İletişim

Twitter: @ortakafagolcom E-Mail: ortakafagol.com@gmail.com

20.09.2007

Şimdi İnandınız mı Bana?

“Haddinizi Bilin” isimli yazım, yorumlardan anladığım kadarıyla epey bir yaygara koparmış. İlker ve Can Evren’in, yazımdaki bariz bilgi hatalarına yaptığı seviyeli, açıklayıcı ve ders kitabı nitelğindeki eleştirilerinin dışında yazım iki ana koldan eleştirilmiş.

1. ana kol: Takımlarımızı çok ezmişsin. Bak Beşiktaş lige çok iyi başladı. Fener de artık bir Avrupa kulübü. Ne dion senn?

2. ana kol: asdfasdfşasdfkljsdfasdfjadsşfkajsd

Normal karşılayacağınızı umarak, 2. ana koldaki eleştirilere hiçbir cevap vermeyeceğim. 1. ana kola gelelim o zaman.

Ertuğrul Sağlam yönetimindeki Beşiktaş’ın artık çok farklı bir takım olduğunu düşünen, takımın Avrupa şansını abarttıkça abartan site sakinlerimiz umarım gerçeği görmüşlerdir. Biliyorum, bazılarımızın içinde “Ah, Hakan Arıkan boşa çıkmasaydı en azından 1 puanı kurtaracaktık.” uktesi kaldı. Peki yabancı basında Beşiktaş için ne gibi ifadeler kullanıldı okudunuz mu? Benim en çok hoşuma giden ifade “goal-shy” idi. Türkçesi, “gol atmaya utanan” demek.

Kimi otoritelere göre futbol tarihinin en başarılı teknik direktörü olan Sir Alex Ferguson’ın bir lafı vardır: “İnsanların uğruna kendilerini öldürdükleri gerçeğini bir kenara bırakalım: futbol temelde bir şov endüstrisidir. Taraftarlar, takımlarının galibiyet serilerinden çok oynadığı oyunla ilgilenirler.” Eğer Ferguson’un futbol anlayışı buysa, ben ona katılıyorum. Benim için, tuttuğum takım olan Beşiktaş’ın her maç 1-0 da olsa, haksız penaltıyla olsa da kazanması değil, adına yakışan bir oyun sergilemesi önemlidir. Gururlu, mücadeleci, cesur bir oyun...

Peki Beşiktaş, geçen Salı Marsilya karşısında böyle bir oyun mu oynadı? Ya da şöyle soralım: Beşiktaş, Marsilya karşısında maçı kazanmak için ne yaptı? Cevap: Hiçbir şey. Cevabın devamı: Beşiktaş beraberliğe razıydı.

Söylediğim bunca şeyden sonra şöyle devam edip hepinizi de şaşırtayım: Ertuğrul Sağlam’a olan inancım, bu takımın son 10 senedir çalıştıran herhangi başka bir antrenöre duyduğum inançtan daha fazla. Gerçekten, kendisine sabır ve inanç gösterilirse Ertuğrul sağlam Beşiktaş’ı çok güzel günlere taşıyabilir. Çünkü o da bu manifestoyu özümsemiş gibi kendi içinde. Takımı çok koşturuyor, çok mücadele ettiriyor. Tek eksiği, tecrübesizlik ve elindeki oyuncuların kalitesizliği. Hadi, ilk yarıda 2 oyuncusunun cenabet sakatlıklara kurban gitmesini de ekleyelim. Marsilya karşısında kazanmaya odaklı bir takım değil de beraberliğe odaklı bir takım çıkarmasını da tecrübesizliğine, kariyerinin ilk Şampiyonlar Ligi maçını oynamanın verdiği heyecana vermek istiyorum.

Maçın teknik analizine gelmek istemiyordum ama içimde kalan bazı şeyler var. Birincisi, Serdar Özkan... Uzun süredir oyun zekası bu kadar yüksek bir Türk oyuncu görmedim. Futbolu gerçekten bilerek oynuyor. Tekniği fena değil. Fakat atletik açıdan çok zayıf. Fabregas’ın şu aralar Arsenal adına oynadığı oyunu izlemesem “Yazık, harcanmış.” derdim. Bu oyuncunun daha da gelişebileceği şu kritik bir-iki yılda psikopat bir fitness çalışma programına tabi tutulması ve sağ kanattan kurtarılıp, daha verimli olabileceği orta sahanın ortasına, oyun kurucu mevkiine getirilmesini diliyorum. Beşiktaş’ın geleceği Ricardinho değil, Serdar Özkan olacaktır.

Serdar Kurtuluş ile İbrahim Toraman da bana geçen gece oynadıkları oyunla gurur yaşattılar. Özellikle İbrahim Avrupa standartlarında bir stoper olduğunu kanıtladı. Serdar Özkan’ı da ekleyelim, bu 3 oyuncu dışındaki tüm Beşiktaş takımı bireysel açıdan hayal kırıklığıydı. Gri tonlara bakarsak, İbrahim Kaş fena değildi. Ama birinin bu çocuğa maç öncesi birkaç shot viski vermesi iyi olabilir, evladım nedir bu agresiflik? Yine de oyun olarak bana 15 sene öncesinin sağ bek oynatılmaya çalışılan Costacurta’sını anımsatabildi ki bu da iyi başarı.

Fransız görüntü yönetmeni, Marsilya kaptanı Lorik Cana’nın arkadaşlarına bir şeyler fısıldadığı 10 kadar görüntücük yayınladı. Benim takımımın kaptanı İbrahim Üzülmez’e bakıyorum, tık yok. Adam topu uzaklaştırmayı bile bilmiyor. Kaptan dediğin biraz oyunun içinde olacak, otoriter olacak değil mi? İ. Üzülmez çok yürekli ve özverili bir oyuncu. Fakat ne oyun zekası, ne de liderlik vasıfları Beşiktaş kaptanı olacak yeterlilikte değil.

Takımın 2 “beyni” Ricardinho ve Delgado kayıplardı. Edouard Cisse de kötüydü. Hadi üçü de kariyerli oyuncular, bir maçla iplerini kesmeyelim, sabredelim. Tello’ya ne diyeceğim? Ha, bu arada, biri bana lütfen Koray Avcı’nın neden hala, ısrarla, 3 senedir bu takımda durduğunu açıklasın. Bu kişi, mümkünse M. Yozgatlı’nın niye oynamadığnı da açıklasın. Hadi Higuain’e hemen dalmayalım daha ilk maçı (ama çok kötüydü). Diatta son golde düştü diye hiç günahını almayacağım. Kısa boyuna, ideal pozisyonu sağ bekten stopere çekilmesine rağmen hiç pes etmedi, son goldeki hatasına kadar da iyi oynadı. Karşındaki adam da sıradan bir oyuncu değil, Cisse. Marsilya’da sürünüyorsa (ki Marsilya, evet, bir ŞL takımı) nedeni her sene bir ayağını kırmayı adet edinmesindendir.

Beşiktaş’ın ileriki maçlarını düşünelim. Liverpool maçlarından hiç ümitli değilim. Tek şans, belki Rafa Benitez’in zaman zaman abarttığı rotasyon zihniyeti olabilir. Bizi küçümseyip yedeklerini çıkarır, onlar da iyi motive olamazlarsa (FB-Inter örneği) Liverpool’u yene bile biliriz. Porto hem iyi bir takım, hem çok mücadele gerektirmeyen bir lig olan Portekiz Ligi’nden geldiklerinden ŞL’ne çok farklı bir gözle bakıyorlar, hem de “slight underdog” olduklarından motivasyon diye bir sorunları yok. Marsilya’yı ise İnönü’de yenmek, Velodrom’da yenmekten daha zor olacak. Çünkü Fransız temsilcisinin asıl uzmanlık alanı kontraatak. Sorarım, BJK nasıl çıkacak bu gruptan?

Bence çıkamayacak. Beşiktaş’ın asıl yapması gereken, Şampiyonlar Ligi’nden çok Türkiye’deki başarısını ön planda tutmak olacaktır. Bu takım, gelecek vaat eden bir takım. Bu takım, isteyen, koşan ama başaramayan bir takım. Niye başaramıyor? Oyuncularının önemli bir kısmı yeteneksiz. Tello biraz daha koşsaydı Türkiye’de oynamazdı. Adamların limiti bu kadar. Evde yakalanan istikrarlı bir formla Bobo, Serdar Özkan, Serdar Kurtuluş, Gökhan Zan, Toraman, H. Arıkan, Batuhan vb. cevherlerin yanına daha kaliteli oyuncular monte edildiği zaman başarı gelecektir. Galatasaray, UEFA’yı almayı, Chelsea’den 5 yiyerek, Fener (daha bir şey başaramamış olsa da) İnter’i yenmeyi, United’dan yarım düzine yiyerek öğrendi. Gerçi Beşiktaş ta Leeds’ten yarım düzine yedi ama neyse karizmayı çizdirmeyelim. Ama sanırım derdimi anlatabildim. Demek istediğim, bu takımın ŞL’ne istikrarlı bir şekilde katılması, genç oyuncuların kendini geliştirmesi ve işe yaramaz, yeteneksiz oyuncuların (İbrahim Üzülmez, Koray Avcı, Ali Tandoğan gibi oyuncular) yerine yenilerinin alınması gerek.

Fener maçı hakkında da bir şeyler yazabilmeyi isterdim ama maç öncesinde cahil gibi uyuya kaldım ve uyandığımda saat sabahın 7 buçuğuydu. Ancak anlatılanlara göre Fenerbahçe, Inter’i eze eze yenmiş. “Haddinizi Bilin” yazısında belirttiğim gibi, 100. yıl gazını arkasına almış, senelerdir istikrarlı bir şekilde Avrupa takımı olmaya yatırım yapan Fener’in bu gruptan çıkması sürpriz olmayacaktır. Ancak Inter 7 eksikle gelmiş. OK, defansında Samuel, forvet hattında da İbrahimoviç, Crespo, Figo felan vardı. Sırf bu adamlar bile her takıma nasip olmaz. Bir de, çoğu isim hastası olduğu için Deivid'e demedikleri lafı bırakmayan spor yazarları ve kör fanatik Fenerliler... Beşiktaş karşısında Süper Kupa'yı getiren Deivid, Inter'e de bıçağı saplayan adam oldu. Bence o da çok zeki, ne zaman nerede olması gerektiğini bilen bir oyuncu. Üstelik onca yargısız infaza, hor görülmeye karşılık işini de gayet iyi yapıyor.

“Haddinizi Bilin” yazımı yanlış algılayan Fenerli arkadaşlar. Takımınız haddini bildi, sizi küçük görüp yedeklerini motive edemeyen Inter’i bileğinizin hakkıyla aşağı aldınız. Ama asıl başarı, size aynı gevşeklikle gelmeyecek olan PSV ve CSKA’yı yenmek. Şimdi anladınız?

Bugün Tarihi Bir Gün

20 Eylül 2007. Bu tarihi bir yere not edin. Çünkü İngiltere futbol tarihi adına çok önemli bir gün olabilir.

            Abramoviç’le sürtüşme içindeler, Chelsea’de mutsuz, Real’e gidecek, Şevçenko’yla Ballack’a trip atıyor, takımı gol yollarında sorun çekiyor, Ronaldinho’yu alacak derken beklenen ve beklenmeyen oldu ve José Mourinho istifa etti. Yani, en azından “resmi” olarak istifa etti. Zira, takımın içinden dışarı sızan bir iki dedikoduya göre esasen “kovuldu.”

            Peki bu gün niye tarihe geçebilir? Bu gün, eğer Mourinho’nun yerine getirilecek teknik adam, José’nin başarısını tekrarlayamazsa tarihe geçer. Şundan kimsenin kuşkusu olmasın: Chelsea’nin, 2003’te Rus işadamı Roman Abramoviç tarafından alınması, İngiltere Premier Ligi üzerinde tarihi bir etki bırakmıştır. Hillsborough faciasından sonra UEFA yarışmalarından men edilen, Demir Leydi politikaları yüzünden yediği darbenin altından kalkamayan İngiliz Premier Ligi, uzun süreden sonra Abramoviç’in transfer gücü sayesinde dünya futbol kamuoyunun dikkatini çekmeyi başarabilmiştir.

