet güzel bir araç.
Elbette ki parkta bir dünya insan koşuyor spor yapıyor.
Bizim gittiğimiz hafta sonu Madrid yarı maratonu ve maratonu koşuluyordu.
Bizdeki gibi 10 km yok, en kısa mesafe 21 km ve katılım son derece yüksek.
Zaten bu tip spor kültürü olan ülkelerde katılım başvuruları birkaç saat
içersinde doluyor. Biz de Puerto del Sol’daki pastane La Mallorquina’da cam
kenarında bir masaya kurulup kahvaltı eşliğinde koşanları izledik. Burası,
Madrid’in belki de en turistik ve popüler pastanesi. Girişte masaya oturmak
için numara alıyorsunuz. Neyse ki şansımıza fazla beklemeden oturduk. Envai
çeşit hamur işi seçeneği mekan ününün hakkını veriyor.
Parkın devamında ise Atocha tren istasyonu var. Burası
güneye doğru giden trenlerin kalkış noktası. Muhtemelen çatısının camdan
olmasıyla sera etkisi yapmasından mütevellit, istasyon içinde kaplumbağların da
olduğu bir botanik bahçesini andırıyor. Kocaman ağaçların altında kurulmuş
butik stantların arasından geçerek Toledo trenine doğru yol alıyoruz. İspanya’daki
tren istasyonlarındaki güvenlik, havalimanı ayarında. Trene binmeden önce
bagajları x-ray’den geçirip Toledo trenine biniyoruz.
Avrupa’daki birçok ortaçağ şehrinde olduğu gibi Toledo’nun
hikayesi de aynı. 16. Yüzyıla kadar başkentlik görevi yapan ve dönemin önemli
şehri olan Toledo’nun şaşlı günleri, başkent Madrid’e taşınınca sona ermiş ve
böylelikle tarihi kültür dokusu korunmuş.Toledo’da yapılacak en iyi şey dar
sokakları yürüyerek arşınlamak. Şehrin ortasında görkemli bir gotik katedral
var. Giriş 8 avro ama arkada bir girişi daha var. Burası demir parmaklıklarla
ayrılmış bir dua etmek için kullanılan bir şapelin girişi. Buradan da pekala
neredeyse katedralin tamamını görebiliyorsunuz. En azından biz öyle yaptık. Madrid’de tapas
yemekten fırsatını bulamadığımız paella’yı burada yedikten sonra tekrar Madrid’e
dönüyoruz. Sözün özü zaten hızlı trenle yarım saatte vardığınız UNESCO dünya
mirası listesinde yer alan Toledo’ya sabah erken saatlerde bir 3-4 saat
ayırsanız gayet yeterli.
Segovia ise yarım günlüğüne gezmeye gittiğimiz bir diğer
kasabaydı. Aynı Toledo gibi UNESCO dünya
mirası listesindeki bu şehir de 17. Yüzyıldan sonra önemini kaybetmiş. Trenle
yarım saatte gittikten sonra, istasyondan şehre gitmek için de bir 10-15
dakikalık otobüs yolculuğu yapıyoruz. Şehrin girişinde MS 1. Yüzyılda yapılmış
Roma dönemi su kemeri bizi karşılıyor. Uzun ince bir yapıdaki şehrin ana
caddesi bizi önce ana meydana ve katedrale, sonrasında ise bir uçurumun
kenarına inşa edilmiş Alcazar’a çıkartıyor. Castilla Kraliçesi Isabel burada
tacını takmış. Alcazar’a giriş kişi başı 5 avro. Ne yazık ki içeride İngilizce
açıklamalar yok. En pratik yol, içeride
illa ki tura çıkmış İngilizce konuşulan bir ekip oluyor. Onlara takılıyoruz ama
kadın benim gibi tarih meraklısı için bile fazla uzun ve detaylı konuşuyor.
Böylelikle dolu dolu bir dört gün geçirdik. Bu sürede
içimizde kalan bir tek boğa güreşlerine gidememek oldu. Güreşler Pazar akşamı
yapılıyor. Eğer güreşe gitmek isterseniz Pazar gece uçağına bilet almak çok
daha yerinde olacaktır. Bu tatilin ardından, Ramazan Bayramı’nda yönümüzü bir
kez daha İtalya’ya, bu defa güneyine, Napoli – Amalfi Kıyılarına çevireceğiz.
1.06.2015
Bir Messi Kasidesi
Öncelikle cumartesi Messi'nin attığı golü izlemeyen kaldıysa yukarıdaki videodan bunu bir izlesin. Olay şu ki Messi artık bu golü o kadar normalize bir hale getirdi ki belki de gerektiği kadar tepki bile veremiyor hale geldik.
Messi, dünya tarihinin gelmiş geçmiş en iyi oyuncusu mu?
Bir klişe var: "Yaa abi NBA eskisi gibi değil, aynı tadı vermiyor!" Bunun arkasındaki en temel sebep Ender Bilgin ile haftada bir tane banttan maç yayınındaki kısıtlı erişimden, NBA league pass ile her maça istenilen her an ulaşılabiliyor, ürün çok kolay tüketiliyor oluşu. İnternet çağında herşeye istenilen her an ulaşılıyor olmak gizliliği ve buradan doğan efsaneleşmeyi ortadan kaldırıyor.
Keza aynı şey futbol için de geçerli. Bugün örneğin, Maradona efsanesi denildiğinde normal bir futbol seyircisi için akla gelen anlar bir elin parmaklarını geçmeyecektir: 86 - 90 ve 94 Dünya Kupaları ile Napoli'nin şampiyonluğu. Erişim kısıtlı olduğu için hep iyi anlar akılda kalırken, Maradona'nın kötü maçları hatta sezonları dünyadaki birçok taraftar tarafından izlenmemiştir bile.
Haftada iki maçı dünyanın birçok yerinde canlı yayınlanırken Messi'nin böyle bir şansı yok. Her maç sırasında hakkında milyonlarca tweet atılırken, kötü bir formun gizli kalmasının yolu yok. Ama olay şu ki Messi 10 senedir öyle sürekli bir performans sergiliyor ki Messi için "kötü" kabul edilebilecek sezon bile başka herhangi bir oyuncunun pekala kariyer sezonu olabilir.
Örneğin geçen yıl Messi ne Barcelona ne de Arjantin ile hiçbir şey kazanamamışken "kötü" tabir edilen sezonunda 41 gol attı ki İngiltere tarihinin en büyük golcülerinden - kişisel olarak Shearer'dan sonra ikini gördüğüm - Lineker'in kariyerinde 38'den fazla gol attığı sezon yok.
Bugün Squawka'da gördüğüm bu tablo beni bu yazıyı yazmaya itti. Messi son 10 yılda kulüp ve milli takımlar için 311 deplasmana gitmiş, 44 günü uçakla havada geçmiş ve dünyanın çevresini tam 24 defa turlamış. Tamam İstanbul'da biz de her gün trafikte dünyanın saatini geçiriyoruz ve sonunda evde iki seksen yatıyoruz yorgunluktan. Adam bu fiziksel yorgunluğa karşılık bir de haftada iki maça çıkıp araba dolusu gol atıyor.
Messi - Neymar - Suarez üçlüsünün beraber oynamaya başladıkları daha ilk yılda böyle bir uyum sergilemesi ve Suarez'in Kasım'a kadar oynamamasına karşılık üçlünün bütün resmi maçlarda toplam 114 gol atması insani tepkiler vermemi engelliyor, bildiğin Recep İvedik moduna geçiyorum. Sadece aşağıdaki lig maçlarında atılan goller ile ilgili tablo bile yeteri kadar durumu açıklayıcı.
