İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

21.06.2008

Bu Bir Futbol Yazısıdır

Türkiye A Milli Erkek Futbol takımının 15 Haziran gecesi Çek Cumhuriyeti takımını futbol oyununda nadir görülen bir maçta 3-2 mağlup etmesi, Fatih Terim’in turnuva öncesi ve süresince tutunduğu tavırlar, medyada futbolun konuşulduğu söylemsel ağ ve Orhan Pamuk ile Terim arasında yaşanan beklenmedik atışma, ‘modern’ futbol ve Türkiye bağlamında düşündüklerimi yazıya dökmeye itti beni.



Bir kere şu soruyla başlamak istiyorum: Türkiye futbol ligini ‘kendi’ ligi olarak benimsemiş futbol seyircisi, Avrupa’da oynanan futbol liglerini izleyip sıklıkla sorar; “Bizim ligde futbol niye bu kadar güzel değil?” Her futbol seyircisi farkındadır ki oynanan futbol farklıdır. Bu farklılık ise hemen ‘güzel’ diyerek estetiğe bağlanır ve Avrupa (özellikle İngiltere) ligleri ile Türkiye ligi arasında bir hiyerarşi kurulur. Çoğu yorumlarda da bu estetik eşitsizlik, futbolun gelişemişliği, geri kalmışılığı, yönetim hataları, yozlaşmalar gibi başka kurumsal yapılara atfedilişiyle alışık olduğumuz terimlerle açıklanmaya çalışılır. Herhalde ligler üzerinden kurulan bu karşılaştırmanın milli takımlar üzerinden de yapıldığını söylesek yanlış olmaz. İşte bu hiyerarşi ‘modern futbol’ ve ‘modernleşememiş futbol’ arasındaki hiyerarşidir.



Gelgelelim zaman oluyor, Türkiye takımları ya da Milli takımlar aynı sahnede ‘yarıştıkları’ ‘daha gelişmiş’ futbol ekollerini mağlup edebiliyorlar. Futbolun konuşulduğu söylemsel ağı anlamak için bu ‘zafer’ anları ile ‘geri kalmışlık’ literatürünü birlikte okumamız gerekiyor. Bu okumayı yaparken hem futbola içkin bazı süreçleri hem de bir 3.Dünya ulus-devleti olarak Türkiye’nin kurucu hegemonyasını birlikte ele almak gerekir. Yazının ilk bölümü futbolun Türkiye modernleşme süreciyle içiçe anlaşılması için bir arkaplan öneriyor. İkinci kısım ise tüm bu söylemsel ağ içinde Fatih Terim’in taktiksel düzenlerini sorguluyor, 2000 yılındaki Uefa Kupası yolculuğu ve Çek Cumhuriyeti maçının son 15 dakikası arasında bir örtüşme arıyor. Umudum yazının ilk bölümünün futbolla yakından ilgilenmeyenlere de alternatif bir bakış sunması. İkinci bölüm ise ‘modern’ futbolla ilişki içinde futbol oyununa yeni bir bakış sunmayı amaçlıyor.



Bu yazıyı motive eden düşünce biçimi, milliyetçiliğin ulus-devlet modernleşme söylemi içinde, kurucu bir rol üstlendiğini kabul ediyor. Milliyetçi söylem ve takip eden kuruluş süreci, ulus-devletin bir ünite olarak modernleşme sahnesine çıkıp, ‘denize dökülen’ ya da ‘tek dişi kalmış bir canavar’ olan ‘medeniyete’ milliyetçi bir elit önderliğinde ‘yetişmeye’ çalıştığı bir toplumsal süreçle bizi yüzyüze bırakmış durumda. (her ne kadar bu sürece ciddi anlamda meydan okunan bir dönemde de olsak.) Nedense yakalanmaya çalışılan ‘medeniyete’ bir türlü ulaşılamaz. Devlet sürekli bir yozlaşmayla suçlanır, yönetimler basiretsizdir ama modernleşmenin, ‘batıyı’ yakalama (bunun Türkiye örneğinde olduğu gibi taklit etme düzeyine kadar gittiği iddia edilir.) çabasının kendisinin sorunlu olduğu pek düşünülmez. ‘İlerleme’ yolunda karşılaşan ‘sorunların’ çok daha başka bir yerde, modernleşme kalıbının sürtünmesiz bir düzlem gibi algılalan ‘Türkiye’ coğrafyası üzerine yapıştırılma çabası içinde görünür olan pütürler; yani mücadeleler ve meydan okumalar olduğunu görmeye çalışmak gerek. Önemli bir not da şu; bu yazının birçok notasında futbol sözcüğü spor sözcüğü ile değiştirilebilir şekilde okunabilir.



Kapsamlı bir teorik alanı bir paragrafa sığdırmaya çalışarak bir ‘şuç’ işledikten sonra bu pencereden ‘modern’ futbol ile Türkiye’nin yaşadığı tarihe bir bakmak gerek. Batıdan gelen antrenörlerin (burada Jupp Derwall ve son zamanlarda K.H.Feldkamp’a yüklenen anlamları düşünüyorum) modern futbolu öğrettiği isimler olarak Mustafa Denizli ve daha sonrasında Fatih Terim gibi antrenörler, onların bıraktığı yerden ‘modern’ futbolu Türkiye’de sürdürecek milli özneler olarak ortaya çıktılar. Milli takımın yabancı bir antrenörler çalışmayı reddetmesi böyle bir tarihe bağlanınca kafamızda anlamlı olmalı. Fatih Terim ve Mustafa Denizli’nin (özellikle ikincisi), batılı bilgiyi öğrenen ve bunu bu coğrafyada uygulayacak olan liderler olarak sunulması Mustafa Kemal ve modern devlet ilişkisi ile Terim-Denizli ve modern futbol ilişkisi arasında bir benzerlik görmemizi sağlayabilir.



Türkiye coğrafyasının modern devlet ve kurumları ile yaşadığı tarih, unutmaya zorlandığımız acı dolu bir tarih ile dolu. Sıradan bir başarısızlık, ‘aşılan engeller’ ya da ‘yapılması gerekenler’ olarak anlatılan tecrübelerin (darbeler, savaşlar vs.) milliyetçi hegemonyadan beslendiğini ve bu hegemonya yoluyla mümkün kılındığını söylemek zorundayız. Futbolu anlamaya çalışırken, futbolun milliyetçi hegemonyadan beslenen ve aynı zamanda onu kuran (tabi burada yoğunlaşmayarak eksik kalsam da futbolun erkek-egemen toplumun kuruluşuyla da devamlı bir ilişki içinde olduğunu not etmemiz gerek) bir söylem-pratik alanı olduğunu düşünüyorum. Bu yazının amacı ve okunuş biçimi, futbolu bir oyun olarak anlayıp depolitize etmek olmamalı. Yine de ikinci bölüm futbola daha büyük bir pencereden bakarken, futbola içkin süreçlerle ilgileniyor ve futbolun bir oyun olarak anlaşılması için bir yol tartışıyor.



Yalnız futbolun aslında (burada futbolun aslı derken tüm sosyal bağlamdan koparıp 22 oyuncunun sahada oynadığı bir oyunun kendi dinamiklerinden söz ediyorum) gerçekten de bir oyun olması, başarı kriteri olan maç sonuçlarının olumsallığında yatıyor. Yani demek istediğim, küresel hegemonyanın baş aktörlerinden biri olan İngiltere’nin (modern futbolun kurulduğu coğrafya olmasına rağmen) yer alamadığı bir turnuvada son sekiz takım arasında kalmak Türkiye ve başarı sözcüklerini modern bir ‘yarışma’da yan yana getirmeyi mümkün kılıyor. İngiltere’nin Avrupa Şampiyonası’na katılamayıp Türkiye’nin katılamaması, sistematik olarak Türkiye’nin İngiltere’den ‘daha iyi’ oluşuyla değil, kuralar, goller, maçlar, hava koşulları gibi sınırsız sayıda etkenin kesişerek oluşturduğu olumsal bir sürecin sonucu olarak anlaşılabilir. 2002 Dünya Kupası Dünya 3.’lüğü de aynı bağlamda okunabilir.(herhalde dünya 3.lüğü Türkiye ile bir de askeri harcamalar sıralamasında veya ordu büyüklüğü sıralamasında yanyana gelmiştir.) Modernite sahnesinde yetişmeye çalışılan, onlar gibi olunmaya çalışılan ‘medeniyet’ simgelerinin alt ediliği bir enstantane oluyor bu ‘zafer’ anları.



İşte tam bu noktada bu galibiyetlerin Türkiye ve Dünya medyasında (3.dünya milliyetçiliklerini performas verdikleri seyirci olan ‘medeni ülkeler’ den bağımsız düşünemeyiz) nasıl yansıtıldıklarına ve açıklanıldıklarına bakmak bize futbolda alınan bu sonuçların hangi tarihsel-toplumsal hikayelerle paralel gittiğini gösterebilir. Çek Cumhuriyeti maçında ortaya çıkan tablo futbol terimi ile bir ‘geri dönüş’tü. Geride olan takımın müsabakanın kalan kısmında maçı tersine çevirip maçı kazanması yani. Peki buna ‘diriliş’ ya da ‘ayağa kalkış’ denildiğinde, hele bir de lider ‘Terim’in’ büyülü ve motive edici sözleri, ‘stratejik’ hamleleri eklenildiğinde aklımıza hangi hikaye geliyor? 2008 Avrupa Şampiyonası için hazırlanan şirket reklamlarının biri ‘Çılgın Türkler’ temasını kullanmış bile. ‘Diriliş’ ise aynı literatürden piyasaya çıkan ikinci ‘en-çok-satan.’ Gazete başlıkları ulus-devletin kurucu hikayelerinden biri olan Kurtuluş Savaşına referansla konuşmakta istikrarlıydılar. Dış medyada ise istikrarlı olmasa da ‘sadece Türklerin yapabileceği bir geri dönüş’ anlatımını görmek mümkündü. ‘Türkün gücü’ bir kez daha gösterilmiş oldu; Dünya’da unuttuysa hatırlamış oldu bu arada. Tabii maç 2-0 iken Çek Cumhuriyeti’nin topunun direkten dönüşü ve aynı pozisyonda Emre Aşık’ın sakar müdahelesiyle Jan Polak’ın kafasını yarması maçın dönüş anıydı.(Maç sonrası o pozisyonun penaltı ve kırmızı kart ile cezalandırılabileceğini söyleyen ‘babayiğit’ yoktu pek.) İşte futbolun olumsallığı burada yatıyor. Futbol topunun yuvarlaklığı, ayakla ve 22 kişiyle oynanışı, açık havada oynanışı futbolu çoğu noktada tahmin edilemez kılar. Az maç oynanan ve tansiyonun yüksek olduğu turnuvalarda ise bu olumsallık uzun vadeli yarışmalara göre çok daha barizdir. Dünyanın en iyi kalecisi sayılan Petr Cech topu elinden kaçırdığında Nihat da şaşırmıştı aslında. Ama yine de uyanıktı ve golü attı. Turnuvlar da bu yüzden keyifli, Yunanistan’ın 2004’teki şampiyonluğu da öyleydi.



Dünya medyasına baktığımızda da ‘medeni’ ve ‘medenileşememiş’ futbol ikiliğinin en bariz işlendiği makalelerden biri Rob Hughes’ün kaleme aldığı ve New York Times’da yayınlanan makale oldu. Volkan’ın son dakikada yaptığı hareketi ‘mağara adamı’ hareketi olarak niteleyerek ciddi tepki çekti Türkiye gazetelerinden. ‘Tam başarıyı yakaladıkları anda Türk olduklarını gösterdiler’ tonu aynı söylem içinden milli takımı ve ulusal değerleri yücelten ana-akım Türkiye medyasını paradoksal bir şekilde kızdırmış gözüküyor. Burada futbol ve üzerine geliştirilen tanımların kayganlığının ve istikrarsızlığının altını çizmeliyiz.



3.Dünya milliyetçiliklerine atfedilen bir süreç de, halkın geri kalmışlığını vurguladığı kadar halka özgü bir karakteristiği de vurgulamaktır. Türklerin azimli oluşu, pes etmemesi, savaşçı oluşu böyle bir çerçevede anlaşılabilir. Güreş, atıcılık gibi sporların bir ‘Türk’ tarihine bağlanarak Dünya şampiyonlukları kutlanması da bunla anlaşılabilir. Ancak futbol dünya kamuoyunu yoğun bir şekilde oyalayan bir spor olmasıyla farklı bir boyut taşıyor. Kuralları Batı Avrupa’da koyulan, ‘modern’ bir oyun olan futbolun sahnesinde boy göstermek, modern dünyaya ‘biz de varız’ demek oluyor bir anlamda; hem de Türklüğümüzü kaybetmeden. Yazının bundan sonraki kısmı bu bağlamda futbolun saha içindeki taktiksel yönü üzerine spekülasyon yaparak, futbolla yakından ilgilenenlere hitap ediyor.



Futbolun taktiksel boyutunu tartışmanın her daim spekülatif bir doğası olduğunu düşünüyorum. Bunun sebebi de futbolun keyifli kısmının olumsallık kavramında yatması. Taktiği böyle yaparsan böyle olur, antrenör şunu yaptı böyle oldu açıklamaları hiç bir noktada kesin ve belirleyici olmamaya mahkum. Çek Cumhuriyeti maçı gibi bir çok maç var ki, ne ayrıntılı bir taktiksel analiz ne de istatistiksel tablo maçı açıklayabilir. Yine de spekülasyonuma devam etmek istiyorum.



İlk olarak modern futbolun taktisel boyutunu tanımlayan birkaç terimden bahsedelim. Modern futbol denilen oyun, kaleci, defans, orta saha ve forvet hatlarının birbiriyle ilişkilenmesi üzerine kurulu. Bu hatlar üzerinde farklı pozisyonlarda oynayan oyuncular birbirleriyle koordinasyon içinde oynayarak antrenörün taktiksel şemasını yansıtmak durumdalar. İyi bir modern futbol performansı bu şemanın oyuncular tarafından başarıyla yansıtıldığı, görevlerin etkin bir şekilde yerine getirildiği bir görüntü verir. Oyunu tanımlayan iki değişik bölüm var. Takımın topa sahip olduğu ve sahip olmadığı anlar; toplu oyun ve topsuz oyun. Modern futbolun vaadi, iki bölümde de takımın belirli bir şemayı takip etmesi ve takım olarak bir şemaya tabi kalmasıdır. Bu şemaya uygun maçları kuşbakışı seyrettiğimizde takımın belirli çizgilere, istikrarla uyduğu (en azından fiziksel kondisyon yettiği sürece), maçların belirli paternler üzerinden okunabildiğini görürüz. Özetlemek gerekirse modern futbol, toplu ve topsuz bir oyunun sistematik bir düzeni izlemesidir. Mahalle futbolunun modern futboldan ayıran da bu düzeneğin ayrıntılı olarak formule edilmemiş olması ve ‘taktik’ denilen direktifler toplamının var olmayışıdır. Dolayısıyla mahalle futbolu, modern futbola göre ‘geri kalmıştır.’



Hatlar arasındaki koordinasyondan bahsettik. Modern futbolda hatlar arasındaki koordinasyonu tanımlayan ise takımın kollektif hareketidir. Yalnız bu hareketin yönü çok önemli. Sahanın enlemesine, boylamasına ve diyagonel olmak üzere 3 değişik eksende düzenli olarak uygulanması gerekir. Bu şablona bakınca oyunculardan beklenenin, oyunun kurallarına uymak ve antrenörün direktiflerini uygulamak düzeyinde ‘modern’ olması beklenir. Kafasına göre hareket eden oyuncular ‘mahalle topçusu’ olarak nitelenerek modern futbola uyumsuzlukları vurgulanır. (Burada oyuncuların kişisel karar ve yaratıcılığın futboldan hiç bir zaman yok olmadığını, ancak modern futbol anlayışı içinde bu karar ve yaratıcılığın belirli bir kalıp içerisinde uygulanabileceğinin öngörüldüğünü söylemek gerek.)



İddiam şu; Fatih Terim’in takımlarının zaman zaman sistematik ve bilinçli olarak ‘modern futbolu’ askıya aldığı, ‘modern futbola’ uygun olmadığı düzeyde başarılı olduğunu düşünüyorum. Bu anlarda da farkında olmadan ‘kendi modern futbolunu’ sergilediğini düşünüyorum. Modern; çünkü o statta, o topla va o zamansallık içinde performe ediliyor. Amacım pre-modern ve Türklere özgü bir futbolun yaratılıdığını iddia etmek değil.

Aynı Fatih Terim’in İtalya macerasından itibaren ise ‘modern futbolu’ taklit etme düzeyinde benimseme çabası içinde olduğunu, birçok değişik faktörle de birleştiği düzeyde başarısızlık yaşadığını düşünüyorum. Fatih Terim’in başarılı olan sistemlerinde radikal düzeyde farklı olan ise şuydu: toplu ve (özellikle) topsuz oyunda yatay hareketi mümkün olduğu kadar askıya alması, ve tek dizgede oyunu kurması. Çek Cumhuriyeti maçının son 20 dakikasında yaşananın da böyle bir niş olduğunu düşünüyorum. Özellikle başarılı olamayan bir ‘modern futbol’ anlayışının askıya alınışı zorunluluk üzerine yapılmış olabilir. (son 20 dakika, takım 2-0 mağlup, ‘risk’ almak adına herşeyin denenmesi gereken bir an.) Niyetlenmeyen sonuç olarak bu ‘bilinçsiz’ öne çıkışın ağır ve hareketsiz Koller’i oyundan tamamen sildiğini ve Çek Cumhuriyeti’nin ‘hedef adam’ taktiğini kilitlediği barizdir. Topu 70 dakika boyunca hedef adama yönlendirerek rahat bir futbol oynayan Çek Cumhuriyeti ise bu hamle karşısında tıkanmış ve toplu oyunu oynayamamıştır.



Özellikle Fatih Terim’in Galatasaray’la yaşadığı 2000 Uefa Kupası yolculuğunu düşünelim. Sağ ve sol savunma oyuncularının orta saha üçlüsü ve forvet ikilisiyle birleşip, sistematik bir şekilde savunma-orta saha-fovet düzlemini kayganlaştırdığı, hatların yatay uyumundan çok rakibin üzerine doğru dikey bir hücum pres uyguladığını hatırlamalıyız. ‘Fatih Terim’ modeli denilen sistem buydu. Bunun sistematik bir düzensizlik olduğunda ısrar ediyorum.



‘Modern futbol’ dediğimiz oyunun iyi uygulayıcılarının ve tanımlayıcılarının Batı Avrupa takımları olduğunu, gösterişsiz oyunlarıyla eski Doğu bloku futbollarının ise sistematik oyunu benimsediğini ve bu oyunun başarılı özneleri olduğunu düşünüyorum. Bu küresel dağılımda Türkiye futbolu’na ‘Avrupa’nın Brezilya’sı’ denmesi ilginç bir nokta. Dribling’i baz alan oyunun yanında kum ve samba dansı gibi toplumsal hafızada yer eden süreçlerin kesiştiği noktada farklı bir futbol olan ‘Brezilya futbolu’ ortaya çıkmış olabilir.[i] Top, çim saha ve diğer futbolcular gibi materyal gerçekliklerle / objelerle öznelerin nasıl ilişkilendiği toplumsal hafızadan bağımsız anlaşılamaz muhakkak. Futbolun spesifik oynanışlarını belirleyen süreçler de bu şekilde açıklanabilir. Avrupa futbolu ile sürekli ilişki içinde (yine modernleşme süreciyle birlikte okunmaya çalışılırsa, bu ilişki sürekli bir arzulama ve örnek alma ilişkisi olabilir) olsa da farklı bir toplumsal hafızanın futbol üzerinde önemli bir etkisi olduğu yadırganamaz.



Aslında geldiğim nokta şu: Brezilya örneğinde kum üzerinde oynanan futbolun ve samba dansının taşıdığı ayak çabukluğunun yarattığı hafıza, Türkiye örneğinde toprak sahalar, asfalt yollar ve ‘mahalle futbolu’ düzeyinde sorgulanabilir. Çarpıcı bir iddiayla özetlersek; yatay hareketin eksikliğiyle ‘modern’ futboldan radikal bir şekilde ayrılan ‘mahalle futbolu’nun Türkiye milli takımının futboluna olan katkısı, oyunu kendi sahasında kabul ettiği noktalarda Fatih Terim’in takımlarında tıkanıklıklar yaratıyor olabilir. Kurtuluş Savaşı anlatılarıyla parallellik gösterdiği düzeyde ‘saldırın’ direktifi, resmi tarihle olduğu kadar futbolun taktiksel şeması üzerindeki ‘dikey’ hareketle çakışıyor olabilir. Saldırma eyleminin yatay bir hareketi çağırdığından daha çok dikey ve ‘ileri’ bir hareketi çağırdığını iddia etsem çok abes kaçmaz umarım. Aslında ikinci bölümde demek istediğim, futbolun tüm aktif failleri tarafından olmasa da Fatih Terim örneğinde bariz olan bu paralellikler, futbolun sadece medyada konuşulma biçimini değil, sahada oynanma biçimini de etkiliyorsa şaşırmamalıyız.



Tartışmaya, araştırmaya ve spekülasyona açık olan bir alan olan futbolun toplumsal süreçlerden bağımsız anlaşılması imkansız. Eleştirel bir bakışın sunulmaktan kaçınıldığı bir alan olarak kalır ve problematize edilmezse, hegemonik milliyetçiliği besleyen bir kurumsal söylem-pratik alanı olarak kalmaya mahkum futbol. Belki de ‘kötü’ ve ‘milliyetçi’ olarak eleştirel yaklaşımdan dışlandığı düzeyde futbol, siyasi olarak daha etkin bir alan oluyor olabilir.



Küreselleşme, ticarileşme, Avrupa Birliği ve son 20-30 yılı domine eden birçok makro süreç içerisinde yönetimsel ve teknik açıdan sorgulanan futbol, birçok değişik sorunsal ile karşımıza çıkıyor. Brezilya doğumlu Marco Aurelio’nun ‘Mehmet’ ismiyle milli takıma kabul edilişi, kadınların giremeyeceği bir alan olarak tasviri, yarattığı eşitsiz kazançlar (Fatih Terim’in maaşının aylık 100-150 bin YTL olduğunu belirtelim) ve birçok farklı boyutuyla tartışmaya açık bir alan futbol. [ii]



Can Evren, 17 Haziran 2008

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, Son Sınıf Öğrencisi.



[i] Özcü olduğu düzeyde samba ve futbolun ilişkilenişini önerdiği için benim futbola bakışımı etkilemiş bir çalışma Antonio J. Muller’in ‘The Sport Journal’da yazdığı, “Soccer Culture and Brazil” makalesidir. (2004 Kış Sayısı.) http://www.thesportjournal.org/article/soccer-culture-brazil

[ii] Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan’ın çalışmaları çok daha ayrıntılı ve teorik bir düzlemde bize yol göstermeli.

Hiç yorum yok: