Sürekli yeni yetenekler peşinde koşan futbol dünyası, nedense bulduğu “yenilere”, “eskilerin” isimlerini takmayı pek sever. Keşfedilmiş bir yetenek ya “21. yüzyılın Maradona’sı”, ya “Yeni Platini”, ya da “Geleceğin Romario’su ”dur. Her maçta süper oynaması adeta zorunlu olan “yeni”, daha kendi futbolunu bile sindirememişken, bir de omuzlarındaki bu “bir efsane kadar iyi oynama” yüküyle genelde iyice ezilir; zaman geçtikçe de ya iyi takımdaki sıradan bir futbolcu, ya da “Futbolcu olamazlarsa marka olsunlar” anlayışıyla, Beckham’ın da yorulduğu magazin yollarında top koşturan bir futbolcu olur. “Pele’nin Gençliği Rooney” hatta daha abartılmış yeni haliyle “Pele’den daha iyi Rooney” ise bu tezi çürüteceğini sadece umduğum, kesinlikle iddia etmediğim bir “yeni”.
Wayne Rooney, 24 Ekim 1985’te İngiltere-Liverpool’da doğdu. Kasabadaki bir okulda çalışan Jeanette ve boksörlük yapan Wayne Rooney çiftinin Wayne, Graham ve John isimli üç oğlundan en büyüğü olan Wayne, çocukluğunu Liverpool’un doğusundaki kırsal yerleşim merkezlerinden biri olan Croxteth kasabasındaki üç yatak odalı bir evde geçirdi. Wayne’in futboldaki başarılarının ardından yerli halk bu eve, diğer evlerden hiçbir farkı olmamasına rağmen “Büyük Beyaz Ev” adını takmışlar.
Küçük Wayne’in büyük hayalleri, kasabadaki diğer çocuklarınkinden pek de farklı değildi. Ateşli bir Everton taraftarı olan Rooney ailesinin büyük oğlu, odasındaki pencerenin cam kısmını Everton flamalarıyla doldurmuştu; ahşap kısmını ise kazımış ve “WR, Rooney E.F.C.” yazmıştı. Tüm kasaba halkını oynadığı futbolla kendine hayran bırakan henüz 9 yaşındaki Wayne, “Walton and Kirkdale Junior League”de Copplehouse adına top koştururken, Everton’ın keşif kolu Bob Pendleton tarafından farkedildi. Ardında 99 gol bırakarak Copplehouse’dan ayrıldı ve rüyalarını süsleyen Mavi Akademiye ilk adımını attı.
Her geçen gün yeteneğine teknik katan Rooney, daha 15 yaşındayken 19 yaş altı takımında oynuyordu. 2002 Youth Cup’ta, attığı 8 golle, Everton genç takımının finale yükselmesine büyük katkıda bulunan genç oyuncunun artık Premiership’te oynama zamanı gelmişti. 2002-2003 sezonunun açılış maçında, 18 numaralı formasıyla Tottenham’a karşı sahaya çıktığında henüz 16 yaşındaydı.
19 Ekim 2002 tarihli, Everton’ın Arsenali 2-1 mağlup ettiği maçta, yüce tanrının “Yürü ya kulum!” dediği 16’lık Rooney, Everton’ın 2.golünü atarak, hem Arsenal’in 30 maçlık yenilmezlik serisini bitirdi hem de Premier Ligin en genç golcüsü ünvanını aldı ve attığı bu gol kendisine, ITV tarafından verilen “Ayın Golü” ödülünü kazandırdı. Kasım ayında bir ilke daha imza atan Rooney, sonradan girdiği Leeds United- Everton maçının 80. dakikasında, iki defans elemanını geçerek topu uzak köşeye gönderdi ve böylece Everton’ın Elland Road’daki 51 yıllık kötü talihini yenmiş oldu.
Rooney aynı yılın Aralık ayında, BBC’nin düzenlediği bir ödül gecesinde “Yılın Genç Sporcusu” ödülünü aldı. Ancak aldığı ödülden çok, ağzındaki sakızı ve en üst düğmesi açık olan gömleği konuşuldu. Genç futbolcu çizgisini ortaya koymaya başlamıştı bile.
18 ( sonra 21, sonra 23, en son 9) numaralı milli formasıyla, Şubat 2003’te Avustralya’ya karşı oynayarak ülkesinin “En Genç Milli Oyuncusu” ve Eylül 2003’te de Makedonya’ya attığı golle ülkesinin “En Genç Milli Golcüsü” oldu.
Doğduğu günden beri desteklediği ve 9 yaşından beri de formasını giydiği Everton takımıyla ilk profesyonel sözleşmesini Ocak 2003’te imzalayan Rooney ile ilgili transfer haberleri, kendisini tüm dünyaya tanıttığı ve ayrıca ayağını da sakatladığı 2004 Avrupa Şampiyonası’nın ardından yayılmaya başladı. Ancak Everton yöneticileri, Rooney’nin satılmasının mı, yoksa satılmamasının mı kulüp adına daha iyi olacağına karar veremiyorlardı. Ya satılıp artan borçlar temizlenmeliydi; ya da satılmamalı, kendi buldukları bu yetenek kimseye kaptırılmamalıydı.