Cumartesi maçın skoru ne olursa olsun, yıl sonunda Messi'nin 5. balon d'or'unu kazanması kuvvetle muhtemel. Bu kadar sayıda bu ödülü kazanan, bu kadar süre üst düzey performans sergileyen başka bir futbolcu daha yok. Her şeyden çabucak sıkılınılan, sürekli başarılı olanın içten içe bıkkınlık verdiği ve başarısızlığının ellerin ovuşturularak beklendiği bir dünyada 10 sene boyunca en üst düzeyde kalmak takdire şayan.
Baştaki soruya geri dönelim. Messi bana göre tarihin gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu ve düşüşe geçmeden önce olabildiğince her hafta maçlarını izleme imkanımız olduğu için bence çok şanslıyız.
28.05.2015
Fantasy Premier League Sezon Sonu
İngiltere'de sezon tamamlanırken, OrtaKafaGol fantazi futbol liginde de 2014/15 sezonu sona erdi. 25 takımla bitirdiğimiz ligde, bir yıl aradan sonra şampiyonluğu Cuma Ali'den geri almayı başardım. Katılan tüm arkadaşlara teşekkür ederim. 15 Temmuz gibi yeni sezonla kapılarımızı açacağız.
5.05.2015
Venedik
Venedik, bu gezdiğimiz şehirler içerisinde en bilinen
hatta, klasik İtalya turlarının başlangıç noktası. Bu sebeple diğer şehirlerde
olduğu gibi uzun uzadıya şehri, tarihini falan anlatmayacağım. Üç aşağı beş
yukarı, kanallar şehri olduğunu, tarihte denizcilik anlamında çok önemli
olduklarını bilgilerini sahipsinizdir. Kaldı ki ufak bir google taraması ile
Venedik hakkında epey detaylı bilgi bulunabilir.
Trenimiz, şehrin içindeki Santa Lucia garına kadar
geliyor. Gardan çıkar çıkmaz karşımızda Vaporetto durağını buluyoruz. Bunlar,
şehirdeki büyük kanalların arasında dolaşan tarifeli tekneler. Tek yönün fiyatı
7 avro ama tekneler o kadar kalabalık ki kimsenin o biletleri kontrol edecek
hali yok. Biz aynı biletle 2 gün boyunca defalarca vaporettolara bindik
başımıza birşey gelmedi. En temizi bileti al, okutma, at cebine, ortamlarda
soran olursa “ben turistim, bilmiyordum” diye salağa yatarsınız, kim bilecek?
Tren garından 1 numaralı tekneye atlıyoruz. Bu hat, 500T
otobüsü gibi Büyük Kanal’ın üzerindeki sağlı-sollu yer alan tüm duraklarda
duruyor böylelikle kanal üzerinde yer alan bütün tarihi sarayları ve binaları
görebiliyoruz.
Venedik deyince
tabi ki ilk akla gelen şey gondollar.
Ancak 45 dakikalık bir gondol sefası 75 avro. Bunun alternatifi ise
kanalda belli noktalarda karşıdan karşıya geçen gondolun biraz daha büyük
versiyonu olan traghettolar ise sadece 2 avro. Muhtemelen kış olduğu için ne
yazık ki, traghetto durakları boştu ve biz bunu pas geçmek zorunda kaldık.
Her ne kadar kış olsa da Venedik epey kalabalık.
Labirent gibi daracık sokakları olsa da “Venedik’te
sokaklarda kaybolmak çok kolay” biraz klişe kalıyor. Zira, her daim olan
kalabalık, bir karınca yolu misali tek bir sırada akıyor. Eğer o kalabalığa
kapılıp giderseniz zaten San Marco, Rialto gibi merkezi yerlere
varabiliyorsunuz.
Otele eşyaları bırakır bırakmaz kendimizi Venedik’in dar
sokaklarına bırakıp, kalabalığın peşine takıldık. Her dar sokak eninde sonunda
bir meydana çıkıyor. Bir bakıyoruz bir meydanda buz pateni pisti kurulmuş. Bir
başkasında, sosisçiler ve sıcak şarapçılar var.
Bu şekilde Venedik’in adacıklarını arşınlarken, güneşin gitmesiyle hava
buz kesiyor ve günü tamamlıyoruz.
Son günümüzde, Pazar sabahı soluğu erkenden San Marco
meydanında alıyoruz. Tarihi 9. Yüzyıla dayanan bu meydan ve çevresindeki
binalar için Venedik’in kalbi desek yalan olmaz. Sabah 9 gibi henüz daha
turistler uyanıp, ayılamadığı için ortalık sakin. İlk olarak soluğu bazilikada
alıyoruz. Pazar sabahı ayini eşliğinde altın yaldızlı duvar ve tavan
süslemelerine hayranlıkla bakıyoruz. İtalyan Bizans mimarisinin en önemli
örneklerinden olan Bazilika’nın dekorasyonu, örneğin bir Roma’daki katedrallerden
epey bir farklı. Daha çok İstanbul’daki Ortodoks kilisesini andırıyor.
Dışarıya çıktığımızda ortalık şenlenmiş, bazilikaya
girmek için uzun bir turist kuyruğu oluşmuş. Bazilika’nın hemen yanında Palazzo
Ducale bulunuyor. Burası Venedik Devleti’nin yöneticisinin ikametgahıymış,
şimdilerde müze olarak işlevine devam ediyor. Saray’ın bulunduğu yer, denizden
gelenlerin ilk gördüğü yapılardan birisi. Bu sebeple Venedik devletinin
zenginliğini de yansıtması için denize bakan cephesi oldukça ihtişamlı dekore edilmiş.
Sarayın hemen önünde uzun bir kordonboyu bizi
bekliyor. Kış güneşi içimizi ısıtırken
Arsenale’ye kadar deniz kıyısında güneşin keyfini çıkarta çıkarta yürüyoruz.
Sonra oradan tekrar 1 numaralı vaporetto’ya atlayıp Rialto’ya geri dönüyoruz.
Venedik havalimanına gitmek için değişik yollar var.
Bunlardan birisi de tabiki deniz yolu. Hayatımda hiçbir havalimanına deniz
yoluyla gitmediğim için bu değişik deneyimi yaşamak istiyoruz. Ancak gelen teknelerde oturmak için aşağı inmeniz
gerekiyor bu yüzden pek de umduğumuz gibi manzaralı bir yolculuk olmuyor.
Böylelikle bir tatilin daha sonuna geliyoruz. Bundan
sonraki durakta Madrid var.
4.05.2015
Ravenna - Verona
Yaklaşık 1 saatlik tren yolculuğunun ardından Bologna’dan
Ravenna’ya vardığımızda hava artık iyice kararmış ve soğumuş vaziyette. Ravenna
çok daha ufak bir şehir olduğu için hem konaklama hem de yemek daha ucuz.
Ama ufak olduğu için de birçok
restaurant açılmamış durumda.
Ertesi sabah erkenden uyanıp Ravenna’nın sokaklarını
arşınlamaya başlıyoruz. 402 yılında Milano, Vizigotlar tarafından işgal
edilince çevresi dağlık ve bataklık, savunması kolay olur öngörüsüyle Batı Roma
İmparatorluğu’nun başkenti bu ufak şehre taşınıyor. Yine de 476’da bu defa
Ostragotlar bu şehri işgal ediyor. 50 yıl sonrasında ise Bizanslılar şehri geri
alıyorlar. İşte bu 150 yıllık süreçte Batı Romalılar, Ostragotlar ve
Bizanslılar tarafından inşa edilen 8 tane abide bugün UNESCO dünya mirası
korumasında. Bunlardan bir iki tanesi
ücretsiz. Diğerlerini de alınan tek bir bilet ile geziyoruz. Nasıl ki kiliseler camiye çevriliyorsa,
burada da görebileceğiniz üzere hamamları, vaftizhanelere çevirmişler.
