İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

30.08.2005

Wayne Rooney

Sürekli yeni yetenekler peşinde koşan futbol dünyası, nedense bulduğu “yenilere”, “eskilerin” isimlerini takmayı pek sever. Keşfedilmiş bir yetenek ya “21. yüzyılın Maradona’sı”, ya “Yeni Platini”, ya da “Geleceğin Romario’su ”dur. Her maçta süper oynaması adeta zorunlu olan “yeni”, daha kendi futbolunu bile sindirememişken, bir de omuzlarındaki bu “bir efsane kadar iyi oynama” yüküyle genelde iyice ezilir; zaman geçtikçe de ya iyi takımdaki sıradan bir futbolcu, ya da “Futbolcu olamazlarsa marka olsunlar” anlayışıyla, Beckham’ın da yorulduğu magazin yollarında top koşturan bir futbolcu olur. “Pele’nin Gençliği Rooney” hatta daha abartılmış yeni haliyle “Pele’den daha iyi Rooney” ise bu tezi çürüteceğini sadece umduğum, kesinlikle iddia etmediğim bir “yeni”.

Wayne Rooney, 24 Ekim 1985’te İngiltere-Liverpool’da doğdu. Kasabadaki bir okulda çalışan Jeanette ve boksörlük yapan Wayne Rooney çiftinin Wayne, Graham ve John isimli üç oğlundan en büyüğü olan Wayne, çocukluğunu Liverpool’un doğusundaki kırsal yerleşim merkezlerinden biri olan Croxteth kasabasındaki üç yatak odalı bir evde geçirdi. Wayne’in futboldaki başarılarının ardından yerli halk bu eve, diğer evlerden hiçbir farkı olmamasına rağmen “Büyük Beyaz Ev” adını takmışlar.

Küçük Wayne’in büyük hayalleri, kasabadaki diğer çocuklarınkinden pek de farklı değildi. Ateşli bir Everton taraftarı olan Rooney ailesinin büyük oğlu, odasındaki pencerenin cam kısmını Everton flamalarıyla doldurmuştu; ahşap kısmını ise kazımış ve “WR, Rooney E.F.C.” yazmıştı. Tüm kasaba halkını oynadığı futbolla kendine hayran bırakan henüz 9 yaşındaki Wayne, “Walton and Kirkdale Junior League”de Copplehouse adına top koştururken, Everton’ın keşif kolu Bob Pendleton tarafından farkedildi. Ardında 99 gol bırakarak Copplehouse’dan ayrıldı ve rüyalarını süsleyen Mavi Akademiye ilk adımını attı.

Her geçen gün yeteneğine teknik katan Rooney, daha 15 yaşındayken 19 yaş altı takımında oynuyordu. 2002 Youth Cup’ta, attığı 8 golle, Everton genç takımının finale yükselmesine büyük katkıda bulunan genç oyuncunun artık Premiership’te oynama zamanı gelmişti. 2002-2003 sezonunun açılış maçında, 18 numaralı formasıyla Tottenham’a karşı sahaya çıktığında henüz 16 yaşındaydı.

19 Ekim 2002 tarihli, Everton’ın Arsenali 2-1 mağlup ettiği maçta, yüce tanrının “Yürü ya kulum!” dediği 16’lık Rooney, Everton’ın 2.golünü atarak, hem Arsenal’in 30 maçlık yenilmezlik serisini bitirdi hem de Premier Ligin en genç golcüsü ünvanını aldı ve attığı bu gol kendisine, ITV tarafından verilen “Ayın Golü” ödülünü kazandırdı. Kasım ayında bir ilke daha imza atan Rooney, sonradan girdiği Leeds United- Everton maçının 80. dakikasında, iki defans elemanını geçerek topu uzak köşeye gönderdi ve böylece Everton’ın Elland Road’daki 51 yıllık kötü talihini yenmiş oldu.

Rooney aynı yılın Aralık ayında, BBC’nin düzenlediği bir ödül gecesinde “Yılın Genç Sporcusu” ödülünü aldı. Ancak aldığı ödülden çok, ağzındaki sakızı ve en üst düğmesi açık olan gömleği konuşuldu. Genç futbolcu çizgisini ortaya koymaya başlamıştı bile.

18 ( sonra 21, sonra 23, en son 9) numaralı milli formasıyla, Şubat 2003’te Avustralya’ya karşı oynayarak ülkesinin “En Genç Milli Oyuncusu” ve Eylül 2003’te de Makedonya’ya attığı golle ülkesinin “En Genç Milli Golcüsü” oldu.

Doğduğu günden beri desteklediği ve 9 yaşından beri de formasını giydiği Everton takımıyla ilk profesyonel sözleşmesini Ocak 2003’te imzalayan Rooney ile ilgili transfer haberleri, kendisini tüm dünyaya tanıttığı ve ayrıca ayağını da sakatladığı 2004 Avrupa Şampiyonası’nın ardından yayılmaya başladı. Ancak Everton yöneticileri, Rooney’nin satılmasının mı, yoksa satılmamasının mı kulüp adına daha iyi olacağına karar veremiyorlardı. Ya satılıp artan borçlar temizlenmeliydi; ya da satılmamalı, kendi buldukları bu yetenek kimseye kaptırılmamalıydı.

En sonunda Rooney, 31 Ağustos 2004’te yani transfer döneminin son günü, rüya takımından ayrılarak 30 milyon £ karşılığında Manchester United’la anlaştı. United’a katılmasını Rooney şu sözlerle açıklıyor: “Everton’dan ayrılmak benim için çok zor bir karardı. Çünkü Everton benim, oynamamın yanında desteklediğim de bir takım. Ancak Manchester United gibi büyük bir kulübe katılmaktan büyük mutluluk duyuyorum ve bunun kariyerim adına en doğrusu olduğuna inanıyorum. Bu şekilde Şampiyonlar Ligindeki büyük futbolculara karşı da oynayabileceğim.” Tabii bu transferin tek sebebi bu olamaz. Yadsınmaması gereken bir gerçek daha var ki, o da Wayne’in bu transfer karşılığında aldığı ücret. Everton’da profesyonel sözleşmesini imzalamadan önce haftada yakşalık 100 £’a oynayan futbolcu, şimdi haftada yaklaşık 13.000 £’a oynuyor.

Rooney, Manchester United’da 8 numaralı formayı ilk defa bir Şampiyonlar Ligi maçında, İstanbul’da giydi. Fenerbahçe’ye attığı 3 gol sonrasında kimilerince “Fahri Galatasaraylı”, kimilerince “Fahri Beşiktaşlı” ilan edildi. Kimisi “Bunda teknik yok; Allah ne verdiyse gidiyor” yorumlarını haketmediğini ispatladığını iddia etti; kimisi ise iyi oynadıysa bile, davranışlarına olan nefretinden dolayı bunu bir türlü göremediğini söyledi.

Uzun süren gereksiz tartışmalardan biri de Manchester United’ın Rooney’i neden aldığıydı. Belki Rooney, sürekli star yaratma davasında olan United’ın yeni gözdesiydi, belki de yaşlı United’ı gençleştirme çalışmalarının bir parçasıydı. Yoksa United bu adamı kullanmak için değil de, başka bir takımın alıp kullanmasına engel olmak için mi almıştı? Ne de olsa United’ın elinde Nistelrooy gibi, Saha gibi, Alan Smith gibi, Cristiano Ronaldo gibi golcüler vardı. Kabul etmek gerekirdi ki, gün itibariyle bu futbolcuların hiçbiri rüzgar gibi esip geçmiyorlardı ama onlar da büyük umutlar bağlanarak alınmışlardı ve geldikleri takımların gözde golcüleriydiler. Tek ihtiyaçları, takıma her anlamıyla alışmak ve bazılarının sakatlıklarının geçmesi için zamandı. Böyle bir durumda ekstra bir forvet yerine, gerçekten ihtiyaç duyulan bir pozisyona adam alınabilirdi. Belki de Ferguson, Rooney transferiyle kulübün son birkaç yılda yaşadığı düşüşü ve taraftarın mutsuzluğunu unutturmak istiyordu. Ve son olarak belki de takımın bu adama gerçekten ihtiyacı vardı. Her ne nedenle alınmış olursa olsun, bence Rooney transferi United için doğruydu.

Gelelim Rooney’nin futbolculuğuna. Rooney ideal bir futbolcu fiziğinden çok, bir rugbyci fiziğine sahip. Bu fiziğini kimi zaman, 2004 Avrupa Şampiyonasında İngiltere’nin Fransa’yla oynadığı bir maçta dalyan gibi Thuram’ı yere sererkenki gibi, kimi zaman da Nisan 2005’te Newcastle’la oynanan bir maçta, yaradana sığınıp abanarak gol atarkenki gibi kullanıyor.

Rooney’nin futbolunun sadece fiziki güçten ibaret olduğunu söylemek yanlış olur. Öncelikle iri cüssesine rağmen hızlı. Ayrıca iyi adam geçip, top saklayabiliyor ve topu hiçbir şekilde kaybetmeden ayağında tutup, tüm takımın rakip sahaya yerleşmesini, rahatlamasını sağlıyor. Fakat pas atma kabiliyeti çok iyi değil ve hava toplarında da çok başarılı değil. Özellikle gelişine vurduğu, inanılmaz derecedeki isabetli şutlarının dışında gol vuruşu tekniği de sınırlı. Ancak tüm bu eksilerine rağmen, kimilerinin -ki bu kimilerine ben de dahilim- Rooney’nin iyi bir futbolcu olduğunu düşünmelerinin ve futbolundan zevk almalarının nedeni yaşı olabilir. Belki de “Abi adam 85’li” diye hayret etmekle o kadar meşgulüz ki, ölçemiyoruz Rooney’nin çapını.

Genç futbolcunun en kötü yanı ise gereksiz ve bazen abartıya kaçan agresifliği. Her ne kadar gün geçtikçe azalsalar da, Rooney’i küfür ederken, itiraz ederken, rakibi doğrudan sakatlamak için çift dalarken görmek olağan. Kabul edilmelidir ki; profesyonel bir futbolcu sırf iyi ve sempatik bir adam olabilmek adına “Aman penaltı yaptırmayayım, asabi olmayayım, yeter ki adam sakatlanmasın ben gol atmasam da olur vs vs” derse, zaten iyi bir futbolcu olamaz. Ancak profesyonellik olarak nitelenen davranışlar oyun kuralları çerçevesinden çıkmış, genellemeye yayılmış, bir iki cinlikten öteye geçmiş ise, işte o zaman bu çirkefliktir, terbiyesizliktir. Dilerim Rooney hırsına yenik düşmemeyi en kısa zamanda öğrenir.

Rooney ile ilgili son detayları verelim. Rooney bir maç boyunca ortalama 11 km koşuyor -ki bu bir forvet oyuncusundan beklenilenin bir hayli üstünde-, 2 kez hava topuna çıkıyor, topu 13 kez göğsüyle, 90 kez de ayağıyla karşılıyor. Bir sezon boyunca attığı goller ve gördüğü sarı kartlar arasındaki oran ise gittikçe iyileşmekte. Everton’daki son sezonunda attığı golden çok, sarı kart görmüştü. Ancak 2004-2005 sezonunda United’da 11 gol attı ve 7 sarı kart gördü. Fenerbahçe’yle oynanan bir maçta kendisine verilen formaya, ancak formanın yakasını kestikten sonra sığabildi. Sponsorları Coca-Cola ve Nike. Kardeşi John da Manchester United’ın genç takımında oynuyor. Hayatında en korktuğu kişi annesi. Ortaokuldan beri çıktığı, 18 yaşından beri nişanlı olduğu ve tüm masraflarını karşılamanın yanı sıra bir de şarkıcılık eğitimi aldırdığı Colleen McCloughlin’le önümüzdeki yıl evlenecek. İkiliyle ilgili çıkmış birkaç haber şöyle: “Rooney’nin geneleve giderken yakalanması üzerine Colleen, bilmem kaç bin poundluk nişan yüzüğünü sokağın ortasında fırlattı ve yüzük kayboldu”, “ Rooney, Colleen’in doğum gününü kutlamak için gittikleri bir barda tartışmaya başladığı nişanlısını üç kez tokatladı. Rio Ferdinand ve Roy Carroll ikiliyi zor ayırdı.” Boyu 1m 75cm, kilosu 77kg.

İngiliz futbolunun kendini kurtarma çabası olarak ürettiği reklam kahramanlarından biri olmadığını umduğum; futbolu gerçekten severek oynadığını hissettiren; yıldız İngiliz futbolcu kıtlığı içindeki Premier Lig’in, en çok gelecek vaadeden İngiliz oyuncusu olduğunu düşündüğüm; her ne olursa olsun yeteneğiyle güzelleşebilen bir futbolcudur Wayne Rooney. Vurduğun gol olsun sevgili Wayne!

UEFA'da Yeni Sezon

UEFA Kupası’ nda, 1. Tur ve beraberinde Grup Bölümü kuralarının da çekilmesiyle, bizim için, takımlarımızın gittiği yere kadar sürecek bir heyecan başlamış oldu.

Ligimizin ve futbolumuzun günden güne gelişmesiyle övünmemize rağmen, son 10 senede Galatasaray’ ın şampiyonluğu ve aynı sene içerisinde Denizlispor’ un 4. Tur’ a, Beşiktaş’ ın da çeyrek finale çıkmasından başka doğru dürüst bir başarı elde edemediğimiz bu kupa, bizim yanımızda Avrupalı’ nın da nazarında gözden düşmüş durumda.

Sonuçta hangi nazardan bakılırsa bakılsın bariz bir şekilde görülen bu gözden düşmenin sebebini “Globalleşen Dünya” açıklamasında olduğu kadar, üst düzey liglerden hem Şampiyonlar Ligi’ ne hem de UEFA Kupası’ na dörder beşer takım alınmasıyla, UEFA Kupası’ nın orta sınıf takımların cirit attığı bir arenaya dönüşmesinde de bulmak mümkün.

Kaldı ki Şampiyonlar Ligi’ nin hali de daha az içler acısı değil.

İnsanda, birazdan belki de Dünya Tarihi’ ni değiştirecek büyüklükte bir olayın başlayacağı izlenimini uyandıran Karl Orff’ un Carmina Burana operası müziği eşliğinde, ekranda organizasyonun amblemini de oluşturan yıldızlar ve dönemin popüler futbolcularının yer aldığı enstantaneler kaymaya başlayınca, TV’ nin başına kilitlenmiş bizler, ayak tırnaklarımızdan başlayıp saçımızın en uzun teline ulaşan bir ürperti duyardık; en azından on sene falan önce…

Gerçi yıldızlar ve enstantaneler hala var, ama ne ürperti kalmış, ne de en ufak bir heyecan. Belki biraz nostalji yaşatacak o eşsiz müzik bile değişmiş.

Daha da ileri gidelim; son finalin İstanbul’ da oynanıyor olması bile ilk Şampiyonlar Ligi organizasyonlarının sıradan bir grup maçı kadar heyecanlandırmadı. Ve o finali kazanarak, seneler seneler sonra Avrupa’ nın en büyüğü mertebesine erişen Liverpool’ un , kendi liginde elde edeceği şampiyonluğu bu başarıya tercih edeceğine şüphe var mı?....