En sonunda Rooney, 31 Ağustos 2004’te yani transfer döneminin son günü, rüya takımından ayrılarak 30 milyon £ karşılığında Manchester United’la anlaştı. United’a katılmasını Rooney şu sözlerle açıklıyor: “Everton’dan ayrılmak benim için çok zor bir karardı. Çünkü Everton benim, oynamamın yanında desteklediğim de bir takım. Ancak Manchester United gibi büyük bir kulübe katılmaktan büyük mutluluk duyuyorum ve bunun kariyerim adına en doğrusu olduğuna inanıyorum. Bu şekilde Şampiyonlar Ligindeki büyük futbolculara karşı da oynayabileceğim.” Tabii bu transferin tek sebebi bu olamaz. Yadsınmaması gereken bir gerçek daha var ki, o da Wayne’in bu transfer karşılığında aldığı ücret. Everton’da profesyonel sözleşmesini imzalamadan önce haftada yakşalık 100 £’a oynayan futbolcu, şimdi haftada yaklaşık 13.000 £’a oynuyor.
Rooney, Manchester United’da 8 numaralı formayı ilk defa bir Şampiyonlar Ligi maçında, İstanbul’da giydi. Fenerbahçe’ye attığı 3 gol sonrasında kimilerince “Fahri Galatasaraylı”, kimilerince “Fahri Beşiktaşlı” ilan edildi. Kimisi “Bunda teknik yok; Allah ne verdiyse gidiyor” yorumlarını haketmediğini ispatladığını iddia etti; kimisi ise iyi oynadıysa bile, davranışlarına olan nefretinden dolayı bunu bir türlü göremediğini söyledi.
Uzun süren gereksiz tartışmalardan biri de Manchester United’ın Rooney’i neden aldığıydı. Belki Rooney, sürekli star yaratma davasında olan United’ın yeni gözdesiydi, belki de yaşlı United’ı gençleştirme çalışmalarının bir parçasıydı. Yoksa United bu adamı kullanmak için değil de, başka bir takımın alıp kullanmasına engel olmak için mi almıştı? Ne de olsa United’ın elinde Nistelrooy gibi, Saha gibi, Alan Smith gibi, Cristiano Ronaldo gibi golcüler vardı. Kabul etmek gerekirdi ki, gün itibariyle bu futbolcuların hiçbiri rüzgar gibi esip geçmiyorlardı ama onlar da büyük umutlar bağlanarak alınmışlardı ve geldikleri takımların gözde golcüleriydiler. Tek ihtiyaçları, takıma her anlamıyla alışmak ve bazılarının sakatlıklarının geçmesi için zamandı. Böyle bir durumda ekstra bir forvet yerine, gerçekten ihtiyaç duyulan bir pozisyona adam alınabilirdi. Belki de Ferguson, Rooney transferiyle kulübün son birkaç yılda yaşadığı düşüşü ve taraftarın mutsuzluğunu unutturmak istiyordu. Ve son olarak belki de takımın bu adama gerçekten ihtiyacı vardı. Her ne nedenle alınmış olursa olsun, bence Rooney transferi United için doğruydu.
Gelelim Rooney’nin futbolculuğuna. Rooney ideal bir futbolcu fiziğinden çok, bir rugbyci fiziğine sahip. Bu fiziğini kimi zaman, 2004 Avrupa Şampiyonasında İngiltere’nin Fransa’yla oynadığı bir maçta dalyan gibi Thuram’ı yere sererkenki gibi, kimi zaman da Nisan 2005’te Newcastle’la oynanan bir maçta, yaradana sığınıp abanarak gol atarkenki gibi kullanıyor.
Rooney’nin futbolunun sadece fiziki güçten ibaret olduğunu söylemek yanlış olur. Öncelikle iri cüssesine rağmen hızlı. Ayrıca iyi adam geçip, top saklayabiliyor ve topu hiçbir şekilde kaybetmeden ayağında tutup, tüm takımın rakip sahaya yerleşmesini, rahatlamasını sağlıyor. Fakat pas atma kabiliyeti çok iyi değil ve hava toplarında da çok başarılı değil. Özellikle gelişine vurduğu, inanılmaz derecedeki isabetli şutlarının dışında gol vuruşu tekniği de sınırlı. Ancak tüm bu eksilerine rağmen, kimilerinin -ki bu kimilerine ben de dahilim- Rooney’nin iyi bir futbolcu olduğunu düşünmelerinin ve futbolundan zevk almalarının nedeni yaşı olabilir. Belki de “Abi adam 85’li” diye hayret etmekle o kadar meşgulüz ki, ölçemiyoruz Rooney’nin çapını.
Genç futbolcunun en kötü yanı ise gereksiz ve bazen abartıya kaçan agresifliği. Her ne kadar gün geçtikçe azalsalar da, Rooney’i küfür ederken, itiraz ederken, rakibi doğrudan sakatlamak için çift dalarken görmek olağan. Kabul edilmelidir ki; profesyonel bir futbolcu sırf iyi ve sempatik bir adam olabilmek adına “Aman penaltı yaptırmayayım, asabi olmayayım, yeter ki adam sakatlanmasın ben gol atmasam da olur vs vs” derse, zaten iyi bir futbolcu olamaz. Ancak profesyonellik olarak nitelenen davranışlar oyun kuralları çerçevesinden çıkmış, genellemeye yayılmış, bir iki cinlikten öteye geçmiş ise, işte o zaman bu çirkefliktir, terbiyesizliktir. Dilerim Rooney hırsına yenik düşmemeyi en kısa zamanda öğrenir.
Rooney ile ilgili son detayları verelim. Rooney bir maç boyunca ortalama