Şehirde görülmesi gereken yerlerin hemen hepsi birbirine
yakın, yürüme mesafesindeler. Sabah erken olduğu için kalabalık da olmadığından
yaklaşık 3 saatte gezilmesi gereken yerleri tamamlıyoruz ve öğlen treni ile
Verona’ya doğru yola çıkıyoruz.
Verona bu gezdiğimiz iki şehre göre çok daha turistik,
hatta klasik İtalya tur güzargahında olduğu için zaten genelde uğranılan bir
şehir. Bugün halen daha birçok Avrupa şehrine tren seferi olan Verona, Roma
döneminde de geçiş yolları üzerinde olduğu için fazlasıyla gelişmiş ve yatırım
yapılmış, sonrasında da bunları güzel bir şekilde korumayı başarmış bir şehir.
Bu sebeple bir iki anıt ile değil, şehir komple UNESCO koruması altına alınmış.
Tren istasyonu da bu yüzden tam şehrin merkezinde yer almıyor. Daha tren
istasyonundayken 15 euro verip Verona Card almak bu açıdan oldukça mantıklı.
Böylelikle hem bütün görülüp gezilmesi gereken yerlere giriş hakkı elde
ediyourz hem de şehir içi ulaşımı kullanabiliyoruz.
Yaklaşık 10 dakikalık bir otobüs yolculuğu sonrası şehre
vardık. Eşyaları bırakır bırakmaz kendimizi sokaklara attık. Bir kış günü
olmasına karşılık dediğim gibi Verona turistik bir şehir ve bu sayede turistik
alanlar akşam 7’e kadar açık.
Gezmeye Piazza Erbe’den başlıyoruz. Burası Roma döneminde
forum işlevindeymiş. Halen daha turistik incik boncukların satıldığı tezgahlar
kuruluyor. Meydanda üzerinde saatin bulunduğu, Verona’nın en yüksek kulesi olan
Lamberti kulesi yer alıyor. İsteyen 238 basamak çıkarak tırmanabilir. Biz pas
geçiyoruz.
Meydanında devamındaki Via Mazzin şehrin alışveriş
caddesi. Armani’den Gucci’ye İtalya’nın bütün önemli markalarının mağazaları
sağlı sollu sıralanıyor. Bu popüler caddede yürümek ise Zincirlikuyu’dan
metrobüse binmeye benziyor.
Caddenin sonu Piazza Bra’ya çıkıyor. Her turistik meydan
gibi burası da tamamen turistik restoranlar ile çevrelenmiş. Ancak meydanın
esas assolisti ise Verona Arena’sına ait. 30 (yazıyla otuz) yılında inşa edilan
arena bugün halen daha asli görevi olan eğelence merkezi olarak işlev görmeye
devam ediyor ve her yaz operalarda 500 bin kişiyi ağırlıyor.
Günü sonlandırmadan önce nehir kenarındaki
Castelvecchio’ya gidiyoruz. Burası 14. Yüzyılda yapılmış bir kale. Kalenin ana
binası şu anda müze olarak kullanılıyor. İçinde pek bir şey yok. Eğer Verona
Card’ınız yoksa para vermeye değmez. En nihayetinde bir trattoria’da geceyi
sonlandırıyoruz.
Ertesi sabah ilk işimiz Jülyet’in evine misafirliğe
gitmek oluyor. Shakespeare’in Romeo ve Jülyet’i Verona’da geçiyor ve 1968
yılında çekilen filmde kullanılan ev bugün, aynen bizim Arap turistlere
yaptığımız dizilerin çekildiği konak turlarında olduğu gibi, turistik amaçlı
kullanlıyor. Şu yanda gördüğünüz de Jülyet’in “Romeo, Romeo nerdesin Romeo?” diye seslendiği balkon.
Şehrin kuzeyinde yine Verona Card ile girilebilecek, çok
güzel dekore edilmiş iki katedral ve köprünün hemen karşısında Roma tiyatrosu
bulunuyor. Buraları da kısaca gezdikten sonra esas noktaya, trenle 1 saat
mesafedeki Venedik’e doğru yola çıkıyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)