            Futbolseverler hatırlayamayabilirler. Roman Abramoviç’in Chelsea’nin sahibi olduğu ilk sene takımın başında Mourinho değil, İtalyan çalıştırıcı Claudio Ranieri vardır. Hatta o sene, Beşiktaş Ranieri’nin Chelsea’sini Stamford Bridge’de mağlup eder. Takıma gelen ilk oyuncu dalgası pek de o kadar süperstar ağırlıklı değildir. Mutu, Geremi, Joe Cole, Bridge gibi, şu anki takımın yedeklerini oluşturan yıldızlar, yine astronomik rakamlara transfer edilirler. (Bugünkü kadroda bu ilk gelenlerden yalnız J. Cole, Bridge ve Makelele kalmıştır.) Ranieri yönetimindeki Chelsea, Şampiyonlar Ligi’ne katılır. Ancak, şampiyonluğu, 38 maçı namağlup bitiren tarihinin en güçlü Arsenal’ine kaptırırlar. Ranieri, başarısız olduğu gereçkesiyle kovulur. Yerine, bir önceki sene Porto’yla UEFA’yı kazanmış, o sene de yine aynı Porto’yla Şampiyonlar Ligi’ni almış eski İngilizce ve beden eğitimi öğretmeni José Mourinho getirilir.

            Pek çoklarına göre José Mourinho, yönetimin bu kadar büyük başarılar beklediği Chelsea’yi başarıya taşıyacak “seçilmiş kişi”’dir. Gerçekten de, kariyerinin zirvesinde, başarıları tartışılamayacak genç bir çalıştırıcı olarak takımın başına getirilmiştir. Ayağının tozuyla, Drogba, Cech, Robben, Kezman gibi genç yıldızlarla beraber Porto’dan tanıdığı Ferreira, Carvalho gibi isimleri takıma dahil eder. Basın toplantılarında sık sık, büyük yıldızlarla çok işinin olmadığını, başarıya aç oyuncularla çalışmaktan zevk aldığını dile getirir.

            Mourinho’lu ilk sezonunun başlangıç evrelerinde, Chelsea oynadığı katı defansif futbol ve gol yollarındaki beceriksizliği yüzünden eleştirilere maruz kalır. Çoğu maçı 1-0 kazanmaktadırlar. Ancak Man Utd, Liverpool, Arsenal gibi rakiplerinin çoğu yeniden yapılanma sürecindedirler ya da sıkıntı yaşamaktadırlar. Sezonun ortasında gol sorununu da çözen Chelsea, 2004-05 sezonunda açık ara farkla şampiyon olur. Şampiyonlar Ligi’nde de çeyrek finalde Liverpool’a elenir. Yıllar sonra gelen şampiyonluk taraftarları sevindirmiş, yönetimin yüzünü güldürmüştür. Üstüne bir de Carling Cup kazanılmıştır.

            Sonraki sezona yatırım yapılır; Shaun Wright-Phillips, Essien gibi oyuncular kadroya dahil edilir. Sezon öncesi şampiyonluğun 1 numaralı favorisi ilan edilen Maviler, sezonun sonunda tahmincileri hayal kırıklığına uğratmazlar. Şampiyonlar Ligi’nde ise yine tık yoktur. 2 sene art arda gelen şampiyolnuk sonrası hedefin hem Şampiyonlar Ligi hem de Premiership olması kaçınılmazdır. Şampiyonluk tekrar kazanılır, Şampiyonlar Ligi’nde ise polemik dolu bir eşleşmede (Barça’nın teknik futbolunun önünü kesmek için Stamford Bridge’e bir ay bakım yapılmaz), erken finalde, Barça’ya elenirler.

2006 yazında kesenin ağzını iyice açan Abramoviç, takıma Ballack, Şevçenko, Ashley Cole, Mikel ve Kalou’yu dahil eder. Yalnız bu transferlerden özellikle Ballack ile Şevçenko’yu Mourinho istememektedir. Bu yüzden başkanla Portekizli hoca arasındaki ilk büyük gerilim ortaya çıkar. Bu iki süperstar da uzun süre kadroda kendilerine yer bulamazlar. Üstelik, Abramoviç’in Mourinho’nun gücünü daha da denetlemek için çalıştırıcının başına Frank Arnesen’i Mourinho’nun üstüne ataması, hocayla başkanın arasındaki uçurumu daha da büyütecektir.

            2006-07 sezonu, Chelsea adına pek çok açıdan şanssız bir sezondur. Mourinho-Abramoviç gerilimini bir kenara bırakalım, sezonun önemli bir kısmında kalecileri Cech, demir adamları Lampard ve kaptanları Terry’den şanssız sakatlıklar nedeniyle faydalanamazlar. Sezonun üçte birini üçüncü kaleci Hilario ile oynamak zorunda kalırlar. Bütün bunlara rağmen, çok formda bir Manchester United’a şampiyonluğu ancak kılpayı kaptırırlar, Şampiyonlar Ligi’nde de Liverpool’a yarı finalde kaybederler. Bu “başarısız” sezonda bile FA Cup’ı kazanmasını bilirler.

Ancak Abramoviç, takımın sezonu sadece FA Cup ile bitirmesini hazmedemez. Mourinho’yla arasındaki sürtüşmeler artar. Mourinho Abramoviç’in kendisinin isteği dışında transfer yapmasını eleştirir. Abramoviç, Mourinho’nun sırf bu sebeple Ballack ve Şevçenko’yu oynatmamasını... Mourinho’nun basın açıklamalarındaki gelenekselleşmiş kibirli ve polemik yaratıcı ifadeleri de Rus iş adamını rahatsız etmektedir. Bu sezona başlarken iki adamın arasında zaten açık bir uyuşmazlık vardır. Ceza olarak Mourinho’ya transfer parası verilmez. Man Utd ve Liverpool’un trilyonlar saçtığı bir transfer döneminde Chelsea bir tek Malouda’ya para harcar, Sidwell, Ben Haim gibi orta sınıf oyuncuları Bosman’dan almak zorunda kalır. Geçen hafta Londra'da Blackburn karşısında alınan 1-1'lik sıkıcı beraberlikten sonra Abramoviç stadı terk eder. Adamımızın kovulacağının ilk sinyalidir. Basın toplantısında Mourinho, her zamanki kibiriyle "Başkanın gitmesi doğal bir şeydir. Burası Londra, trafik tıkalı olur. Yetişmesi gereken bir randevu olabilir." der. Ancak, yine Stamford Bridge'de alınan Rosenborg beraberliği bardağı taşıran son damla olur.

Mourinho’nun Abramoviç tarafından kovulmasını tek cümleyle özetleyebiliriz. “İki karpuz bir koltuğa sığmaz.” Stamford Bridge, iki dev ego için çok dar geldi. Abramoviç, Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu her şeyden çok istedi. Öyle çok istedi ki, Chelsea’deki üç buçuk sezonuna 2 lig şampiyonluğu, 2 FA Kupası, 1 Carling Cup ve 2 Şampiyonlar Ligi yarı finali sığdırmayı başaran Mourinho bile ona göre başarısız kaldı. Mourinho’nun çekici ve baskın kişiliği ise çoğu yönetim kurulunun güvenmesi, övünmesi gereken bir değer olması gereken yerde, Abramoviç’i Mourinho’dan daha da uzaklaştırdı.

Özetle, Mourinho İngiltere’den ayrılırsa, Ada futbolu için büyük bir kayıp olacaktır. O, futbol çalıştırıcılarının “Neo”’suydu, “seçilmiş olan”’dı. Gençti, hırslıydı, yetenekliydi. Leiria, Porto ve Chelsea kariyerleri tartışılamayacak kadar başarılıydı; gerçek bir süper profesyoneldi. Chelsea gibi dev bütçeli bir yıldızlar topluluğunu savaşan ve kenetlenmiş bir takım haline getirmeyi başarabilmişti. Real Madrid, Inter ve Barça’nın da en az Chelsea kadar para harcadığını ve son yıllarda bu kadar büyük bir başarı ivmesi yakalayamadıklarını düşünürsek Mourinho’nun büyüklüğünü tekrar takdir ederiz. Esasen, kızgın başkan ve küskün teknik direktörün fark etmeleri gereken şey şuydu: birinin parası ve şöhreti, diğerinin karizması ve dehası olmasa Chelsea bugün “bir dünya devi” olarak anılmayacaktı. Yine onların açtığı kapının ardından West Ham, Portsmouth, Liverpool, Manchester United ve son olarak da Manchester City gibi takımlar dünyadaki zengin spor yatırımcılarının dikkatini çekti. Bu yatırımlar sonucunda Premiership, “futbolun bir numaralı arenası” olma unvanını La Liga’dan devraldı. Yani, Mourinho ile Abramoviç, her ne kadar yollarını ayırmış olsalar da yazdıkları tarih hatırlanacak.

Özetle, Thierry Henry’nin gidişi Premiership için ne kadar büyük bir kayıpsa, Mourinho’nunki de öyledir. Gerçi yukarıda belirttiğim o “açılan kapı”’dan Torres’ler, Kuyt’lar, Anderson’lar, Nani’ler geliyor artık. Giden Henry’nin yerine Fabregas’lı, Adebayor’lu van Persie’li, daha güçlü bir Arsenal türüyor. Hepimiz onun olay dolu demeçlerini, kendini GQ tarafından “İngiltere’nin en iyi giyinen erkeği” seçtiren tarzını, saha kenarından eliyle Terry’nin eline not tutuşturuşunu özleyeceğiz. Kim bilir, belki de Tottenham’ın başına geçer.

Bugün ayrılan Mourinho’nun yerine, futbol direktörü ve Abramoviç’in yakın dostu İsrail asıllı Avram Grant getirildi. Maccabi Petach-Tikva, Maccabi Tel-Aviv’i çalıştırdıktan sonra Portsmouth’ta Harry Redknapp’ın üstünde futbol direktörlüğü yapmıştı. Kökenlerinin aynı olduğu (bu sözün arkasında kesinlikle ırkçılık aramayın) ve daha kolay kontrol edebileceği, kariyeri daha belirsiz bir hocayı takımın başına getirdi Abramoviç.

Kovuluşunun ardından Grant’ın üzerinde büyük bir baskı kurulacağını düşünmüyorum. Bence Abramoviç de Grant’ın büyük ihtimalle José kadar başarılı olamayacağını biliyor (kim bilir, belki de olur). Mesele, dev egolar meselesi yani.


Son olarak, kişiliği ve meşhur açıklamalarıyla hep gündemde kalmayı başaran Mourinho’dan birkaç inci ile bitirelim.

“Sakın bana kendini beğenmiş demeyin. Ama Avrupa Şampiyonuyum ve “seçilmiş kişiyim”.” (2004 yazında Chelsea’nin başına geçerken).

“Oyuncularımız A kalite. Üzgünüm, ama teknik direktörümüz de A kalite.”

“Zoru sevmeseydim Porto’da kalırdım. Rahat, mavi bir sandalye, Şampiyonlar Ligi kupası, Tanrı, tanrıdan sonra da ben.”

“Eğer tesislere gelip takımı çalıştırmama yardım etseydi şu an küme düşme hattında olurduk. Eğer ben mali işlere karışsaydım, bu sefer iflas ederdik.” (Başkan Abramoviç hakkında)

“Baskı? Ne baskısı? Baskıyı fakirler hisseder. Çocuklarının karnına bir lokma ekmek koyabilmek için sabahtan akşama çalışmak zorudnadırlar. Futbolda baskı maskı yoktur.”

“Herkes Chelsea’nin kaybetmesini istiyor. Bari bir gün kaybedelim de resmi tatil ilan etsinler.”

“Zirvede olmamızın nedeni kulübün mali gücü değil. Şu anda bütün kulvarlarda iddialı bir şekilde koşuyorsak, bu benim eserimdir.”

“Genç oyuncular kavuna benzerler. Kavunun içini açmadan iyi olup olmadığına %100 emin olamazsınız. Bazen pazardan müthiş kavun diye aldığınız kavun tatsız çıkar. Bazen de çürük gibi gözüken kavunun lezzetine doyum olmaz.”

18.09.2007

Tam Bir İşkolik: Dino Zoff

Çinliler ve İngilizlerin yanı sıra İtalyanlar da futbolun kökenlerini sahiplenen milletlerden birisidir. Hatta bu oyuna kendi dillerinde “Calcio” ismi verirler ki diğer dillerin çoğunluğunda, İngilizce “football”dan türeyen sözcüklerden farklıdır. Ve İtalyanlar 1960’lardan bu yana dünyanın bir çok ülkesinin aksine futbolu –hele de uluslararası arenadaysalar- bambaşka oynarlar. Catennacio (kilit) öncelikle gol yememe üzerine kurulmuştur ve çoğu futbol izleyicisi için (kendimi dışarıda tutuyorum) pek keyif verici değildir. Savunmaya bu kadar önem veren bir anlayış, doğal olarak da iyi bir kaleciye ihtiyaç duyar. Zaten 1930’ların büyük kalecisi Combi’den sonra catenaccio yerleşene kadar ülkeden efsanevi bir kaleci de çıkmamıştır. Ama 1960’ların sonundan itibaren deyim yerindeyse Buffon’la bugüne uzanan bir zincir kurulur. Zenga, Pagliuca, Peruzzi ve Buffon bizim hatırlayabildiğimiz isimlerdir ve kendi dönemlerinde dünyanın en iyi kalecileri arasında isimleri mutlaka geçer. Bu arada söz Buffon’dan açılmışken minik bir not; 1962 Dünya Kupası da dahil olmak üzere toplam 16 defa İtalya’nın kalesini koruyan Lorenzo Buffon, Gianluigi Buffon’un dedesiyle amcazadedir.



Ama bu zinciri başlatan isim çalışma disiplini sayesinde 40 yaşına kadar oynayabilmiş ve o yaşta Dünya Kupası’nı İtalya’nın kaptanı olarak kaldırmayı başarmıştır. Bizim neslin görsel hafızasında gri-mavi bir kazak ve siyah kısa bir şortla yer alan Dino Zoff’la tanışıyoruz.



İtalya’nın kuzeydoğusunda, Udinese’den o zamanın Yugoslavya (bugün Slovenya) sınırına sadece birkaç kilometre mesafedeki Gorizia’ya giden yolun ortasından geçtiği küçük bir kasabadır Mariano del Friuli. Hani, zamanın durduğu küçük yerler vardır sanki hayat 100 yıl öncesine göre fazla değişmemiştir. Sadece 1,300 kişinin yaşadığı kasabada deyimin cuk oturduğu gibi “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz”. İtalyanlardan alıştığımızın aksine çok konuşmazlar ama yaşamak için çok çalışmak zorundadırlar. Mario Zoff da, ailesine bakabilmek için sabahtan akşama kadar tarlalarda çalışanlardan birisidir. Karısı Anna, İkinci Dünya Savaşı’nın en sıcak zamanlarında, 28 Şubat 1942 günü bir erkek çocuk verir Mario’ya, ismini Dino koyarlar.



Dino, küçük yaştan itibaren bir futbol yıldızı olabilmek hayaliyle yaşamaktadır, ama o zaman bile bu hayaller kendisi için herşeyin ötesinde değildir: “Kaleci olmasaydım bu ellerle çiftçiden başka bir şey olamazdım”. Ve daha o yaşlarda, küçük kasabasının genel özelliği olan sükuneti ve az konuşarak çok şey anlatabilmeyi de öğrenmektedir. İdolleri futbol dışından iki isimdir; bisiklet dünyasında disiplin, sorumluluk, fedakarlık ve çalışmalarıyla isim yapmış Fausto Coppi ve Abdon Pamich.



Mario baba ona öncelikle çalışmanın önemini anlatmıştır. Futboldan önce okul ve çalışma gelmelidir, eğer daha sonrasında özel bir yeteneği varsa ve yeterli zaman bulabiliyorsa futbol oynayabilecektir. Dino, bu öneriyi kabul eder ve zorunlu eğitimini tamamladıktan sonra her gün bisikletiyle gidip geldiği bir tamircide çalışmada başlar. Artık para kazanmaya da başlamıştır ve futbol için yeterli zamana da sahiptir. 15 yaşından itibaren kasabasının takımı olan Marianese’nin kalesinde oynamaya başlar. Bu dönemde kendisini izleyen Juventus ve Inter takımlarının yetkilileri Giuseppe Meazza ve Renato Cessarini, Zoff’un boyunu kısa ve kendisini de çok genç bulmuşlardır. Halbuki birkaç yıl bekleseler, Dino’nun tam 33 santim uzadığını ve 1.82 m’ye ulaştığını göreceklerdir. Bunu gören ve Zoff’u henüz 19 yaşındayken Udinese’ye öneren ise Comuzzi isminde bir yetenek avcısıdır. Teknik Direktör Liugi Bonizzoni, Zoff’a güvenmektedir ve 1961-62 sezonunun 6. haftasında Dino’yu Fiorentina karşısında ilk kez sahaya sürer. Ancak bu Zoff için kötü bir gün olacaktır, Udinese maçı 5-2 kaybeder. “Maçtan birkaç gün sonra sinemaya gittim. Film arasında maçın özet görüntülerini verdiler. Koltuğun altına saklanmak istedim”. O sezon boyunca Udinese kalesinde sadece 3 kez daha oynayacak ve sezon sonunda takımıyla birlikte Serie B’nin yolunu tutacaktır. Sonraki sezon boyunca Udinese’nin kalesindeki tek isimdir ancak her hatası acımasızca eleştirilmektedir. Dino, buna daha fazla dayanamayacağını anlayınca, 1963-64 sezonunda Bonnizoni’nin peşinden Mantova’ya transfer olur. Burada geçirdiği 4 sezonda daha da olgunlaşır ve gerçek anlamda doğuşunu tamamlar. Artık büyük takımların ilgisini çekmektedir ve 1967-68 sezonunda Milan’ın da kendisini istemesine rağmen son anda (gerçekten de son anda, bazı kaynaklar Zoff’un imzayı bastığında transfer sezonu kapanalı birkaç dakika olduğunu ileri sürüyor) 5 sezon geçireceği Napoli’ye transfer olur. Çok mutlu anılarının olduğunu söylediği bu şehir ve takımdaki ilk sezon performansıyla Milli Takım’a da seçilecek ve azzurinin kalesinde (azzuri zaten “açık maviler” demektir, sonuna bir de –ler takısı olmaz.. imza: ukala yazar) ilk defa 30 Nisan 1968’de Avrupa Şampiyonası çeyrek final ikinci maçında, ilk maçta 3 gol yiyen Albertosi’nin yerine, Bulgaristan’a karşı oynayacaktır. Aslında Dino; Albertosi, Anzolin ve Pizzaballa ile birlikte 1966 D.K. aday kadrosunda da yer almıştır ancak Teknik Direktör Fabbri, kupaya kendisi yerine diğer 3 isimle katılmayı tercih eder. Zoff’a göre “Kendisi de Mantova’lı olduğu için, şehrinin takımından bir kaleciyi kayırdığı yönündeki eleştirilerden kaçmak istemiştir”. Zoff, İtalya’nın 2-0 kazandığı Bulgaristan maçı da dahil olmak üzere Avrupa Şampiyonluğu’na ulaştığı son 4 maçında sadece 1 gol yiyecektir. Ancak sonrasında 1970 Dünya Kupası’na kadar sadece 6 maçta daha İtalya’nın formasını giyecektir ve Meksika’da Albertosini’nin yedeği olarak bekleyecektir. “Avrupa Şampiyonasını kazanan takımın kalesinde ben vardım. Dünya Kupası elemelerinde de ben oynadım ancak finallerde Albertosi seçildi, tabi bunda onun Cagliari’de oynuyor olması ve Milli Takım içerisinde Cagliari’lilerin ağırlıkta olmasının da payı vardı”. Albertosi’nin, finalde Brezilya karşısında gösterdiği kötü performans ise, İtalya’ya bir Dünya Şampiyonluğuna ve bence daha önemlisi Jules Rimet kupasına ebediyen sahip olma fırsatına malolmuştur. Ancak artık kale 13 sene boyunca Zoff’undur. Bu yıllar artık zirveye yükselişin habercisidir. Hemen buraya sıkıştıralım; Zoff, 1974 D.K. elemlerinde Türkiye’ye karşı iki maç oynar ve Ocak-Şubat 1973’te oynanan bu iki maçta da gol yemez.



Dino Zoff, 1972–73 sezonunda Juventus’a transfer olur ve yıldızlıktan efsaneliğe yükseleceği ve bazı çevrelerde “SuperDino” olarak anılacağı dönem başlar. 30 yaşındadır ve heralde o zamanlarda Juventus yöneticileri ondan en fazla 4-5 sezon bekliyorlardır. Ama Zoff; Bettega, Anastasi, Capello (Fabio) ile başladığı 11 Juventus yılı boyunca Scirrea, Boninsegna, Benetti, Tardelli, Cabrini, Boniek ve Platini gibi unutulmaz oyuncular ile oynayacak ve çoğuna kaptanlık yapacaktır. Capello demişken; kendisi ile Zoff’un bir başka ortak noktası da 1973’te İngiltere’ye karşı Wembley’de elde ettikleri zaferdir. Adalılar ile ilk defa 13 Mayıs 1933’te karşılaşan İtalya, o maç da dahil olmak üzere 40 yıl ve 8 maç boyunca İngiltere’yi yenememiştir. Sonunda, Haziran 1973’te Torino’da oynanan maçta, şeytanın bacağı kırılır ve İtalya 2-0 kazanır. İngilizler, 5 ay sonra bu defa ev sahibidir ancak İtalya yine 1-0 kazanır ve İngiltere’yi bu defa kendi evinde ilk defa yener. Zoff; “Kariyerimin zirvesini hiç düşünmedim ancak Wembley’deki maç kesinlikle en iyilerden birisiydi”. Fabio Capello ise, Wembley’deki tek golün sahibidir.



Ajax, Bayern Münih ve Barcelona’yla birlikte 1970’lerin Avrupa futboluna damga vuran Juventus, Zoff’un oynadığı süre içerisinde 6 kez İtalya Ligi’ni, 2 kez İtalya Kupası’nı, 1 kez de UEFA Kupası’nı (1977) kazanır ve sadece 1974 ve 80 yıllarını kupasız kapatır. Bence Zoff’un kariyerindeki tek eksiklik olarak görebileceğimiz Şampiyon Klüpler Kupası ise, iki defa finallerde (1973’te Ajax ve 1983’te Hamburg’a karşı) kaybedilmiştir. Efsane kaleci, İtalya Ligi’nde henüz kırılamamış iki, 20 yıldan fazla süre yaşamış iki rekorun da sahibidir. 11 sezonda toplam 332 defa üst üste forma giymiştir ki bugün bile bunu başarabilen oyuncu yoktur ve aynı zamanda İtalyan liginde bir maçta forma giyen en yaşlı oyuncu olmuştur (15 Mayıs 1983’te, 41 yaş+75 gün). 570 maç ile ligde en fazla forma giyme rekoru ise 2005/06 sezonunda Lazio kalecisi Ballotta ve Paolo Maldini tarafından peşpeşe kırılırken, 903 dakika ile en uzun süre gol yememe rekoru ise Milan kalecisi Sebastiano Rossi tarafından 1994’te 929 dakika ile geride bırakılmıştır.



Milli Takım’a döndüğümüz zaman, Zoff’un klüpler düzeyindeki başarısına ulaşmak için milli formayı ilk giyişinden 15 yıl sonrasını beklemek zorunda kaldığını görüyoruz. Zoff’nu kenarda oturduğu 1970 Dünya Kupası’nı finalde kaybeden İtalya, 1974’te Haiti, Polonya ve Arjantin’in bulunduğu gruptan çıkamaz, 1978’de ise 4.’lükle yetinir. Zoff’a göre; “Aslında hep iyi bir takıma sahiptik ancak 1974 ve 78’deki performansımızı kalitemiz değil psikolojimiz belirledi”. Kendisi ise 1974 Dünya Kupası’nda, hiç beklenmeyen bir maçta Haiti’li Sanon’un uzaktan attığı golle sona eren ve hâlen kırılamamış olan “milli maçlarda toplam 1142 dakika gol yememe rekoru” ile gündemdedir. 1978’te ise artık 36 yaşındaki kaleci, özellikle ikinci turun liderini ve finalisti belirleyecek maçta Hollanda’lı Brandts ve Hahn’ın uzaktan gönderdiği füzeler karşısındaki çaresizliği (özellikle Hahn’ın golünü izlemeniz lazım, heralde 40 metre vardır) nedeniyle ağır eleştirilere hedef olur. Ancak Zoff, hiç katılmadığı “yaşlandı ve ağırlaştı” eleştirilerine cevap vermeden çalışmaya ve çalışmaya devam eder. Daha önceden hep olduğu gibi cevabını sahada vermeyi tercih edecektir. Bu arada geçen 3 Avrupa Şampiyonası’nda ise (1972,76 ve 80) alınan en iyi derece dördüncülüktür.



Yıl 1982... Futbol ateşi, endülüs güneşiyle birlikte hem İspanya’yı hem de Dünya’yı avuçlarına almıştır. Şiir gibi futbol oynayan Brezilya ve Maradona’lı Arjantin en büyük favorilerdir. İtalya ise daha çok, şikeye karıştığı gerekçesiyle milli takımdan uzaklaştırılan en iyi golcüleri Paolo Rossi’nin, Teknik Direktör Enzo Bearzot’un özel çabasıyla geri dönüşünü konuşmaktadır. Azzuri, ilk turdaki 3 maçından da beraberlikle ayrılır ve o kupanın (ve sonrasında 1990’nın) “gönüllerin şampiyonu” Kamerun’u sadece averajla geride bırakarak, ikinci tura çıkabilir. İkinci tur grubunda ise, Brezilya ve Arjantin’le aynı gruptadırlar ve genel görüş Latin Amerikalıların İtalya’yı çerez niyetine yiyeceği şeklindedir. Ancak, hiç de öyle olmaz. İlk turda sahada hayalet gibi gezinen “şikeci” Rossi, kendisine “Yılın Futbolcusu” ödülünü getirecek yükselişine başlar ve İtalya, Arjantin’i 2-1, Brezilya’yı ise 3-2 yenerek yarı finale yükselir. Dino Zoff, Brezilya maçının son dakikasında çıkardığı bir topla maçı kurtaran adam olur. Rossi daha sonraları 1982 D.K. için “Ben gol atıyordum, Zoff ise maç kazandırıyordu” diyecektir.



Rossi, muhteşem performansına 2 gol attığı Polonya karşısındaki yarı final ve 1 gol attığı Federal Almanya karşısındaki final maçlarını da ekler. 11 Temmuz 1982’de Madrid’te oynanan ve İtalya’nın 3-1 kazandığı final sonrasında, turnuvanın en iyi kalecisi seçilen Dino Zoff şeref tribününe kaptan olarak gelir. 40 yaşını tamamlamış kaleci, Dünya Kupası’nı kaldıran en yaşlı isim (ve de kaptan) olarak tarihe geçer. Zoff ayrıca, 1934’te Combi’den sonra D.K. kazanan takımda kaptanlık yapan ilk kalecidir. Kupayı kaldırdığı fotoğraf Time ve Newsweek dergisinin kapaklarını süsler, kupayı tutan elleri, İtalya’da basılan hatıra pulun üzerinde yer alır. O günden geriye kalan diğer fotoğraflar ise Dino’nun sevincini Hem oyuncu hem de insan olarak çok şey borçlu olduğunu söylediği ve kendisi gibi Kuzeydoğu İtalyalı olan Teknik Direktör Bearzot ile paylaşmasını belgeler.



Dino Zoff, klüp kariyerinin sona ermesinden 15 gün sonra 29 Mayıs 1983’te İsveç’e karşı oynanan Avrupa Şampiyonası grup eleme maçında milli formayı da son kez giyer. İtalyan Federasyonu’na göre maç başına 0.81 gol yiyerek 114 kere milli olmuştur (diğer bazı kaynaklar ise 2 maçı saymayarak 112 rakamını telafuz ediyorlar) ve bu rekoru da yıllar sonra Maldini tarafından kırılana kadar sürer. Aslında Zoff’un sahip olduğu ancak daha sonra Maldini tarafından kırılamayan rekor çok azdır. Yine de Maldini’ni muvaffak olamadığı bir şey vardır; Dino Zoff hâlen, hem Avrupa Şampiyonası hem de Dünya Kupası kazanan tek İtalyandır.



Artık eldivenlerini giyip sahaya çıkmıyordur ama futboldan da kopmuş değildir ve Juventus’un kaleci antrenörlüğünü yapmaya başlar. Zaten çalışmaya aşık bir kişi için 20 yıldan uzun da sürse, kariyerini bitirdiğinde dinlenmek için bir kenara çekilmek mümkün olamazdı. 1986’da ise Olimpik Milli Takımın başına geçmesi teklif edilir. 11 maçta 7 galibiyet, 4 beraberlikle İtalya’yı Seul’e taşımayı başarır. Bu başarısı sonrasında Juventus’un Teknik Direktörlüğü görevine getirilir. Burada sadece iki sezon görev yapacaktır ama 1989-90 sezonunda hem İtalya Kupası’nı hem de UEFA’yı kazanır. Ancak sonrasında hem takımın sahibi Agnelli ile yaşadığı sorunlar hem de yardımcısı olarak göreve birlikte başladığı yakın saha içi ve dışı arkadaşı Scirea’nın ölümünün kendisinde açtığı yara nedeniyle Torino’dan ayrılması gerektiğine karar verir. Bir sonraki durak 1990-91 sezonundan itibaren Lazio’dur. İlk iki yıl çok göze batan başarılar yoktur ama 1992-93 yılında Serie A’yı 5. bitirerek, başkent takımını 16 yıl aradan sonra UEFA Kupası’na taşır. Sonraki sezonda ise Lazio, ligi 3. bitirecektir ve sezon sonunda takımın en büyük hissedarı Sergio Cragnotti, Zoff’a takımın genel menajerliğini üstlenmesini isteyecektir. Yerine gelen Zdenek Zeman’la birlikte Lazio, 1994-95 ve 95-96 sezonlarını ligi ilk 3’te bitirmeyi başaracaktır. Ancak sonraki sezondaki kötü gidişin faturası Zeman’a kesilecek ve 19. hafta sonunda işine son verilen Teknik Direktör’in yerine Zoff yeniden sahaya inecektir. Lazio kalan 15 maçında 32 puan toplamayı başlayarak, ligi 12.’likten 4.’lüğe yükselerek tamamlayacaktır ve 1997-98’de ise yeniden menajerliğe dönen Zoff, takımı ise Sven Goran Eriksson’a teslim edecektir.



Fransa da yapılan 1998 Dünya Kupası’nın ardından, İtalya Futbol Federasyonu Cesare Maldini’nin yerine milli takımı Zoff’a emanet etmeye karar verir. Azzuri, Hollanda-Belçika tarafından düzenlenen finallere beklendiği gibi rahat bir şekilde ulaşır. Bizim de bulunduğumuz gruptan lider olarak çıkan İtalya, çeyrek finalde Romanya’yı , daha sonra klasik hâline gelecek yarı finalde ise Toldo’nun 3 penaltı kurtardığı maçla Hollanda’yı geçer. Finalde, son dünya şampiyonu Fransa karşısında Totti’nin penaltısıyla öne geçen Zoff’un öğrencileri, bitime saniyeler kala Wiltord’un attığı gole engel olamaz. İtalyanların çilesi burada bitmez ve Trezeguet 94’te altın golü de atarak kupayı Fransa’ya getirir. “Hayatımın en zor gecesiydi, bir saniye bile uyuyamadım” diyecektir Zoff daha sonra. Ve yine daha sonra Milan başkanı Berlusconi’nin kendisine yönelik acımasız eleştirilerini haksız bulacak ve “Ben, Berlusconi’den akıl alacak adam değilim” diyerek istifa edecektir.



Sonrasında 2000-01 sezonunda yeniden Lazio’nun başına geçen Zoff’u, lig sonunda takımını 3.’lüğe ve Şampiyonlar Ligi’ne taşımasına rağmen, sonraki sezona kötü başlayınca istifa eder. Efsane adam, sahalarda son kez 2004-05 sezonunda Fiorentina Teknik Direktörü olarak görülür ve küme düşmekten son haftada kurtulmasına rağmen işine son verilir.



Belki efsanenin son birkaç sayfası kötü yazılmış gibi görülebilir ama bunu fazlasıyla telafi edecek bir sonla bitirmek istiyorum. UEFA, kuruluşunun 50. yılını kutlayacağı 2004 yılında onurlandırmak üzere, üye ülkelerden son 50 yılın en iyi futbolcularını belirlemelerini ister. İtalya’da aday oyuncuların listesi oldukça kalabalıktır; Rivera, Facchetti, Mazzola, Riva, Bonnisegna, Benetti, Capello, Pulici, Antognoni, Scirea, Tardelli, Rossi, Cabrini, Altobelli, Conti, Baresi, Bergomi, Vialli, Baggio, Maldini, Zola, Del Piero, Nesta, Cannavaro, Inzaghi, Totti bu isimlerden sadece bir kaçı.... Ama İtalyan Federasyonu’nun UEFA’ya “Altın Oyuncu” olarak bildirdiği isim Dino Zoff olur...



OrtaKafaGol’de sizlere anlattığım kalecilerin her birinden, kendimi de bu mevkide oynadığım için mutlu edecek birkaç şey yakalamaya çalışıyorum. Zoff’u yazarken, çalışmayı ve iş ahlakını herşeyin önüne koyarak 41 yaşına kadar oynayan, eleştirilere karşı asla pes etmeyen ve deyim yerindeyse “adam gibi” bir adamla aynı mevkide olmaktan mutlu oldum. Onun için de yine gözlere zarar uzunlukta bir yazı oldu bu, kusura bakmayın....



Bir dahaki yazıda, yine yakın zamanlardayız ve artık hayal meyal de olsa hatırladığımız bir kaleciyi daha yakından tanımaya çalışacağız. Sovyetler Birliği tarihinin ikinci en büyük kalecisi; Rinat Dassaev...



Hadi Eyvallah.

Giriş

Türkiye, Şampiyonlar Ligi'ne bu sezon iki takımla birden girince bütün ilgimiz bu iki takımımıza yöneldi ve ligin geri kalanına bakmayı unuttuk. Yine de, konuyla ilgilenen okurlarımız için lig başlamadan bir hafta önce bir tanıtım yazısı düzenlemek gerekir diye düşünüyorum. Beşiktaş A Grubu'nda Liverpool, Porto ve Marsilya ile eşleşirken; Fenerbahçe G Grubu'nda Inter, PSV ve CSKA Moskova ile mücadele edecek. Konuyu uzatmayacağım sadece söyleyeceğim şu; iki takımımızın da turu geçmesini hayal olarak görüyorum. En büyük şansları; üçüncü torbadan zayıf rakipler seçmeleri, akıllıca hareket ederlerse gruplarını üçüncü bitirirler. Bu arada; desteğimiz tabii ki sonsuz...

Diğer altı gruba alfabetik sırayla bakalım. Önümüze ilk gelen B Grubu. B Grubu'nda mücadele edecek olan takımlar; Chelsea, Valencia, Schalke 04 ve Rosenborg. Chelsea ve Valencia, son olarak geçen sezon Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final yaptılar ve turu geçen son dakika golüyle Chelsea oldu. 1997'de UEFA Cup'ı kazanan Schalke 04 ise geçen sezon Bundesliga şampiyonluğunu son düzlükte elinden kaçırmıştı. Dördüncü torbadan gelen Norveç temsilcisi Rosenborg ise bu ligde görmeye alıştığımız bir takım. Son iki yıl kriz yaşadıktan sonra 2006'da tekrar ligi kazanan Rosenborg, bir başka kuzey temsilcisi Tampere United'ı geçerek gruplara kaldı. Kadro kalitelerine baktığımızda Rosenborg, diğer üç takımın son derece gerisinde gözüküyor. Savunmada Basma, Riseth, Kvarme; orta alanda Strand ve forvette de Steffen Iversen gibi tecrübeli yerli futbolculara sahipler. Kendi evlerinde iyi sonuçlar çıkarmaları durumunda grupta iddialı bir duruma gelebilirler. Kalan üç iddialı takıma bakıyoruz: Chelsea, son üç yıldır çok iddialı bir şekilde geliyor ve bu yıl da en az geçen seneki kadar başarılı olmalarını bekliyorum. Son üç yılda iki kez yarı finalde Liverpool'a elenen Chelsea, geçen sezon ligi ikinci bitirmişti. Jose Mourinho, Michael Ballack'ı kadroya almayarak göndereceğinin sinyallerini verdi. Chelsea için en büyük sorunun orta alan-hücum arasındaki oyuncu eksiği olabileceğini düşünüyorum. Malouda ve Wright-Philips ikilisi dışında Joe Cole'un da tam hazır bulunması durumunda Chelsea durdurulması çok zor bir takım olacak gibi duruyor... Geçen sezonun çeyrek finalisti Valencia, yeni sezona kaleci Timo Hildebrand, sağ kanat Manuel Fernandes,stoper Ivan Helguera, hücuma dönük sağ kanat Javier Arizmendi ve forvet Nikola Zigic transferleriyle devam edecek. Yeni kadrosuyla Valencia'nın geçen sezonkinden bir adım önde olduğuna inanmıyorum. Bir adım öne çıkmaları için Arizmendi'nin geçen sezon izlediğimiz performansını arttırarak yola devam etmesi gerekiyor. Bu durumda Valencia, en az geçen sezonki kadar başarılı olabilir... Son olarak grubun kilit takımı Almanya'dan gelen Schalke 04. Geçen sezonki kadrosundan Hamit Altıntop ve Lincoln'ü kaybeden Schalke'nin transferde daha etkili olmasını beklerdim. En önemli transferleri geleceğin yıldızı oyun kurucu Ivan Rakitic oldu. Jermaine Jones da fena bir ekleme değil. Yalnız, bu kadroyla Chelsea-Valencia ikilisini zorlamaları çok ama çok zor... Tahmin: Grup, torba sırasına göre biter...

C Grubu'ndaki takımlar; Real Madrid, Werder Bremen, Lazio ve Olympiakos. Performansları sürekli değişen dört takımın bulunduğu grup; ilginç sonuçlara gebe olabilir. Geçen sezon İspanya Ligi'ni kazanan Şampiyonlar Ligi tarihinin en başarılı takımı Real Madrid, kağıt üstünde çok iyi bir kadroya sahip. Savunmadan beğenmediğim Fabio Cannavaro'yu çıkarsak bile Pepe-Heinze-Sergio Ramos-Metzelder gibi harika isimlere sahip olan Real Madrid, ön liberoda Gago-Diarra ikilisine sahip. Ön tarafta Sneijder-Robben ikilisi var iken; yedekteki Guti ile Julio Baptista'yı da unutmamak gerek. Hücumda ise Raul-Van Nistelrooy ikilisinin yedeğinde Robinho, Saviola ve Gonzalo Higuain var. Bernd Schuster iyi teknik adamlık yaparsa Real Madrid çok üstün olmasa da aç oyunculardan kurulu bir kadroya sahip ve grupta zirveye oynayabilir... Geçen sezon grupta Chelsea-Barcelona'ya toslayan Werder Bremen bu sezon çok daha iyi bir gruba geldi diyebiliriz. Geçen sezonki kadrosundan Miro Klose'yi kaybeden Bremen'in yeni transferleri Carlos Alberto ile Boubacar Sanogo oldu. İyi bir savunma hattına ve Diego'nun önderlik ettiği hücum hattına sahip olan Werder Bremen'in önündeki en önemli sorun ön libero pozisyonu. 30 yaşındaki Torsten Frings bu bölgeyi tek başına idare edebilir mi? Gol atmakta sıkıntı çekeceklerini düşünmüyorum... Geçen sezon İtalya Ligi'ni dördüncü bitirmeyi başaran Lazio da tur şansını kovalama iddiasında. 3.Öneleme'de Dinamo Bükreş'i eleyen Lazio sonuna kadar mücadele eden bir kadroya sahip. En önemli handikapları tecrübesiz isimlerden kurulu olan savunmaları. Orta alanda Roberto Baronio, Cristian Ledesma ve Valon Behrami gibi hem genç, hem yetenekli, hem de tecrübeli isimlere sahipler. Forvette ise Goran Pandev, Tommaso Rocchi ve ihtiyaç duyulursa Stephan Makinwa son derece tehlikeli bir üçlü... Grubun son katılımcısı da Lig'e direkt olarak katılan Olympiakos. Olympiakos'un geçen seneye nazaran çok zayıf bir kadrosu olduğunu söyleyebiliriz. Rivaldo, Nery Castillo, Haruna Babangida'dan yoksun Olympiakos'un kadrosundaki en önemli isimler forvet hattındaki Luciano Galletti ve Darko Kovacevic olarak gözüküyor... Tahmin: Werder Bremen birinci olur, ikincilik için Real Madrid-Lazio mücadelesi olur, Real Madrid tecrübesiyle ve son maçı içerde oynamaya avantajıyla turu geçmeye aday; Olympiakos ligin en kötü takımı olabilir...

D Grubu... Yine torba sırasına göre takımları yazalım; AC Milan, Celtic, Benfica ve Shakthar Donetsk. Geçen yılın Şampiyonlar Ligi Şampiyonu Milan için fazla söze gerek yok zaten. 2003'ten beri iki yılda bir final yapma geleneğine sahip olan Milan, geçen yıl kupaya giden yol da pek de zorlanmadı. Geçen sezonun ikinci turunda, Celtic'i elediklerini de hatırlatalım. Milan'ın geçen seneden pek de farklı bir kadrosu yok. En önemli artıları; Pirlo-Seedorf-Gattuso rüya üçlüsünün yanına Real Madrid'den Emerson'u transfer etmeleri oldu. Geçen sezon tecrübe kazanan Yoann Gourcoff ve Ocak'tan sonra oynayacak olan Pato'yu merakla bekliyoruz. En önemli eksi ise Paolo Maldini'nin bir yaş daha yaşlanması diyebiliriz... Gruptaki mücadele kalan üç takım arasında olacak gibi gözüküyor. Portekiz Ligi'ni üçüncü bitiren SL Benfica, önelemede FC Kobenhavn'ı eledi. Benfica'nın transferlerini ''Portekiz Ligi: Transfer Dosyası'' başlıklı yazımda genişçe ele almıştım. Simao, Karagounis gibi yıldızlarını gönderen Benfica yola genç yıldızlarla devam ediyor. Uyum sürecini de katarsak Benfica'nın sürpriz/şok edici sonuçlar almasını beklemek hayal olmaz diye düşünüyorum... Geçen sezon Benfica ile yine aynı grupta bulunan İskoçya Şampiyonu Celtic önelemede Spartak Moskova'yı penaltılarla geçti. Yeni sezona orta sahaya yaptığı iki önemli transferle başlıyor. Birincisi, tecrübeli İtalyan Massimo Donati; ikincisi ise Hibernian'dan Scott Brown. Takımdan ayrılan önemli isimler ise Thomas Gravesen ile Kenny Miller. Gidenlerle gelenlerin birbirini dengelediğini düşünüyorum ve Celtic'in geçen sezonki kadar başarılı olmasını zor bir ihtimal olarak görüyorum... Grubun son takımı ise Ukrayna'dan gelen Shakthar Donetsk. Shaktar, önce Pyunik sonra da Salzburg'u eleyerek gruplara kaldı. Geçen sezon grupta elenen Shakthar çoğu yıldızını Avrupa'ya gönderdi. Ciprian Marica Stuttgart'a, Matuzalem Zaragoza'ya, Elano ManCity'ye gittiler. Savunmacı Ilsinho Sao Paulo'dan, Nery Castillo Olympiakos'tan ve forvet Cristiano Lucarelli de Livorno'dan transfer edildiler... Tahmin; Milan grubu çok rahat birinci bitirir. Kalan sıralar için ise ciddi mücadele yaşanacak gibi. Dördüncü torbadan gelen Shakhtar Donetsk'in genç Benfica ve kadro derinliği olmayan Celtic'e karşı ciddi bir mücadele verebileceğine inanıyorum. Sakatlık gibi durumlar olmazsa Mircea Lucescu'nun takımı ikinci tur biletini kapar...

E Grubu'nda ise iki çok üst seviye takım ile iki üst seviye olma yolunda ilerleyen takım bulunuyor: Barcelona, Lyon, Stuttgart ve Glasgow Rangers. 2006 Şampiyonlar Ligi Şampiyonu Barcelona için söylenecek fazla söz yok. Kurduğu kadroyla bu sezonun en önemli şampiyonluk adayı olarak gözüken Barcelona'nın kadrosunda hiçbir zayıf yön bulunmuyor. Solda yeni transfer Eric Abidal, sağda Gianluca Zambrotta, ortada Carles Puyol ile Gabriel Milito, onların önünde Yaya Toure, ortada Xavi-Iniesta, ilerde Ronaldinho-Messi-Henry. Eto'o ve Deco'yu ilk 11'e yazmadığımı da ekleyeyim. Bir de yeni yıldız Giovanni Dos Santos var. Kadroyu yazarken bile yeteri kadar ürküyoruz. 2006 Şampiyonu'ndan çok daha korkutucu bir kadro var elde... Son yıllarda, sezonun ilk bölümünde coşan ama sonlara doğru performansı sürekli düşen Lyon ise yine aynı performansı verebilir. Caçapa, Abidal, Diarra, Wiltord ve Tiago'yu kaybeden Lyon'un en önemli transferi Lille'den gelen forvet Kader Keita oldu. Savunmaya Anderson, Fabio Grosso ve orta alana da Mathieu Bodmer transfer edildi. Lyon'da yıllardır gördüğümüz süperstarlar gider, başkaları gelir ama takımın performansı hiç değişmez. Bu yıl belki biraz daha zor olur ama yeni hoca Alain Perrin'in etkisiyle, Hatem Ben Arfa ve Karim Benzema'nın verebilecekleri spektaküler performanslarla Lyon hiç de fena olmaz... Sırada Almanya Şampiyonu Vfb Stuttgart var. Geçen sezon genç kadrosuyla beklenilmedik bir şampiyonluk kazanan Stuttgart'ın bu sezon ne performans vereceği merak konusu. Pek iyi başladıklarını söyleyemeyiz. Dörder maç sonunda 15.ci sıradalar. Takımdan ayrılan kaleci Timo Hildebrand olurken; gelenler, Yıldıray Baştürk, Ciprian Marica ve Ewerthon. Serdar Taşçı'lı, Khedira'lı, Cacau'lu, Mario Gomez'li Stuttgart'ın kötü başladığına hiç şaşırmadım. Geçen sezonki Hamburg gibiler. Bu performansı bir süre daha devam ettirip grubun en kötüsü olabilirler... İskoçya Ligi'ne fırtına gibi başlayan Glasgow Rangers grubun kilit takımı durumunda gözüküyor. Rangers'tan ayrılan isimlerin en önemlisi Dado Prso oldu. Yeni transferlerde ise çok başarılı olduklarını söylememek elde değil. Fazla para harcamadan nasıl iyi transfer politikası olur, onu tekrar ispatladılar adeta. Savunmaya Osasuna'dan Carlos Cuellar transfer edildi. Ön liberoya Amdy Faye kiralanırken, kanata da DaMarcus Beasley getirildi. Forvete ise Lee McCulloch, Daniel Cousin ve Darcheville transfer edildi. Avrupa tecrübesine sahip olan yeni isimlere Nacho Novo, Thomas Buffel ve Barry Ferguson da eşlik edecekler... Tahmin; Barcelona'nın bu grupta zorlanması hayal gibi duruyor. Barcelona bu sezon ligi en az yarı final oynamadan bırakmaz; şampiyonluğun da en önemli favorisi durumundalar. Stuttgart bir an önce toparlanırsa iş yapabilir. Glasgow Rangers sezon başı performansını sürdürürse grupta üçüncülüğe gidebilir; hatta, Lyon son maç öncesi turu garantileyemezse içeride oynayacakları maç çok heyecanlı geçebilir. Yine de tahminim Barcelona ve Lyon turu geçer...

F Grubu takımları; Manchester United, AS Roma, Sporting Lisbon ve Dinamo Kiev. Geçen sezonun yarı finalisti ManUtd, çeyrek finalde Roma'yı elemişti, hatırlanacağı üzere. Old Trafford'daki maç da 6-2'lik sonucuyla unutulmaz maçlar arasına girmişti. Sporting Lisbon, Portekiz Ligi'ni üçüncü bitirerek doğrudan gruplara kaldı. Ukrayna Şampiyonu Dinamo Kiev ise önelemede Sarajevo'yu yendi. Geçen yıl yarı finalde şampiyona kaybeden ManUtd, bu sezon daha fazlasını istiyor. Kadrolarına baktığımızda bu yeterlilikte olduğunu görüyoruz. Savunma hattında sakatlık sorunu yaşamazlar ise işleri çok kolay olabilir. Takıma çabuk uyum sağlayan Nani, geçen sezon Şampiyonlar Ligi'nde çok iyi oynayan Anderson, tecrübeli Hargreaves ve ligde ilk kez oynayacak olan Carlos Tevez'in üst seviye performanslar sergilemesini beklemek hayal olmaz... Geçen sezon çeyrek final yaparak kulüp tarihinin en başarılısı olan AS Roma geçen sezon Serie A'yı ikinci bitirmişti. Kadrolarından Chivu'yu kaybederken, yerine Juan transfer edildi. Sağ bekte de Real Madrid'den gelen Cicinho oynayacak. Hücum hattında kayıp olmazken Mirko Vucinic daha tecrübeli geliyor ve Fabio Capello ya göre sezonun transferi olan Ludovic Giuly de Roma'nın tam aradığı adam... Nani'siz Sporting Lisbon yoluna yine genç denebilecek bir kadroyla devam ediyor. Bu kadroyla çok başarılı olmalarını beklemek zor. Yine de, Joao Moutinho-Miguel Veloso'lu orta sahalarının gücüyle rakip takımlar için Portekiz deplasmanlarını zorlaştırabileceklerini düşünüuorum... Dinamo Kiev'in bu sezonki kadrosunda da geçen sezondan değişen fazla birşey yok. Geçen sezonki grubunu iki puanla kapatan Dinamo Kiev'in bir adım ileriye gitmesini beklemiyorum... Tahmin; ManUtd ve Roma grubun zirvesi için mücadele ederler. Çok iyi kadrosuyla birkaç adım önde gözüken ManUtd'nin diğer takımlardan alacağı puanlar çok önemli. Sporting Lisbon son derece aç ve son maçı Kiev'le içeride oynama avantajına sahipler. Sporting Lisbon ikinciliği zorlayamaz. Gruptan çıkacak takımları tahmin etmek kolay...

Son olarak H Grubu'nda yer alan takımlar da Arsenal, Sevilla, Steau Bükreş ve Slavia Prag. Arsenal, geçen sezon ikinci turda kaybetmişti. 2006'da oynadıkları finali saymazsak; en iyi döneminde bile Şampiyonlar Ligi'nde başarılı olamayan bir takım var önümüzde. Son iki yılın UEFA Cup Şampiyonu Sevilla ise sonunda Şampiyonlar Ligi'nde mücadele edecek. Geçen sezon grubunu üçüncü bitiren Steaua, oynadığı futbolla ve ilk maçlardaki başarılı performansıyla gelecek sezonlar için ümit vermişti. Son takım ise önelemede Ajax'ı geçen Slavia Prag. Thierry Henry'i kaybeden Arsenal, beklenenin aksine lige iyi başladı ve Şampiyonlar Ligi'nde de başarılı olup olmayacakları merak konusu. Arsenal'in elindeki genç kadroya rağmen son derece tecrübeli olduğunu söyleyebiliriz. Henry'nin ayrılmasının takım için pozitif etki yarattığını düşünenlerdenim. Eskiden ''Nasıl olsa ilerde Henry var'' diye düşünen futbolcular artık ellerinden gelenin en iyisini veriyorlar. Eduardo da Silva'nın da tam performans vermesiyle Arsenal'in işi kolaylaşabilir... Son iki sezonda iki numaralı kupayı şampiyon bitiren Sevilla, geçen sezon ligini üçüncü sırada bitirmeyi başarmıştı. Sezon başında Antonio Puerta'yı kaybeden Sevilla, önelemede AEK'yı eledi. Geçen sezon bile yeterli bir kadrodan fazlasına sahip olan Sevilla'nın yeni transferleri; Khalid Boulahrouz, Seydou Keita ve Arouna Kone. Ajax'tan gelen 1986 doğumlu orta saha oyuncusu Tom de Mul da bu sezon olmasa bile gelecek sezonlarda adından çok söz ettirecek. Yaz döneminde Dani Alves'i de elinden kaçırmayan Sevilla, çok derin ve başarıya gidebilecek bir kadroya sahip... Grubun kilit takımı ise Romen Steaua Bükreş. Steaua'daki en önemli değişiklik; başarılı teknik direktör Cosmin Olariou'nun yerine Gheorghe Hagi'nin getirilmesi oldu. Son yedi yılda dokuz kez teknik direktör değiştiren Steaua'da Hagi dönemi de uzun sürmez gibi gözüküyor. Kadroda sadece üç yabancı var. Polonya Milli Takımı'nda forma giyen savunma oyuncusu Pawel Golanski yeni transfer ve etkili olacak gibi. Bir diğer yeni savunmacı da Nijeryalı Ifeanyi Emeghara. Orta sahada en önemli yıldızlardan 26 yaşındaki Mirel Radoi var. Hücumda ise geçen sezon büyük çıkış yakalayan Nicolae Dica var... Grubun son takımı olan Slavia Prag da benzer bir kadro yapısına sahip. En önemli yabancı Brezilyalı forvet Rogerio, kadrodaki en iyi isim ise Vladimir Smicer olarak gözüküyor... Tahmin; Slavia Prag diğer takımlarla mücadele edebilecek kadro kapasitesine sahip değil. Diğer üç takım ise genç ve mücadeleci kadrolara sahip. Sevilla'nın çok başarılı olacağını düşünüyorum. Arsenal de kadro yapısı olarak Steaua'dan üstün ama gruba kötü başlamaları durumunda işleri zorlaşabilir. Zor da olsa Arsenal'in grubu ikinci bitireceğini düşünüyorum...

Altı grupla ilgili fikirlerim genel olarak bunlar. Şampiyonluk adaylarını ise grup maçlarından sonra değerlendirmek daha doğru olacaktır diye düşünüyorum. Bazı grupları tahmin etmek çok kolay (B, E ve F Grupları) En önemli sürpriz beklentim Shakthar Donetsk'ten. C Grubu'nda Real Madrid elenirse de çok fazla şaşırmam...

Euro 2008 Elemeleri: Son Durum

Euro 2008 Elemeleri'ne en son baktığımızda, Mart 2007'deydik. Aradan beş ayı aşkın bir süre geçse de gruplarda oynanan çok fazla maç yok. Elemeler Kasım ayının sonlarında bitecek ve tekrar hatırlatayım, bu elemelerde ''baraj maçları'' oynanmayacak, gruplarında ilk ikiyi yakalayan takımlar finale gidecek...

Sekiz takımın mücadele ettiği tek grup olan A Grubu'yla başlıyoruz. Elemelere kötü başlayan Belçika, devamında da tutunamadı ve son maçlara iddiasını taşıyamadı. Grubun sürprizi ise Finlandiya oldu. Kendilerinden beklendiği gibi mücadele eden takımlar ise Portekiz ve Polonya. Sırbistan da yine yukarıya tutunmaya çalışıyor. Üçer maçı kalan Polonya-Finlandiya ikilisinden zirveyi tutan takım Polonya. Portekiz ve Finlandiya deplasmanlarında kaybetmeyen Polonya'nın işi son üç maçta oldukça kolay. Polonya gruptan çıkmayı hemen hemen garanti altına alırken; ikincilik mücadelesi de Finlandiya ile Portekiz arasında devam ediyor. Yine maç eksiği bulunan Sırbistan'ın da şansı sürüyor. Maç fazlasıyla Portekiz'in iki puan önünde bulunan Finlandiya'nın son maçta Portekiz deplasmanına gidecek olması -herşey iyi gitse bile- işlerini zora sokuyor. Kendi sahasında Polonya ve Sırbistan'ı yenemeyen Portekiz'in çok rahat bir fikstüre sahip. Sırbistan da kolay bir fikstüre sahip, bütün maçlarını kazansalar bile Portekiz-Finlandiya'nın ikisinin birden hata yapmasını bekleyecekler ki bu da çok zor gözüküyor...

B Grubu'nda ise dünyanın en iyi sekiz takımından üçünün yanında bir de grubun sürprizi İskoçya'yı izliyoruz. Litvanya-Gürcistan altıncılık mücadelesi yaparken, Faroe Adaları dibe demir attı, yukarıdaki mücadele ise izlenmeye değer. Grubun sürpriz takımı İskoçya, Fransa'yı deplasmanda yenerek zirveye oturdu. Çok zorlu bir fikstüre sahip olmayan İskoçya, son maçında iç sahada İtalya ile karşılaşacak, grubun düğümünün bu maçta çözülmesi yüksek ihtimal. Bir puan arayla İtalya ve Fransa takip ediyor. Dünya Şampiyonu içerde Fransa'yı yenemezken; dışarıda Ukrayna'yı yendi. Onların da İskoçya deplasmanı dışında kolay bir fikstüre sahip olduklarını söyleyebiliriz. Fransa ise çok kötü bir dönem yaşadı. İtalya'yla berabere kaldıktan sonra İskoçya'ya iç sahada kaybettiler. O maçı kazansalardı, gruptaki dengeler değişecekti. Yine de çok şanslı bir fikstüre sahipler. Tek zor maçları, deplasmanda Ukrayna ile -ki o gün Ukrayna'nın hiçbir şansı kalmayacak büyük ihtimalle- . Maç eksiği olan Ukrayna, Fransa'nın altı puan gerisinde. Zorlu bir fikstürleri var. Tur şansını çok zora soktular, İtalya mağlubiyetiyle beraber. Şu anda üçüncü sırada olan Fransa'nın aradan sıyrılacağını düşünüyorum. İskoçya o zamana kadar hata yapmaz ise İskoçya-İtalya maçı da grubun ikincisini belirler..

C Grubu ise malum ülkemizin de mücadele ettiği grup. Euro2004 Şampiyonu Yunanistan, Norveç ve Türkiye zirve için mücadele ederken; Bosna dördüncülüğe gidiyor, 3M de aşağılara. Bosna-Hersek, son maçlarda berbat sonuçlar olmasaydı yukarıya yakın olacaktı. İki bilet için üç takım hala mücadele ediyorlar. Norveç'in üç, Yunanistan ve Türkiye'nin dört maçı var önünde. Diğer takımların durumu düşünüldüğünde; Norveç zor bir fikstüre sahip olmamasının yanında tek zor maçı olan Türkiye maçını da kazanmak zorunda. Türkiye-Yunanistan maçı berabere biterse; Yunanistan'ın işi çok kolay olur. Zor maçlar berabere biterse ve diğer maçlar beklenildiği gibi biterse; Yunanistan-Türkiye turlayacak. Grupta işler çok karıştı...

D Grubu elemelerin en kolay grubu diyebiliriz. Almanya-Çek Cumhuriyeti rakiplerinin çok önünde. Üçüncü İrlanda zorlayabilecek tek takım olarak gözüküyordu. Slovakya, Galler, Kıbrıs Rum Kesimi de dördüncülük mücadelesindeler. Almanya, maç eksiğiyle üçüncü İrlanda'nın sekiz puan önünde. Elemelerin en iyi takımı Almanya'nın kalan bölümde de müthiş hatalar yapmamasını bekliyorum. Çek-İrlanda arasında altı puan fark var üç maç kala. Çek Cumhuriyeti, içeride İrlanda'yı yenerek çok rahatladı. Slovakya-Kıbrıs ikilisinden birini yenmeleri tur için yeterli olacak...

E Grubu da başından beri mücadelenin devam ettiği bir grup. Hırvatistan, Rusya, İngiltere ve İsrail mücadele eden takımlar. Dört takımın da üçer maçı kaldı ve Hırvatistan-23, İngiltere-20, Rusya-18, İsrail-17 şeklinde sıralanıyorlar. İngiltere deplasmanında kaybeden İsrail'in zor bir fikstürü var ve turun üç puan gerisindiler. İsrail'in tur mücadelesi burada bitti gibi gözüküyor. Kalan üç takımdan namağlup olan Hırvatistan, kolay maçlarını kazanmayı başardı ve böyle giderlerse son maç olan İngiltere deplasmanına rahat gidecekler. Kalan mücadele de İngiltere ile Rusya arasında olacak gibi. Dokuz maçta iki gol yiyen İngiltere, Rusya'yı içerde devirdi ve bir ay sonra Rusya deplasmanına gidecekler. Rusya'nın önündeki en önemli maç da bu. Beraberliğin İngiltere'ye yarayacağını hesaba katarsak; Rusya'nın tur şansı çok zor bir ihtimal olarak önümüze çıkıyor...

F Grubu'nda Danimarka zirve mücadelesine dahil olmaya çalışıyor. Kuzey İrlanda ilk maçlarda çok iyi olsa da, vites düşürdü. Zirvede İsveç var, İspanya'nın işi sağlam değil. Dörder maçı kalan iki takımdan İsveç'in 19, Danimarka'nın 14 puanı var. Üçer maçı kalan iki takımdan İspanya 19 puana sahip, Kuzey İrlanda ise 16 puanda. Fikstürü de hesaba katarsak, lider İsveç Euro2008'e gidiyor gibi. Kalan sıra için üç takımın mücadelesi var gibi gözüküyor. İsveç ve İspanya deplasmanlarına gidecek olan Kuzey İrlanda sürpriz galibiyetler alamaması durumunda turu geçemeyecek. Maç eksiği olan Danimarka, İspanya ile kendi sahasında karşılaşacak ve işler istedikleri gibi giderlerse, şu anda avantajlı durumdalar.

Son grupta ise başından beri tur mücadelesi yapan üç takım; Bulgaristan, Romanya ve Hollanda. Grupta asimetrik bir durum var desek yanlış olmayacak. Dörder maçı kalan Romanya ve Hollanda 20'şer puana sahip. Maç fazlası olan Bulgaristan ise iki puan geride. Bulgaristan'ın tur atlaması için; Romanya-Hollanda maçının berabere bitmesi ve Bulgaristan'ın içeride Romanya'yı farklı yenmesi gerekiyor. İlk ihtimal tutsa bile, çıkıştaki Romanya'nın turnuvaya katılma yolunda avantajlı olduğunu düşünüyorum. Hollanda grubu birinci bitirir...

Grupları yazdıktan sonra bir de bireysel istatistiklere bakalım: Gol krallığında zirvede 12 gollü Kuzey İrlandalı David Healy var. Arkasında 9 gol atan Hırvat Eduardo da Silva ve devamında 7'şer gollü Lukas Podolski, Cristiano Ronaldo, David Villa sıralanıyorlar. Asist kralı hiç sürpriz olmayan şekilde Andrea Pirlo. Bu listenin sürprizi ise Danimarkalı Nicklas Bendtner. En çok gol pozisyonu yaratanlar ise Cristiano Ronaldo ve Adrian Mutu...

14.09.2007

Tanrının Diğer Eli: Messi

İsa Mesih’lerini bekler gibi, yeni Maradonalarını bıkıp usanmadan bekleyen Arjantinlilerin yeni umudu, tanrının diğer eli: Messi. Futbol medyası tarafından yıldızlaştıkları gibi “Yeni Maradona” sıfatına layık görülen Arjantinli genç futbolcuların belki de hiçbiri, “Yeni Maradona” yakıştırmasına onun kadar yakışmamıştı.

24 Haziran 1987’de Arjantin’in Rosario şehrinde dünyaya gelen Lionel Andrés Messi, henüz beş yaşındayken babasının koçluk yaptığı Grandoli takımında top koşturmaya başladı. Sekiz yaşında Newell’s Old Boys takımına geçti. On bir yaşında, fiziksel gelişimini engelleyen bir hastalığı olduğu ortaya çıktı. O dönemlerde River Plate, Messi’yle ilgilenmeye başlamıştı. Hatta Messi burada denemelere de çıktı. Ancak kendisini parmak çocukluktan kurtaracak olan, pek ünlü hormon tedavisine bir an önce başlanılması gerekiyordu. Böylece Messi, 2000 yılında yıldızlaşacağı ülkede, İspanya’da, yeni bir hayata başladı.

Burada bir yandan tedavi olan, bir yandan da futbol oynayan Messi, çeşitli takımların altyapılarında kendini geliştirirken, Barcelona scoutları tarafından fark edildi ve tedavi masraflarının da karşılanması şartıyla Barcelona’yla anlaştı. 2000-2004 yılları arasında Barcelona’nın B takımında maç başına birden fazla gol ortalamasıyla oynadı. 2005 yılında İspanyol vatandaşlığını aldı ve yabancı oyuncu kotasını doldurmuş Barcelona A takımıyla Espanyol’a karşı ilk maçına çıktı. A takımındaki ilk golünü ise Albacete Balompié’ye 17 yıl, 10 ay ve 7 günlükken attı. Böylece Barcelona tarihinin en genç golcüsü unvanına da sahip olmuş oldu.

İspanya Milli Takımı’nda oynamayı reddeden Messi, Arjantin formasını ilk kez 2004 yılında, 20 yaş altı takımında giydi. 2005 yılında Hollanda’da düzenlenen ve Arjantin’in şampiyonluğuyla sonlanan U20 Dünya Şampiyonası’nın en golcü futbolcusu olarak Altın Ayakkabı ve en iyi futbolcusu seçilerek de Altın Top ödüllerine layık görüldü. Yaşıtlarıyla arasındaki farkı uluslar arası arenada da ortaya koymaya başlayan Messi, José Pekerman tarafından A Milli Takım’a davet edildi. Macaristan’a karşı oynadığı ve yedek başladığı ilk A Milli maçında, maçın hakemi Markus Merk’in tartışmalı bir kararı nedeniyle ancak 40 saniye oyunda kalabildi.

2005 Eylül’ünde Barcelona ile sözleşmesini 2014’e kadar uzattı ve aynı ay Barcelona’nın Şampiyonlar Liginde evinde ağırladığı Udinese’ye karşı forma şansı buldu. Bu maçta isabetli pasları ve özellikle Ronaldinho’yla yakaladıkları uyum sayesinde büyük ilgi topladı. Aynı yılın Aralık ayında, İtalyan gazetesi Tuttosport tarafından 21 yaş altındaki en iyi futbolcu seçildi.

2005-2006 sezonunda çıktığı 17 La Liga maçında 6 gol, 6 Şampiyonlar Ligi maçında ise 1 gol attı. Özellikle Chelsea ve Real Madrid’e karşı oynadığı maçlarda üstün bir performans sergileyerek bütün ilgiyi yine üstüne toplayan Messi, iyi başladığı sezonu Chelsea maçının rövanşında sakatlanarak erken kapatmak zorunda kaldı. Sakatlığı yüzünden üç ay sahalardan uzak kaldı ancak José Pekerman, sakatlığına rağmen Messi’yi 2006 Dünya Kupası kadrosuna dahil etti. Arjantin’in Sırbistan-Karadağ’ı farklı yendiği maçta Maxi Rodriguez’in yerine girerek, Arjantin’i Dünya Kupası’nda temsil eden en genç oyuncu oldu. Bu maçta bir gol atan, bir gol de Crespo’ya attıran Messi, böylece Dünya Kupalarına da hoş gelmiş oldu.

Bir röportajında milli takım formasının kendisi için çok özel anlamlar içerdiğini belirten Messi, kendisine sorulan “Şampiyonlar Ligi’nde oynamak Milli Takım’da oynamaktan daha mı zor sence?” sorusuna şöyle yanıt veriyor: “Evet, arada farklılıklar var. Ne kadar Şampiyonlar Ligi maçı oynarsanız, o kadar lehinize olur. Farklı ülkelerin en iyi takımlarına ve dünyanın en iyi oyuncularına karşı oynuyorsunuz. Çoğu Şampiyonlar Ligi takımı, bazı milli takımlardan daha güçlü diyebilirim.”

Messi, geride bıraktığımız sezonda ise attığı gollerle kendisinden yine çokça söz ettirdi. Mart ayında, Katalanlar’ın desteklediği Barcelona ile Kastilyalılar’ın desteklediği Real Madrid arasında oynanan maçta, bilinen adıyla El Clásico’da, hattrick yaptı ve El Clásico tarihinin en genç golcüsü unvanına sahip oldu.

18 Nisan 2007’deki Barcelona-Getafe maçında, kendisinin Maradona’nın veliahtı olduğunu iddia edenleri adeta doğrularcasına, Maradona’nın ‘86 Dünya Kupası’nda İngiltere’ye attığı, FIFA tarafından “Yüzyılın Golü” olarak adlandırılan unutulmaz golün bir kopyasını attı. Maradona, golünün ardından “Sadece İngilizler’e böyle bir gol atılabilirdi çünkü onlar dünyanın en centilmen oyuncuları.” demişti. Şimdi bu centilmen oyuncular listesine Getafe savunmasını da eklemek yanlış olmayacak. Zira bir top, bir adamın ayağından legal yollarla bu kadar uzun süre alınamazsa, faul yemesi normalde kaçınılmaz.

Messi, 9 Haziran 2007 gecesi ise La Liga şampiyonluğu için çok önemli olan Barcelona-Espanyol maçında, yine Maradona’nın ’86 Dünya Kupası’nda eliyle attığı golün bir benzerini atarak “Tanrı’nın diğer eli” olduğunu kanıtladı. Bu gol sonrasında, Maradona’yla futbolunun yanı sıra, olmayan sporcu ahlâkıyla da benzerlik gösterdiğiyle ilgili çokça eleştirilen Messi’nin gol hakkındaki yorumu ise şöyle: “İnsanlar bu gol hakkında konuşabilirler ancak futbolda böyle şeyler olur. Sonuçta bize sadece bir puan kazandırdı. Ayrıca beni Diego ile karşılaştırmanın hiçbir anlamı yok çünkü o eşsiz biri. Onun attığı gollerin aynısını atmaya çalıştığım da yok. Sadece olaylar benzer şekilde gelişiyor.”

İspanyol medyası tarafından Messidona, arkadaşları tarafından ise az konuşması nedeniyle El Mundo(dilsiz) olarak adlandırılan altın çocuk Messi’nin, umarım bundan sonraki hareketleri koluna Che dövmesi yaptırmak, Türkiye’ye gelip “Meraba Televole” demek ve ellisine gelmeden ölüp ölüp dirilmek olmaz. Son olarak, kendisini, defalarca izlediğim golünü anlatan Arap spiker gibi selamlıyorum: Ya selam ya Messi!

Futbol Extra dergisi 2007/08 Sayı: 29 'da yayınlanmıştır.

11.09.2007

Bir Başka Real

Sezona Atletico galibiyetiyle başlayan Real Madrid, her zaman zorlandığı deplasmanlardan biri olan Villarreal deplasmanında 5-0’lık müthiş bir galibiyet elde etti. İkinci yarının henüz başında iki gol bularak farkı üçe çıkarması Real’e bu müthiş zaferi getirdi. Maçın genel olarak, özellikle ilk yarıda ortada geçtiğini söylememiz lazım. İlk golü Villarreal de bulabilir ve bulmuş olsaydı maçın şekli de farklı olurdu. Buna karşın Real Madrid savunmada dikkatli olduğu kadar hücumda da üretken bir maç çıkardı. Sneijder sezonun ilk maçının ardından, dün gece de gol attı hem de iki tane. Guti’nin golü ise geceyi süsleyen gol oldu.

Maçın istatistikleri iki takımın da benzer bir tablo ortaya koyduğunu gösteriyor. Real Madrid’de Guti ve Sneijder ön plana çıkan isimler oldular bu maçta. Villarreal’de ise Cazorla dışındaki oyuncuların vasatın altında kaldıklarını söylemek gerek.

Barça ligdeki ilk üç puanını Nou Camp’da Athletic karşısında aldığı 3-1’lik skorla elde etti. Kuşkusuz maçın yıldızı Ronaldinho’ydu. 2 gol atıp, 1 de asist yapan Brezilyalı oyuncu iyi bir maç çıkardı. Maç boyunca %70 topa hükmeden, 611 pas yapan, 16 kez rakip kaleye gol için giden bir takımın maçı kazanamaması beklemek olmazdı zaten. Ronaldinho dışında; Xavi, Marquez, Zambrotta Barça’nın sahadaki diğer başarılı isimleri oldular. Deco ise tam 18 hatalı pasıyla pas şampiyonu Barça’ya yakışan bir istatistik vermedi bize.

Athletic ise çok genç bir takım. Caparros’un takımı çok mücadele ediyor da olsa Barça gibi bir deplasmanda daha fazlasını yapamazdı. Takımın tek golünü atan Susaeta’nın henüz 19 yaşında olması her şeyi açıklıyor olsa gerek. Athletic’de Susaeta’nın iyi performansı dışında 18 yaşındaki ve geçen yıldan beri takımda sıkça yer alan Javi Martinez’e de dikkat etmenizi istiyorum. Bu genç çocuk gerçekten çok kabiliyetli bir orta saha oyuncusu.

Sezona Villarreal karşısında alınan şok bir yenilgiyle başlayan Valencia ise ligin yenisi Almeria karşısında 80. dakikada Moretti’nin golüyle galip gelerek üç puanla tanıştı. Villa ve Joaquin’in yokluğunda Flores bu iki ismin yerine Morientes ve Mata’ya kadroda yer verirken, Alexis ve Caneira’ya da Miguel ve Marchena’nın yerine forma verdi. Arizmendi de ikinci yarıda oyuna girdi ve ilk kez Valencia forması giymiş oldu. Ligin yenisi Almeria’da ise Negredo ikinci maçını da boş geçmedi ve golünü attı.

Ligde bu üç büyük takımın maçları dışındaki altı maç ise berabere sona erdi. Atletico, Mallorca karşısında maç boyunca baskılı oynamasına karşın beraberliği zor kurtarabildi. Pas trafiğini çok iyi ayarlayamayan Atletico 100’e yakın hatalı pas yaptı. Golü atan Pernia tam 30 kez topu rakibe gönderdi. Raul Garcia bu maçta Atletico’nun en iyisiydi. Ibagaza’nın yokluğunda hücumda üretken olamayan Mallorca ise kendisi için değerli bir puan alarak haftanın iyileri arasında kaldı.

Espanyol, Betis karşısında son 10 dakikaya 2-0 önde girdiği maçta üç dakika içinde yediği iki golle sahadan bir puanla ayrılmak zorunda kaldı. Betis’de Pavone, Espanyol’da ise iki gol atan Luis Garcia ve Zabaleta dikkat çeken isimler oldular.

2-2 sona eren bir başka maç ise Valladolid’deydi. Sezona Almeria karşısında aldığı 3-0’lık mağlubiyetle başlayan Depor, Valladolid deplasmanından bir puanla döndü. Valladolid maçta iki kez öne geçmesine rağmen bu üstünlüğünü korumayı başaramadı. Bir diğer beraberlik ise Getafe ile Recreativo arasındaki maçta yaşandı. Son beş dakikaya kadar gol sesi çıkmayan maçta iki takım da birer gol bularak, sahadan birer puanla ayrıldılar. Schuster’in ve takımın önemli isimlerinin ayrılmasının ardından Getafe geçen yılları aratacak gibi görünüyor. Recreativo ise geçen sezona başladığı kadar iyi başlamamış olsa da iki maçta da kaybetmedi.

Cumartesi gecesi oynanan maçlarda ise Levante ile Murcia 0-0, Zaragoza ile de Santander 1-1 berabere kaldılar. Zaragoza için bu yıl kötü başladı diyebiliriz.

Sezonun ikinci haftası geride kalırken, yine bol sürprizli, zorlu bir La Liga izlemeye başladık. Real Madrid sezona en iyi giren takım olarak dikkat çekti –ki bu son yıllarda fazla olmayan bir durumdu- Atletico, Zaragoza gibi bu yılın iddialı takımları ise henüz galibiyet elde edebilmiş değiller.

3.09.2007

Gerçek Bir Canavar O!

Maradona’nın “Bizimle idman yapan gençlerin heyecandan ayakları titrerken, biri çok farklıydı. Bu çocuğa ne zaman baksam karşımda başarılı olacak birini görüyordum.” övgüsüne mazhar olan; insana, defansta o varken bazı Juventus yöneticilerinin neden maçları önceden ayarlama ihtiyacı hissettiğini merak ettirten; “Kadınlar neden futbolu sever?” sorusuna verilebilecek en güzel cevap olan, İtalyan defansının merkezindeki bir canavar O: Fabio Cannavaro.

Fabio Cannavaro, 13 Eylül 1973’te Napoli’de dünyaya geldi. Küçük Cannavaro’yu futbolla tanıştıran ise futbolcu babası oldu. Sokaklarda top koştururken, en parlak dönemini yaşayan Maradona’lı ve Ciro Ferrara’lı Napoli takımı tarafından fark edildiğinde 18 yaşındaydı. Kariyerine, İtalya’nın ev sahipliğini yaptığı 1990 Dünya Kupası’nda top toplayıcılıkla başlayan Cannavaro, bundan tam bir yıl sonra Maradona ile idmanlara çıkmaya başladı. 1993 yılında Serie A’daki ilk maçını, daha sonradan 2 yıl süreyle formasını giyeceği Juventus’a karşı oynadı. Babasından miras kalan topa yükselme özelliği ve Ferrara’dan öğrendiği defans yapmanın incelikleri sayesinde, kısa boyuna rağmen forvetlere geçit vermiyordu. Ancak Cannavaro’nun yıldızı yükselmeye başladığında, Napoli Maradona’nın ayrılmasıyla düşüşe geçmişti. Maddi zorluklar içindeki kulüp, 1995 yılında Cannavaro’yu Parma’ya satmak zorunda kaldı.

Birkaç yıl önce iflas eden ünlü süt ve yoğurt firması Parmalat tarafından satın alınan Parma, güçlü bir kadro kurmuştu. Parma’da, defansın göbeğinde Lilian Thuram’la müthiş bir ikili oluşturan Cannavaro’nun, kaleci Buffon’la da telepatik bir ilişkisi vardı. 1997 yılında Carlo Ancelotti yönetimindeki Parma, Serie A’da Juventus’un 1 puan altında ikinci olarak, tarihindeki en iyi lig derecesine sahip oldu. Parma’da 1998-1999 sezonunda İtalya Kupası’nı kaldırmanın yanı sıra UEFA Şampiyonluğunu da tadan Cannavaro’nun, UEFA Kupası final maçı öncesi “neoton” adlı bir ilaç enjekte ederken çekilen görüntüleri basına sızdı. Ancak sonradan bu ilacın doping kapsamına girmediği açıklandı ve Cannavaro ile ilgili akıllarda kalan, Parma’nın savunma hattına kurduğu il muro di Berlino (Berlin duvarı) oldu. Ayrıca Parma’da 2000-2002 yılları arasında, şu an Napoli’de forma giyen ve kendisi gibi defansta oynayan küçük kardeşi Paolo Cannavaro ile beraber oynama fırsatı yakaladı. Parma’daki performansıyla Milan, İnter ve Juventus’un gündemine giren Cannavaro, 2002 yılında 32 milyon Euro karşılığında İnter’e transfer oldu.

İnter’de Hector Cuper’ın anlamsız ısrarıyla birçok maçta defansın sağında oynayan Cannavaro, yine de defansın en iyisiydi. Hayatının unutmak istediği yılları olarak tanımladığı İnter defterini 2004’te kapatarak Juventus’a geldiğinde, Parma’daki yakın dostları Thuram ve Buffon’la tekrar buluştu. Burada iki kez şampiyonluk sevinci yaşamasına rağmen, İtalya futbolunu sarsan şike skandalından dolayı Juventus’un şampiyonlukları silinip, Serie B’ye düşürülmesiyle, Cannavaro kendisi için zor bir karar vererek Real Madrid’e transfer oldu. Transferinin Juventus’un küme düşürülmesi nedeniyle gerçekleştiğini ifade eden Cannavaro, “Çok zor bir karardı ancak 33 yaşındaydım. Mecburen gitmek zorundaydım.” diyor. Ayrıca geçtiğimiz yıl İnter’in yılın şampiyonu ilan edilmesini içine sindiremediğini belirten Cannavaro, Juve’nin ligden düşürülmesini kısaca şöyle yorumluyor: “Şampiyonluklarımızı silebilirler ancak tarihi değiştiremezler.”

Bilindiği gibi, İtalya’nın şampiyonluğuyla sonlanan 2006 Dünya Kupası finaline, Zidane’ın Materazzi’ye attığı kafa damgasını vurmuştu. Real Madrid’de, Zidane’ın ayrılmasıyla boşa çıkan 5 numaralı formayı giyen Cannavaro, uyanık basın mensuplarının açmak istedikleri polemikleri, “Zidane’ın formasını giymek bir şereftir.” diyerek başlamadan bitirdi. Ayrıca bu dünya kupasında gösterdiği harika performansla birçok kişinin “En Değerli Oyuncu” seçilmesini beklediği Cannavaro, 2006 Dünya Kupası’nın en değerli oyunculuğunu Zidane’a kaptırdı. Ancak kadın hayranlarının gönülleri, bu erkek güzelini eli boş göndermeye razı gelmemiş olsa gerek ki, kendisini “Dünya Kupası’nın en seksi erkeği” seçtiler.

Fakat söylentilere göre Cannavaro’nun gözü 18 yaşından beri beraber olduğu, zamanında ona olan aşkını duvarlara yazdığı sevgili eşi Daniela’dan başkasını görmüyormuş. Çoğu futbolcu eşinin aksine hiçbir zaman basının malzemesi olmayan Daniela, eşinin ilk ve tek aşkı olmasıyla ve üç çocuğuna olan düşkünlüğüyle kafalardaki “ideal anne” tipine cuk oturuyor. Ancak Cannavaro, örnek bir eş ve baba imajını geçtiğimiz yıllarda çıkan bir dedikodu yüzünden neredeyse çizdiriyordu. Yanılmıyorsam Romanya'da bulunan bir otelde, bir Türk şarkıcının odasında basılarak skandala yol açmasına ve Türk spor medyasının “Enişte Süper Lig’de” manşetleri atmasına ramak kalmıştı. Neyse ki bu sadece asılsız bir dedikoduydu ya da olay sonradan örtbas edildi.

Geçtiğimiz yıl Cannavaro’nun, görkemli forvetleri ve yetenekli orta saha oyuncularını geride bırakarak, tarihi 1956’ya kadar uzanan France Football Dergisi’nin “Altın Top” ödülüne layık görülmesi, bir defans oyuncusuna yılın en büyük ödülünün verilmesinin ender rastlandığı modern futbol camiasında, büyük tartışmalara yol açtı. Cannavaro, özellikle İngiliz ve Fransız medyasında eleştirilerin artması üzerine bir açıklama yaparak “Benim için eleştiriler bir sorun teşkil etmiyor. Bazıları Juventus’taki iki lig şampiyonluğumu ve Dünya Kupası’nı kaldırdığımı unutmuş. Şimdi öğreniyorum ki Altın Top bir defans oyuncusuna verilemezmiş. Bana yöneltilen eleştirilere yorum yapmak istemiyorum. İnsanların görüşlerine saygı duyuyorum ve her zaman aynı cevabı veriyorum. Altın Top benim evimde ve çok ağır.” dedi.

Gündeme transfer haberlerinin hâkim olduğu şu günlerde ise, Cannavaro’yla ilgili çıkan haberlerden biri Chelsea’ye gideceği oldu. Ancak Cannavaro'nun menajeri Gaetano Fedele, yaptığı açıklamada bu transferin gerçekleşmeyeceğini şöyle anlattı: "Fabio, Chelsea tarafından kendisine yapılan cazip teklifi Real Madrid'in istekleri doğrultusunda reddetti. Takım La Liga'da şampiyonluğa ulaştı ve ben Fabio'nun en azından bir sezon daha takımında kalacağını tahmin ediyorum. Unutmayalım ki Real Madrid dünyanın en prestijli kulübüdür ve Fabio da buraya uyum sağladı. Gazetelerden okuduklarımdan anladığım kadarıyla yeni teknik direktör Bernd Schuster de kendisini oldukça beğeniyor. Cannavaro, Şampiyonlar Ligi'ni kazanmak istiyor ve bunu başarabileceği tek yer de burası."

Tanrının yetenek verdiği yerden güzelliği de esirgemediğinin canlı kanıtı, güzel insan Cannavaro, dilerim bay-bayan herkesin gözlerini şenlendirmeye daha uzun yıllar devam eder.

Futbol Extra dergisi 2007/08 Sayı: 29 'da yayınlanmıştır.