İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

27.03.2007

Karmaşadan Zafere

24 Mart Cumartesi günü Atina’da unutulmaz bir maç oynandı. Bu öyle bir maçtı ki kazanan tarafın oyuncuları bile ne kadar önemli bir iş yaptıklarını ve tarihe geçtiklerini bildiklerinden, maç sonrası sanki bu işi her hafta yapıyorlarmış gibi gayet sakin bir şekilde sevindiler. Tarihe geçerken vakur duruşlarıyla, efendilikleriyle geçtiler. Oyuncuların hepsi tüm dünya tarafından fotoğraflarının çekildiklerinin farkında olan olgun siyaset adamları gibiydi. Maç da siyasi yönü ağır basan bir maçtı zaten. Ne mutluyuz ki, kazananlar ait olduğumuz ülkenin, ulusun temsilcileriydi. Uzun bir aradan sonra ilk kez temsilcilerimle gurur duydum ve gerçekten beni temsil ettiklerini hissettim. Kazanmaktan çok öte bir şey bu. Bir futbol takımını kendinizle özdeşleştirmek demek bu. Hiç gitmediğiniz Atina’ya onlarla gitmek, hiç tanışmadığınız Yunanlara kendinizi onların aracılığıyla tanıtmak demek bu.

Eminim ki çoğu Yunan, maç skorundan çok maç öncesinde ve sırasında yaşananlardan utandı. Ve aynı Yunanların tek gurur duydukları an milli takımımızın alkışlandığı andı. İşte yaşanmış malum olaylardan sonra Türkiye artık A milli futbol takımıyla gurur duyabilir. Bu maçta milli takım 3 puandan daha önemlisini, halkın güvenini ve desteğini kazanmıştır. Umarım bazı alışkanlıklar geçmişte kalmıştır ve önümüzdeki maçlarda milli takımımızın Yunanistan maçındaki duruşu devam eder.

Maça gelirsek, maç öncesi açıklanan kadrodan başlayalım. Kale ve defansta Gökhan Zan dışında sürpriz yoktu. Gökhan’ı ise açıkçası ben Norveç maçında sahada bekliyordum. Demek ki Terim oyuncusuna güvenmiş ve formayı vermiş. Bu maçta da görüldü ki, defans ikilimiz Gökhan ve Servet olmalı. Bu ikili de mutlaka ısrar edilmeli ki beraber oynamaya alışsınlar. Şansız bir şekilde maçın başında İbrahim Üzülmez’in sakatlanması defansımızın dengesini bozacak diye endişelendim ama yerine giren Volkan pozisyonunu iyi savundu. Artık şuna inanmalıyız: Şans vermediğimiz sürece ülkemizde belli isimlerin dışında bazı pozisyonlar için alternatifsiz kalacağız. Oysa alışıldık isimlerin dışında formunu yükselten yeni oyunculara formayı verirsek, o zaman yeni yıldızların doğuşuna tanık olabiliriz.

Bu oyuncuların süper yıldız olmaları da gerekmez, işlerini yapsınlar, hatta belki de sadece o maç için işlerini yapsınlar yeter. Volkan Yaman belki de bir daha hiç milli olmayacak, belki milli formayı hiç çıkarmayacak ama Yunanistan maçındaki oyunuyla hep hatırlanacak. İşte bazen maçlar Volkan gibi oyuncuların da performansıyla kazanılır. Orta sahada ise Terim cesur bir kurguyu tercih etmişti: Alkmaar karşısındaki Fenerbahçe’nin Appiah yerine Sabri’nin oynadığı orta sahası. Bu orta saha ile FB, Hollanda’da ilk yarı iki gol bulmuştu ama ikinci yarı da iki gol yemişti. Maç öncesi kadroyu gördüğümde gol atacağımıza olan inancım arttı ama kaç gol yiyeceğimizi tahmin edemedim. Peki maçta ne oldu? Aslında Yunanların oyunu hükmetmelerine hem de bu orta sahayla maç boyunca izin vermedik.

Oyunu istediğimiz gibi yönlendirdik. Ancak çok müsait iki tane gol pozisyonu verdik ki ikisinin de kaçması mucize gibiydi. İki pozisyon da tamamen kişisel hatalardan doğdu. Attığımız ikinci ve üçüncü gollerin de maçlarda kalecilerin kurtarmasına alıştığımız şutlardan gelmesi bizi şöyle bir sonuca götürebilir mi? Kaybedebilirdik. Evet, kaybedebilirdik ama maç boyunca çok daha üstün oynadığımızı kimse inkâr edemezdi.

Bence de önemli olan, kupaların, şampiyonlukların kazanılmasına, turların geçilmesine neden olan iyi oyunu istikrarla sürdürmektir. İşte milli takımımızda sonuçtan bağımsız olarak bu iyi oyunun ışıklarını gördük. Sonuç sadece oyunumuzun meyvesi oldu ve oldukça tatlı oldu.

Terim’in maç öncesi Şükür ve Gökhan Ünal’ı beraber oynatma kararı planlanmış bir stratejinin ürünüydü bence. Bu karar daha ofansif bir oyun ortaya koyma isteğinin dışında Yunanistan’a ileride de baskı kurma amacından kaynaklanıyordu. Stratejimiz kazandığımız topları hızlı paslarla rakip ceza sahasına taşımak ve forvetlerimizi pozisyona sokmaktı. Bu planı da kısmen gerçekleştirdik. Sadece benim görüşüme göre Şükür daha fazla baskı yapabilirdi, tabi on sene önce olsaydı bu onun için daha kolay olurdu. Yine de bu maçta bence Hakan Şükür Yunan defansını iyi meşgul ederek iki golde de önemli katkılarda da bulunmuştur. Bazılarının acımasızca yazdığı gibi takımını on kişi falan oynatmamıştır.

Yunanistan maçı Terim’in yeniden yaratmaya çalıştığı milli takım için önemli bir dönüm noktasıydı. Terim bu noktayı büyük bir başarıyla aşmayı bilmiş ve önümüze daha güvenle bakmamı sağlamıştır. Çarşamba günü yapacağımız Norveç maçı ise cumartesi yaptıklarımızı kazanca çevirme maçımız olacaktır. Çünkü bu grubun birincisi olmayı hedefleyen takımın söz konusu iki maçta 6 puan hedefi olmalıdır. Üç puanımız cepte ama diğer üç puanı almadığımız sürece kendimizi avantajlı görmemeliyiz. Hatta ben Norveç maçından mutlak galibiyet bekliyorum ve beraberlik her ne kadar liderliğimizin sürmesi demekse de evimizde Norveç’e puan kaybetmenin ileride başımızı ağrıtabileceğini düşünüyorum. O zaman Norveç maçına geçebiliriz.

Bildiğimiz üzere Norveç maçı Frankfurt’ta seyircisiz oynanacak. Böylece cezamızı tamamlayacağız. Seyircisiz maç coşkusuz ama aynı zamanda da baskısız maç demektir. Türkiye bu maça o kadar rahat ve Norveç de o kadar diken üstünde çıkacak ki, tahminimce maç içinde oldukça gerginlik yaşanacak. Norveç sert oynayacak. Sinirlerimizi yıpratmak için ellerinden geleni yapacaklar. Ancak ne yaparlarsa yapsın gol atmaları gerek. Şanslıyız ki benim çok beğendim Pedersen cezalı. Kaldı ki o Pedersen Norveç’in sayılı yetenekli futbolcularından. Carew ve Riise’ye çok dikkat etmeliyiz. Sağ kanadımız yine Hamit-Sabri ikilisine emanet olacaktır ve özellikle bu yıl iki kez Riise’ye karşı oynayan Sabri’nin sağ kanadımızı kapatacağına inanıyorum. Sol kanadımızda ise defansta Volkan, önünde Tuncay oynayacak sanırım ve bu kanadı hücum için düşünebiliriz. Bu maçta da duran toplara ve karambol pozisyonlara dikkat etmemiz gerekiyor.

Terim’in kadrodaki diğer tercihleri de sanırım şöyle olacaktır. Volkan Demirel Yunanistan maçında yaptığı inanılmaz iki hataya rağmen Norveç maçında da kalede olacaktır. Bence Volkan ne kadar tecrübe kazansa da bu tür hataları yapmaya devam edecek. Bu maç için başka alternatifimiz yok ama gelecek maçlarda, sakar kaleci özellikleri sergileyen Volkan seçeneğini daha çok düşünmemiz gerekecek. Defansın kanatlarını yukarıda belirledik ancak merkezde Servet’in yanında oynayacak oyuncu soru işareti. Büyük ihtimalle Emre oynayacak burada ve uzun bir zaman sonra Emre’yi ulusal bir maçta izleyeceğiz. Kendisinden az hatalı bir maç çıkarmasını bekliyoruz.

Orta sahanın ortasında ise Aurelio ve Tümer’in bu maçta da oynamasını bekliyorum. Üçüncü oyuncu ise Emre Belözoğlu olmalı. Hem aklandıktan sonra kendisini dünyaya göstermek için bir şansı daha hak ediyor, hem de milli takımın ona ihtiyacı var. Ben olsam forvette Gökdeniz’i tercih edip yanına da Tuncay’ı koyardım. Bu durumda Emre’yi sola çekip, defansın önüne Tugay’ı koyardım. Ama benim kadromda Şükür’e yer yok. Tahminimce Terim, Şükür’ü yine kesmeyecek ve yorgun ayaklara dört günde ikinci maçını oynatacak. Şükür bu maçta Norveç defansından birini peşinde koştursa yeter ama benim izlemek istediğim milli takımın forveti daha hareketli. Neyse sonuç olarak tahminimce Terim, Yunanistan karşısında sakatlanan Gökhan Ünal’ın yerine Emre’yi oynatacak. Ve yine tek forvetli sisteme döneceğiz.

Milli takım grubunda ilk yarının sonuna yaklaştı ve çok büyük ihtimalle ilk yarıyı lider bitirecek. Bence kritik bir eşik atlatıldı ve bu saatten sonra elemeleri geçememek çok yazık olur. Ama yine de bazılarının yaptığı gibi takımımızı elemeleri geçmiş gibi erkenden göstermek, sadece oyuncularımıza zarar verir. Hele bu konuda oyuncularımızın ne kadar kırılgan olduğunu biliyorken.

Son olarak biraz da futbol dışı birkaç noktaya değinmek istiyorum. Maçı büyük bir heyecanla bekledim. Sanırım maç öncesi yazmam, maçı benim için daha da önemli bir hale getirdi. Sanki maçı izlemek için ortakafagol yönetimi tarafından görevlendirilmiştim.

Tüm dostluk mesajlarını okudum/dinledim/izledim. Maç öncesi son durum programlarını izledim. Stattan canlı yayınları izledim. Önemli bir milli derbi vardı ve aynen yerli derbilerimizde olduğu gibi bu derbide de rakip seyircinin maça girmesi yasaktı. Ayıbımızı komşumuzla paylaşmıştık. Yan yana maç izlenen günlerden, aynı şehirde bile maç izlenemeyen günlere gelmiştik. Keşke birileri bir jest yapsa da, evimizde oynayacağımız maça Yunan dostlarımızı davet etse. Bir kampanya olsa da her Türk seyircinin bir Yunan dost getirmesi istense. İşte o zaman o çirkin pankartları açanlara, o küfürlere, ıslıklara en güzel cevabı vermiş oluruz.

Maç oynanırken çok zevk aldım, çok mutlu oldum, gollerde havalar uçtum ve tek başıma, odamda hopladım-zıpladım. Benim için bu maç böyle önemli iken yan odada eşimin ilgisizce başka bir şeylerle ilgilenmesi beni tekrar düşüncelere sevk etti. Yine futbolu her şeyin önüne almıştım ve tüm ulusun benimle aynı düşünceleri paylaştığını düşünmüştüm. Ama nüfusun belki de yarısı maçı takip etmiyordu bile. Bu durumda Atina’da mücadele edenleri, temsil ettiklerini düşündükleri halkın sadece yarısı önemsiyordu. Diğerleri için sıradan bir gündem maddesiydi. Maç bitti, hemen maç sonrası görüntülerin, yorumların peşinden koştum ve hiçbirini kaçırmamaya dikkat ederek hepsini izledim. Futbolcuların sakin tavırları çok hoşuma gitti. Terim’in açıklamalarının bir kısmını fazla iddialı buldum. Özellikle önceki 1-4 den bahsederken.

Oysa Fatih Terim tüm maç öncesiyle-sonrasıyla çok olgun tavırlar sergilemişti. Ama arada konuşmalarının satır aralarına fazla takılırsanız sanki Terim’in TV’de konuşurken, söylemek istediklerinin sadece bir kısmını söyleyen, söylemediklerini de ima eden bir portre çizdiğini görürsünüz. Öte tarafta Ulusoy tüm haşmeti ve kadrosuyla ekrandaydı ve böyle bir zafere ne kadar ihtiyaç duyduğunu pek saklamadan futbolcuların alın terinden kendine yine pay çıkarma çabası içindeydi.

Takımı 2008 finallerine götürenler, Nobel’i tebrik etmek için ıkınıp sıkılıp, ilk futbol zaferinde daha terler kurumadan tebrik mesajı gönderenler, birkaç saat önce söylediklerini unutanlar, tükürdüklerini yalayanları dinledim. Bir kez daha 90 dakika boyunca içimde doğup büyüyen umudun ömrü erken tükendi. Kendimi hiç olmadığım kadar yalnız hissettim ve TV’yi kapatıp başka işlerle ilgilendim. Keşke maç sonrası sadece futbolcular ve teknik adamlar konuşsa. En azından onlar konuştuğunda sadece futbol için endişeleniyoruz. Diğerleri konuştuğunda ise aslında belki de endişelenmemiz gereken en son şeyin futbol olduğunu fark ediyoruz.

La Liga'da 27. Hafta Sonrası

La Liga’da 27. hafta öyle çok matah maçlara sahne olmadı açıkçası. Zirve yarışındaki altı takımdan dördünün kazandığı hafta sonunda, lider Barcelona ile Sevilla rakiplerinden biraz ayrıldılar. Zaragoza’ya kaybeden Atletico için ise artık şampiyonluk yarışı bir kenara, şampiyonlar ligi yarışı çok daha anlamlı. Bu şekilde kaybederlerse onları UEFA yarışının da içinde görebiliriz.

Lider Barcelona Eto’o’nun çok iyi bir oyun ortaya koyduğu maçta Recreativo’yu 4 golle geçti. Barca için zor olabilecek maç daha 2. dakikada gelen golle kolaya dönüştü. Devre sonuna doğru çok iyi oynayan Barcelona, ilk yarı bitmeden farkı 3’e çıkarıp, maçın sonlarında Messi ile buldukları golle de maçı 4-0 kazandı. Şampiyonlar liginden elenen Barcelona için artık tek hedef lig ve Barca’nın bundan sonra performansının artması muhtemel. Bu nedenle Barcelona’nın Avrupa’da mücadeleleri devam eden Sevilla ve Valencia’ya oranla avantajlı olduğunu söyleyebiliriz. Real Madrid’in ise bu performansıyla zaten şampiyon olması sürpriz olacak.

Haftanın en büyük sürprizini Valencia’yı deplasmanda 2-0 yenen Racing Santander gerçekleştirdi. Bu galibiyetle puanını 40’a yükselten Racing UEFA kupası için şans yarattı kendine. Bu sezon gösterdikleri performans gerçekten olağanüstü. Valencia ise zaten deplasmanlarda başarılı olamayan bir takım olarak, en önemli gücü olan sahasında böyle bir yenilgi alarak şampiyonluk yarışında mühim bir kayıp yaşadı.

Sevilla, ligde kalma yarışındaki Celta’yı 2-0’la geçerek zirvede Barcelona ile olan puan eşitliğini sürdürdü. Sevilla’nın ligin ilk yarısındaki performansına hala daha erişemediğini görüyoruz. UEFA kupasında alınan Shahktar galibiyeti takım da moralleri hayli yükseltti, Celta galibiyeti de bunun cilası oldu. Geride kalan haftalarda Barcelona’ya oranla şanslarının biraz daha az olduğunu düşünebiliriz ama beklentimiz Sevilla’nın bu yarışı son haftaya kadar sürdürmesi.

Real Madrid’i ise inanın yazmak istemiyorum. 85 dakika 10 kişi oynayan Nastic karşısında bile etkili değillerdi. Herhalde ikinci yarıda oyuna giren Robinho takımı hareketlendirmese, daha doğrusu takımdan ziyade kendi hareketliydi, bu maçta bile puan kaybı yaşamaları söz konusuydu. Hücum üretkenliği bu kadar az olan Real Madrid’in şampiyon olmasını beklemek diğer takımlara haksızlık olur. Bence Capello’nun amacı takımı ilk dört içinde tutmak olmalıdır. Zaragoza’nın da enselerine geldiğini ve zorlu maçları azalacak olan Atletico’nun da varlığını düşündüğümüzde onları şampiyonlar ligi dışında görebiliriz.

Gelelim haftanın en önemli ancak NTV tarafından yayınlanmayan maçına. Real Zaragoza ile Atletico Madrid maçı ligin beşincisiyle altıncısını karşılaştıran maçtı. Maç sonunda gülen taraf 1-0’lık skorla ev sahibi Zaragoza oldu. Bu sonuçla Zaragoza 46 puana yükselirken, Atletico 43 puanda kaldı ve liderin tam 10 puan gerisine düştü. Zaragoza ise bu aldığı galibiyetle şampiyonluk için olmasa bile şampiyonlar ligi yarışında söz sahibi olacağını bir kez daha gösterdi.

Recreativo, Barcelona karşısında varlık gösteremeyip 4-0’lık mağlubiyet ve 41 puanla 7. sırada yer alırken, Valencia’yı 2-0 yenen Racing Santander puanını 40’a yükseltti ve haftayı 8. sırada tamamladı. 10 kişilik Deportivo karşısında 1-0 mağlup olan Getafe’de ise bu aralar bir düşüş gözleniyor ve haftayı 38 puanla 9. sırada tamamladılar.

Bu haftayı yine 38 puanla kapayan bir başka takım ise İspanya’nın UEFA kupasındaki üç takımından biri olan Espanyol’du. Levante’ye 1 puan kaptırarak bitirdiler haftayı. Real Sociedad karşısında 1-0 yenik durumdan maçı tekrar beraberliği getirerek bir puan alan Villarreal’de haftayı 11. sırada ve 37 puanla tamamladı. Arizmendi’nin kırmızı kart gördüğü ve maçın büyük bölümünde 10 kişi oynamak zorunda kalmasına rağmen, Getafe’yi 1-0’la geçen Deportivo ise 36 puanda yer alıyor. Athletic Bilbao deplasmanından 3-0’lık galibiyetle dönen ve puanını 34’e yükselten Osasuna 13. sırada. Öyle bir sıralamada olan bir takım olmasına karşın +1 averaja sahip olması dikkat çekici. Real Betis’i maçın 1. ve 2. dakikalarında attıkları 2 golle 2-0 yenen Mallorca rakibinin üzerine çıktı bu maç sonrası. 32 puandalar ve 14. sıradalar. Kendi sahasındaki son dört maçı kazanan bir takım olarak ligde kalma şanslarını epeyce artırdılar. Real Betis ise ligin ikinci yarısındaki ilk yenilgisini bu maçla almış oldu ve 31 puanla 15. sırada bitirdi haftayı.

Şu an itibariyle ligden düşme endişesini daha yakından hisseden beş takıma geldi sıra. Haftayı karlı kapatanlardan biri Levante’ydi. Espanyol deplasmanından puanla dönmeleri kendileri açısından iyi bir sonuç. 28 puandalar ve 16. sırada yer alıyorlar. Artık toparlanamayacakmış gibi görünen Celta ise Sevilla deplasmanında maçı 2-0 kaybetti ve 27 puanda kaldı. Hem Levante’den hem de Celta’dan daha kötü durumda olan takım ise 18. sıradaki Athletic Bilbao. Çok önemli bir düşüş gösteriyorlar. Son yedi karşılaşmadan beşini kaybedip, dört puan alabilen Athletic tehlikeyi bu aldığı sonuçlarla çok derinden hissediyor. Acaba ligde kalır mıyız? Diyerek son maçlarda önemli bir çaba gösteren Nastic bu hafta 85 dakika 10 kişi oynamış olmasına rağmen Real Madrid’den puan alacak bir oyun da ortaya koydu ancak maçı 2-0 kaybetti. Kendine güveni gelmiş görünen Nastic’in kalan haftalarda çok zorlu maçları yok. Birçok rakibine oranla bu konuda biraz şanslılar. Real Sociedad ise Villarreal deplasmanından bir puanla dönerek puanını 18 yaptı. Bu hafta oynayacakları Levante karşılaşması çok önemli bir maç. Eğer bu maçı kazanabilirlerse kalan maçlarda onlarda umutlanacaklar. Onların fikstürü Nastic kadar iyi değil. Önlerinde oldukça zor maçlar var. Bu haftalarda rakiplerine biraz yaklaşabilirlerse son üç dört maçları daha cazip görünüyor.

Haftalar ilerledikçe ligde kalma mücadelesi veren takımların pozisyonları değişse de isimleri değişmiyor. Son bahsettiğimiz beş takımın arasından üçünün düşme ihtimali hayli fazla. Betis’in bu hattan uzaklaşmasını bekliyorum ancak Mallorca bu beş takım arasına ilerleyen maçlarda girebilir. Mallorca bu hattan kopmaz da son maçlara düşme potasında girerse son dört haftada Sevilla, Real Madrid, Valencia ve kendisi gibi ligde kalma yarışında olan Athletic ile karşılaşacağından dolayı işi çok zorlaşabilir.

Önümüzdeki üç dört maç sonunda bazı şeyler daha da netleşebilir ancak muhtemelen belki üç takım için olmasa bile düşecek son takım son maçta belli olacaktır. Şampiyonluk yarışında Valencia’nın bu hafta yaşadığı kayıp sonucunda Barcelona’nın rakiplerine oranla çok daha avantajlı hale geldiğini söyleyebiliriz. Sevilla ise performansındaki gelgitlere rağmen en önemli rakibi olacaktır. Valencia onlara yaklaşabilir yeniden ancak Real Madrid, Zaragoza ve Atletico Madrid’in mücadeleleri daha çok şampiyonlar ligi için olacak görünüyor.

Son olarak haftanın kadrosuna bir bakalım;

Kalede; Osasuna kalecisi, eski Man.Utd.’li Ricardo haftanın en başarılı kalecisiydi.

Savunmada; Osasuna savunmasından Izquierdo, Racing savunmasının bu sezon parlayan isimlerinden Ruben, Espanyol’dan Jargue ve Deportivo’nun Arjantinlisi Coloccini

Orta Sahada; Mallorca’dan İbagaza, Real Madrid’e galibiyeti getiren Robinho, Real Sociedad’dan Savio ve Sevilla’dan Enzo Maresca.

Forvette; Zaragoza’dan Diego Milito ve Barcelona’dan Eto’o.

23.03.2007

Bir maçın acısını ömür boyu çeken kaleci: Gyula Grosics

Altıpasta Tek Başına köşesine yazı yazarken, genellikle önce size bir sonraki yazıda anlatacağım isimleri duyuruyor ve bu isimlerle ilgili araştırmaları daha sonra yapıyorum. Grosics ve Gilmar’ı bir arada hatırlayacağımızı yazdığımda da durum aynıydı. Ancak, Grosics’le ilgili araştırma yapmaya başladığım zaman gördüm ki bu büyük kaleciyi, 1950’lerin Macar Milli Takımı’ndan ayrı tutmak imkansız gibi. Grosics, belki de 20. yüzyılın en iyi kalecileri listesinde, ülkesiyle en çok bütünleşmiş isimlerden birisi. Bu sebepten dolayı affınıza sığınarak bu yazıda hem Grosics hem de futbol tarihini değiştiren Macaristan takımını bir arada ele alıyorum. Gilmar, bir sonraki yazıya kalıyor.

Internetten yaptığım araştırmalarda Grosics ismini girdiğim zaman, kalecinin kariyerinden çok 1954 finali ve sonrasına ilişkin sayfalar çıkıyor. Tabi aranızda Macarca bilen varsa belki de o sitelerde daha ayrıntılı bir şeyler bulabilir. Elimizdeki bilgileri şöyle bir derleyelim; Gyula Grosics 4 Şubat 1926 tarihinde, Macaristan’ın Dorog kentinde doğar. Futbola 1947 yılında Mateosz klubünde başladıktan sonra, 1950’de Milli Takımın da iskeletini oluşturan Honved’e transfer olur ve takımın 1950-56 yılları arasında kazandığı 4 şampiyonluğu görür. Kariyerine 1957’de deyim yerindeyse sürüldüğü Tatabanyai Banyaszi’de devam eder ve doğduğu bölgenin bu takımında 1962 yılında futbolu bırakır. Dediğim gibi kendisiyle ilgili çok az özel bilgi var. Mesela bıkana kadar araştırdım ama boyunu bulamadım. Kaleci olarak en büyük özelliği ise gerektiğinde toplara bir defans oyuncusu gibi müdahale ederek bir nevi “ikinci bir süpürücü” özelliği taşıyan ilk kalecilerden olması. Yine de iyi bir kalecidir heralde çünkü kendisine takılan bir “kara panter” lakabı var. 1949-62 yılları arasında Macaristan Milli Takımının kalesini 86 kez korumuştur. Bu yazı kalecinin futbol sahasından çok, saha dışındaki hayatına odaklanıyor. Zaten inanın, bu yazıyı beğenmez de kendiniz araştırmak isterseniz de karşınıza farklı bir şey çıkmayacaktır.

Hatırlarsanız geçen yazıda 1980’lerin Fransa’sı için çoğu kişinin “Dünya Kupası Kazanamayan En İyi Takım” nitelendirmesi yaptığını yazmıştım. Bu bahtsız takımın ünvanı için en büyük rakipleri 1970’lerin Hollanda’sıyla, 1950’lerin Macaristan’ı olmuştur. Ama herhalde bu iki takım da Dünya Kupası’nda en azından finale ulaşabildikleri için vatandaşın gönlü biraz daha Fransa’ya kaymıştır.

Onlara kimisi “Altın Takım” diyordu, kimisi “Sihirli Macarlar”... Ya da “Muhteşem Macarlar” veya “Yenilmez Macarlar”... Başındaki sıfat ne olursa olsun, 1940’ların sonundan 1956’ya kadar Macaristan Milli Takımı, bütün dünyanın çekindiği bir takımdı ve bir yıl içerisinde birisi futbol tarihini, diğeri ise belki de iki ülkenin geleceğini etkileyen iki maça çıktı. Başta geçen yıl göçen Puskas olmak üzere; Czibor, Hidegkuti, Kocsis, Bozsik gibi efsane isimler Gusztav Sebes yönetiminde çıktıkları her maçta özellikle hücum zenginliği yüksek bir futbol sunuyorlardı. Üst üste 32 maç yenilmeyen Macar Milli Takımı’nın bu rekoru hâlen kırılamamıştır. Daha sonra başladıkları 18 maçlık serinin sonu da bizim 50 yıl boyunca anlata analata bitiremediğimiz zafer olmuştur. Macaristan, ada dışından gelip de İngiltere’yi Wembley’de yenen (bu maçı aşağıda daha ayrıntılı anlatıcaz), ya da Sovyetler Birliği’ni evinde deviren ilk takımdır. Aynı 80’lerin Fransa’sı gibi Macaristan’ın da tacında tek bir mücevher vardır; o dönemde hâlen prestijli olan 1952 Olimpiyat Şampiyonluğu.

Ama aynı Macaristan, futbol tarihinin belki de en dramatik maçlarından birisinin mağdurudur ve bu maçın sonrası şu Balkan filmlerinin adamın yüreğine hançer hançer saplanan hikayeleri gibidir... Hatta mümkünse yazıyı yürek burkan Balkan müzikleri eşliğinde okuyun.

1954 Dünya Kupası Finali, üzerine belgeseller ve hatta bir de film çekilen bir maçtır. 4 Temmuz günü oynanan karşılaşma Alman futbol tarihine “Bern Mucizesi” olarak geçmiştir ve bazı sosyologlar tarafından 2. Dünya Savaşı sonrasında Alman halkının yeniden ayağa kalkışının başlangıç noktası olarak bile görülür. Ne demişler: futbol asla sadece futbol değildir.

Aslında finaldeki iki takım, bizim de 48 yıl ara vermeden önceki ilk ve tek Dünya Kupası grubumuzda karşılaşmıştı. Garip bir fikstür nedeniyle bizim maç yapmadığımız Macaristan, Bati Almanya’yı dağıtmıştı: 8-3 ve Bern’in Wankdorf Stadında 60,000 kişinin önüne çıktıklarında tam 32 maçtır kaybetmiyorlardı. Grup maçlarında perişan ettikleri Batı Almanya finalde bir kez daha karşılarına çıkınca Macarlar, büyük ihtimalle kupayı çantada keklik görmüşlerdi. Ama olmadı. Belki de olmayacağı daha baştan belliydi. Çeyrek ve yarı finali rahat geçen Batı Almanların aksine Macaristan, Brezilya ve Uruguay (hatırlayınız-bir önceki DK’nın finalistleri) maçlarını Puskas’tan yoksun oynamışlar ve uzatmalarda kazanabilmişlerdi. Puskas ise, grup maçında Alman defans oyuncusu Liebrich’ten yediği tekmeler nedeniyle finale zor yetiştirilmiştir. Hatta yarı final maçını başka bir şehirde oynayan Macarlar, uzatma nedeniyle dönüş trenini kaçırmış ve otellerine özel arabalar vasıtasıyla ancak sabaha karşı ulaşabilmişti. Grosics’le sonradan yapılan röportajlarda kaleci, final maçından önceki gece kaldıkları otelin çevresinde sabaha kadar süren bir festival eğlencesi olduğunu hatırlıyor. Buzansky de final maçında belli bir süre sonra yorgunluğun artık dayanılmaz bir hale geldiğini söylüyor. Batı Almanya’nın zaferi açıklamak için Adi Dassler’in ürettiği yeni çivili kramponlar ve hatta doping bile ileri sürüldü. Ancak özellikle ikinci seçeneğe Macar oyuncular da karşı çıkıyor: “Biz o zaman doping kelimesini bile bilmezdik”.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi en iyi oyunlarını kuru zeminlerde döktüren Macarlara inat Temmuz ayında yağmur yağmaya başlamıştı. Karşı takımın en önemli ismi Fritz Walter ise yağmuru ve ağır zemini seviyordu. Walter, grupta oynanan 8-3’lük maçtaki Almanya kadrosundan o gün de sahaya çıkan sadece 3 isimden birisidir. Diğer 8 oyuncu ise, Sepp Herberger tarafından yedekler arasından seçilmiştir. Bu hamle Macarları şaşırtmak için miydi yoksa 8-3 hezimetini yaşayan oyuncuların Macaristan’ın karşısında psikolojik olarak ezilmemesi için miydi bunu sizin yorumunuza bırakıyorum.

Yine de İngiliz hakemin düdüğüyle maça fırtına gibi giren Macaristan olur. 6. dakikada Puşkaş, 8. dakikada Czibor’un golleriyle maç 2-0’a geliverir. Belki de Batı Almanları o gün hezimetten kurtaran isim, bu iki gole hemen 10. dakikada cevap verebilen Morlock’tur. Trafikten dolayı maça 15 dakika geç kalan birkaç seyirci tam sinirden şapkalarını yemeye başlamışlardır ki Rahn 18. dakikada skoru eşitler. Grosics, bu golden önceki korner atışında Shepherd’in kendisine yaptığı faülün verilmediğini söylüyor: “Maçtan 40 yıl sonra o dönemin Batı Alman oyuncularıyla bir araya gelmiştik. Bu pozisyonu hatırlattığım zaman, Shepherd’in her korner ya da ortada beni rahatsız etmesi için Teknik Direktör Sepp Herberger tarafından özel olarak görevlendirdiklerini söylediler”.

Sonrasında geçen yaklaşık 65 dakika boyunca sahnede gol için bastıran Macarlar ve o günkü maçın büyük kalecisi Toni Turek vardır. İkinci Dünya Savaşı sırasında tankçı bir binbaşı olan ve sonrasında Almanya’nın ilk efsane spor spikeri hâline gelen Herbert Zimmerman önündeki mikrofona o güne kadar duyulmamış ve sonradan çok eleştirileceği sözler bağırmaktadır; “Toni sen bir şeytansın, Toni sen bir futbol tanrısısın”. Zimmerman 84. dakikada Rahn’ın attığı ikinci golü ise şöyle anlatır “Schafer ortaladı... Kafa..! Uzaklaştırıyorlar.. Rahn oradan vurmalı... Rahn vuruyor... Gol gol gol gol... .Almanya’nın golü... Almanya 3-2 önde... Bana çılgın deyin... Bana deli deyin...”. Zimmerman’ın bir kaç metre ötesinde maçı Macarlara anlatan Gyorgy Szepesi ise göz yaşlarına boğulmuştur. Bitime iki dakika kala Puşkaş’ın bir golü ofsayt nedeniyle geçersiz sayılır ve Batı Almanya, daha sonra iki defa daha alacağı Dünya Kupası’nı ilk kez o gün kaldırır. Grosics: “Nizamiydi. Orta hakem golü verecekti ama yan hakemin ısrarları sonucunda vazgeçti”.

Buraya kadar anlattıklarımı belki bir yerlerden duymuş ya da okumuşsunuzdur, çünkü tarih çoğunlukla kazananları yazar. Ama Almanlar için “Bern Mucizesi” olan maç Macarlar için “Bern Yarası”dır ve bundan sonrası o günün kaybeden Macar takımı için acı dolu günlerin başlangıcıdır. Bern’deki maçın son düdüğüyle birlikte sevinç gösterileri için sokaklara dökülen Almanların aksine, Budapeşte’deki kalabalık öfke içerisindedir. Maçın üzüntüsü bir süre sonra; mağaza camlarının kırıldığı, arabaların tahrip edildiği, Teknik Direktör Gusztav Sebes’in evine saldırıldığı ve 1948’de ülkede göreve gelen Komünist yönetime karşı sloganların atıldığı bir gösteriye dönüşür. Hatta sonradan, yukarıda andıklarımızla aynı kabileden olan bazı başka sosyologlar ve Grosics’in kendisi de, 1956 yılında Komünist rejime karşı yapılan ve Sovyetler Birliği’nin müdahalesiyle bastırılabilen ayaklanmanın ilk tohumlarının 4 Temmuz 1954 günü atıldığını iddia edeceklerdir. Ne demişler: futbol asla sadece futbol değildir.

İsviçre’de yapılan Dünya Kupası’nın finalinin kahramanı Turek’tir ancak onun yerine 20. yüzyılın en iyi kalecileri arasına o gün Macaristan’ın kalesini koruyan Gyula Grosics girmiştir. Geçtiğimiz yıl Puşkaş’ın ölümüyle o efsane takımın Buzansky ile birlikte hayatta kalan son iki üyesinden birisi hâline gelen Grosics 15 yıllık kariyerine rağmen sadece iki maçla hatırlanacaktır. Bu iki maçın ikincisi olan 1954 finalinde Rahn’dan yediği o golü ve hâlen peşinde bir hayalet gibi gezen o maçı hayatındaki bütün her şeye değişmek istiyordur herhalde: “Top parmaklarımın sadece 10 santim ötesinden geçti ve o anda dünya başıma yıkıldı”.

Yeniden 1954’e gidiyoruz. Macarlar yıkılmış bir şekilde Budapeşte’ye dönerken ordu tarafından karşılanır ve şehre 60 km uzaklıktaki Tata kampına götürülürler. Orada takımı, dönemin Komunist Parti Başkanı ve Başbakanı “Stalin’in en iyi öğrencilerinden birisi” Matyas Rakosi beklemektedir. Milli takımı teselli eden Rakosi, sporda bu tür şeylerin normal olduğunu ve hiçbirisinin yenilgi nedeniyle cezalandırılmaktan korkmamasını söyler. “O ana kadar hiçbirimiz korkmuyorduk ama bu sözler üzerine korkmamız gerektiğini anlamıştık”. Grosics, yediği 3 gol nedeniyle yenilginin baş sorumlusu olarak görülür ve bu maç için Macar Milli takımının en ağır bedeli ödeyen ismi olur. 1954 finalinin ardından sadece altı ay geçmiştir ve Grosics “casusluk ve vatana ihanet” suçlamasıyla Ocak 1955’te gözaltına alınır. İlk gözaltı ve sorgulamadan sonra, büyük ihtimalle futbolun üst düzey yetkililerinin ricasıyla serbest bırakılır ancak soruşturma bitene kadar ev hapsinde tutulur. Bu arada Grosics’in babası sebepsiz yere işten çıkartılır. “Macar halkı Teknik Direktör Sebes’in aksine, oyunculara hiç bir zaman kötü davranmamıştır” Buraya Sebes’in koyu bir komünist parti taraftarı olduğunu da yorumsuz olarak not düşelim. Grosics, Milli Takım’da çok az ismin komunizm taraftarı olduğunu ve kendilerinin bu isimlerin yanında görüşlerini yüksek sesle ifade etmekten kaçındıklarını söylüyor. Soruşturmasına rağmen kaleci yine de futbol oynayabilmektedir ve karşısına bütün bunlardan kurtulma fırsatı da çıkacaktır.

1956 sonbaharında sırada Macaristan’da komünizm karşıtı büyük bir ayaklanma patlak verir ve devreye Sovyet tankları girer. Grosics, o sıralar Budapeşte’yi ikiye ayıran Tuna nehrinin diğer tarafında oturan Puşkaş, Hidegkuti, Budai ve Kocsis’in antreman ve maçlardan sonra evlerine kurşun yağmuru altındaki köprülerden geçerek gittiklerini anlatıyor. Hatta bir defasında kendisi de çapraz ateş arasında kalmış ve bir aziz heykelinin altına sığınarak kurtulabilmiş. Yine de ülkedeki karmaşıklığa rağmen Milli Takım ve Honved uluslararası maçlar için ülke dışına –tabi çok sıkı kontroller altında- çıkabilmektedir. Bu çıkışlar bütün kontrollere rağmen Puşkaş, Kocsis ve Czibor başta olmak üzere efsane takımın çoğu oyuncusu ve belki de daha önemlisi büyük umutlar bağlanan Genç Milli Takımdaki 15 oyuncunun 13’ünün Macaristan’dan kaçışına sahne olur. Ama Grosics, başına gelen onca şeye rağmen vatan aşkıyla geri döner. Bu arada kendisi hakkında açılan soruşturma 13 ay sonra delil yetersizliği nedeniyle düşürülür, ancak, Grosics’in çilesi dolmamıştır. 1957 yılında Honved, o zamanın meşhur takımları için bir moda olan dünya turnesine çıkar. En son durak Brezilya’dır ve Rio’da Flemengo takımının yöneticileri Grosics’e transfer teklifinde bulurular. Brezilyalılar 1954’teki çeyrek final maçında kendilerine ve yarı finalde Uruguay’a karşı muhteşem oynayan kaleciyi unutmamışlardır. Ancak Grosics bu teklifi kabul etmez ve ülkesine döner. Transfer teklifini gizli servis de duymuştur ve Grosics bu defa daha sınırdayken gözaltına alınır. Bu belki de kalecinin hayatındaki en şanslı anlardan biridir çünkü güvenlik şefi ilkokul arkadaşı çıkar ve basit bir kontrolden sonra Grosics’i yoluna bırakırlar. Ancak artık bileti kesilmiştir ve apar topar Tatabanyai Banyaszi takımına gönderilir.

Bundan sonrası görece daha olaysız geçer. Herşeye rağmen ülkenin hâlen en iyi kalecisidir ve 1958 ve 1962 Dünya Kupaları’nda da Milli Takım kalesini korur ve futbolu bırakır. Sonrasında müzmin bir hayat sürerek spor malzemeleri satan bir mağaza açar. 1989 yılında politika denemesi de olur ancak sonra vazgeçer ve mağazasına döner. Son olarak, Puşkaş’ın ölümünden birkaç hafta sonra 80 yaşında hastaneye kaldırılarak gündeme gelir. “Puşkaş’ın ölümü beni çok üzdü, sanırım artık daha dikkatli olmalıyım” diyecektir çıktıktan sonra.

Akıcılığını sağlamak için çok uğraştığım ve paragrafların yerlerini defalarca değiştirdiğim bu yazının son bölümünü yine Macar Milli Takımı’na ayırıyorum. Yukarılarda bir yerlerde Macaristan’ın bir yıl içerisinde tarih değiştiren iki maç oynadığını yazmıştım. Bunların ikincisi 1954 finalidir. Birincisi ise, 25 Kasım 1953 yılında Wembley’de oynanmıştır. Macaristan fırtınasının önünde darmadağın olan takımlardan birisi de İngiltere olmuştur ve bu İngilizlerin evinde Ada dışından bir takıma kaybettiği ilk maçtır. Macarların o gün oynadığı futbol bazılarına göre “hayatım boyunca düşünü kurduğum futbol”dur ve 6-3 kazanırlar. Grosics, yediği 3 gole rağmen maçta iyi oyunuyla hatırlanan isimlerden birisidir. Ama bu maçın önemi futbol anlayışını değiştirmesinde yatar. 1930’larda Avusturya ve Çekoslovakya’nın önderliğini yaptığı WM dizilişi kısa zamanda bütün dünyada hakimiyetini kurar. Bilmeyenler için WM’i kısaca anlatayım. Bir futbol sahasına “W” üste gelecek şekilde “W” ve “M” harflerini yazınız ve iki harfin her köşesine birer oyuncu yerleştiriniz. Bu kabaca 2-3-5 ya da 3-4-3 diyebileceğimiz bir diziliştir. Wembley çimlerine yürüyen İngilizler de soyunma odasında bu taktiği almışlardır. Ancak karşılarında 4-2-4 düzeniyle çıkan bir Macaristan vardır ve orta saha ve ileri uç oyuncuları sahaya kabaca bir U harfini andıran bir şekilde yayılırlar. Macaristan bu dizilişi daha önce de uygulamaktadır ancak her nedense bütün dünyanın dikkatini İngiltere maçıyla çekerler. Bu önce İngiliz sonra da dünya futbolunda büyük bir dönüşümün habercisidir. Yalnız 4-2-4 sistemini Macarlar ve Brezilyalılar bugün bile paylaşamamaktadır. Macarlar, 1958 ve 1962 Dünya Kupalarını kazanan Brezilya’nın kendi sistemleriyle oynadığını ileri sürerken, Brezilyalılar ise 4-24’ü kendilerinin mükemmelleştirdiğini savunurlar. Biz şöyle bir uzlaşı sağlayalım: 4-2-4’ü ilk uygulayan isim Macar Teknik Direktör Marton Bukovi olmuştur ancak sistemin dünyaca ünlü hâle gelmesinde bir Macar (Bela Guttman) ve bir Brezilyalının (Flavio Costa) çok büyük emekleri vardır.

Macaristan, bir ay sonra İngiltere’yi Budapeşte’de daha feci benzetir: 7-1. Ancak yine de Macar halkının daha çok övündüğü zafer 6-3’Lük maçtır. Hatta bugün bile Budapeşte’de maçın anısını yaşatan “63” isimli bir bar vardır.

Gene uzun bir yazı yazdım, kusura bakmayın ama inanın bir çok kısmı da ya özetledim ya da pas geçtim. Bu yazı biraz farklı oldu. Futbol tarihine geçmiş bir kaleciyi efsane maçları yerine çektiği çilelerle andık. Umarım bir dahaki yazıda Gilmar bize biraz daha neşeli bir hikaye anlatır.

21.03.2007

UEFA’da Çeyrek Final: Fenerbahçe’de Orada Olmalı Mıydı?

Geçtiğimiz hafta arası UEFA kupasında çeyrek finalistler belli olurken, Fenerbahçe’yi bir önceki turda son dakikalarda bulduğu golle eleyen Az Alkmaar da adını son sekize yazdıran takımlardan biri oldu. Tabi Az Alkmaar çeyrek finalist olunca ülkemizde de Fenerbahçe de orda olmalıydı, bunu yapabilirdi, yapsaydı finale kadar önü açıktı gibi sözler yükseldi. Gerçekten öyle mi?

Öncelikli olarak hafta arası oynanan maçlara değinip, ardından çeyrek finaldeki durumdan bahsetmek ve yazımı Fenerbahçe’yle tamamlamak istiyorum.

4. Tur maçlarında en çok dikkatimi çeken şey, ilk maçları deplasmanda oynayan yedi takımın tur atlamış olmasıydı. Sadece Shahktar elendi, o da son dakika golüyle. İlk olarak Çarşamba oynanan maçlara değinelim. Leverkusen 2-1 kaybettiği ilk maçın ardından Almanya’da Lens’i 3-0 mağlup ederek çeyrek finalist oldu. Beşiktaş ile oynadığı gruptaki son maçı kazanarak tur atlayan Leverkusen, Bundesliga’da da çok iyi bir sezon geçirememesine rağmen UEFA’da çeyrek finale kalarak önemli bir başarı elde etti. Leverkusen’in çeyrek finalde rakibi ise İspanya’nın Osasuna takımı oldu. Osasuna kupa finaline ev sahipliği yapacak olan Glasgow şehrinin takımı Rangers’ı deplasmanda 1-1 berabere kaldığı maçın rövanşında 1-0 mağlup ederek tur atlayan takım oldu. Çarşamba akşam şampiyonlar liginden gelen takımlardan biri ve kupanın en iddialılarından olan Werder Bremen ilk maçın son dakikalarında Almeida’nın golüyle 1-0 yendikleri Celta Vigo’yu Bremen’de de 48. dakikada yine Almeida’nın golüyle öne geçip sahadan 2-0 galip ayrılarak tur atlayan taraf oldu. İngiliz Tottenham şu ana kadar kupadaki en şanslı takım olsa gerek. Grup maçlarının ardından Feyenord’un ceza alması nedeniyle 3. turu maç yapmadan geçen İngiliz takımı, dördüncü turda da belki de kupadaki en tecrübesiz ve güçsüz takımla karşılaştı. Braga’yı deplasmanda 3-2 yenen Tottenham, Londra’da maçın bir ara 2-2 olmasıyla stres yaşasa da sahadan 3-2’lik galibiyetle ayrıldı ve çeyrek finalist oldu.

Perşembe gecesi bir önceki gün maçlarına oranla daha heyecanlı maçlara sahne oldu. Benfica’nın son dakika golüyle PSG’yi 3-1 yenerek elemesi, Az Alkmaar’ın 4-2 kaybettiği ve tur atlaması çok zor olarak nitelendirilen maçta Newcastle’ı 2-0 yenerek tur atlaması ve en önemlisi ise Shahktar-Sevilla maçı tam bitti derken kaleci Palop’un kafa golüyle maçı uzatmalara taşıması ve orada da turu geçmesi oldu. Gecenin en normal maçı Barcelona’da oynandı ve Espanyol, Haifa’yı 4-0 yendi ve tur atladı.

Cuma günü ise kupada kuralar çekildi ve eşleşmeler belli oldu. Sevilla-Tottenham, Osasuna-Leverkusen, Espanyol-Benfica ve Werder Bremen-Az Alkmaar eşleşmeleri meydana geldi. Çeyrek final eşleşmelerinde kuşkusuz en zorlu diyebileceğimiz maçlar Sevilla ile Tottenham arasında oynanacak gibi görünüyor. Birçok insanın finali oynar dediği iki takım çeyrek finalde karşılaşacaklar. Shaktar karşısında mucizeye imza atan Sevilla için böyle bir tur geçiş ekstra motivasyon sağlayacaktır. La Liga’da şampiyonluk mücadelesi veren Sevilla’nın kupadaki en güçlü takım olduğu bir gerçek ancak lig yarışı onları kupada zorda bırakabilir. Rakipleri Tottenham ise bu sezona kötü başladı ancak son zamanlarda daha iyi. Tottenham’ın yüksek bir hücum gücüne sahip olduğunu biliyoruz. Keane, Defoe ve özellikle de Braga karşısında da mükemmel goller atan Berbatov’a sahip bir takımdan her defans ürker. İki takım arasında oynanacak maçların hayli gollü ve heyecanlı geçmesi beklenebilir.

Werder-AZ eşleşmesi de bol gol izlemeyi hayal ettiğimiz iki maça sahne olacak. Savunmadan çok hücum yapmayı seven ve bunu de iyi yapabilen iki takımın maçından da farklı bir şey beklemek olmazdı herhalde. İyi bir eşleşme olmuş diye düşünüyorum. Bremen birçoklarına göre finale kadar gidecek ve kupayı da alacak. Ben o konuda o kadar iddialı değilim. Sezon başına göre Bremen’in daha kötü olduğunu ve ligde de zorlu bir şampiyonluk yarışı geçirdiğini düşündüğümüzde ve Alkmaar’ın potansiyeline baktığımızda Bremen tura burada veda edebilir. Burayı geçseler de yarı finalde karşılaşacakları Benfica-Espanyol maçının galibi hem Bremen hem de Alkmaar karşısında favori olacaktır.

Sevilla-Tottenham eşleşmesinin galibiyle yarı finalde karşılaşacak olan Osasuna-Leverkusen eşleşmesi ise çeyrek finaldeki belki de en zayıf eşleşme. Diğer takımlara oranla biraz daha geride diyebileceğimiz bu iki takımdan Leverkusen, Lens karşısında önemli bir galibiyet elde ederek turu geçmiş de olsa Osasuna karşısında şansının daha az olduğunu düşünüyorum. Evinde gol yemeyen, deplasmanda da çok iyi bir savunma ortaya koyup iyi kontralar yapan Osasuna yarı finale daha yakın olan taraf.

Espanyol’la ilgili yazımda kupadaki favorimin Espanyol olduğundan söz etmiştim. Haifa karşısında ilk 90 dakika ve ikinci maçtaki ilk 50 dakikada gol bulamamış olmalarına rağmen maçı turu 4 gol atıp, yemeden geçen Espanyol’un şu ana kadar kupadaki en etkileyici performansa sahip takımların başında geldiğini düşünüyorum. Onların ne Sevilla, ne AZ, ne Bremen, ne de Benfica gibi şampiyon olmak gibi bir dertleri var. Bu onlar için avantaj. Deplasmanda çok iyi savunma yapan evinde ise çok iyi hücum eden bir takım Valverde’nin takımı. Rakipleri Benfica ise oldukça iyi bir takım. Şampiyonlar liginden gelen Benfica 4. turda PSG’ni elemeyi başardı. Daha önce de Dinamo Bükreş’i her iki maçta da 2-1 yenmeyi başarmışlardı. Onarda kupanın favorileri arasındalar. Bu turu geçen takımın Bremen-Alkmaar eşleşmesinden gelen takıma oranla daha şanslı olduğu düşüncesindeyim. Keza Sevilla-Tottenham galibi de Osasuna-Leverkusen galibine oranla daha şanslı gözüküyor.

Aşağıdaki tabloda takımların bu sezon UEFA Kupasındaki karnelerini çıkardım.

Takım

Maç sayısı

Galibiyet

Beraberlik

Mağlubiyet

Attığı Gol

Yediği Gol

Sevilla

10

7

2

1

21

7

Tottenham

8

8

0

0

17

6

Leverkusen

10

4

3

3

14

10

Osasuna

12(10)

4(4)

7(5)

1(1)

13(12)

8(7)

Espanyol

10

7

3

0

24

6

Benfica

12(4)

6(3)

2(0)

4(1)

18(7)

13(4)

Werder

10(4)

6(3)

1(0)

3(1)

14(7)

8(3)

Alkmaar

10

5

4

1

25

17

Not: Bremen, Osasuna ve Benfica için parantez içindeki değerler UEFA kupası değerlerdir.

Yukarıdaki tabloyu incelediğimiz zaman UEFA kupasına ilk turdan başlayan takımlar arasında Tottenham, Sevilla ve Espanyol’un daha etkileyici performanslara sahip olduklarını görüyoruz. AZ Alkmaar’ın çok atıp, çok yiyen bir takım olduğu, Osasuna’nın ise az gol yiyen ve zor kaybeden bir takım olduğu ortaya çıkıyor. Yine Leverkusen’in buradaki takımlar arasında en kötü performansa sahip takım olduğu ortada. Şampiyonlar liginden gelen Werder Bremen ve Benfica’nın da bu sezon iyi işler çıkardıklarını görebiliriz.

Futbolun tahmin edilmesi kolay bir oyun olmadığını da not düşerek, finaldeki eşleşmeyi Sevilla-Espanyol olarak tahmin ediyorum. Belki de öyle istiyorum.

Gelelim Fenerbahçe’ye. Aslında bu ayrıca bir yazı konusu ama ben burada biraz değinmek istiyorum. Şampiyonlar Ligi'nde başarılı olamayacağını düşünen ve kendisine UEFA’yı hedef çizen Fenerbahçe yönetimi takımı UEFA’ya sürüklemişti sezon başında. Kolay ilk tur eşleşmesinin ardından UEFA’daki en zor gruba düşen Fenerbahçe beklentilerimin üzerinde bir performans göstererek gruptan üçüncü dahi olsa çıkmayı başardı. Kuralar çekileceği zaman Parma’dan sonra AZ’nin iyi bir kura olacağını düşünmüştüm. Sevilla’yı son maçta yenerek grup birincisi olarak gelen AZ, Sevilla’ya oranla oldukça iyi bir kuraydı. Fenerbahçe 2-2 ve 3-3 biten iki maçın sonunda AZ’ye elenerek kupaya veda etti. Özellikle ikinci maçta 2-0 öne geçen bir takımın turu kaybetmiş olması şaşırtıcı ve finali hedefleyen bir takıma kesinlikle yakışmadı.

Başlıktaki sorumuza dönecek olursak, Fenerbahçe pekala çeyrek finalde olabilirdi, daha da ilerisi de olabilirdi ancak bunların gerçekleşmesi kesinlikle sürpriz olurdu. Çünkü Fenerbahçe UEFA kupası finaline gidebilecek bir takım asla değil. Ne teknik direktörü, ne yönetimi ne de futbolcu kadrosu bunu başarabilecek bir çapta. Fenerbahçe maalesef Avrupa kültüründen uzakta ve kendisi gibi uzakta olan teknik direktör ve yabancı oyuncu tercihleriyle bu açığını kapatmak yerine daha da açtı. Fenerbahçe sezon başında daha akıllı bir yapılanmaya gidebilmiş olsaydı, bugün çeyrek finalde olma şansı da daha fazla olurdu, finalin önemli adaylarından biri de olurdu. Ne var ki Fenerbahçe yönetimi bunu gerçekleştiremedi. Soruyu kendime tekrar soruyorum ve cevabı da veriyorum. Fenerbahçe orada olmalı mıydı?

Hayır olmamalıydı. 32 takım arasına kalmak bu “Fenerbahçe” için yeterli!

19.03.2007

2000 şampiyonuna benziyor birAZ

Yazının başlığını yazarken, klasik medya tavrına uydum. Ne zaman AZ Alkmaar ile ilgili bir haber çıkacak olsa, ''az'' kafiyesi uygulanmalıdır ya, biz de uyduk. Konumuz AZ Alkmaar, Avrupa'da sezonun en fazla parlayan takımlarından birisi.

AZ Alkmaar takımının çıkışı; birileri tarafından ''sürpriz'' olarak nitelense de, pek bir sürpriz olduğu yoktur. Takımın başarısı, bana eskileri hatırlatıyor. 2000 UEFA Kupası Şampiyonu Galatasaray'ı hatırlatıyor. Hollanda Futbolu ile Türk Futbolu pek de farklı değiller. Galatasaray-Beşiktaş-Fenerbahçe üçlüsünün yerini Ajax-PSV-Feyenoord üçlüsü kapmış Hollanda'da. En azından eskiden öyleydi. 1967 yılında kurulmuş olan AZ Alkmaar takımı 2000'li yıllarda patlamaya geçmeden önce...

AZ Alkmaar takımının finansal olanakları pek iyi değil. Öyle ki, '90lı yıllarda Philip Cocu-Jimmy Hasselbaink'i yetiştirip satan kulüp, yine ilerleyememiş finansal anlamda. 2000'li yıllarda da Jan Kromkamp, Denny Landzaat ve Joris Mathijsen gibi parlak isimleri yetiştirip Avrupa futboluna sunmuşlar. Finansal durumu pek parlak olmayan takım, 2004/2005 sezonunu lig üçüncüsü olarak bitirerek UEFA Kupası'na katılmaya hak kazandı. 2005 yazında, o takımla beraber en iyi işi yapabilecek olan Louis Van Gaal'i teknik direktörlük görevine getirdiler. Van Gaal isminin seçilmesinin, ne kadar önemli olduğunu vurgulamamız lazım.

Louis efendi, AZ Alkmaar takımının eski futbolcusu ve eski teknik direktör yardımcısı. Yani, bu takımı ondan daha iyi tanıyabilecek bir teknik direktör bulmak çok zor. Van Gaal'in tecrübesi muazzam. Genç oyuncuları çalıştıracak, aynı zamanda kulübün ihtiyaçlarına cevap verecek daha iyisi bulunamazdı. Van Gaal'i överken, temeli atan Co Adriaanse'yi de unutmayalım. Takımı yıllar boyunca daha ileriye taşıdı, 2004 UEFA Kupası Yarı Final'inde son dakika golüyle elendiler. Takımını ligin önemli takımlarından biri yaptı ve ayrıldı. Van Gaal görevi devraldı. Takımı, çeyrek finalden iki tur öncesinde elendi. Yine de, kimse patlamadı; onun biletini kesmediler. Takımını lig ikincisi yaptı.

Hollanda Ligi'nin garip statüsü yüzünden Şampiyonlar Ligi'ne kalamadılar, UEFA'dan yollarına devam ettiler. Takımın kadrosuna bakıyorum, hala bu sezon olanları anlayamıyorum. Şota Arveladze dışında bir tane uluslararası yıldıza sahip değiller. Dembele-Koevermans-Jaliens gibi sıradan gençlerle beraber kurduğu takım neler başarıyor. Kimse onlardan Avrupa'nın flaş takımı PSV'yle kapışmalarını bekleyemezdi zaten. Ligi ikinci sırada sürdürüyorlar. Patlamayı Avrupa'da yaptılar.

Şartlar ve kupa statüsü farklı olsa da, yedi yıl önceki Galatasaray ile aralarında paralellik kurmak istiyorum. O sezon Galatasaray, Şampiyonlar Ligi'ne kalarak başlamıştı. Milan-Chelsea-Hertha Berlin arasından sıyrılmalarını beklemek biraz zordu. İlk dört maçta, bir puanla gösterdiler bunu. İstanbul'da Chelsea'ye 5-0 yenilmek takımın kendine gelmesini sağladı. AZ Alkmaar da Kayserispor'la oynadığı ilk turda berbattı kısacası. Berbat maçlar çıkardılar. Kayserispor biraz şanslı olsaydı veya rakip başkası olsaydı, ağır bir yenilgi almaları kaçınılmazdı. Kayserispor'u elediler ama önemli dersler aldılar, takım kendine geldi. Galatasaray, kalan iki maçını kazanarak UEFA Kupası'na katılmaya hak kazandı. AZ de UEFA Kupası C Grubu'nu lider bitirdi. İki takım da son 32'ye kaldılar. Galatasaray'ın ihtiyaç duyduğu mucize, Milan maçında ortaya çıktı. Son saniyede gelen penaltı golü unutulmaz bir andı. AZ Alkmaar'ın mucizesi ise Fenerbahçe serisinin son dakikalarında geldi. Elenmek üzereyken attılar golü ve önleri açıldı. Sonra Newcastle geldi, deplasmanda iki gol attılar, içeride iki gol attılar ve çeyrek finale kaldılar.

Şimdiki rakipleri Werder Bremen. Eleyebilirler mi? Elbette ki zor, zor olmasa esprisi olmazdı bu işin. Geçmişe dönelim. Galatasaray'ın dördüncü turda elediği Borussia Dortmund veya ileride gelen Leeds United daha mı zayıftı bugünkü Werder Bremen'den? O zaman son 8'e kalan Galatasaray'a çok az şans veriliyordu. Bugün de, AZ Alkmaar'a çok az şans verilmiyor mu? İmkansız mı peki? Kim iddia edebilir imkansız olduğunu?

Bir de, kadrolardaki benzerliğe bakalım. Louis Van Gaal ile Fatih Terim'in çalışma şartları birbirine benzemese de, karizmaları benzer. İkisi de çok büyük teknik direktörler kuşkusuz. O zamanki Galatasaray'ın en büyük yıldızı kariyerinin sonlarındaki süperstar Gheorghe Hagi idi. Pozisyonu farklı olsa da, Şota'nın AZ'deki yeri benzer. Galatasaray'ın sol kanadında Ergün-Hakan vardı, AZ'de de Tim de Cler var. Galatasaray'ın kalesinde Taffarel vardı, orda Joey Didulica var. Galatasaray'da Emre vardı, orda Martens. Arif'in yerini de Koevermans dolduruyor.

AZ Alkmaar kupayı alamayabilir ama 2000 Şampiyonu'na benzerlikleri unutulmaz. O yıl Galatasaray'ın elediği takımların (Bologna-Dortmund-Mallorca-Leeds) şu anda esamesi okunmuyor. AZ'nin elediği takımlar (Kayserispor-Fenerbahçe-Newcastle-belki Werder Bremen) ise tam tersine geleceğin parlak takımları. En azından ben öyle umuyorum...

16.03.2007

Üniversitemiz: Şampiyonlar Ligi

Futbol, bir şov işi ve şovun en üst seviyesi de Şampiyonlar Ligi. Futbol, ders alınması gereken bir mesele diyorum ya hep, eğer öyle ise, Şampiyonlar Ligi de bunun en önemli yeri. Ulusal ligler, ortaöğretim seviyesinde ise Şampiyonlar Ligi de üniversite seviyesinde. Turlar ilerledikçe de, uzmanlık seviyesi artıyor.

Bir tur daha geçildi Şampiyonlar Ligi'nde ve geriye sekiz takım kaldı. Klasik ''Bizim takımlar hiçbirşey yapamaz...'' yorumları yapmak istemiyorum, onun yerine olaya daha geniş açıdan bakalım. Geriye sekiz takım kaldı: Liverpool, Chelsea, Manchester United, Milan, Roma, Valencia, PSV ve Bayern Münih. 3 İngiliz, 2 İtalyan, birer de İspanyol, Hollandalı ve Alman. Çok net bir şekilde görülen o ki, bu oyun devlerin oyunu. Devler derken de, sadece kulüp bazında değil, ülke olarak futbolda ilerlemiş devlerin demek istiyorum. UEFA Başkanı Michele Platini diyor ya, ''Bir ülke en fazla üç takımla temsil edilecek...'' diye. Onu gerçekleştirse bile, bu tablonun değişmesi çok zor. Birileri mücadele eder, yine de benzer tablolar oluşur.

İkinci dersimiz: Bir takımın hem Şampiyonlar Ligi'nde, hem de kendi liginde başarılı olması çok zor. Geçen sene Barcelona bunu başardı ama Barcelona'nın çok istisna bir örnek olduğunu söylemeliyiz. Barcelona'da geçen yıl o kapasite vardı ve diğer takımlarda yoktu. Bu sene farklı. İtalya liginin rahat lideri İnter elendi, Fransa lideri Lyon elendi, İspanya lideri Sevilla zaten yok Barcelona elendi, Portekiz lideri Porto elendi, İskoçya lideri Celtic elendi, Almanya'nın lideri Schalke zaten yok, Werder Bremen önceden elendi. Buradaki tek istisna da İngiltere oluyor böylece. İngiltere Premier Ligi'nin zirvesindeki üç takım birden çeyrek finale ulaştılar. Bu da, hem Premier Lig'in diğer liglere göre çok üstün olduğunu, hem de bu üç takımın çok üst seviye takımlar olduklarını gösteriyor. PSV de, hem Hollanda Ligi'ni zirvede götürüyor ve yanında Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final yaptı ama onların ligde rakipleri olmadığından İngilizler'le aynı kefeye koymuyorum.

Üçüncü dersimiz; artık seriler çok zor. Kimse elini kolunu sallayarak öbür tarafa geçemiyor. Sekiz serinin biri uzatmaya gitti, üçünde gollü eşitlikler sonucu deplasmanda fazla gol atan ekip turladı. İki eşleşme tek farklı, iki eşleşme de iki farklı sonuçlandı. Rakibiniz Celtic veya Lille, her kim olursa olsun; buraya kadar geldikten sonra kimse küçümsenemez. Bütün takımlar denk olmasa da, şanslar eşittir. Diğer taraftan, hangi maça bakarsanız bakın, muhteşem maçlar oldu. Büyük takımlar, gerçekten de performanslarını Şubat-Mart aylarında maksimum seviyeye getiriyorlar. İnter-Valencia, Bayern-Real Madrid ve Barcelona-Liverpool serileri çok üst seviye maçlara sahne oldu. Diğer beş seride de muhteşem maçlar oldu, kalan maçlar büyük ihtimalle daha çekişmeli geçecek.

Kendi sahasında gol yiyip tur atlayabilen sadece üç takım var: Chelsea, Liverpool ve Bayern Münih. Liverpool ve Bayern Münih deplasman maçlarında ikişer gol attılar, Chelsea ise maç kaybetmedi. Kısacası, Şampiyonlar Ligi'nde oynuyorsanız, kendi sahanızda gol yeme lüksünüz yok. Ne yapın edin, kendi sahanızda gol yemeyin. Başka türlü tur atlamanız çok zor. Real Madrid, ilk maçta kendi sahasında Bayern Münih'i 3-2 yenmişti. Olmuyor işte, bu sonuç işe yaramıyor. Gol yersen, çok gol atmalısın. Yapamıyorsan, ancak el sallarsın Lig'e...

Sıradaki ders; başarı bir anda gelmez. Grubundan ikinci olarak çıkıp, çeyrek finale kalabilen sadece iki takım var. Yani, ''gruptan çıkıyım finaldeyiz'' mantığıyla olmaz bu iş. Gruptan lider çıkmalısın. Lider olamazsan işin çok zor. Altıncı ders; bir-iki çok iyi futbolcuyla tur atlanamaz. Tur atlayan takımlara bakınız; hiçbirinde çok fazla ön plana çıkan yıldız yok. Ronaldinho, Thierry Henry, Juninho veya Zlatan İbrahimovic takımlarını tek başlarına götüremiyorlar. Bu iş 11 kişi ister, o kadar basit. Steven Gerrard, Frank Lampard ve Kaka Leite gibi takım oyuncuları çeyrek finale çıkarlar. Celtic'te ''Nakamura bizi diskoya götür!'' gibi bir mantık var. Nakamura çok iyi bir oyuncu ama tek başına olmaz. Çok iyi oyunculardan kurulu bir takım kurmazsan olmuyor. Bana PSV'nin en iyi oyuncusu söyleyin dersem, söyleyebilir misiniz? Zor, değil mi? Alex, Cocu, Afellay, Kone, Farfan hangi birini söyleyeceksiniz? Hepsi birden olunca başarı geliyor işte.

Sıradaki ders; başarı bir anda gelmez. Yok, yukarıdakinin aynısını anlatmayacağım. Olaya teknik direktörler açısından bakalım. Çeyrek finalist sekiz takımın teknik direktörlerinin hiçbirisi bir anda ortaya çıkmadı. Sekiz teknik direktör arasında en yenisi Hitzfeld sayılmaz, çünkü onun takımla bir geçmişi var. En yenisi Ronald Koeman, sezon başında takımın başına geçti. O da geçen yıl Benfica'yı çeyrek finale taşımıştı. Mourinho ve Rafa Benitez üç yıldır, Quique Flores ve Spalletti iki yıldır takımlarının başında. Hitzfeld '98-'04 arası dönemde takımını çalıştırdı ve bu yıl geri döndü. Sir Alex ile Ancelotti'yi hatırlatmama gerek yoktur sanırım.

Bu bir ders sayılmaz, bir tekrar ispatlanma durumu. Hep deriz ya, serilerde son maçı evinde oynamak avantajdır diye. Tekrar ispatlandı. Sekiz serinin altısında son maçı evinde oynayan takımlar turladı.

Şampiyonlar Ligi'nden şu ana kadar bu kadar ders çıkarabildik. Geriye kalan onüç maçtan daha fazla zevk almak ve daha fazla ders çıkarmak umuduyla...