Sonuçta, son yıllarda, her dönem transfer bombaları patlatıp dünyanın en popüler futbolcularını kadrolarında bulunduran büyük takımların değil, mütevazi kadrolarını disiplinli futbolla bezemiş orta halli takımların başarılı olduğu ve UEFA’ nın globalleşme karşısında enikonu direnebilecekken onlara yardım etmek adına statü değişiklikleriyle iyiden iyiye batırdığı iki kupa söz konusu.

Ve bizim konumuz, ilerleyen aşamalarda Şampiyonlar Ligi’ nin çeşitli bölümlerinden kopup gelen daha büyük takımların bile daha heyecanlı hale getiremediği UEFA Kupası.

Yukarıdaki yaklaşımların ışığında kupada favori takım göstermenin anlamsızlığı hepimizin malumu. Ama biz yine de renkli bir şeyler bulmaya çalışalım.

Eşleşmeler ve statü şöyle:

1. Grup

Auxerre - Levski Sofya.
Hamburg - FC Kobenhavn.
Slavia Prag - Cork City.
Metalurg Donetsk - PAOK.
Dinamo Bükreş - Everton

2. Grup

MyPa - Grasshoper.
Kızılyıldız - Braga.
Germinal - Marsilya.
Bayer Leverkusen - CSKA Sofya.
CSKA Moskova - Midtjylland.

3. Grup

Vitoria - Sampdoria.
Sevilla - Mainz.
Basel - Siroki Brijeg.
Feyenoord - Rapid Bükreş.
Hibernian - Dnipro.

4. Grup

Rennes - Osasuna.
Vitoria SC - Wisla Krakow.
Krylya Sovetov - AZ Alkmaar.
Stuttgart - Domzale.
Valerenga - Steaua Bükreş.

5. Grup

Grazer - Strasbourg.
Lokomotiv Moskova - Brann.
Palermo - Anorthosis.
Halmstad - Sporting Lizbon.
Middlesbrough - Xanthi.

6. Grup

M. Petach Tikva - Partizan.
Aris - Roma.
Beşiktaş- Malmö.
Litex - Genk.
Banik Ostrava - Heerenveen.

7. Grup

Hertha Berlin - APOEL.
Teplice - Espanyol.
Monaco - Willem II.
Viking - Austria Vienna.
Brondby - FC Zürih.

8. Grup

Lens - Groclin.
Tromsø - Galatasaray.
Bolton - Lokomotiv Plovdiv.
Shakthar - Debrecen.
Zenit – AEK

Bu eşleşmelerde turu geçen takımlar grupları oluşturacak ve tek devreli lig usulü oynanacak grup maçları sonrasında gruplarda ilk üç sırayı alan takımlar, Şampiyonlar Ligi gruplarında 3. olan 8 takımın da katılımıyla, 2. Turdan itibaren eleme usulüyle yollarında devam edecek.

1. Turda çok şaşırtıcı sürprizler olmazsa, çoğunda zaten 3’er takımın ön planda olduğu gruplardan ikisi ayrıca dikkat çekiyor. Bunardan biri Galatasaray’ın da turu geçerse içinde yer alacağı ve birazdan değineceğimiz 8. Grup, diğeriyse Grasshopers, Marseille, Leverkusen, son şampiyon CSKA Moskova ve Kızılyıldız (veya Braga) dan oluşması beklenen 2. Grup.

Ve ayrıca… İngiltere’den Everton ve M’brough; Almanya’dan Stuttgart, Leverkusen ve Hertha Berlin; İtalya’dan Roma; Fransa’dan Marseille ve Monaco, İspanya’dan Sevilla ve Espanyol; Portekiz’den Sporting Lizbon, kendi liglerindeki konumları ve kadroları itibariyle kupada öne çıkan takımlar.

Dönelim bizimkilere:

İki İskandinav takımıyla eşleşen temsilcilerimizden Galatasaray’ın oynayacağı Norveç’in Tromso takımı, Beşiktaş’ın oynayacağı İsveç’in Malmö takımına nazaran oldukça kolay bir rakip. Zira Tromso, 18 haftası geride kalan 14 takımlı Norveç Ligi’nde 12. sırada. 5 kez Avrupa arenasına çıkan Tromso oynadığı 13 maçta 5 galibiyet, 3 beraberlik ve 5 yenilgi almış sıradan bir ön eleme takımı hüviyetinde. Kadrosundaki tek tanıdık oyuncu da eski Denizlispor’lu Heitanen; onu da sadece biz tanıyoruz. Tromso, UEFA Kupası 2. Ön Eleme Turu’nda Danimarka’nın Esbjerg takımını deplasmanda 1-0 yenmesine rağmen, kendi evinde normal sürede 1-0 mağlup oldu ve rakibini penaltılarla geçebildi.

Buna karşılık Beşiktaş’ın rakibi Malmö ise hem geçen sezonun İsveç Ligi şampiyonu olması hem de kadrosunda bulundurduğu yıldız ve yıldız potansiyeline sahip oyuncularla dikkat çekiyor. Beşiktaş’ta da oynayan Mattias Asper, eski Ajax’lı ve eski Liverpool’lu Jari Litmanen, eski Bayern’li ve eski Barcelona’lı Patrik Andersson, İsveç Futbolu’nun önemli isimlerinden Anders Andersson, Tomas Olsson ve Yksel Osmanovski Malmö’nün kadrosunda bulunan önemli isimler. Mazisinde bir Şampiyon Kulüpler Kupası finali (1979) de bulunan Malmö, 1990-91 sezonu Şampiyon Kulüpler Kupası ilk turunda Beşiktaş ile eşleşmiş ve İstanbul’da Beşiktaş’a Velerenga faciasını hatırlatan bir gece yaşatmıştı. Deplasmanda rakibine 3-2 yenilen Beşiktaş, İstanbul’daki maçta ilk yarı 2-0 öne geçmesine rağmen ikinci yarı iki gol yiyip 2-2 biten maç sonucunda elenmişti.

Rakiplerin kolaylık – zorluk derecesi bakımından, temsilcilerimizin turu geçmeleri halinde karşılaşacakları tablo ise 1.Turun tam aksi istikamette. Roma’yı bir kenara bırakırsak, Beşiktaş’ı en kötümser ihtimalle Partizan, Genk ve Heerenveen gibi rakipler beklerken, aynı ihtimal penceresinden bakıldığında Galatasaray ise Lens, Bolton, Shaktar ve AEK ile boğuşacak.

26.08.2005

İskoçya'da 4. Hafta

Merhaba,

İskoçya Premier Liginde (SPL) heyecan dolu harika maçlara sahne olan bir hafta daha geride kaldı. Bu haftaki yazımızda öncelikle geçen haftaya ve özellikle dünyanın kanaatimce 1 numaralı derbisi olan Glasgow Rangers-Celtic karşılaşmasına değineceğiz. Daha sonra SPL’nin 5. haftasında oynanacak maçlarla ilgili yorumlarımızı sunacağız. İlerleyen haftalarda ise İskoçya Futbolu hakkında tarihsel bir perspektif sunan yazı dizimizi sizlerle paylaşacağız.

4.HAFTA

SPL’nin 4. haftasında en önemli karşılaşma şüphesiz Glasgow Rangers-Glasgow Celtic arasında mavilerin evi Ibrox Stadyumunda oynandı. Benim görüşüme göre dünyanın bir numaralı derbisi olarak kabul edilmesi gereken Rangers-Celtic rekabeti futbolun sadece futbol olmadığını bir kimlik bir yaşam şekli hatta tercih hakkımızın olmadığı bir tutku olabildiğine en güzel delil teşkil ediyor. Sadece renklerin rekabeti olmaz Glasgow’un iki ekibi arasında oynanan karşılaşmalarda, tarihin en etkin ve keskin etnik ayrımcılığının yaşandığı adanın kuzeyinde Katoliklerin ve Protestanların, Kelt kimliğinin ve Biritish kimliğinin rekabetidir sahaya yansıyan. Bu hafta Ibrox stadyumunda oynanan bu büyük rekabetin son derbisinde ev sahibi takım Glasgow Rangers sevinen taraf oldu. 3-1 biten derbide Prso ev sahibi takım adına galibiyette büyük rol oynarken, Celtic’de iki oyuncunun kırmızı kartla oyun dışı kalması yeşillerin mağlubiyeti için tek mazeret olmasa gerek. Şampiyonlar ligine katılma hakkını hezimet bir sonuçla kaybeden ve ligde istikrarsız bir tablo çizen Celtic alışık olmadığı 3.lükte taraftarlarını üzmeye devam ediyor. Rangers ise geçen hafta alınan sürpriz mağlubiyeti taraftarlarına derbi zaferi ile unutturmuşa benziyor. Şimdi Rangers taraftarları önümüzdeki haftalara daha umutla bakıyorlar ancak aynı şeyi Celtic takımı ve menajer Gordon Strachan için söylemek mümkün değil. Yeşillerin geçen sene son maçta kaybedilen şampiyonluğun şokunu atamadıkları bir gerçek.

Lider Hearts Aberdeen’i evinde 2-0 gibi net bir skorla mağlup ederek iddiasını dörtte dört yaparak sürdürdü. Hearts’ın heyecan verici çıkışının sürpriz olmadığı bir gerçek ancak yıllardır ligi domine eden Glasgow ekiplerine karşı bu çıkışını koruyabilmesi zor da gözükse şimdiden ben dahil olmak üzere bir çok kişinin sempatisini kazandığı tartışılmasız. Aberdeen geçen hafta alınan Rangers galibiyetinin rehavetini üzerinden atamamış gözükse de kırmızıların çok üstün oynayan Hearts karşısında aslında yapabileceği çok şey yoktu.

4. haftanın seyri en güzel karşılaşması Motherwell ile Dundee United arasında oynandı diyebilirim. Tam dokuz golün atıldığı maçta Dundee’nin turuncu siyahlı ekibi 4-5 galip gelerek bu yazının sahibini bir taraftarı olarak sevince boğdu desek hiç abartmış olmayız.Yıllardır özlenen başarılar yakın gibi gözükmese de Dundee United SPL için olmassa olmaz bir takım şüphesiz.

Hibernian sessiz ve derin gelmeye devam ediyor, bu hafta deplasmanda ligin yeni ekibi Falkirk’i 0-2 ile geçtiler ve orta sıralarda yerlerini sağlamlaştırdılar. SPL 4. haftada berabere biten iki karşılaşma vardı: Inverness-Kilmarnock (2-2) ve Livingston-Dumfermline (1-1)

Şimdi dördüncü haftanın toplu sonuçlarını ve puan durumunu verelim.

20/08/05

Rangers

3-1

Celtic

20/08/05

Falkirk

0-2

Hibernian

20/08/05

Hearts

2-0

Aberdeen

20/08/05

Inverness

2-2

Kilmarnock

20/08/05

Livingston

1-1

Dunfermline

20/08/05

Motherwell

4-5

Dundee United

Pos.

Team

Pld

W

D

L

GF

GA

Pts

1

Hearts

4

4

0

0

13

2

12

2

Rangers

4

3

0

1

9

4

9

3

Celtic

4

2

1

1

10

8

7

4

Kilmarnock

4

2

1

1

10

8

7

5

Inverness

4

2

1

1

5

3

7

6

Hibernian

4

2

1

1

6

5

7

7

Aberdeen

4

1

1

2

5

7

4

8

Motherwell

4

1

1

2

10

13

4

9

Dundee United

4

1

1

2

6

10

4

10

Falkirk

4

1

0

3

3

7

3

11

Dunfermline

4

0

2

2

2

4

2

12

Livingston

4

0

1

3

1

9

1

SPL’de Gelecek Hafta

SPL’de 5. haftanın karşılaşmaları 27 ve 28 Ağustos’ta oynanacak. Lider Hearts evinde Motherwell ile oynayacak, galibiyeti sürpriz olmamalı. Liderin takipçisi Rangers yine evinde Hibernian’ı konuk edecek. Hibernian’ın Rangers’a sürpriz bir puan kaybı yaşatması ihtimal dahilinde. Celtic hayal kırıklıklarına bir yenisini daha eklememek için bu hafta deplasmanda ligin sonlarında yer alan Dumfermline engelini kayıpsız aşmak zorunda. Aberdeen ikinci galibiyetini yine evinde ligin zayıf ekiplerinden Falkrik karşısında almaya kararlı. Ligin dibine demir atan Livingston için kötü gidişe son vermek adına Kilmarnock maçı hayati bir önemi haiz. Dundee United bu hafta Tannadice Park’ta. Rakip ise ligin vasatın üzerindeki takımlarından Inverness. Turuncu Siyahlılar galibiyet ile ligde orta sıralara yerleşeceklerinin bilincindeler.

27/08/05

Aberdeen

-

Falkirk

27/08/05

Hearts

-

Motherwell

27/08/05

Kilmarnock

-

Livingston

27/08/05

Rangers

-

Hibernian

28/08/05

Dunfermline

-

Celtic

28/08/05

Dundee United

-

Inverness

Burdan bir kez daha seslenmek istiyorum. Naçizane etkimiz ne olur bilemem. Fransa, Hollanda ligleri gibi heyecandan yoksun liglerin bile canlı yayınlandığı TV kanallarımızın klasik ada futbolunun tek ve son temsilcisi İskoçya futboluna kayıtsız kalmamalarını ümit ediyorum. Kimbilir bir gün biz de Ibrox, Celtic Park, Tannadice Park’a konuk olabiliriz.

Güzel bir hafta geçirmeniz dileğiyle. Sevgiyle kalın.

7=Shevy

Avrupa’da kendi futbollarını, futbolcularını ve liglerini tüm dünyaya izleten ve futbolu, her yönüyle pazarlayarak bir sektör haline getirmiş başlıca ülkeler belli: İngiltere, İspanya, İtalya, belki Almanya, belki Fransa. Bu ülkelerin her an piyasaya yeni bir isim veya gelecekte yıldızlaşacak hatta efsaneleşecek yeni bir yüz sürmeleri olası. Bu yüzden örneğin Hagi’nin Romanyalılar gözündeki büyüklüğü ile, Gascoine’in İngilizler gözündeki büyüklüğünü karşılaştırmak yanlış olur. İngiltere için dün Gascoine’dir, bugün Owen’dır, yarınsa Rooney. Ama Romanya için tek olan Hagi’dir. İşte Romanya için Hagi neyse, Ukrayna için de Shevchenko odur.

Andriy Mykolayovych Shevchenko ( takma adıyla Shevy, Chevy, Sheva ) , 29 Ekim 1976 Dvirkivshchyna Ukrayna doğumlu. Babası Mykola emekli bir asker, annesi Liubov ise muhasebici. Çoğu futbolcunun aksine, tahmin edilebileceği gibi Shevchenko’nun maddi yönden rahat bir çocukluğu olmuş. Ancak ağız tadıyla bir çocukluk yaşadığını söyleyemeyiz. Çünkü henüz 9 yaşındayken, Dynamo Kiev’in genç takım antrenörü Olexandr Shpakov tarafından Leather Ball adlı bir turnuvada keşfedilmiş ve doğduğu kentten ayrılarak Kiev’e gelmiş.

1990 yılında Dynamo Kiev’in 14 yaş altı takımıyla Galler’de düzenlenen Ian Rush Kupası’na katılan küçük Shevy, bu kupada en iyi golcü seçilmiş ve bizzat Ian Rush tarafından Rush’ın futbol ayakkabılarıyla ödüllendirilmiş. Rush ve Shevy ikinci kez karşılaştıklarında yıl 1997’dir ve Dynamo Kiev’li Shevy, Newcastle’da son günlerini yaşayan Rush için artık sadece ayakkabılarını hediye edeceği küçük bir futbolcu değil, Şampiyonlar Ligindeki ciddi bir rakiptir.

1994 yılında Dynamo Kiev’in A takımında 10 numaralı formayla top koşturmaya başlayan 18 yaşındaki Shevchenko, aynı yıl Ukrayna Milli Takımına davet edilmiştir. Dynamo Kiev formasıyla ilk maçını ’94 Ekim ayında Shakhtar’a karşı oynamış ve ’94 Aralık ayında ilk golünü 4-2 yendikleri Dnipro maçında atmıştır.

Shevchenko’nun çıktığı ilk milli maç ise 1995 yılındaki Hırvatistan-Ukrayna maçıdır. Milli formayla ise ilk golünü, 1996 yılında Samsun’da oynanan Türkiye-Ukrayna maçında kaydetmiş ancak golüne rağmen Ukrayna’nın 3-2 yenilmesine engel olamamıştır.

1997 yılında Dynamo Kiev’in Barcelona’yı 4-0 yendiği maçta, Shevy 3 gol atmış ve golcülüğünü Avrupalı seyirciye de kanıtlamıştır. Dynamo Kiev’in yarıfinalde Almanya Şampiyonu Bayern Münich’e elendiği ’98 Şampiyonlar Liginde ise, Shevchenko attığı 11 golle turnuvanın en skorer ismi seçilmiştir. Artık birçok ünlü takımın transfer listesinde adı geçen Shevchenko, ’99 Ukrayna Kupasında Dynamo Kiev’in Zirko Kirovohrad’la oynadığı maçta, kariyerinin 100. golünü kaydetmiştir. Yine aynı yıl, ardında 5 Ukrayna Şampiyonluğu ve 4 Ukrayna Kupası bırakarak, kendisini “Shevchenko” yapan, 14 yılını geçirdiği, Serhi Rebrov ile birlikte altın bir dönem yaşattıkları Dynamo Kiev’den ayrılmış ve 26 Milyon $’a A.C Milan’a transfer olmuştur.

Bu ayrılığın ardından, kimilerine göre futbol dünyasının peygamberlerinden biri olmasına rağmen uyruğu nedeniyle hep perde arkasında kalan ve Shevchenko’nun manevi babası olan Dynamo Kiev teknik direktörü Valery Lobanovsky, Shevy hakkında şu yorumları yapıyor: “O, bir forvetin ihtiyacı olan tüm özelliklere sahip – iyi bir görüş, inanılmaz bir hız ve fiziki güç. Tüm bunlar arasında en önemlisi ise pozisyonu hissetmesi ve derhal sahadaki, pozisyonu golle sonuçladırabileceği yere yönelmesi. Ayırca Shevchenko, antremanlarda çalışmayı çok seviyor ve her geçen gün oyunun taktik yönüyle ilgili kendisini daha da geliştiriyor.”

Milli takımda olduğu gibi , Milan’da da 7 numaralı formayı giyen Shevy ( ki aynı zamanda Shevy İbranice’de 7 anlamına gelmektedir ), İtalya’ya geldiği ilk sezon ve 2003-2004 sezonunda Serie A’nın en golcü futbolcusu olmuş ve takımına hali hazırda 1 Serie A şampiyonluğu (2003-2004), 1 İtalya Kupası (2002-2003), 1 Şampiyonlar Ligi şamiyonluğu (2002-2003) ve 1 de Süper Kupa (2003) kazandırmıştır. Ayrıca Shevy son olarak 2004 yılında Avrupa’da Yılın Futbolcusu seçilerek, Oleg Blokhin’in ardından bu ünvana sahip 2. Ukraynalı olmuştur ve bunun yanında 52 farklı ülke gazetecisi tarafından Ballon D’or (Altın Top)’la ödüllendirilmiştir.

Shevchenko, alamayacağı topa çoğu kez koşmaz. Aldığında da ya gol yapar ya da isabetli bir pas verip hemen gol yollarına kaçar, pas ister. Hızına ise diyecek yoktur; kısa mesafede olimpiyatlara katılması olasıdır. O kadar çabuk ivmelenir ki, O, topla normal koşuşunu yaparken, bir bakmışsınız arkasından 3-4 tane defans elemanı yırtına yırtına koşuyor. Derken Shevy ani bir dönüşle kaleye yönelir ve kaleci gözlerini ikinci kez açtığında topu kalesinde görür.

Shevy, özellikle sağ ayağını çok iyi kullanır. Kasım 2004’te oynanan Türkiye-Ukrayna maçında orta sahadan kaleye sağ ayağıyla gönderdiği bir şut vardır ki bu adamın ayaklarıyla düşünebildiğine zerre şüpheniz kalmaz. Gerçi Shevchenko’nun Türk sahalarında, Türk seyircisinin içini kan ağlatmasına rağmen, gözlerinde bayram havası estiren tek şutu bu değildir. Vaktinde A.C Milan’a farklı yenilen bir takımın fanatiklerinin yaktıkları ağıtlar sonucu ortaya çıkmış anonim bir türkü bile vardır ki, müziği “Karşıki Dağlar Jandarma”nın müziğidir. Sözlerinin ahlaka uygun kısmı şöyledir:
“Hocam ben size demeeedim mi
Karşıki forvet şeev çenko şev çen ko
Şeev çen ko şev çen ko!”

Shevchenko’nun Milan’da kimi zaman yedek kulübesinde oturduğu da olmuştur. Normal şartlar altında yeryüzündeki her takımda ilk 11 oynaması gereken Shevy, 2002 yılında kendisinin sakatlıktan yeni çıkmış olmasından ve Inzaghi’nin o dönemdeki muhteşem formundan dolayı yedek kalmıştır. Ancak Inzaghi’nin formu normale döner dönmez, hatta ona bile gerek kalmamış, Shevy sakatlığını atlatır atlatmaz, Inzaghi ait olduğu yere, yedek kulübesine dönmüştür.

Shevy, takımı için her önemli maçta üstüne düşen görevi yerine getirir. Milan ligde
1-0 öndedir, bakarsınız golü kim atmış diye, karşınıza çıkar; Milan İtalya Kupası’nda 3-0 ile bir üst tura çıkmıştır, bi bakarsınız hat-trick yapmıştır; Milan Şampiyonlar Liginde finaldedir, bir bakayım buraya kadar nasıl gelmişler dersiniz, yine aşağı yukarı bütün gollerin altındadır imzası; Ukrayna Milli Takımı kendi milli takımınızı evinde 3 golle sarsmıştır, sahanın adamı gollerin sahibi yine Shevy’dir. Bir yerde gol varsa, futbol adına güzellik, centilmenlik, zerafet varsa O, mutlaka oradadır.

Zerafet ve centilmenlik Shevy’i en güzel açıklayan kelimelerden ikisi. “Bir PSV Eindhoven deplasmanı. Shevy’nin hakemin düdüğünden sonra vurduğu bir şut. Seyirciden gelen protesto ve onun dönüp duymadığını anlatmaya çalışması ve özür dilemesi...”
“ Bir Şampiyonlar Ligi finali. Shevy’nin off-sidedan attığı gole çalınan düdüğü duymaması ve formayı çıkarmaya çalışıp koşması. Sonra da niye kimsenin sevinmediğini düşünüp, korner direğinin ordan dönüp şaşkın bir ifadeyle bakakalması. Hakeme el kol sallamaması, küfretmemesi, olayı kabullenerek maça ve yeni pozisyonlara dalması...” Futbolda zerafet ve centilmenlik dedikleri böyle bir şeyler olsa gerek.

Shevchenko’nun futbolu dışında bazı kişisel detaylarına da bakalım. Boyu 1m 83cm, kilosu 72kg. Balık tutmayı, bilardo oynamayı, buz hokeyini ve özellikle de tenis oynamayı çok seviyor. Zaten en yakın arkadaşı Ukraynalı tenisçi Andrey Medvedev. Köpekleri çok seviyor ve yavru bir Labrador almayı düşünüyor. En büyük tutkusu arabalar. Geçen yaz bir Mercedes kullanıyordu. Ancak en çok Ferrarileri beğeniyor. En beğendiği aktörler Brad Pitt ve Alexander Abdulov; aktris ise Julia Roberts. En beğendiği film “The Goalkeeper” ve “Legends of the Fall”. Ayrıca Sovyet komedi filmlerinden hoşlanıyor. En sevdiği yemekler balık, barbekü ve Japon yemekleri. Yemek yapmakta futboldaki kadar başarılı değil, hatta hiç değil – ki arkadaşları mümkünse onun evinde yemek yenilmemesini öneriyorlar. Futbol idolleri Dyamo Kiev’in ’86 yılındaki tüm oyuncuları, Pele, Platini, Zico ve Romario. Tarihi ve şiir kitapları okumayı seviyor. Giyimde Dolce&Gabbana ve Armani’yi tercih ediyor. Shevy, arkadaşı olan Giorgio Armani için modellik de yapmış. Kolundaki ejderha dövmesinin kendisine şans getirdiğine inanıyor. 2004 yazında, uzun süredir beraber olduğu model sevgilisi Kristen Pazik’le evlendi.

Müthiş tekniğine ve büyülen futboluna rağmen, kendisini övenlere “ Beni idol gibi göstermeyin, henüz bir şey yapmış değilim” diyecek kadar alçak gönüllü; Fatih Terim Hocamız Milan’dan ayrıldığında onu merak edip de arayıp soracak kadar vefalı; kendisini yere atarak penaltıya dönüştürebileceği pozisyonlarda bile temiz futbolundan ödün vermeyen, tanrının yetenek verdiği yerden güzelliği de esirgemediğini kanıtlayan bir futbolcudur Andriy Shevchenko. Futbol Shevy’le güzel!