Buraya ilgi çekici bir başlık yazmak isterdim ama bulamadım. Son sekiz-on gündür Şampiyonlar Ligi maçlarını düşünüyorum, matematiğini bulmaya çalışıyorum. ''İyi ki Şampiyonlar Ligi var'' diyorum sonunda. Sonunda hep haklı olanlar kazanıyor. Tamam, ''hep'' değil belki ama bu aşamaya geldikten sonra haklıların kaybetmesi pek bir zor oluyor. Dört çeyrek final serisini de geniş olarak analiz etmek istiyorum bu yazıda, yarı finalleri de sonra inceleyelim...
İlk seriden başlayalım; en kolay seri oldu PSV-Liverpool eşleşmesi. Seri öncesi duruma bakalım önce: PSV, başka bir İngiliz takımı Arsenal'i elemiş, çoğu otoriteye göre sürpriz yapmış. Liverpool ise son şampiyon Barcelona'yı elemiş önceki turda -o da sürpriz sayılabilir- . Liverpool'un başında çok tecrübeli, çok başarılı, takımını çok iyi tanıyan, çok ama çok zeki bir adam olan Rafael Benitez var. Barcelona maçlarından önce Bellamy'nin Riise'yi dövdüğü yazılmıştı, takım içinde gerginlik vardı, hatırlarsanız. Hepsinin üstünden geldi Rafa. Takımını kenetledi, kimseyi dışarıda bırakmadı. Dar bir kadroya sahip olsanız bu kolaydır, diyebiliriz. Rafa'nın geniş bir kadrosu da vardı, üstelik. Sanırım, başarısı daha iyi aktarılabiliyor böylece. PSV takımının durumuna bakalım. Çok fazla kapasiteye sahip olan bir kadroları zaten yoktu. Başlarında da kalan teknik direktörler arasında en tecrübesiz olan Ronald Koeman var. İlk maç içeride ve savunmanın belkemiği olan Alex de cezalı.
Dersini çok iyi çalışıyor Rafa Benitez, takdir etmemek mümkün değil. Mascherano ve Crouch'u sahaya sürüyor, rakibi çözüyor. Dediğimiz gibi, PSV'nin zaten boy ölçüşebilecek bir kadrosu yok. Ellerinden gelen mücadeleyi yaptılar zaten maçın başlarında. 0-0 iken Varynen'in uzaktan bir şutu vardı, gol olabilirdi. Olsaydı ne olurdu, bilemiyorum. İçimden geçen o ki, Liverpool yine rakibini mahvederdi. Gerrard, Riise ve Crouch'un golleriyle bitirdiler işi. O maçta, Alex olsa ne olurdu? Yine pek birşey değişmezdi gibime geliyor. Kadro kapasitesi farkı açıktı, çünkü. Liverpool rahat geçti, kadro kapasitesi ve teknik direktör farkı diyelim, yeter sanırım.
İkinci serimiz; Liverpool'un yarı finaldeki rakibini belirliyordu. Valencia ile Chelsea arasındaydı. Seri öncesi duruma bakalım: Valencia, çok zorlu bir seri sonrası İtalya Serie A'nın açık ara lideri İnter'i elemiş. Maç sonrası olaylar çıkmış, kaptan Marchena cezayı yemiş. Chelsea ise Porto'yu elemiş. Takım içinde sorunlar var. Jose Mourinho, sonrasında ne olursa olsun, kupayı almak istiyor. Yüzeysel olarak bakarsak, Chelsea'nin çok üstün bir kadrosu var.
İlk maç başlıyor. Valencia, bütün eksikliklerine rağmen müthiş oynuyor. Chelsea, gerektiği gibi oynamıyor. David Silva'nın uzaktan attığı golle, Valencia öne geçiyor. Valencia, doğruları yapıyor. Yetmiyor ama, Chelsea bastırınca durduramıyorsunuz, öyle veya böyle, golü atıyorlar. Doğru anda golü atıyorlar ama sonrasını bulamıyorlar. Devamına izin verilmiyor, altı gün sonraya randevu veriliyor... Altı gün sonra gidiyoruz Mestella'ya. Müthiş bir atmosfer var, abartmadan söyleyeyim. Valencia iyi başlıyor maça, rakibini bunaltıyor. Sonrasında, gel de sinirlenme. Chelsea'nin gardı zaten inmiş, baskını kabul ediyor. Zorla ayağı kaldırıyorsun rakibini. Neyse, kalkıyorlar, bastırıyorlar. ''Gol geliyor'' diyorum izlerken, Chelsea gol atmak isteyince zaten atar, sen de gol yemek istiyorsun adeta. Valencia golü buluyor, ama baskıyı Chelsea kuruyor. İlk yarıyı Valencia önde bitiriyor. Bu dakikadan sonra Valencia'yı anlamak mümkün değil. Beklediğimiz üzere, ikinci yarının başında Chelsea golü atıyor. İkinci yarının ortasında Raul Albiol de sakatlanıyor, zaten kadro kapasitesi zayıf olan Valencia'nın dengesi iyice bozuluyor. David Villa da etkisiz oynayınca, bir tek Angulo'nun çabaları kalıyor. En sağlam adamlar dediğin Ayala ve Albelda da vasat performanslar verince... Chelsea gidiyor, güzel bir gol atıyor... Söyleyecek fazla sözümüz var da diğer seriler bekliyor...
Diğer tarafa dönelim. Orada tek İngiliz, iki İtalyan var, bir de Alman... Roma-ManUtd'den başlayalım. Seri öncesi duruma bakalım: Roma'nın kadro kapasitesi oldukça dar. İstiyorlar ama, finale çıkmayı çok istiyorlar. Buraya kadar gelmişken, devam etmek istiyorlar. Başka bir istekleri yok zaten. Lyon'a karşı sürpriz sayılabilecek bir şekilde turu geçmişler. Gelen takım, Manchester United. Çeyrek finalistler arasında, sezon başından beri ulusal liginin zirvesinde duran tek takım. Teknik direktörleri; hocaların en kıdemlisi Sir Alex Ferguson.
İlk maç başlıyor. Çok yüksek tempoda oynanıyor. Roma elinde ne varsa bastırıyor. Fikret Engin olsa ''Allah ne verdiyse vuruyorlar...'' derdi heralde. Bastırıyorlar, oluyor da. Birinci golü buluyorlar. Rakip takımın en önemli isimlerinden Paul Scholes kırmızı kartı görüyor. Roma bastırıyor yine. Sir Alex, ne yapması gerektiğini biliyor ama. Çok fazla şey istemiyor, tek bir gol. Takımı o tek golü buluyor. Ondan sonra, Roma bir gol daha atıyor. Sekiz gün sonrasına randevu veriliyor... İngiltere'ye gidiyoruz.Manchester United'da Paulie yok, Vidic yok, Gary Neville yok. Kafamızda soru işaretleri. Nasıl yapacak hoca? Belki de yapamaz, belki de Roma bir sürpriz daha yapar. Roma'da da Perrotta ile Taddei yok. Demiştik, bir adam çıkarsan takım çözünür diye. ManUtd öyle olmuyor ama çünkü kadro geniş. Yine yüksek tempoda başlıyor maç, Sir işi çözüyor, ilk maçta çözmüş olmalı. Farka koşuyor takım...
Geldik son seriye. Milan ile Bayern Münih arasında. Seri öncesi duruma bakıyoruz. İki takımın da benzer durumları var. Sezon boyunca istikrarsız gidiyorlar. Bayern Münih, önceki turda kendinden biraz daha iyi olan(ulusal lig bazında) Real Madrid'i eliyor. Milan ise uzatmalarda Celtic'i geçiyor. Milan'ın çok iyi bir orta sahası var, kaleci sorunu ve forvet sorunu var. Bayern Münih ise tersine, sezon başından beri yarım orta sahayla oynuyorlar.
İlk maç başlıyor. Ottmar Hitzfeld işini biliyor, takımını ona göre kuruyor. Milan müthiş bir baskı kuruyor ama faydası ne? Bir gol çıkarıyorlar sonunda. Bir gollerini hakem iptal ediyor, Van Buyten skoru eşitliyor. Kaka, masaya yumruğunu vuruyor sonra. İlk golden önce olduğu gibi, klasik hareketlerini yapıyor, Lucio'ya penaltıyı yaptırıyor. Kendisi atıyor, gol oluyor. Maç biterken, Van Buyten olmayacak bir gol atıyor, arkası haftaya diyor... İkinci maç, Allianz Arena'da. Bayern bastırıyor, golü bulamıyor. Milan da ''Atamayana atarlar'' prensibini hayata geçiriyor. Arka arkaya iki gol geliyor. İkinci yarıda Bayern bastırıyor, ama olmuyor. Dida kariyerinin en iyi maçlarından birini çıkarıyor, diğer tarafta Roy Makaay da kariyerinin en kötü gecelerinden birini geçiriyor. Milan yarı finale gidiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder